Önderliğin yine bir belirlemesi var. “Bireyin içinde şekillendiği toplumsal yapı ne denli tahrip edilmiş olursa olsun, dolayısıyla bu tahribat onun içinde şekillenen bireye ne denli yansırsa yansısın yine de insana güvenmek esastır” diyor. Peki, bu güvenin kaynağı nedir? Neden güveniyorsun? Onun nesine güveneceğiz? Eskiden “iradecilik” diyorduk. Ama Apoculukta bir iradeleşme durumu var. Onun yaratımı anlamla doğrudan bağlantılıdır. Kişilik oluşumu, duruş, insanların hiç mi zayıflıkları yok? Önder Apo “Birçok yönden benden daha güçlüsünüz. Ben sizin gibi değilim, ama benim yaptığımı da siz yapamıyorsunuz. Peki, hangimizinki daha doğrudur” diyor.
O zaman Önderliğe bakmak lazım, ne yapıyor? Hakikat derken neyi kast ediyor? “İmralı cezaevi yaşamıma dair” bölümüne her zaman bakılmalıdır. Senin baktığın yerde gördüğün şeydir. Hakikat arayışı anlam arayışı ise, anlam arayışı öncelikle anlamsızın ortaya çıkarılması ve onun reddidir. Önce bir şeyi anlamsız olarak mahkum etmen lazım ki, anlam arayışın olsun.
Hakikat arayışı anlam arayışıdır
Anlamsızlık nedir? O sistemin bedenleşmiş vücut bulmuş halidir. Onun etkileriyle yaşamanın kendisidir. Biçiminden içeriğe kadar her şeyi yaşayacaksın ondan sonra bilmem ben neyim diyeceksin. Böylesi bir yaklaşım olmuyor.
Reflekslerin gelişmesi önemlidir. Mesela Önderlik öncelikle “ben böyle yaşamayacağım” diyor. İkincisi; “Yaşamak mı istiyorsun o zaman bir topluma bağlı olarak yaşanabileceğine dair kendini öncelikle ikna etmen lazım.” Yaşamak istiyorsan bir topluma bağlı olarak yaşayabilirsin. Bu toplum kök toplum da Kürt toplumu da olmayabilir. Başka bir toplum da olsa yine de bir topluma bağlı olarak yaşa ve önce kendini buna ikna et. Toplumsuz yaşanamayacağı konusunda kendini ikna et. Ahlaklı insan budur. Bunlar Önderlikte çok nettir. Çıkardığı dersleri çok çarpıcı olarak ortaya koyuyor. “İmralı’da bana dayatılan komplo umudun zerresini bile bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı var, psikolojik savaş unsuru olarak bunlar hep gündemde tutuldu. Ama ben kendi kendime şunu söyledim: Ben kendimi milyonlaştırmıştım. Onun için dedim ki, siz milyonlarca kişiyi tek bir hücrede nasıl tutabilirsiniz!”
Önderlik devamında şu belirlemeleri yapıyor. “Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayandığımı açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletlerin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki, tecride dayanabileyim. Tecrit de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlamalıydım.
Öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim. Birincisi; Kürtlerin statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Benim cezaevinden çıkmamı arzulamam için toplumun özgür olması gerekir. Daha doğrusu bireysel özgürleşme toplumsuz gerçekleşemez.”
Bireysel özgürleşme toplumsuz gerçekleşemez
“Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı Kürt toplumuna uygulayınca algılamam oydu ki, Kürtlerin yaşamı etrafına duvar örülmemiş bir zifiri zindandan farksızdır.” Peki, biz burada algılıyor muyuz? Birbirimize benzer yanlarımız var. İnsanlar özgür insanlarmış gibi yaşıyorlar. Ama Önderlik bize bir uyarıda bulundu. Bu satırları yazmadan İmralı sürecine düşmeden çok önce dedi ki, “Özgür insanlarmışsınız gibi dünyaya bakmayın. Özgürlüğe müthiş muhtaç insanlarmışsınız gibi dünyaya bakın.” Ama biz bu ihtiyacı hissetmiyoruz. Aslında ihtiyaç keşfin anasıdır. Seni keşiflere, icatlara yöneltecek olan senin ihtiyaçlarındır, özgürlük ihtiyacındır.
