Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Küresel kapitalizmin yeni saldırısı ve devrimci mücadelenin yeni dönem görevleriGulan 2020
PAJK Koordinasyonu Kapitalist sistem, beş bin yıllık uygarlığın en çürümüş ve sürdürülemezlik sınırına varmış halidir. Günümüzde bu çürümüşlük ve sürdürülemezlik durumu, başta Önderliğimiz olmak üzere anti-kapitalistlerin teorik tespitlerini doğrular biçimde ve belki de hiçbir zaman görülmediği kadar açıklıkla ortaya çıktı. İnsanlık, Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı bu dönemde savaşın başka bir boyutu ile yüz yüze kaldı. Savaşlar, katliamlar, göç ve yıkımlarla boğuşurken bir de Koronavirüs salgını gibi bir saldırıya uğradı. Üçüncü Dünya Savaşı’nın her gün binlerin ölümü ve göçleriyle sonuçlanan ağır tablosu egemenlere yetmemiş olacak ki, bir de böyle bir saldırıyla kırımı derinleştirmek, savaşı geliştirmek, korkuyu büyütmek, iktidar ve devletlere tümden bağımlı ve sistemin tüm uygulamalarına sessiz kalan, gündemi can derdi olan bir toplum yaratmak istediler. Diğer yandan bu sisteme karşı da büyük bir gelişme ve yükseliş halindeki muhalefeti, sistem karşıtı güçleri, kadın yükselişini de gerek ulus devlet duvarları, gerek ev duvarları içine alarak sınırlandırma hedefleri var gibi görünüyor. Bu düzen zaten devrimci-demokratik çıkıştan, toplumsal muhalefetin yükselmesinden, sistem karşıtı güçlerin gelişen eylemliliklerinden büyük korkuya kapılmıştı. Toplumda bir bilinçlenme, tepki ve öfke vardır. Devletler ve sistem krizini aşamayacak, bu güçlere karşı koyamayacak hale gelmiş, büyük korkuya kapılmıştı. Salgın öncesinde dünyanın her tarafında yükselen bir direniş vardı. Özellikle dünya çapında gelişen kadın direnişi, yükselen kadın özgürlük arayışları, milyonları bulan kadın eylemlilikleri, kadın örgütlenmesi sistemi korkutmaktaydı. Fransa'dan Lübnan'a, Irak'tan İran'a, Cezayir'den Meksika'ya, Şili'den Sudan'a kadar birçok ülkede ciddi toplumsal hareketler gelişmişti. Kapitalist sisteme karşı yükselen mücadele aynı zamanda yaygınlaşmaya ve küreselleşmeye başlayan bir mücadelenin göstergesiydi. Bundan büyük korkuya kapıldıkları ve toplumsal muhalefeti engellemek için her şeyi göze aldıkları da görülmekteydi. İnsanlığın başına yeni bir atom bombası patlatmaları da beklenen bir durumdu. Böyle bir biyolojik silah yöntemiyle belki de ellerindeki her türlü silahın yapamayacağını gerçekleştirme fırsatı ele geçirdiler. Bu durum aynı zamanda Üçüncü Dünya Savaşı’nın farklı araçlarla sürdürülmesi anlamına da geliyor. Tüm bunları biyoiktidarın uygulamaları ve toplumu demirden kafese koyma politikaları olarak görmemiz gerekir. Yaşadığımız dünyayı bu hale egemen erkek aklı ve uygarlığı getirmiştir. Egemen erkek zihniyeti binlerce yıldır acıların, savaşların, katliamların sebebi olmuştur. Kapitalist sistem bir kaos ve kriz sistemidir. Bu krizler kendisini ekonomik kriz, ekolojik kriz, nüfus sorunu, toplumsal sorunlar olarak yani iktidar ve devlet kaynaklı krizler olarak göstermektedir. Yine toplumun ahlak, kültür, sağlık, güvenlik sorunları her zamankinden daha fazla derinleşmiştir. Buna rağmen de toplumun temel sorunlarını çözme ve ihtiyaçlarını karşılama üzerinden kendilerini meşru göstermeye ve vazgeçilmez kılmaya çalışmaktadır. Ancak bunu da yapamadıkları, yapmadıkları çok açıktır. Çünkü dertleri toplum değil kendi iktidarlarını nasıl