30 Mart’ta gerçekleşen Kızıldere katliamının 52. yıldönümünü geride bırakıyoruz. Bu vesileyle 30 Mart 1972’de Tokat’ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyünde şehit düşen Mahir Çayan ve dokuz yoldaşını saygıyla anıyoruz.
Kazandığı anlamla tarihte yer edinen, iz bırakan 30 Mart 1972 olayının yıl dönümünde Mahir Çayan ve yoldaşlarını anarken, şahadetleri üzerine bugün her zamankinden daha fazla düşünmek, tartışmak, değerlendirmek ve güçlü sonuçlar çıkarmak gerekiyor.
Mahir Çayan ve yoldaşlarının 30 Mart 1972 günü Kızıldere’de gerçekleşen şehadetleri tüm devrimci, demokrat ve sosyalistlerin önlerine önemli görev ve sorumluluklar koyuyor. Kızıldere’de, etrafı kuşatılan on devrimci öncünün göğüslediği şehadetin, ne yapılması ve nasıl olması gerektiğini anlatıyor.
30 Mart 1972 değerlendirildiğinde, Kızıldere şehitleri anıldığında; onların vermiş oldukları mesajın doğru anlaşılması gerekir. Devrimci mücadele yoldaşlığını, ortaklığını bilince çıkaran bu mücadele doğrultusuna mutlaka sahip çıkılması gerekiyor.
Bu vesileyle de 30 Mart 1972’de Kızıldere’de şehit düşen Mahir Çayan ve dokuz yoldaşını anarken aynı zamanda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve İbrahim Kaypakkaya’yı, Mahir Çayan’a ilk devrimci mücadelesinde yol arkadaşlığı yapan başta Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı olmak üzere Türkiye ve Kurdistan’da 12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı direnerek şehit düşen tüm devrimcileri de saygıyla anmak gerekiyor.
Kızıldere; devrimci ruh, ortaklaşma, yoldaşlık ve direniştir
30 Mart 1972’de Kızıldere’de tarih yeniden yazılmaya başlamıştır. Mahir Çayan ve yoldaşları bu tarihi yazarken ardıllarına da çok güçlü bir miras ve gelenek bırakmışlardır. Ve bu miras ve gelenek en güçlü haliyle bugün Özgürlük Gerillası tarafından Kurdistan dağlarında savunularak yaşamaya devam etmektedir.
Mahir Çayan ve yoldaşları 12 Mart faşizmine karşı yürüttükleri direnişte; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerini engellemek için, yaptıkları eylemde şehit düşmüşlerdir. Gerçekleştirdikleri bu eylemde, dönemin devrim mücadelesinin öne çıkan aktif öncü örgütleri olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ile Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO)’nun öncü militanları birlikte şehadete ulaşmışlardır. İki ayrı örgüt olunmasına rağmen, bir ayırım yapmadan birlikte şehit düşmüşlerdir. Yaşadıkları bu şahadetle de, devrimci mücadelede, yoldaşlık ilişkilerinde, birbirini savunmada, dayanışma ve ortaklaşmada nasıl bir sahiplenme içerisinde olunması gerektiğinin yolunu da göstermişlerdir. Tarihe de böyle bir not düşmüşlerdir. Aralarında ideolojik farklıkların On’ların Kızıldere’de tarihe düştükleri notta belirttiklerinin önünde bir engel oluşturmamıştır.
Elbette, devrimci yoldaşlık burada çıkarılması gereken en temel sonuçlardandır. Ancak, bu temel sonuçla da sınırlı kalınmayacağı açıktır. O günkü siyasal konjonktürün ve Türkiye’deki devrimci hareketlerin doğru anlaşılmasının da gereği vardır.
12 Mart 1971 öncesi süreçte devrimci sosyalist hareketlerin kendi aralarında bir ideolojik mücadele vardı. Bu ideolojik mücadelede temel konularda aralarında düşünce farklılıkları söz konusuydu. Bunların başında özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası süreçte TC Devleti’nin şekillenmesi yer alıyordu. Bunun yanı sıra Kemalizm, sınıfların tahlili, temel taktik, sınıf ve toplumsal katmanların mücadele içerisindeki konumlanışları, mücadelenin hangi araçlar kullanılarak sürdürüleceği, dünya sosyalist hareketler içerisinde yaşanan sorunlar, çelişkiler ideolojik farklılıkları bulunmaktaydı.
Var olan bu farklılıklar dışında, Dünya devrimci hareketlerine hız kazandıran, zenginleştiren, güç veren mücadelelerin de olumlu etkileri yaşanmaktaydı. Özellikle de 1950-1960’lı ve sonraki yıllarda bunlar çok bariz bir şekilde kendisini göstermişti. Bunlar içerisinde 1959 Küba Devrimi’nin önemli bir rolü olmuştu ve bunun bir sonucu olarak da, Güney Amerika ülkelerinde Küba Devrimi’nden esinlenerek içerisine girilen arayışlar yaşanmaktaydı. Che Guavere bir devrimci önder olarak dünya devrimci hareketlerinin düşünce ve ruhunda taht kurarak efsaneleşmişti. Bu ruh ve coşku gerilla mücadelesinde kendini çok fazla öne çıkarıyordu. 1968’de Avrupa’da devrimci gençlik hareketleri vardı ve o bir bütün olarak Avrupa’yı sarmıştı. Bu yaşananlar dünya halkları üzerinde olduğu gibi, Türkiye ve Kurdistan’daki devrimci gençlik üzerinde etkileri yaşanmakta, kattıkları olmaktaydı.
Bunların hepsi Mahir Çayan ve yoldaşlarının da içerisinde yer aldığı, işçilerin, köylülerin, aydınların mücadelesiyle de bütünleşen devrimci gençlik mücadelenin üzerinde geliştiği bir zemini ifade etmekteydiler ve buna göre de ideolojik ve ruhi şekilleniş yaşanmaktaydı. O süreçte yaşanan bu şekilleniş Türkiye’de “yüksek öğrenim” kurumlarında okuyan Kürt öğrenciler üzerinde belli yönleriyle olduğu gibi, İran’da gelişen devrimci hareketler üzerinde de etkide bulunuyordu. Hatta bunlar arasında düşünsel olarak benzerlikler de görülüyordu. İran Kitlelerinin Partisi (TÜDEH)’e rağmen, Bijan Cezani’nin önderlik ettiği Halkın Fedailerinin hem düşünce sistematiği hem de mücadele perspektifi açısından böyle bir özellik taşıyor olması da bunu gösteriyordu.