“Yaşamımda bir yeri daha kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış ya da tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım karşısında kaçış için koşullar her yerde hazır ve nazırdı. Kaçışı daima teşvik edicidir. Ahlaki ilke tam da burada devreye girer. Kendi bireysel kurtuluşu pahasına, kendi toplumundan kaçış ne derece doğru veya iyidir?” diyor.
Daha önemlisi bağlandığın toplum nasıl bir toplum? “Kürt Sorunu” Kürt olgusu tepeden tırnağa sorunlarla yüklü bir olgudur. Önderlik “Kürt gerçeğine bağlanmak, onun sorunsal haline bağlanmaktır” diyor. O zaman çözümü dayatıyor. Ona bağlılık çözüm üretmektir. Yoksa Kürt gerçeğini bilmek değildir. Önderlik “Siz bana bağlısınız, ama kendinizi bana taşıttırıyorsunuz” diyor. Onun sorunsal haline bağlanıyorsak eğer, o zaman buna çözüm getireceğiz.
Zindandan çıkıyorsun, bir başka tehlikeli zindana adım atıyorsun. Bunun bilinci var mı? Dışarı çıkınca, “Ben özgürleştim, ama geride hala yoldaşlarım var.” Bu bile doğru bir söylem değildir. Bu söylem çok fazla gerçeği ifade etmiyor. Buradaki tutum kesinlikle çok büyük önem taşıyor ve sonuç çıkarıyor. Önderlik “Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışardaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçen bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç dışarıda ancak tek bir şartla yaşanabileceği, onunda günün yirmi dört saatinde Kürtlerin varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olabileceğidir. Ahlaklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmak demektir” diyor.
Hakikat budur. Aslında sezilerimizle bunu kavrayabiliriz. Önderliğin sezgi dediği şey veya duyarlılık dediği şey bununla ilgili değil midir? Bunun farkında olarak kendini konumlandırmak. Kendisine çare bulduğu an topluma çare buluyorsun demektir. Kendine çare bulduğun an yola giriyorsun, evrensel bütünlüğü yakalıyorsun.
Önderlik şunu söylüyor: “Benim özgür yaşamı arzulamam, bu kapıdan çıktığımda özgürlüğe kavuşuyorum diyebilmem için halkımın özgür olması gerekir. Halkım mutlak kölelik koşullarında yaşıyor ve o açıdan ben dışarı çıkarsam özgürleşeceğim düşüncesine sahip olmam büyük bir sapma anlamına gelir.” Peki, biz Kürtlerin dışarıdaki yaşamının etrafına duvar örülmemiş zifiri bir karanlık yaşamı yaşam olarak tanımlayabilir miyiz?
Önderlikte şu konuda büyük duyarlılık görüyorum: Öncelikle verili olanın yaşam olmadığı konusunda nettir. Onun karşısında çok duyarlıdır. Bu netlik onu arayışa götürür. İnsanı arayışa götüren şey verili durumda aradığını bulamamasıdır. Önderlik o konuda o kadar iddialıdır ki, “Bağlanılacak, sahiplenecek bir değer bulamıyordum ki bağlanayım. Nihilist değildim ama bağlanacağım bir değer de yoktu” diyor. Bunalımın kaynağında bu vardı, o onu arayışa yöneltiyor. Bizde rahatlık var, bir sömürge insanından beklenmeyecek düzeyde bir rahatlık var. Toplumun mutlak kölelik koşullarında yaşayan bir insandan beklenmeyecek ölçüde rahatlık var. Sanki toplumu özgür insanlar gibiyiz. Belki kadrolar böyle değildir, toplumda yaşayan insanların çoğu böyledir, rahattır.