kurumsallaştıracakları, kalıcılaştıracaklarıdır ve yaşadıkları sistemsel krizi nasıl atlatacaklarıdır. Binlerce insanın ölümü kendiliğinden olmadı Salgın ile birlikte hem şiddet yöntemlerinin hem de ideolojik algı operasyonlarının, psikolojik savaşın iç içe kullanıldığını görüyoruz. Aylardır medyada günlük olarak binlerce insanın ölümü bir bilanço olarak veriliyor. Herkes de bunları birer sayı olarak okuyup bu kadar insanın ölümünü doğal görüyor. Böylece insanlar ölüme alıştırılıyor. İnsan ölümü, yaşamı birer sayısal tabloya dönüşüyor. Diğer yandan bu ölümlerle herkes korkutuluyor. Bu kadar ölüm karşısında herkes açıkça rehin alınmış, ölüm korkusuna hapsedilmiş oluyor. “Virüs herkesi vuruyor” sözü bir yalan ve çarpıtmadır. Saraylarında yaşayanları, kendini korumak için her türlü imkanı, gücü, parası olanları etkilemiyor. İnsanların ölümler ve bu ölümlerin sebepleri hakkında sorgulama yapmaması, kaderlerine razı olması ve şükretmesi için uydurulmuş yalanlardır bunlar. Bir yandan, “En zengine de, falan devletin başkanına, bakanına da bulaştı” diye insanlarda, “Ona da bulaştıysa diğerleri çok normaldir” algısı yaratılmaya çalışılıyor. İngiltere başbakanının hasta olduğu söylendi. Bazı zenginlerin, siyasetçi ve sanatçıların yani toplumda tanınan kişilerin bu hastalığa yakalanması hastalığın ayrım yapmadığı şeklinde insanlara empoze ediliyor. Diğer yandan panik, korku, can derdine düşme yaşanıyor. Böylece devlete, iktidarlara bağımlılığa ve medya üzerinden kendilerine empoze edilen her şeye inanmaya, teslim olmaya ve karşı koymadan durmaya ikna ediliyor. İnsan algısını yönlendirme ve yeniden inşa etme çabası görülüyor. Şunu bilmeliyiz ki, binlerce insanın ölümü hiç de öyle kendiliğinden olmadı. Korunmasız, yoksul ve savunmasız oldukları için insanlar öldü. O yüzden ölenler yoksullardır. Huzurevlerinde ölüme terkedilmiş yaşlılardır. Şehirlerin sokaklarında yaşayan evsizlerdir. Açlıktan ölmemek için ağır koşullarda çalışmak zorunda kalan emekçi insanlardır. Koronavirüsün en çok öldürdüğü kesimin yaşlılar olması bir tesadüf müdür, kader midir? Kapitalizmin mantığına göre üretimden düşmüş, sisteme yük olan, bir de üstüne beslenen bu kesimlerin ölümleri çıkarlarına en uygun olandır. Yaşlıların kaldığı bakım evleri gibi yerlerde binlerce ölüm doğal mıdır? Diğer yandan yaşlılar, toplumun hafızasıdır, kültürün, toplumsal değerlerin, yaşam tecrübesinin, birikimin sahibi olan bu insanların böyle ölümleri -açıkçası katledilmeleri- kabul edilebilir mi? Faşizmin, “Asmayalım da besleyelim mi” şeklinde çok somut ifadeye kavuşan cümleleri aklımıza geliyor. Anlaşılan o ki, sistem hem bir yükten kurtuluyor, hem de toplumsal hafızayı yok ediyor. Zaten yaşayanlarla da araya mesafe koyuluyor, tehlikeli, kaçılması gereken bir kesim olarak gösteriliyor. Yaşlılara karşı gelişen utanç verici, vicdanları zorlayan tutumlar yansıyor. Oysa toplumsal değer ve maneviyatımız ölüyor yaşlılarımızla. Bu yürütülen bilinçli, planlı bir katliamdır. Kendiliğinden gelişen bir durum değildir. Bu sistemin polisleri her gün insanları tutukluyor Bu virüs kendiliğinden bile gelişmiş olsa kârı ve para kazanmayı her şeyin üstüne koyan, bunun için insan yaşamını, doğayı, tüm canlılığı gözü dönmüşçesine yok etmeyi kafasına koymuş kapitalizmin bir sonucudur. Kendiliğinden gelişmişse bile bunu engellemeye hiç ihtiyaç duymayan, hatta yayılması için