Türkiye’de devrimci gençlik hareketinin yaşadığı bu etkilenme ‘Geleneksel Dünya Sol’unun’ kendi içerisinde yaşadığı ayrılıklar ve o güne kadar temsil ettiği özeliklerden farklı olduğu kadar, onun dışında da bir anlam ifade etmekteydi. Bu yönüyle de, 1957-1960 yıllarında dünyadaki sosyalist hareketler içerisinde Sovyetler Birliği ve Çin Komünist Partileri ile Arnavutluk Emek Partisi eksenli yaşanan ayrışmalardan farklıydı. Onlardan ideolojik ve siyasal olduğu kadar devrimci yöntem konusunda da bir ayrılık içeriyordu. Özünde ise, sosyalizmden sapmayı da ifade eden ‘Geleneksel Sol Yaklaşım’ dışında olan ayrı bir mecrada akışı ifade ediyordu.
1968 sonrası süreçteki Türkiye’de sol hareketlerin de Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi “Geleneksek Dünya Sol”undan olan bu farklılığı, Rus ve Çin devrimi sonrasında yaşananları, Arnavutluk’ta ve o zamanki Doğu Avrupa, Balkan ülkelerinde izlenen politikaları, aralarındaki ilişki ve izledikleri iç politikaları eleştirmenin yolunu da açıyordu. Buna rağmen kendi içerisinde Sovyetler Birliği ve Çin Komünist Partilerinin dışında, Arnavutluk Emek Partisi’nin düşünce ve politikalarının etkisinde kalanlar da vardı.
12 Mart 1971 sonrası süreçte Türkiye ve Bakuré Kurdistan’da gelişen devrimci mücadele içerisinde de en etkili olanlar yönünü bu istikamette belirleyenler oldu. ‘Geleneksel Sosyalist Düşünce’ sahipleri, nicelik ve nitelik olarak eleştirenler karşısında zayıflamaktan ve o zamana kadarki güçlerini kaybetmekten kendilerini kurtaramadılar. Türkiye’de ve İran’da yaşananlar da bunun bir göstergesiydi. İran’da TÜDEH, Türkiye’de Türkiye Komünist Partisi(TKP) ve onun etkisi altında olan partilerin, örgütlerin yaşadıkları bundan farklı değildi.
İran’da TÜDEH nicel olarak çok güçlüydü. Ama, giderek parlayan yıldız haline gelen Halkın Fedailerinin gelişimi karşısında, gerilemekten kendini kurtaramadı. Türkiye’de Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nde temsilini bulan çizgi de İran’daki benzer bir yol izledi. Gençlik ve yeni nesil içerisinde THKO ve THKP-C parlayan yıldızlar haline geldiler. Bakuré Kurdistan’da Apocu hareketin gelişimi karşısında, irili-ufaklı bir çok grup ve örgütün yaşadıkları da bunlardan farklı değildi.
Onun içindir ki, 1968 sonrasında o zamana kadar devrimci, sosyalist mücadeleler içerisinde etkili olan ‘Geleneksel Sosyalist Düşünce’lerden bir kopuş yaşanırken aynı zamanda; yenilenmeye, gelişmeye, halkları zafere götürmeye en yakın ideolojik, örgütsel, pratik duruşları temsil eden örgüt ve hareketler de geliştiler. Deniz Gezmişlerde, Mahir Çayanlarda ve İbrahim Kaypakkaya’da temsilini bulan düşünce ve örgütlenmeler Apocu Harekette temsilini buldu.
Kızıldere, Kemalizm’e ve devletine karşı bir duruştur
Burada, Deniz Gezmişlerde, Mahir Çayanlarda ve İbrahim Kaypakkayalarda ifadesini bulan devrimci çıkışın; o zamana kadarki sol, sosyalist düşüncelerin örgütsel yapılanmalarındaki, mücadele biçimleri ile TC Devleti ve Kemalizm’e olan yaklaşımdaki farklılığını da belirtmek gerekmektedir.
Türkiye’de, TC Devleti’nin oluşumu ve onun harcı olarak görülen Kemalizm’i o zamana kadar kimse doğrudan eleştirmiyordu. Hatta köken itibarıyla kendilerini Kemalizm’e dayandırmayan yok gibiydi. Farklı düşününler de seslerini fazla çıkaramıyorlardı. Böyle bir algı, düşünce zehirlenmesi, 1960’lı yıllarının ikinci yarısının sonlarına doğru, devrimci gençlik hareketinin gelişimine kadar da devam etti. Bunun bu kadar uzun sürmesinin de nedenleri vardı: Birincisini, Türkiye’deki sol, sosyalist, devrimci düşünce ve siyasal eğilimlerin önündeki, ‘geleneksel reel sosyalist düşünce yapısı ve politikalar’, ikincisini de TC Devleti’ne ve Kemalizm’e olan yaklaşımlar oluşturmaktaydı. Daha net bir ifadeyle Kemalizm’in sol, sosyalist, devrimci ve demokrat kesimler üzerindeki doğrudan olan etki ve ilişkisiydi. Dolayısıyla da Kemalizm’den bağımsız bir duruş içerisine gerilemiyordu.
Belirtilen bu temel nedenler TC’nin devlet olarak şekillenmesinden, 1960’ı yılların sonlarına kadar en güçlü ve etkili haliyle varlığını korumuştur. Sonrasında bile varlığını etkili bir şekilde korumaya devam etmiştir. Hatta günümüzde bu etkiyi kırma, aşma yönünde önemli bir mesafe kat edilmiş olsa bile hala varlığını korumaya devam etmektedir. Bu da, Kemalizm’in ortaya çıktığı ve kendini TC Devleti olarak ilan ettiği tarihsel koşullarda oynamış olduğu rolden, Reel Sosyalist düşünce yapısı tarafından ‘pozitif’ yanlarıyla öne çıkarılmış olmasından gücünü almaktadır.