Ailelerin çocuklarına yaklaşımlarına bakalım. Çocukları sanki böyle özgür toplumun çocuklarıymış gibi yaklaşıyor. O noktada yöntem olarak kesinlik üzerinde durmamız lazım. Bütünlük demek, kişilik bütünlüğü, duyguyla-düşünce bütünlüğü demektir. Kesinlikte budur. Kişilikteki bütünlük demek, duygu dünyasıyla düşünce dünyasının birlikteliği demektir. Duygusal zekayla, analitik zekanın el ele vermesi, birbirini karşılıklı geliştirmesi demektir. Duyguların ayaklanması, analitik zekanın isyana kalkması ve ikisinin ele ele verip çözüm üretmesi demektir. Parçalanma ise, bu iki zekanın bir birinden kopması, birinin dibe düşmesi, diğerinin de anlamını yitirmesidir, çok fazla gelişmemesidir.
Peki o zaman sistem etkilerinden nasıl kurtulacağız? Sorgulama da doğru bir yöntem midir? Ya da zaten kendimi ondan kurtarmalıyım demek mi gerekiyor? Giriş böyle olsa zaten kurtarıyorsun. Sonuçta dönüp bakıyorsun, ne kadar kurtarmışım. Başlangıçta ona karşı tutum önemlidir, girişte önemlidir. Partiye katılım nasıl bir şey diye geçmişte yoğunlaşırdık. Partiye katılma kesinlikle bir kararlaşmadır. Yoksa insan böyle bilmem önce nerede hazırlanıp, kendisini dört dörtlük yaparak gelip katılmıyor ki. Nasıl yapıyor? Kararlaşma yaşıyor. “Parti budur, gerçeklik budur, benden şunu şunu istiyor. Şu kadar zorlukları var, şu kadar kolaylıkları var, şu kadar güzellikleri var. İşte şu kadar fedakarlık yapmak gerekir ve ben bunların hepsine evet diyorum.” Kararlaşma budur. Kararlaşma ve bu temelde iradeleşme, oradaki anlam gücüne de bağlıdır. Dolayısıyla bundan sonra senin hiç eksik olmadığın anlamına gelmiyor, yine eksiksin. Güçlü insan hiç eksikliği olmayan insandır dememek lazım. İnsanı böyle mi tanımlayacağız? Hayır. İnsanın kendisi her zaman eksiktir. Canlı olmak demek, eksik olmak demektir.
Eksikliğin olmadığı yerde zaten gelişme olmaz. Canlılığın özünde bu var. Gelişme, açılma, farklılaşma, güçlenme bunların hepsi zayıflığa tekabül eder. Canlılık, zayıf noktalardan meydana gelmek demektir. “Biz insanız, çünkü biz zayıf noktalardan meydana geliriz” diyorduk. Geçmişte biz ilk mücadeleye başladığımız dönemde, 1977’de Haki arkadaşın anısına yazdığım bir yazıda da var. “Biz canlı hayatız ve dolayısıyla biz zayıf noktalardan meydana geliriz.” Güçlenme de oradan gelişir. Sana zayıflığın yön vermiyor. Sen zayıflığına hükmediyorsun, onu özgürleşmenin gerekçesi yapıyorsun. Zayıflığın gelişememenin nedeni değil, gelişmenin gerekçesidir. Algı biçimine bağlıdır. Zayıflık gelişmenin gerekçesi midir, yoksa gelişmemenin nedeni midir? Eğer gelişmenin gerekçesiyse, onun iradesini yaratıyorsun ve ona göre pratiğin gelişiyor.
Öfke eziklikten daha soylu bir duygudur
Ama bizde çoğunlukla eksikliklerimizi, zayıflıklarımızla izah ediyoruz. Halbuki isteklerimizle, duygularımızla izah etmeliyiz. “Ben istemedim onun için olmadı. Yeterince istemedim, tutkuyla istemedim onun için olmadı.” Biraz böyledir. Önderlikte de şöyledir: “Beni öldürmeyen bir şey, beni güçlendirir. Benim tarzımda başarı var, başarısızlık yoktur. Başarısızlığı kabul etmiyorum” diyor. Bu bir tarz ve yöntem sorunudur.