uğraşan, bunu kendisi için iktidarını güçlendirmenin aracı haline getiren sistem suçludur. Yapay zekayı geliştiren, uzayın derinliklerinde, yerin kilometrelerce dibinde bile faaliyetler yapan bu bilim ve tekniğin bunu önleyecek bir aşı bile üretememesine kim inanabilir ki? Atomu parçalayarak bombaya dönüştüren, savaş uçaklarını, nükleer silahları, insanı öldürmenin her türlü sapkın ve hayal ötesi araçlarını yaratan bir sistemin bezden bir maske bile üretmemesi, insanları ona bile muhtaç bırakmasını hangi mantık kabul edebilir? Canlı genleriyle oynayan böyle bir tekniğin sağlık sisteminin sözde böyle çaresiz kalmasını kim inandırıcı ve kabul edilir bulabilir ki? İnsanları öldürmek için bu kadar gelişkin bir tekniğe sahip olacaksın ama yaşatmanın imkanları ve sağlık sistemi olmayacak. Devletler savaşlara bu kadar bütçe, para ayırırken toplum sağlığı için hiçbir şey yapmayacak, insanların ceplerinden çaldıkları paraları, savaşa, katliamlar yapmaya, polisi, orduyu, savaş teknolojisini geliştirmeye harcayacak ama insan yaşamını savunamayacak! Tüm bunlar kapitalist sistemin vahşetinin, nasıl insanlık düşmanı ve yaşam karşıtı olduğunu açıkça göstermektedir. O nedenle insan yaşamına, yaşanılacak bir dünya yaratmaya harcanması gereken imkanları savaşlara ve sömürgecilik politikalarına yatırmalarına karşı isyan etmek gerekiyor. Siyasal, demokratik, ekolojik mücadele yürütenlerin milyon dolarlık bütçelerin savaşa değil toplum sağlığına, silaha değil toplum ihtiyaçlarına, öldürmeye değil yaşatmaya harcanması için mücadele etmesi şarttır. Kapitalist sistemin çıkışından beri toplumsallığı hedef aldığını, bireyciliği, maddiyatçılığı, kendini düşünmeyi, değer ve ahlak tanımamayı yarattığını biliyoruz. En büyük amacı toplumsal bağları koparıp savunmasız ve güçsüz düşmüş birey yaratmak olan bu sistem, böyle bir salgından yaralanarak toplumu yeniden dizayn etmeye çalışacaktır. Toplumda, “Evde kalın,” “İki kişi yan yana gelmesin”, “Sosyal mesafe” diyerek her türlü birliktelikten, ortak yaşamdan uzaklaştırılarak topluluğun bir tehlike olduğu algısı yaratılıyor. “Kalabalık olandan korkacaksın, kimseye güvenmeyeceksin, herkes hastalık taşıyıcısı olabilir, sana bulaştırabilir” diyerek toplumsal bağlar zayıflatılmaya çalışılıyor. İnsanlar, bırakın topluluk yaşamı, kendi ailesinden korkar, annesine, çocuğuna sarılamaz, araya mesafe koyar hale geliyor. Bunun uzun dönemde yeni bir toplumsal psikoloji, şekillenme yaratacağı da bir gerçektir. Kaldı ki bu salgının uzun dönem engellenemeyeceği ve çare bulunmayacağı şimdiden ilan ediliyor. Bu türden insan beynine korku ve tehlike bir dönem daha pompalansın, toplumsal hayat son derece zayıflayacaktır. Yani bu virüs salgının en önemli ve tehlikeli sonucu olarak bunu görmek ve sistemin bu algı yaratma ve psikolojik savaşına karşı durmak gerekiyor. Çünkü bu durum kendisiyle yeni bir toplumsal dizayn yaratabilir. Bunu belirtirken salgın yok ve insanlar tedbir almasın anlamında söylemiyoruz. Ancak halkı evlerine tıkan ve tek bir eyleme bile izin vermeyen bu sistemin tüm polisleri dışarda, her gün insanları tutukluyor, en küçük hak arayışına saldırıyor. Orduları savaşlarını sürdürüyor, çatışmalar durmuş değil. Yani iktidar ve devletin tüm zor aygıtları tam teşekkül iş başındayken halk zindana kapatılır gibi evlere kapatıldı. Sadece fiziki bir kapatma değil bu, aynı zamanda tümden