Reel Sosyalizm tarafından Kemalizm’in “pozitif” yanlarıyla ele alınmasında, 1917 Ekim Devrimi’nin oldukça önemli katkıları olmuştur. Rus Bolşevik Devrimi’ni kuşatan kapitalist-emperyalist sistemi Kemalist kurtuluş savaşı uğraştırmış olmasının fiilen yaratmış olduğu etkinin; ‘emperyalizmin darbelenmesi’, ‘zayıflatılması’, ‘anti-emperyalistlik’, “ulusal bağımsızlıkçılık” olarak yorumlanmış ve ona hiç de hak etmediği bir düzeyde uluslararası alanda önem verilmesine neden olmuştur. Oysa, TC Devleti’nin kuruluşu, verilen bu önemin aksine; Kurdistan ve Ortadoğu halkları ve Rus Bolşevik Devrimi için tersi bir anlam ifade etmekteydi. Çünkü; Kürtlere karşı bir soykırım aracı, Rus Bolşevik Devrimi ve Ortadoğu’da halklarına karşı kapitalist-emperyalizm tarafından koçbaşı olarak kurgulanarak kurulmuştu ve bundan öte bir anlam taşımıyordu. Kemalist hareketin ortaya çıkışı, devraldığı miras ve ona biçilen rol böyle bir anlam ifade etmekteydi.
TC Devleti, aslında bakiyesini devraldığı, adı “Osmanlı” olan bir devletin devamı olma iddiasına sahipti. Osmanlı Devleti’nin kendisi ise, feodal özellik taşıyan bir imparatorluktu. Ama kapitalist modernite koşullarında yarı-sömürge haline gelmekten de kendisini kurtaramamıştı. O dönem kendisi gibi daha başka imparatorluklar da vardı. Onlar da Osmanlı devleti gibi, dünya pazar ve topraklarını paylaşma ‘sorunları’ olan kapitalist-emperyalist devletlerin yarı-sömürgesi haline gelmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nın amacı da bu soruna ‘çözüm” yolu olarak görülmüştü. Hedefinde ise Osmanlı gibi ömrünü doldurmuş olan Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi geçmişin büyük imparatorluklarının paylaşılması,birer yarı-sömürge haline getirilmesi ve bunların sömürgelerine el konulması vardı.
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen taraf içerisinde yer almasıyla da Osmanlı Devleti böyle bir akıbete uğramaktan kendisini kurtaramadı, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere savaşın galipleri arasında paylaşıldı ve onların askeri, siyasal ve ekonomik anlamda egemenliği altına girdi. İstanbul’u kontrol altına aldılar. Ankara’ya kadar askeri ekinlik alanlarını genişlettiler. İtalyanlar Akdeniz kıyı şeridini alırken, Yunanistan da Eskişehir ve Ankara’ya kadarki coğrafyayı kendi kontrolleri altına aldı. Böylece Anadolu olarak görülen coğrafyanın girilmedik hiçbir yeri kalmadı. Osmanlı bakiyeleri için tek hareket edebilecekleri, soluklanacakları bir alan olarak ellerinde kalan; Çarlık Rusya’sının, Sivas’a kadar elinde tuttuğu coğrafya üzerinde Bolşevik Devrimi’yle birlikte, hakimiyetinin ortadan kalktığı Kurdistan coğrafyasıydı. Bu coğrafyayı da temel üs alanı haline getirerek kullandılar. Kongrelerini (Erzurum, Sivas) burada toplayarak, içerisinde oldukları arayışlarını bir adım daha ileriye taşıdılar.
Kemalist Hareket , İngiltere ve Fransa’yı zayıflattığı için Rus Bolşevikleri tarafından bir düşman olarak değil bir nevi kendilerine pratikte sunulan bir destek olarak, müttefik olarak görüldü. Bu temelde Kemalistlere para ve silah verildi, siyasal destek ve imkan sunuldu. ‘İngiltere, Fransa’ya karşı mücadele ediyorlar’ diyerek, ‘ilerici’ olarak değerlendirildi. 1920’de Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin de içerisinde yer aldığı uluslararası alanda sosyalist hareketler de, Kemalizm’in niteliğine, sınıfsal özelliklerine ve hedeflerine bakmadan bu değerlendirmelere katıldı. Bunu birçok sol ve farklı kesimlere ait yayınlamış olan birçok kitap ve makalede görmek mümkündür. Sonrasında, hatta günümüze kadar da Kemalizm’e dair bu değerlendirmeler etkisini korudu.
1971 sürecinde 12 Mart faşizmine karşı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin başlattığı direniş, bu düşünce yapılarından kopuşu da ifade etmektedir. Bunu bilmek gerekiyor. Çünkü Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın öncülük ettiği direniş, siyasal ve düşünsel anlamda böyle bir kopuştan kaynağını almaktadır.
”Kızıldere neden bir son değil, başlangıçtır”, neden “TC Devleti’nin düşünce yapısından bir kopuşu anlatıyor” derken kastedilen de budur, Türkiye’deki sol, sosyalist, devrimci hareketlerin TC Devleti’nden, Kemalizm’den uzaklaşması yönünde atmış oldukları en güçlü adım olmasıdır. Mahir Çayan ve yoldaşları Kızıldere’deki direnişleriyle böylesi bir kopuşu ilan etmişlerdir.
Kızıldere’de Belirlenen Devrimin Ölçüleridir
Nasıl 1919-1924 arasında Kemalizm uluslararası alanda bir etki yaratmışsa,TC Devleti tarafından düşünsel olarak bugün de benzeri bir atmosfer oluşturulmak istenmektedir.