Önderlikteki düşünce bütünlüğü, anlam derinliği, ruhunuza sesleniş; senin ruhuna dokunuyor, yüreğine dokunuyor, en ince yerlerine dokunuyor ve seni utandırıyor. Orada başka bir yerde kalman, insanlıktan nasibini almamış olmayla özdeş gibidir. İnsansan onu izlersen ve “Ben seninle birlikteyim, senin söylediklerine amenna diyorum” dersin. Anlatmaya çalıştığım, Önderlik yüksek bir tempo ile kendisini geliştirdi.
Önderlik kendisini yarattı, kendisiyle birlikte muhteşem bir kadro yarattı. Kim diyebilir ki, Özgürlük Hareketi militanlığı yoktur. Bu nicelik meselesi değildir. Bir Özgürlük Hareketi militanlığı yok mudur? Muhteşem bir Özgürlük Hareketi militanlığı vardır. 14 Temmuz direnişçiliği nedir? Zîlan nedir? Bunlar Özgürlük Hareketi militanlığıdır. Önderlik bunları da yarattı. Önderlik aynı zamanda direnen bir toplum yarattı. Bitmiş tükenmiş bir gerçeklikten bir halk yarattı, ama bunları hep kendisiyle birlikte yarattı, iç içe yarattı. Tüm bunu emekle ve duruşla yaptı.
Önderliğin şöyle bir değerlendirmesi var: “Mesele yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamasını bilmektir. Her ne kadar doğru yaşamasını becermesek de doğru yaşamın arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.” Bu bile önemli bir duruştur. Doğru yaşamın arayışından vazgeçmemek, ama dikkat edilirse bizde doğru yaşamın arayışı tekliyor. Zaman zaman kesinti oluyor ve o kesinti arayışın durması anlamına geliyor.
Önderlik gerçekliğine katılıyorum diyoruz. Ona katılıyorum diyorsan, inşasına katılıyorsun demektir. Bu sadece kavramsal ve kuramsal inşa değil, aynı zamanda pratik bir inşadır. Demokratik ulusun inşasıdır. Önderlik gerçeğine katılacağız. Bu, bir bireye katılma değildir. Önderlik, dar anlamda bir birey değildir. Bir dünya görüşüdür.
Önderlik “Bende dile gelen bir tarihsel bakış açısıdır. Toplumsal gerçekliğimizdir, halkımızın demokratik özgürlüğüdür, evren anlayışımızdır.” Önderlik gerçeği bu ve buna katılıyorsunuz. Nasıl katılacağını da belirtiyor. “Benimle birlikte yürümek istiyor musunuz?” Aslında orada da soru soruyor. “Hakikate katılmaya var mısın? Demokratik Özgürlük Önderliğiyle birlikte yaşamak isteyenlere…” Hitabet bu biçimdedir. “Evet, ben seninle birlikte yürümek istiyorum.” Bunu söylüyor musunuz? Hakikat savaşçılığı aslında bu sorulara verilen cevaptır. Onun için çok soyutlayarak bakmak yerine bunu günlük, anlık bir inşa işi olarak görmek önem kazanıyor. Düşünsel olsa bile bir inşadır, günlük, anlık bir görevdir. Pratik, maddi üretim boyutunda bir inşa olsa bile gene de günlük pratik görevler mesafesindedir ve bunu bu tarzda yapmamız gerekiyor.
Bazı kavramları kullanıyoruz, ancak bana çok doğru gelmiyor. Mesela, “Eziklik duyuyorum, eziliyorum.” Bu kavramlar hoş duygular değildir. Eziklik yerine öfke duymak daha güzel bir duygudur. Öfke eziklikten daha soylu bir duygudur. Niye eziklik duyuyorsunuz? Bir şeyi başarmadan niye onun ezikliğini yaşıyorsun ki, onun öfkesini yaşa ki onu aştırabilesin. Eziklik bir yerde “çaresizim ne yapayım!” bunun itirafıdır.