bir şey yapamaz duruma getirmektir. Mevcut bilim insanlığı, doğayı öldürüyor Sosyal mesafe ve insan sağlığını koruma adına tedbir diye gelişen politikaların aslında toplumsal direnişi engellemenin harika bir maskesi ve fırsatı haline getirildiği ortada. Bu durumdan en çok devlet ve iktidarlar memnun. Çünkü salgın adına sokağa çıkma yasakları, insanların bir araya gelememesi, eylem yapma yasağı istedikleri politikaları uygulamalarına ve kimsenin tepki göstermemesine zemin oluşturdu. Toplumsal mücadele güçleri bu süreçte hazırlıksız ve politikasız kaldı. Alternatif politika, mücadele yöntemleri geliştiremedi, dayatılan karantina ve eve kapatılma durumunu aşamadı. Bu da toplumsal muhalefetin susturulması, demokratik eylemliliklerin engellenmesi iktidar ve diktatörlükler üzerindeki baskının azalmasına ve istedikleri politikaları uygulamalarına fırsat yarattı. Şimdi mumla arasalar bulamayacakları böyle bir meşruiyet fırsatını sonuna kadar değerlendirdikleri görülmektedir. Topluma yerinde dur, evinde dur, dışarı çıkma, bir araya gelme diyen sistemin kendisi ise bu süreçte hiç durmadı, hep saldırı halinde oldu. Bu dönemde toplum adına siyaset yapanlara saldırılar, tutuklamalar devam etti. En ufak bir basın açıklamasına bile izin verilmedi. herşeye yasak getirildi. Özellikle Kürdistan’daki savaş derinleşerek sürdürüldü. Kürtlerin kendi iradeleri ile seçtikleri yerel yönetimlerin yerine kayyum atanarak halk iradesinin gaspına devam edildi. Kürdistan sürekli bombalanıp, gerilla cenazelerine, şehitliklere saldırıldı. Başûrê Kurdistan’ın işgali ve halkımıza dönük katliam saldırıları bir an bile durmadı. Şu an zindanlardaki siyasi tutuklular virüs saldırısı altında bulunmaktadır. Virüsü bir bahane haline getirip çoktandır planladıkları katillere, tecavüzcülere, mafyaya, kendi çetelerine affı çıkardılar. Ama en basit demokratik eylem yapanı, düşüncesini açıklayanı, bunun için yayın yapanları ise zindanlara kapatmaya devam etmekteler. Toplum ve yaşam bir zindana çevrilmişken cezaevleri ise idam hükmünün verildiği yerler haline getirildi. Yasalarında idamı kaldıranlar fiili olarak insanları ölüm cezasına çarptırmış durumdadır. Bunu görmek ve AKP-MHP faşizminin demokrat, devrimci tutsakları ölüme mahkum etmesine karşı mücadele etmek gerekir. Bunu demokratik mücadeleyi ortaklaştırarak yürütmek şarttır. Kendi aralarında çıkar ve egemenlik çatışması olan güçler bile dayanışma, ortak politika belirleme, ittifaklar geliştirme tutumu içindeyken devrimci, demokratik, anti-kapitalist, feminist, ekolojist, sistem karşıtı güçlerin dayanışma, örgütlenme ve mücadele güçlerindeki parçalılık ciddi bir sorundur. Zayıflıktır. Tüm insanlığın ortak sorunu olan, kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla, emekçisi ve farklı dil, din, mezhep ve uluslardan duyarlı insanlık açısından saldırısını sürdüren bu sisteme karşı ortak çıkarlar temelinde birleşmek ve mücadele etmek zorunlu bir durumdur. Diğer bir sorun sistemin ideolojik algı operasyonlarına karşı bilinçli bir duruş sergilemektir. İnsanlık bunlarla korku cenderesine alınmakta, çaresiz ve devlete, iktidara mahkum hale getirilmektedir. Oysa bilim, insanlığa bu durumdan çıkışın yolunu göstermelidir. Doğruyu görme, bilme ve çare üretme aracı olarak aklın ve düşünce birikiminin nasıl kullanılacağını göstermekten sorumludur. Oysa insanlığı yok etmeye, köleleştirmeye