Onun içindir ki, 1919-1924 arasındakine benzer politikaları devreye koymaktadır. Bununla da MHP’li faşist, işbirlikçi yüzünü -İttihat Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusasın yaptığı gibi- perdeleyerek Anadolu coğrafyasında yaşayan emekçilerden, uluslararası kamuoyundan gizlemeye çalışmaktadır. Nasıl o zaman Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Aleviler, Anadolu coğrafyasında yaşayan gayri-Müslümler, sosyalistler katledilerek, önlerinde gördükleri engelleri birbirinin ardı sıra tasfiye ederek aşmak istemişlerse, şimdi de, aynı yöntemlere başvurulmaktadır. Kurdistan boydan boya yeninden işgal edilmek istenmektedir. Bunu yaparken de ‘vatanseverlik’, ‘anti kapitalist- emperyalistlik’ maskesini takarak; Kürt soykırımını yapmaktan, Kurdistan’ı Kürtsüzleştirerek demografik yapısını değiştirme yöntemlerine başvurmaktan, yağma, talan, tecavüz, işkence gibi; insanlık ve savaş suçlarını işlemekten geri kalmamaktadır.
Nasıl ki Kemalistler parçalanan, dağılan Osmanlının mirasını devralmak için kullandıkları yöntemlere başvurmuşlarsa, yeniden benzeri yöntemleri devreye koyarak belirli bir sonuca ulaşmak istemektedirler. Bunu sağlamak için de, yine o zaman yaptığı gibi ülke içerisinde ve uluslararası alanda ‘yabancı işgale karşı mücadelenin asıl sahibi ve yürüten gücü’, tasfiye ve katlettiklerinin de ‘kapitalist-emperyalizmin birer işbirlikçisi’ olduğu yalanına, safsatasına sarılmışsa; bugün de TC Devleti, 1919-1924 arasında olduğu gibi bir görüntü vermesini sağlayacak olan yöntemlere başvurmaktan geri kalmamaktadır.
ABD’nin Ortadoğu’ya yaptığı müdahaleler karşısında bir tutum sahibiymiş gibi illüzyona dayanarak, Kurdistan Özgürlük Hareketine iftiralar atıp karalaması ve bunun karşısında dünya halklarına kendisini ‘anti kapitalist-emperyalist’ olarak gösterip desteklerini almaya çalışıyor olması da bunu göstermektedir. Bunun anlaşılması için mutlaka Mahir Çayan ve yoldaşlarının Kızıldere direnişinde açığa çıkardığı sonuçlardan derslerin çıkarılması gerekmektedir. Bu başarıldığında, Mahir Çayan ve yoldaşlarının Kızıldere direnişi ile o güne kadar sosyalist, devrimci hareketlerin gözüne çekilen sis perdesinin ortadan nasıl kaldırılarak Kemalizm’den kopuşun sağladığı da anlaşılmış olacaktır. Eğer Mahir Çayan ve yoldaşlarının Kızıldere’deki direnişi doğru anlaşılmazsa, 1919-1924 arasında oynanan aldatmacanın hükmünü sürdürmesi de olanaklı hale gelecektir. Bugün Kurdistan özgürlük mücadelesine Türkiye’de yanılgılı yaklaşanlar görülmektedir. Bunun nedeni de asıl olarak burada aranmalıdır. Bunu aşmak için Erdoğan, Bahçeli faşizmine ve illüzyonuna karşı devrimci rolün oynanmasının zorunluluğunun bilinciyle hareket edilmelidir. Bu da 30 Mart 1972’nin yıldönümünde Mahir Çayan ve yoldaşlarının anısına layık bir yaklaşım içerisinde olmayı gerekli kılmaktadır.
30 Mart 1972’nin bir son değil, başlangıç olduğunu belirtmekte yarar vardır. Aslında bu belirleme Kemalizm’den kopuşun ve onun iktidarına, devletine karşı silahlı mücadelenin, direnişin tek yol ve çare olduğunun ilanıdır. 1971-‘72 öncesinin Türkiye’deki sol hareketlerin yaptıkları değerlendirmeler okunup, incelendiğinde bunun ne anlama geldiği çok net bir şekilde anlaşılmış olacağı gibi, dile getirilen görüşlerle de nasıl bir ideolojik mücadelenin yürütüldüğü ve Kemalizm’den kopuşu ifade ettiği görülecektir.
1971 öncesinde sosyalist eğilimler içerisinde Kemalizm’in dolayısıyla TC ordusunun savunuculuğu, devletçiliğin etkisi sanıldığından çok daha fazladır. Yaşanan sorunların, krizlerin çözümünde TC ordusunu, Kemalistleri çare gören düşünceler çok belirgin ve güçlüdür. 1950’ler sonrası Türkiye’de hükümet olan Adnan Menderes’in Başbakanlığını yaptığı Demokrat Parti ve dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a karşı yükselen muhalefette bunu görmek mümkündür. Bu kesimler yaptıkları miting ve gösterilerle “ordu-millet el ele” sloganlarını atarak TC ordusunu iktidara el koymaya çağırmışlar ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin destekçisi olmuşlardır . Böylece devrimci bir tutumla her ikisine de karşı olmaları gerekirken, kendilerini işbirlikçi olanın ipini elinde tutanın tarafında bulmuşlardır.
Bu yaklaşım, 1960 darbesi sonrasında da etkisini sürdürmüştür. 1961 genel seçimlerinde %34 oyla önce koalisyon ortağı, 1965 genel seçimlerinden sonra ise aldığı %52 oyla hükümet koltuğuna oturan DP’nin devamı olan Adalet Partisi (AP)’ne karşı gücünü göstermekten geri kalmamıştır. Öyle ki, TC ordusu dolayısıyla Kemalistler, AP hükümeti döneminde yaşanan siyasal sorunları, ekonomik ve toplumsal krizleri ‘çözen güç’ olarak görülmeye devam etmiş ve bir eğilim olarak kendilerini sosyalist, devrimci olarak görenler içerisinde ağırlıklı olarak hissettirmiştir. En radikal olarak görünenler içerisinde bile bunun izleri görülmüştür.
Yaşanan böylesi bir süreçte, özellikle de devrimci gençlik ve emekçiler içerisinde devrimci mücadelenin gelişimine pareler olarak bu eğilimi eleştiren görüş ve eğilimler de açığa çıkmıştır. Ve giderek de gelişen devrimci gençlik ve emekçiler içerisinde etkisini gösterir bir düzeye ulaşmıştır. Silahlı mücadelenin savunulur hale gelmesi ve Kürt sorununun dile getirilmeye başlanılması ve bunu görmezden gelenlerin doğrudan eleştirilmesi de bunu göstermektedir.