Önderlik hakikatin anlamıysa, o zaman anlamın cisimleşmiş hali Önderliktir, Önderlik gerçeğidir. Dolayısıyla Önderlik “Savunmalarım neredeyse ben ondayım” diyor. Oradaki anlam gücü de böyledir. Bir de onu sistem yapıyor. Demokratik ulusun inşası, demokratik konfederal sistem. Bölge çapında, Kurdistan çapında bunlarda son derece nettir. Hatta gençlik, kadın bağlamında nettir. Nasıl bir sistem? Önderlik anlam boyutuyla ele alıyor. Sadece anlam açısından değil, hakikat-anlam ve yapılanma birlikteliğidir. “İnsanlık tarihinde olumlu anlamda gerekli olan ne varsa aldım, sentezledim, süzülmüş bal kıvamında size sunuyorum” diyor. Önemli olan budur.
Düşüncede sistem oluşturma, bu anlamda kendine güvenme, öz güç önemlidir. Tamam, biz beceremedik. Öyle kişisel, bireysel düzeyde ele alayım, ama hareket kişilerle ifade edilecek bir şey değildir. Bu şunda da var. Tez ve anti tez karşı karşıya geldiğinde sentez oluşur. Sentez, tez ve antitezin toplamından ayrı daha farklı, büyük bir şeydir. Hem farklıdır hem daha büyük bir şeydir ve ikisinin toplamını aşar. Nitelikçe farklıdır, nicelikçe de çok daha farklıdır.
Kuşkusuz yöntem son derece önemlidir. Sonuçta yöntemsizlik diye bir şey söz konusu olamaz. Mutlaka izlenen bir yol olabilmelidir. Amaç-hedef ilişkisi, amaçlarla hedefler söz konusu olduğunda bizi amaçlarımıza, hedeflerimize götürecek bir yol mutlaka olmak durumundadır. Bir yön belirlemek zorundayız, yön belirlemeden olmaz. Yöntem de aslında yön belirlemeyle bağlantılı. “Bütün yönlere dönebiliriz. Hangi yöne gidersek hedefe ulaşırız” diyemeyiz. O açıdan da öncelikle gerekli olan doğru bir yöntem belirlemedir.
Fakat bazen yöntem amacın yerine geçiyor. Örneğin din bu çerçevede ele alınabilir. Dinsel yol ve yöntem aslında bir yönüyle araç olması gerekiyor. Amacın insan olması gerekiyor, ama tersi olabiliyor. Din amaç yerine geçiyor, insan araç oluyor. Dine uymak zorunda olan insan oluyor. Bu ilginç olduğu kadar olumsuz bir durumdur. Aslında burada esas olan insanın kendisidir. Din de esasta insanın hizmetindedir. Çünkü insanı doğru bir amaca, aynı anlama gelmek üzere doğru bir yaşama götürmesi lazım. Dinin de anlamı budur. Diğer bütün yöntemler için de gerekli olan esas itibariyle budur. Amaç-araç ilişkisi bu açıdan da önemlidir.
Önderliğin “yöntem hastalığı” dediği şeyde, yöntemdeki araç konumundan uzaklaşmayla bağlantılıdır. En azından bir boyutu budur. Yöntemin kendisinin amaç yerine geçmesiyle bağlantılıdır. Tabii yine de bu durum, yöntemin anlamsızlığını, yöntemin gereksizliğini ortaya koymaz. Yöntemle -çok büyük ihtimalle diyorum- sistem arasında da bağlantı var. Sonuçta düşünmenin kendisi sistem olmak zorundadır. Önderlik doğrudan kendi kişiliğinin öylesi bir karaktere sahip olduğunu ifade ediyor. “Benim kişiliğim, bir sisteme kavuşmadıkça asla rahat etmeyecek özellikler taşıyor.” Bir; düşüncede sistem oluşturma. İki; bu sistemi pratikleştirme. Bu da reel olan sistemi çözerek aşmayı gerektiriyor.