hizmet ediyor, iktidarın sömürüsüne açık hale getiriyor. Mevcut bilim insanlığı, doğayı öldürüyor. Erkek aklına dayalı sistemin yarattığı vahşet ortadadır. Kapitalist sistemin bilimine ve aklına karşı özgür yaşam paradigmasını ve ideolojisini hakim kılmak gerekir. Kadın zihniyetine ve özgürlükçü anlayışa dayalı bir zihniyetin çözüm olacağı her zamankinden daha iyi görülmektedir. Bilim insanlığın ortak üretimi, kolektif emeğinin ve birikiminin bir sonucu ve ürünü olarak insan yaşamına hizmet etmeli. Ancak bilimcilik ile insanlık zihniyeti, yaşamı esir alınmış durumdadır. Bu bilime, bilimciliğe karşı kadın bilimi olarak Jineoloji her zamankinden daha fazla rol oynamalıdır. Erkek aklının ve zihniyetinin insanlığın başına bela haline gelmesine ve iktidarların yürütülmesine hizmet eden pozitif bilime karşı Jineoloji’nin sosyal bilim anlayışıyla alternatif yaratması gerektiği açıktır. Dolayısıyla Jineoloji, kadınlar ve insanlık adına doğru bir zihniyetin ve düşünme gücünün açığa çıkmasını, mevcut bilimin sorgulanmasını sağlamak durumundadır. Köye dönüş öze dönüş olarak anlaşılmalı Kapitalizmin tekelinde gelişen bilim ve teknik insanlığın sorunlarını çözme amacında değildir. İnsanlığın açlık sorununu çözmüyor, güvenlik sorunu çözmüyor, barınma sorununu çözmüyor, yaşam kalitesini geliştirmiyor. Aksine daha fazla açlık, işsizlik, fakirlik, hastalık yaratıyor. Bir yandan açlıktan ölen bir Afrika toplumları, Ortadoğu ve yoksul insanlık, diğer yandan obezite diye bir hastalık bu sistemin çelişkisi ve krizinin göstergesidir. Kapitalist sistem korkunç bir sömürü düzeni geliştirmiştir. Gelişen bilim ve teknik tüm insanlığın temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak düzeye gelmesine rağmen neden bu amaçla kullanılmıyor? Neden hala dünyanın birçok yerinde insanlar açlıktan ölüyor, yemek bulamıyor. Gelişen bilim ve teknoloji insanların temel yaşam ihtiyaçlarını gidermeyecekse, açlık, yoksulluk, muhtaçlık daha da çoğalmışsa o zaman bu gelişme, sözde modernleşme, ilerleme masalı nedir? Doğaya, köye, toprağa, doğal ürün ve üretime bu düzeyde saldırının altında nasıl bir ideoloji var? Hangi zihniyet bunu yapıyor ve topluma bunu nasıl kabul ettiriyor? Devrimcilerin görevi toplumu bilinçlendirme, sistem politikalarına ve güçlerine karşı toplumu örgütlü, mücadeleci, alternatif yaşamını kurar hale getirmektir. Günlük yaşamını sürdürmek adına bu kadar devlete, sermayeye bağımlı olan toplum elbette ki kendi geleceğini garanti altına alamaz. Ancak kendi komünal demokratik sistemini kurarak bu cendereden kurtulabilir. Başta köy-tarım hayatının bitirilmesine karşı direnmek zorunludur. İnsanlığın varoluş kaynağı olan tarım ve köy bittiği anda insanlık bitmiş demektir. Özellikle Kürtlerin ucuz emek gücü haline getirildiği, asimilasyon ve kültürel soykırımı yaşadığı, insanca yaşama koşullarını bulamadığı her türlü hastalığın merkezi olan şehirlerden çıkması, köylerine, ülkesine dönmesi gerekir. Köye dönüş öze dönüş olarak anlaşılmalı. Şehirleri morglara dönüştüren bu salgın vesilesiyle de köye dönüş, çeşitli projelerle geliştirilebilir. Yine gelişen bunca teknoloji insanlığın güvenlik sorununu da çözmüyor aksine daha çok savaş, bomba, ölüm, göç, yıkım, katliam yaratıyor. İnsanlar bu kadar gelişkin bir bilim teknikle daha çok savaş ve ölümle karşı karşıya kalmıştır. Şimdi kapitalist devletler