1970’li yıllara girişin arifesinde ve başlangıcında devrimci gençlik ve emekçiler içerisinde yaşanan bu gelişim çizgisini görmek mümkündür. Bu süreçle birlikte 1919-1924 arasında olduğu gibi, Kemalizm’e, TC ordusuna olan yanılgılı yaklaşım etkisini sürdürüyor olsa da, ona karşıtlığı içeren, doğru devrimci yaklaşımların da etkili bir konuma gelmeye başladığını söylemek de mümkündür. 15-16 Haziran 1970’de İstanbul-Marmara eksenli gelişen ve dört işçi ve emekçinin (Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram, Doğukan Dere) yaşamını kaybettiği, yine 12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı devrimci, sosyalist hareketlerin, emekçilerin direnişleri de bunu göstermektedir.
Dikkat edilirse içerisine girilen böyle bir süreçte, o döneme kadar; toplumsal ve siyasal sorunların çözümünde TC ordusunu, Kemalizm’i çözüm yolu gören bir yaklaşım varken onun yerine, onlara karşı bir duruş ve mücadele öne çıkmaya başlamıştır. Yaşanmaya başlayan böyle bir süreçte; 31 Mayıs 1971’de Nurhak Dağları’nda; Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga, 1 Haziran 1971’de İstanbul Maltepe’de; Mahir Çayan’ın yaralı olarak tutsak düştüğü çatışmada Hüseyin Cevahir, 19 Şubat 1972’de, İstanbul-Arnavutköy’de; Ulaş Bardakçı, 30 Mart 1972’de Tokat-Niksar’ın Kızıldere köyünde; Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin, Saffet Alp, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Hüdai Arıkan son mermilerine kadar çatışarak, 6 Mayıs 1972’de Ankara’da; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan götürüldükleri Ulucanlar zindanın idam sehpalarında boyun eğmeyerek, 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır zindanlarının işkence tezgahlarında; İbrahim Kaypakkaya direnerek şehit düşmüşlerdir. Ve bu şehadetlerin hepsi o zamana kadar ‘ilerici’ olarak görülen Kemalizm’den kopuşu, onun ordusuna, düzenine, devletine karşı koyuşlar ve direnişler temel devrimci ölçüleri belirleyerek tarihe kaydedilmişlerdir.
30 Mart 1972 Kızıldere direnişinin esas alınarak günümüzde -bunun o dönemin tüm direnişleri için geçerli olduğunun bilinciyle- devrimci mücadeleye yön verilmesi gerekmektedir. Çünkü Sinan Cemgil ve yoldaşları Nurhaklarda bulunmasının temel nedeni TC’ye karşı bir silahlı mücadele başlatmaktı, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bu yüzden Nurhaklara çekilmişti. Aralarında Filistin’de eğitim görenler, Türkiye’de üniversitelerde okuyanlar vardı. Bunların hepsi silahlı mücadeleden, halk savaşından yana düşüncelerini ortaya koymuşlardı ve kıra dayalı bir mücadeleyi geliştirmek istiyorlardı. Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan Sivas’ta tutsak düştüklerinde yönlerini Nurhaklara çevirmiş, orada kıra dayalı bir mücadelenin başlatılmasında rollerini üstlenmek üzere Sinan Cemgil ve yoldaşlarıyla buluşmaya gidiyorlardı. Mahir Çayan ve yoldaşları da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek amacıyla, silaha sarılarak gerçekleştirdikleri başarılı bir eylemin ardından Karadeniz’in kırsalına çekilmişlerdi. İbrahim Kaypakkaya da yoldaşlarıyla birlikte, tescilli MİT’in ajanı olan Doğu Perinçek’in başında1 olduğu “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nden” ayrılarak, Dersîm’in dağlarında Türkiye Komünist Partisi-Marksist-Leninist (TKP-ML) ve onun askeri gücü Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO)nu örgütlendirme mücadelesi içerisinde olmuştu. Aslında bu yönleriyle içerisine girilen arayışların hepsi tamamen Kemalizm’den ve onun devletinden bir kopuşu anlatıyordu.
30 Mart 1972’nin yeni bir yıldönümünde, Mahir Çayan ve yoldaşlarının şahsında 12 Mart 1971 faşist darbesine karşı silahlı mücadeleyi esas alan devrimci örgütlerin ve öncülerinin çıkışını; Kemalist düşünceden ve onun kurumlaşmış olan devletinden yaşanan bir kopuş ve ona karşı geliştirilen mücadeleyle kendi varoluşu sağlama olarak görmek ve bir başlangıç olarak kabul etmek gerekmektedir.
30 Mart 1972’nin yeni bir yıldönümünde yapılması gereken, Mahir Çayan ve yoldaşları şahsında somutlaşmış olan böyle bir hakikatin sahiplenilmesi olmaktadır. Bunu esas alan bir yaklaşım ise, sahibi haline gelinen mücadelede kendisini somutlaştıracaktır.
Kızıldere’deki direniş Kurdistan’a taşınmıştır
12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı gerek THKO gerekse Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi direnişi esas alan bir mücadeleden yana tercihlerini yaptıkları bir süreçte, içerisine girilen silahlı mücadele çizgisinin Kurdistan toplumu üzerinde belirli bir etkileri olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak bunu belirtirken yaşanan bu etkilenmenin sadece Kurdistan’ın coğrafik yapısının dağlık, gerilla mücadelesine son derece müsait bir alan olmasından kaynaklı olduğu gibi bir yanılgıya da düşmemek gerekir.
Eğer böyle bir yaklaşım içerisine girilirse, ilk başta yanılgıya düşülmüş olunur. Kurdistan’ın kıra dayalı bir silahlı mücadelede üslenme, korunma, gerilla taktiklerini uygulamada, hareket tarzını geliştirmede, geri çekilme, dağılma ve toplanmada uygun bir coğrafya olduğu gibi hatta bundan daha önemlisi; sömürge bile sayılmayan bir ülke olduğunu, halkının sürekli fiziki ve kültürel soykırım altında, Türkleştirilme saldırılarının hedefi olduğunun da görülmesi gerekmektedir. 1923 sonrasından itibaren sürekli olarak içerisinde tutulduğu bu soykırım saldırıları karşısında; Kurdistan halkının katliamlar, işkenceler, sürgünler pahasına da olsa bir direniş sergilemiş olması, böyle bir yaklaşım içerisinde olmayı gerekli kılmaktadır.