Sonuçta her birimiz sistemle uğraşıyoruz. Karşımıza aldığımız bir sistem var. Kapitalizm bir sistemdir. “Kapitalist modernite sistemi” diyoruz. Bu sistemi çözmemiz lazım, bunu çözmemiz bile yetmez. Bu uygarlığın bir aşaması ya da krizli aşaması, uygarlığın kriz ve kaosa girdiği dönemin ifadesi kapitalizmdir. Sistemi aşacaksak o zaman bu sistemi de bütünlüklü olarak incelemeliyiz. Karşımızdaki sistem bir bütündür. Tarihsel uygarlık sistemidir. Bir nehir akışı gibi sürüp geliyor. Bütünlüklüdür. Anlam arayışımız aynı zamanda anlamsız olanın ortaya konmasıdır.
Anlamsız olan nedir? Karşımızdaki uygarlık sistemidir. Anlam kaybına yol açan, dolayısıyla anlamsızlığı anlam yerine koyan nedir? Kapitalizmdir. Önderlik uygarlığı “Yalana dayalı toplum sistemi” olarak tanımladı. Hakikat neydi? “Özü doğruluktur.” Yalana dayalı toplum sisteminin inşasına başlandığı andan itibaren gelişen şey hakikat yitiminin kendisi oluyor. Dolayısıyla bu noktada hakikat arayışımız özü itibariyle sadece bu mevcut sisteme “hayır” demekle yine de bizi bir yere götürmüyor. Duruşumuzun sadece retle sınırlı kalması, bir anlam ifade etmiyor. Bu en kolaycı yöntemdir. Bir şeyi ret etmek en kolay yöntemdir. Ret gerekir, ama çözerek aşmak gerekli olandır. Zaten bilgi de bunun için gereklidir.
İnsanın insan üzerindeki tahribatı, doğa tahribatına götürüyor
İki yönlü çalışıyorsunuz. Bir; karşıt sistemi, sizi hakikat arayışına yönelten sistemi çözüyorsunuz. Şu var. Eğer bu sistem iyi bir şey olsaydı veya olumluluklar olsaydı içinde hakikat payı taşısaydı, çok fazla arayışın aciliyeti ortaya çıkmazdı. Eğer kapitalist sisteme Önderliğin gözü ile bakıyorsanız gördüğünüz şey insansızlıktır, toplumsuzluktur. Önderliğin bu konuda çok çarpıcı belirlemeleri var. “Aslında kıyametin bütün belirtileri var” diyor. Dinle karşılaştırma yapıyor, gerçek anlamda kıyametin hangi biçimde kopacağı konusu belki de sorun oradan geliyor. Acaba bir doğal olayla mı gelecek yoksa toplumun içinden mi olacak? Bir doğal felaket de olabilir. İnsanlık öyle yapmış ki dünyanın dengesini bozmuş durumdadır. Ekolojik felaket -biz çok fazla farkında değiliz- devasa boyutlardadır. İnsan ekolojik felakete yol açıyor. İnsanın insan üzerindeki tahribatı, insanın doğa üzerindeki tahribatına kadar götürüyor.
Şunu söylüyoruz: Pozitivizm doğrudan kapitalizmle bağlantılıdır. Ne diyor? “Doğayı insanın hizmetine sunman lazım.” O zaman doğayı insanın hizmetine sunmak istiyorsan, doğayı tanıman lazım. Aradığın her şey bütün bilgilerin kaynağı doğada var. “Fakat doğa cimridir, sana istediğini vermiyor” diyor. Bunu objektivite bilimin, deneyin temellerini atan Francis Bacon söylüyor. Doğayı kadına benzetiyor. Kendisi o zaman aynı zamanda Kraliyet yargıcıdır. Kendi döneminde muazzam bir cadı kadın avı var ve cadılıkla suçlanan kadınlara yapılan işkenceler var. Doğanın sırlarını çözmek için ona atıfta bulunuyor, ama o kadınlara uygulanan işkencelerin aynısının doğaya uygulanması gerektiğini ve doğanın bu temelde sırlarının çözülmesi gerektiğini söylüyor. “Bilim güçtür” ve “bilim iktidardır” diyor. Güç denemesi öncelikle doğa üzerinde uygulanmak zorundadır. Ondan sonra endüstriyalizm dediğimiz felaketlerin temellerini atıyor.