ülke, devlet savunması adına milyar dolarlık silah savunma sistemleri kuruyor, tüm yatırımları bu alanadır. Sözde ülkenin savunulması, toplumun, yurttaşın savunması yalanıyla yürütülen bu silahlanma, gelişen silah sanayisi aslında bir avuç iktidar gücünün çıkarlarını savunmak, hegemonya oluşturmak içindir. Bir kadının yaşamını korumaktan, bir çocuğu savunmaktan uzak, her gün yüzlerce insanın ölümüne yol açan, binlerin topraklarını bırakıp kaçmasına, göçlere yol açan bu savaş hangi güvenlik ve savunma anlayışına göredir? Demek ki toplum ve kadınlar hiç kimseden beklemeden, kendini savunmanın sistemini öz güçleri ile oluşturmalıdır. Bunun için her şeyden önce örgütlenme önemlidir. Buna Önderlik özsavunma dedi. Kendini savunmasını bilmeyen ve savunmasını devlete, iktidar güçlerine teslim eden toplumlar katliamlar ve yok olma tehlikesi ile hep karşı karşıya kalır. Madem teknik ve bilimin bu derece gelişmesinin topluma faydası yoktur o zaman bunun bir sınırı olmak zorundadır. Yoksa zaten ahlaktan, vicdandan, insanlıktan ve maneviyattan tümden kopmuş, erkek aklı, analitik akıl, her şeyi matematiksel hesaplara, kâr-çıkar dengesine göre ele alan bu bilim insanlığın sonunu getirecektir. Bu kadar gelişme iddiasına rağmen hiçbir soruna çözüm bulmayan, aksine sorunların kaynağı olan, doğayı yok eden, tüketen ve her şeyi bir kâr nesnesine dönüştüren bu bilim ve tekniğin böyle geliştirilmesine bir sınır konmalıdır. Bu sınır da ahlak ilkelerine göre belirlenmelidir. Bu şekilde kullanılan bilime tekniğe ya da böyle bir bilim ve tekniğe ihtiyacımız yoktur. Anti-kapitalist ve ekolojik mücadele yürüten güçlerin bir gündemi de endüstriyalizme, doğayı tahrip eden gereksiz teknolojiye karşı mücadele olmalıdır. Toplum her zaman dayanışma halinde olursa ayakta kalabilir Yine toplumsal mücadeleyi ve direnişi radikal, örgütlü, ortak bir mücadele halinde geliştirmek gerekir. Kapitalist sistemin gerçeği ve krizlerinin insanlık için tehlikesi derinlikli ele alınarak karşı bir duruş yaratılmalıdır. Yoksa bu salgın sürecinde sadece devletin almadığı tedbirleri, ortaya çıkan sonuçlar üzerinden değerlendirmeyle yetinmek toplumun en bilinçli, aydın, düşünen ve sorgulayan insanları açısından büyük bir zayıflıktır. Bu argümanlarla, böyle muhalefet yapmak kesinlikle sistemin yedeğine düşmektir. Dar muhalefet sınırlarında seyretmektir. Oysa kökten ve kalıcı bir eleştiri ile düzeltilmesi gerekenleri ortaya çıkarmak, yıkılması gerekenleri göstermek, artık insanın gözüne batarcasına açığa çıkmış olan kapitalist sistemin gerçeğini ortaya koymak ve en önemlisi bu sisteme karşı mücadele etmenin, yeni zihniyetini geliştirmenin zamanıdır. Toplum her zaman dayanışma halinde olursa ancak ayakta kalabilir. Toplumsallık zayıfladıkça dayanışma kavramı üretilmiştir. Yani tek başına dayanışma yeterli değilse de günümüz dünyasında bu da çok önemlidir. Bu duyarlılık ve insanlığın yaşatılması çabası çok anlamlıdır. Ama asıl olarak toplumsallığın temel gereği olan “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışıyla yaşamak, örgütlenmek gerekir. En önemli şey örgütlenmek, örgütlenmek ve örgütlenmektir. Mahallelerde, sokaklarda köylerde ilçelerde en küçük yaşam birimlerine kadar örgütlenecek toplumsal birimler kendini yönetecek kendi yaşamı, üretimi hakkında karar alacak düzeye gelebilirler. Kapitalizmin krizi ve yarattığı toplumsal tahribatlar