Onun içindir ki, sürekli olarak içerisinde tutulduğu soykırım saldırılarına karşı, kendini savunma düşünce ve duygusu; Koçgiri’yi, Mutki’yi, Genç-Palu-Xanî (Şex Said Direnişi)’yi, Ağrı’yı-Zîlan’ı, Dersîm’i sonrasında kendine yaşatılmış olan acıları unutmamış olması, Kurdistan halkını her zaman soykırımcı, sömürgeci faşist TC Devleti’ne karşı kin ve öfke içinde tutarak duyarlı kılmıştır. Aynı zamanda 12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı geliştirilen direnişe ve bu direnişin öncülerine ilgisiz de kalmamıştır. Aksine kendini onlara daha yakın hissetmiş ve kapılarını onlara açmıştır. Asıl olarak da, Sinan Cemgilleri, Deniz Gezmişleri, İbrahim Kaypakkayaları Kurdistan dağlarına çeken, direniş mücadelesini burada örgütlemeye götüren gerilla mücadelesinin geliştirilmesine son derece elverişli coğrafyasıyla birlikte, Kurdistan halkının bu temel özelliği olmuştur.
Kurdistan’ın coğrafya ve halk olarak taşıdığı bu temel özellik, Sinan Cemgileri, Deniz Gezmişleri, İbrahim Kaypakları, 1970’lerin ilk yıllarında Kurdistani düşüncelerin de etkisiyle kenti kıra, dağa taşırmasına olanak sunmuştur. Hatta bunu deneyenler de olmuştur. Dr. Şivan (Sait Kırmızıtoprak ve arkadaşları da bunlar arasında yerini almıştır. Ancak onlar Bakuré Kurdistan’da değil de, Başûr Kurdistan’a geçerek, sınır üzerinden Irak KDP’sine dayanarak bunu gerçekleştirmek istemişlerdir. Bunun için de Metîna’nın Bakur Kurdistan sınırına yakın olan Oré köyü yakınlarına konumlanmışlardır. Ancak bu uzun sürmemiştir. Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti I-KDP kontrolünde bile buna olanak tanımak istememiş, yakın ilişki ve işbirliği içerisinde olduğu Barzani ailesini devreye koyarak onların eliyle Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan), Hikmet Buluttekin (Çeko) ve Hasan Yıkılmış (Brusk) 26 Kasım 1971’de katletmiştir.
Dr. Şivan ve arkadaşlarının katli Türkiye’de yaşanan 12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara karşı savaş ilan ettiği, cinayetler işleyerek katliamlarda bulunduğu, yoksul halk kesimlerine, işçi ve köylülerine saldırdığı, Kurdistan’a komandoların doldurularak halkın işkenceden geçirildiği, zindanlara alındığı, sömürgeci zulmün daha derinleştirilerek hiçbir şekilde baş kaldıramaz hale getirilmeye çalışıldığı bir süreçte yaşanmıştır. Bu yönüyle de Dr. Şivan ve arkadaşının katli bir tesadüf olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiştir. Tamamen TC’nin eşzamanlı, Türkiye ve Bakuré Kurdistan’daki saldırılarının bir parçası olarak verdiği talimatlar doğrultusunda I-KDP tarafından yapılan bir katliam olarak tarihe geçmiştir.
Önder Apo, Mahir Çayan ve yoldaşlarına yoldaş olmuştur
Ancak bu saldırılar, işlenen cinayet ve yapılan katliamlara rağmen 12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı direnenler, şehitlerine ve devrimci mücadeleye sahip çıkanlar da vardı. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Kızıldere’de katledilmesine karşı, Önder Apo’nun öncülük ettiği Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan protesto böyle bir anlam ifade etmekteydi.
Önder Apo sosyalist düşüncelerle, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitmeden önce tanışmıştı. Ankara’da “Anadolu Tapu Kadastro Meslek Lisesinde”, eline geçen “Sosyalizmin Alfabesi” adlı kitabı okumuştu. Mahir Çayan’la, ilk yüksek öğrenim kaydını yaptığı İstanbul üniversitesi Hukuk Fakültesine devam ettiği yıllarda katıldığı bir toplantıda karşılaşmıştı. Mahir Çayan’ın o toplantıda Kürt sorunu üzerine yaptığı konuşma ve militan duruşu onu etkilemişti. O süreçte İstanbul’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları(DDKO)’na gitmişti. Fakat eğilimini Mahir Çayan’ın öncülük ettiği THKP-C’den yana belirlemişti. Aynı yıl (1971) üniversiten yatay geçiş yaptığı Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde de bu eğilimi doğrultusunda hareket etmeye devam etmişti. İlk zindana girmesi de Mahir Çayan ve yoldaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilmelerini protesto amacıylaAnkara Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde, öncülük ettiği protesto eylemi sonrasında yaşandı.
İlk zindana girişi Önder APO’nun o zamana kadarki düşüncelerinin belirginleştiği, yoğunlaştığı bir süreci ifade ediyor. Zindan koşullarında, yaşanan devrimci pratiklerden güçlü sonuçlar çıkararak bir kararlaşma yaşıyor. Çıkarmış olduğu bu sonuçlar, onda var olan birikimin bir noktaya doğruya evrilmesinin zemini haline geliyor. 7 ay kadar kaldığı zindandan çıktıktan sonra zindanda da hiç ara vermediği devrimci mücadelenin büyütülmesi, geliştirilmesi arayışında oluyor. O zamanki mücadelesi de üniversite öğrenci devrimci gençliğinin, hareketlerinin bir araya getirilmesi, örgütlendirilmesi, güçlendirilmesi ve ortak bir eylem, örgütlülük ve mücadele zeminine taşırılmasına yönelik bir doğrultu izliyor. Belli bir düşünce birikimine, analiz gücüne sahip olması onu “nasıl olmalı”, ”ne yapmalı” sorularına cevaplar aramaya ve bulmaya götürüyor. Aslında bu soruya cevap ararken, Türkiyeli ve Kurdistanlı gençlerin ortak mücadelesinin nasıl sağlanabileceğini öngörüyor.