geçici, dönemsel olmadığından dayanışmayı kalıcı örgütlemek, toplumsal politikasını ve uygulamasını yaratmak gerekir. Komün hareketlerini örgütlemeye hız vermek gerekir. Devrimci hareketlerin, sistem karşıtı hareketlerin bu konuda hamle yapmalarının zamanıdır. Demokratik komünal sistemi örgütlemenin sebepleri de, zemini de olgunlaşmıştır. Bu süreçteki devrimci mücadele ve toplumsal özgürlük, ekoloji ve çevre bilincinden koparılamaz. Üzerinde yaşayacağımız sağlıklı bir doğa olmadığı sürece hiçbir şeyin anlamı olmadığı ortaya çıkmıştır. Ekolojik devrim ve çevreyi korumak tüm insanların sorumluluğudur. Doğayı talan eden bu zihniyete, her türlü hastalığa, canlılığın ortadan kaldırılmasına, çevrenin kirletilmesine kâr amacıyla yeryüzünün talan edilmesine, silah denemeleriyle, bombalarla yok edilmesine, yakılıp yıkılmasına karşı çıkılmalıdır. Bu anlamda ekolojik bir devrim gerekiyor. Yine en önemlisi kadın özgürlüğü temelinde bir devrim gerekiyor. Demokrasi eksenli her türlü hiyerarşi ve egemenliğe, devlete karşı duruş içinde olan bir devrim gerekiyor. Yoksa kapitalist sistemi salt ekonomi ve sınıf tahlillerine dayalı bir mücadele ile ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır. Toplumsal devrim, ekolojik bilinçten yoksun olamaz Her zamankinden daha fazla savaş teknolojisine, HES’lere, barajlara, insanlık düşmanı, hastalık üreten, doğayı kirleten teknolojiye karşı durulmalıdır. İnsan yaşamını hiçe sayan kapitalizmin emekçi sınıfı bir köle gibi kullanması ve salgın koşullarında bile sadece bir kâr aracı olarak ele almasına karşı genel grevler örgütlenmeli. Kapitalist sistemin oluşturduğu kentlerin yapısı yeniden tartışmaya açılmalı. Köye dönüş projeleri, doğal tarımı geliştirme planlamaları yapılmalı. Onun için de devrimcilerin bunu öncelikli mücadele gündemleri haline getirmesi gerekir. Toplumsal devrim ekolojik bilinçten yoksun olamaz. Yüksek bir bilinç sahibi olan ve doğal evrimin halkası olan insanlığın, parçası olduğu bu doğaya karşı da sorumlulukları vardır. İnsan olmak bunu gerektiriyor. Ekoloji mücadelesi de dar bir çevre koruma bilinci değildir. Aynı zamanda oluşan son derece analitik, kaba materyalist, mekanik zihniyeti aşmak, endüstriyalizme karşı duruş, bilim ve tekniğin yıkıcı etkilerine karşı durmak ve yeni bir zihniyetle yaşamın anlam gücüne ulaşmak anlamına da gelir. Kadın Hareketi olarak temel perspektifimiz kadın devrimini, kadın çağını yaratmadır. İddiamız, ütopyamız büyüktür. Kapitalizmin kendini üzerinden var ettiği tüm dayanaklara, başta cinsiyetçilik olmak üzere milliyetçilik, dincilik, bilimcilik zihniyetine karşı en başta kadınlar karşı koymalıdır. Bu konuda yüksek bir bilinç ve karşı duruş açığa çıkmalıdır. Bu salgın döneminde şiddet ve erkek baskısının çoğaldığı, en çok kadınların bundan etkilendiği bir gerçektir. Kadınlar özsavunmalarını oluşturmadıkları, örgütlenip mücadeleyi geliştirmedikleri sürece erkek zulmünden kurtuluş mümkün değildir. Aile ve ev düzenine kadını mahkum etmek, kapatmak zaten sadece bu salgın sürecinin bir politikası değil erkek egemenliğinin temel bir uygulamasıdır. Kadınların kendilerini çok yoğun olarak eğitmesi, bilinçlenmeye ve irade, güç olmak için örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Kadın örgütleri kadına karşı şiddet gelişince ve kadın cinayetleri gelişince mağdurları sahipleniyorlar. Oysa kadın ölümlerini