Zindandan çıktığında kalabileceği bir adres olarak gittiği ev ise, Önder Apo’nun önüne koyduğu hedefine ulaşmak için ilk adımı atmış olduğu mekan olma özelliğini taşıyor. Önder Apo evin kapısını çaldığında ona kapıyı açan Haki Karer ve Kemal Pir ilk yoldaşları olarak ona katılıyor.
Önder Apo başlattığı bu mücadelede öğrenci devrimci gençliğin Kurdistanlı ve Türkiyeli olmalarının farklılıklarını reddetmiyor. Var olan farklılıklarını görüyor. Bunların farklıklarını da koruyarak, bir irade olarak kendilerini ifade etmelerini kabul ediyor ve bu temelde de ortak bir mücadele içerisinde olunması gerektiğine inanıyor. Tabii bunu yaparken de daha çok Mahir Çayan düşüncesinde olanları ve bu düşünceye yakın duranları, sempati duyanları bir araya getirerek, birleşik bir hareketi ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Önder Apo’nun zindandan çıktıktan sonraki arayışları doğrultusunda yürüttüğü mücadeleye damgasını vuran da bu yönelimi oluyor. Bunu yaparken Kurdistan gerçeğini, Kürt sorununun çözümüne dair düşüncelerini de bir kenara bırakmıyor. Aslında birbirini tamamlayan etkenler olarak gördüğü Kürt sorununun çözümü ve öğrenci devrimci gençlik hareketinin toparlanması için yürüttüğü mücadeleyi bir bütünlük ve birlik içerisinde ele alarak bir sonuca ulaşmak istiyor. O günün siyasal koşuları da bunu gerektiriyor.
1972’nin Kasım ayında zindanda yedi ay kaldıktan sonra çıkan Önder Apo’nun 1973’ün ilkbaharına kadar sahibi haline geldiği pratiğine yön veren asıl olarak bunlar oluyor. Aslında PKK’nin oluşumunun ilk adımları da o zaman atılıyor. PKK’nin kadro şekillenişi, örgütlenme biçimi, direnişçiliği, devrimci-sosyalist ilişkilenme biçimi ve yaşamı o bütünlük içerisinde şekilleniyor. Apocu militan kişilik özelliklerinin hepsi o ilişkiler içerisinde belirgin bir hal alıyor. Ama Önder Apo bu ilişki biçimini Kurdistan ve Türkiye zemininde geliştirmek istiyor. Onun mücadelesini de veriyor. O mücadele belli bir etki yaratıyor.
1974’te CHP ve Milli Selamet Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümeti döneminde çıkarılan “af yasası” ile sol çevrelerin önemli bir kesimi de zindanlardan çıkıyor. Bu tahliyeler mücadeleye katkı da sunuyor. Ancak, zindanlardan çıkanların hem farklı örgütsel yapıya sahip olmaları hem de kendi içlerinde düşünce ayrılıklarını yaşıyor olmaları, parçalı duruşların yaşanmasının önünü açarken, ortak mücadelenin geliştirilmesi fikrinin sonuç vermesi önünde engelleyici rol oynama potansiyelini içerisinde taşıyor. Sonuçta da öyle oluyor. Önder Apo’nun birleşik mücadele düşüncesi karşısında, küçük gruplar oluşuyor. Ve bunlarda önceliği kendilerini veriyorlar. Buna rağmen Önder Apo ortak mücadele fikrinde ısrar ediyor. Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) çatısı altında yürütülen mücadelenin anlamı da böyle bir yaklaşımı ifade ediyor.
AYÖD Önder Apo ve Yoldaşları tarafından kurulmamıştır. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) etkisi altında kurulan bir dernektir. Ama o yıllarda öğrencilerin, devrimcilerin de gidip-geldiği, örgütlemelerine, ilişkiler geliştirmelerine, tartışmalar yürütmelerine imkan sunan bir mekan durumundadır. Bu yönüyle AYÖD’ün içerisinde TSİP değil Önder Apo’nun birlikte hareket ettiği yoldaşları daha etkili hale gelmişlerdir. Önder Apo ve yoldaşlarının etkili olduğu AYÖD’ün bu yönüyle, 12 Mart 1971 askeri faşist darbesi sonrasının devrimci mücadelenin örgütlenmesinde, yürütülmesinde Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in, İbrahim Kaypakkaya’nın anılarına sahip çıkılmasında önemli bir rol oynadığını belirtmek mümkündür.
Tüm bu belirtilenlerden hareketle şöyle de denilebilir. 12 Mart 1971 faşist darbesinin amacı; devrimcileri katletmek, ezmek, zindana atmak, sindirmek, öncülerine nedamet getirterek onları bir daha halkın önüne çıkamaz hale getirmek ve örgütlenmelerini dağıtmaktı. Belirlemiş olduğu bazı hedeflerine ulaşmış olsa da, asıl amacına ulaşamamıştır. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkayaların öncülük ettiği devrimci direniş mücadelesinin yeni nesillere taşınmasını engelleyememiştir. Bunun sağlanmasında en etkili rolü oynayan, zindandan çıkışıyla birlikte üstlendiği öncü devrimci rolün gereklerini yerine getiren Önder Apo olmuştur.
Önder Apo üstlendiği bu sorumlulukla birlikte, devrimci mücadeleyi sürekli kılacak olan örgütlenme çalışmalarına da hız kazandırmıştır. Aynı zamanda kendini bunlarla da sınırlı tutmayarak, üniversitelere devletin bulunduğu yoğun müdahaleler karşısında devrimci, öncü bir duruşu temsil etmiştir. Yine devletin üniversiteleri denetim altında almak için kullandıkları sivil faşist güçlerin başlattıkları saldırılar karşısında direnişlerin örgütlenmesindeki yerini almıştır.
Zaten Apocu grubun kendisi de yürütülen bu mücadelenin öncülerinden oluşmuştur. Önder Apo’nun zindandan çıktıktan sonra aynı evde birlikte kaldığı ilk yoldaşları olan Haki Karer ve Kemal Pir de bu öncüler arasındaki yerlerini almışlardır. 1973 ve 1974’te gelişen öğrenci devrimci gençlik mücadelesine damgasını vuran, Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş’la birlikte daha birçok öncü Apocu kadro, saflarını böylesi bir dönem içerisinde belirlemiş ve Önder Apo’ya katılmışlardır.
PKK’nin Türkiye devrimci hareketlerine olan yaklaşımını da bu temelde ele almak gerekiyor. Önder Apo, o dönemde sadece Kurdistan’da devrimci mücadelenin örgütlenmesi için değil, Türkiye’de devrimci mücadelenin örgütlendirilmesi gerektiği bilinci ve sorumluluğuyla da hareket etmiştir. Yerine getirdiği bu görevlerle de Mahir Çayan ve yoldaşlarına nasıl yoldaş olunabileceğinin yolunu göstermiştir.
Kızıldere şehitlerine bağlılık Önder Apo’ca olmalıdır
Mahir Çayan ve yoldaşları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını engellemek için Ordu Ünye’deki NATO’ya ait Radar istasyonuna yönelik bir eylemde bulunmuşlardı. Yaptıkları o eylemde yer alan Ömer Ayna, Cihan Alptekin gibi bazı isimler de vardı ve bunlar THKO kadrolarıydılar. Mahir Çayan ve eyleme katılanların çoğu da THKP-C kadrolarıydı. Fakat eylemi birlikte yapmışlar, birlikte direnmiş ve kanları birbirine karışmıştı. Orada dar grupçuluk yoktu, ortak bir mücadele ve devrimci bir ruh vardı.
Önder Apo, devraldığı bu mirasın gereklerini yerine getirmeyi bir sorumluluk ve borç olarak görmüş ve üzerine düşenleri başarıyla yerine getirmiştir. 1973, 1974 yıllarında Önder Apo bunun için gecesini, gündüzüne katan, yorulmak bilmeyen bir çaba içerisinde olmuştur. Şu, bu grup eğilim dememiştir. O çizgiyi bağlı kalmıştır. Önder Apo, Deniz Gezmiş’te, Mahir Çayan’da, İbrahim Kaypakkaya’da ifadesini bulan düşünceleri savunmuştur. Mahir Çayan, Kürt sorununu herhangi bir mesele olarak ele almamıştır. Misak-ı Milli sınırlarını da aşan bir sorun olarak görmüş ve bir tutum sahibi olmuştur. Deniz Gezmiş’in idam sehpasında son sözü “Yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği’dir. İbrahim Kaypakkaya, her koşul altında Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız, şartız savunmaktan yana olan düşüncesindeki ısrarını korumuştur. Önder Apo ’73 ve ’74 yıllarında tek başına bu sözlere olan bağlılığın gereklerini yerine getirmeyi kendine bir amaç, görev edinmiştir. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkayaların anılarına bu şekilde bağlı kalmıştır. Düşünsel, örgütsel ve eylemsel olarak böyle bir devrimci sorumluluk üstlenmiştir. Bunu da ideolojik temellere oturtarak, pratiğe dönüştürmekten geri kalmamıştır.
Daha sonraki süreçlerde ise, kendilerine sol, sosyalist diyen kimi hareketlerin içerisinde de etkisini gösteren engellerle karşılaşılmıştır. Aslında bunlar, Önder Apo’nun geliştirmek istediği düşünsel, örgütsel ve eylemsel gelişmelere karşıtlık oluşturan, özünü Kemalizm ve onun devletinden alan sol içerisinde geliştirilmek istenen Kemalist, sosyal-şoven düşüncelerin harekete geçirilmesinden başka bir şey değildir. Oysa Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya Kürt sorunun çözümüne dair tutumlarını çok net bir şekilde belirlemişlerdi. Önder Apo’da temsilini bulan da onların ideallerine ulaşmak için düşüncelerini yaşatmak, ileriye taşımak ve devrettikleri mücadele bayrağının hep göklerde dalgalanmasını sağlamaktı. Onun içindir ki, Önder Apo’nun savunuculuğunu yaptığı düşünce ve eylem çizgisi sürekli bir gelişme içerisinde olmuş, önüne dikilen tüm engelleri aşmayı başarmıştır. Bu şekilde Apo’cu hareket 12 Eylül 1980 sömürgeci, soykırımcı faşist diktatörlüğünü yenilgiye uğratmayı bilmiştir.
Önder Apo, nasıl ki zindandan çıktıktan sonra Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkayaların anılarına, direniş çizgilerine sahip çıkmayı devrimci bir görev olarak bilmişse, 12 Eylül 1980 ve sonrasında da bu yaklaşımdaki ısrarını korumuştur. 12 Eylül faşizmine karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni oluşturmak istemiştir. Kendi mücadele zemininde elde ettiği kazanımlarını Türkiyeli devrimcilerin hizmetine sunmaktan geri kalmamıştır. Bugünde 30 Mart 1972’nin 53’üncü yılına girerken bu doğrultuda, çeyrek asrı aşan bir süredir içerisinde tutulduğu mutlak rehinelik ve izolasyon koşularında belirlediği bu yolda sağlam adımlarla yürümeye devam etmektedir.
Eğer, 30 Mart 1972’nin 53’üncü yılında ‘Mahir Çayan ve yoldaşlarının mücadelesine nasıl sahip çıkılır’ denilecekse buna verilecek yanıt tüm bu belirtilenlerden farklı olmayacaktır; Önder Apo’ca olacaktır. Yine, ‘Kızıldere şehitleri yaşıyor’, denilirken kast edilenin de Önder Apo’nun yarattığı, büyüttüğü ve her yönüyle geliştirdiği mücadeleden başkasının olamayacağıdır.
30 Mart 1972, Kızıldere şehitlerinin anılarına da ancak bu temelde; Kurdistan ve Türkiye halklarının iradelerine ve ortak, demokratik, özgür tercihlerine dayanan birleşik devrim mücadelesiyle karşılığın verilmesi olanaklı bir hale gelmiş olacaktır.