değil kadınların yaşamını sahiplenmeliyiz. Özgür yaşam yolunu açmak için her zamankinden daha fazla mücadele etmeliyiz. Devrimciler egemen sistemin bu saldırılarına karşı toplumu savunmaktan sorumludur. Parçalanmış, güç dayanaklarından koparılmış, sürekli baskı, zor, zulüm ve saldırı altında tutulan toplum günlük yaşam derdine düşürülmüş, siyasetten, örgütlenmeden koparılmışsa bunu değiştirmek bu toplumun öncü, devrimci, bilinçli kesimlerinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğunu yerine getirmeyen hareketler sisteme hizmet etmekten kurtulamaz. Önderliğin defalarca dile getirdiği, uyardığı birçok tehlike şu anda milyonlarca insanı ölüm sınırında tutuyor. Demokratik-ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı bir paradigma ile özgür toplumu yaratmanın zamanıdır. Bu paradigmaya göre mücadele eden bir güç olarak toplumsal mücadele deneyimimiz, kazanımlarımız, halk gücümüz, örgütlülüğümüz vardır. Bu deneyimlerimizi her kesimle paylaşmaya da hazırız. Halkın kendi öz sağlık, özsavunma, özyönetim organlarını geliştirmesi için meclislerini ve komünlerini örgütlenmesi, devlete muhtaç olmadan kendi toplumsal gücüyle ayakta durması, bu sisteme alternatif bir sistem yaratması şarttır. Ortaya çıkan durum toplum için zorlu olduğu kadar büyük mücadele imkanlarını da ortaya çıkarmaktadır. Sistemin gerçek yüzü artık herkesçe deşifre olmuştur. İnsanlar tepkilidir. En temel toplumsal ihtiyaçları bile gidermeyen devlet ve iktidarlara olan öfke bilince ve eylemliliğe dönüşmelidir. Örgütlenmeye ve bu sistemden kurtulmaya dönüşmelidir. Doğayı talan eden, yaşamı katleden bu sisteme karşı mücadelenin yaratıcı ve radikal yöntemleri devreye konulmalıdır. Medyayı algı oluşturmakta kullanıyorlarsa buna karşı demokrasi güçleri medyayı daha etkili kullanmalıdır. Örgütlenme ve eylemin önüne geçmek için uğraşıyorlarsa örgütlenme ve eylemin zengin yöntemleri bulunmalıdır. Küresel saldırılara karşı küresel dayanışma ağları oluşturulmalı, küresel mücadele büyütülmelidir. Toplumun öncüleri toplumu eğitmekten, savunmaktan, toplumsal inşadan sorumludur. Bu sorumluluklarına sıradan yaklaşamazlar. Devletin baskısı var, yasaklar var diye mücadelenin önünde engel oluşmasına izin vermemek lazım. Mücadele zaten engellerin, baskıların olduğu ortamlarda gelişir. Baskılar var diye, haklar gaspediliyor diye, özgürlükler sınırlanıyor diye, katliam dayatılıyor diye mücadele etmekteyiz. Kapitalist sistem insanlığı yok olmaya götürdüğü için ve özgür yaşamak istediğimizden dolayı bu mücadeleyi büyük bir tutku ve inançla yürütmeliyiz. Kapitalist sistemin tüm argümanlarına ve zihniyet formlarına, yanıltıcı ideolojik kabullerine, algı operasyonlarına karşı ciddi bir karşı duruşu eyleme geçirmenin zamanıdır. Kürtler olarak kapitalist sistemin yarattığı statükolar içinde katliam dayatması altında belki de en çok bizler karşı karşıya kalıyoruz. Bu sisteme karşı mücadele ve yaşamı savunmak her zamankinden daha fazla gereklidir. Yeniden Önderliğin Özgürlük Sosyolojisi kitabında belirttiği politik-ahlaki-entelektüel görevleri yoğunca tartışmalı, 21. yüzyılı devrimci çıkış yaptıracak öncülüğe ulaşmalıyız. Kriz-kaos süreçleri yeni çıkışlar ve doğru yön verilirse özgür yaşamın yaratılmasına uygun süreçlerdir. Bu nedenle dönem PAJK-PKK öncülüğünde yüzyılın özgürlük devrimini açığa çıkarma dönemidir. | ||
© 2021 Serxwebûn |