Bizim bütünlüklü düşünmemiz şu açıdan da önemlidir: Paradigma, hakikat rejimiyle doğrudan bağlantılıdır. Nasıl bir paradigma? Bizim paradigmamız nasıl bir toplum kurmamız gerektiğini bize gösteriyor. İnşa etmemiz gereken toplumun en temel, doğal, tarihsel, karakteristik özelliklerini çarpıcı bir biçimde bize gösteriyor. “Ekolojik Toplum, Demokratik Toplum, Kadın Özgürlükçü Toplum” diyoruz. Bu yüzden “Ekolojik Boyut” en temel boyutlardan biridir. Bu konuda yanlış algılar var. “Ekoloji” denince bizde park bahçe yapmak, bir iki ağaç dikmek böyle anlaşılıyor.
Anlam yapılanmadıkça bir değer ifade etmez. Aslında anlam her zaman bir yapıya ulaşmak ister. Tüm canlı türlerinde var, atom altı dünyada da var. Mutlak suretle öyle bir eğilim var, birlik olma eğilimi var. Atom altı dünyadaki o parçacıklar nasıl varlıklarını sürdürecekler, o hızlı hareketle neyi ifade ediyor? Var olmaları, varlıklarını sürdürmeleri lazım. Birbirleriyle ilişki içinde hızla yeni oluşumlar ortay çıkarıyorlar. İnsan bir organizma olarak var. Hücre de kendi içerisinde bir organizmadır, ama daha alt düzeyde olgular varlıklarını sürdürebilmek için hücre tarzındaki bir yapı oluşturuyorlar ve bir yapı meydana getiriyorlar. Bütün hücreler kendi aralarında yeni bir sistem yaratıyorlar, varlıklarını sürdürebilmek için doku yaratıyorlar. Dokular üstte organel yaratıyor, organeller organ yaratıyor, en üste bir organizma ortaya çıkarıyor. Ama her biri kendi içerisinde bir sistemdir.
Toplumsallaşmayla ortaya çıkan güç, bir evrensel güçtür. Böyle toplumsallaşan insanın uzaya gitmesi, atom altı dünyasına inmesi var. Önderlik bunları örnek olarak veriyor. Bunu toplumsallık yapıyor. Onun da özü olarak örgütlenme yapıyor. Kadroyu tek başına bırak, yine de bireydir. Kadronun da toplumsallığı, onun parti içindeki örgütlülüğüdür. Onun bir araya gelişinin ortaya çıkardığı enerjisidir. İki kadronun bir araya gelmesi sadece iki insanın toplamı değildir. İki insanın çok üstünde bir gücün açığa çıkması demektir. Eğer bu anlaşılmazsa diğeri anlaşılmaz.
Örgüt her şeydir, örgütlü insan her şeydir. Örgütsüz insan hiçbir şeydir. Bu en temel ilkedir. En muhteşem örgüt parti örgütlenmesidir. Parti örgütlenmesi olmadan zaten toplumsal inşa olmaz. Parti örgütlenmesi de sadece bir merkez seçmek değildir. Yukarıdan aşağıya demeyeceğim, yatay, muazzam bir parti örgütlenmesi ortaya çıkarmak gerekir. Bazı şeylerde dikey de olabilir, ama asıl olarak yatay parti örgütlenmeleri olabilir. Bölge komiteleri, yerel komiteler, okul komiteleri, hücreler, semt komiteleri bunların hepsi öyledir.
Vicdansız toplum düşünülemez
Önderlik “Akademik kadro olmadan sistem inşa edilemez. Akademik kadro bedende kılcal damarlarla yayılandır” dedi. Böyle bir akademik kadroyu kim oluşturacak? Bizler oluşturacağız. Aslında ben şöyle de ele alıyorum: Normalde her bir kadro bir akademidir. Özü odur. Akademi bir ev olabilir, her yerdir. Önderlik o konularda da savunmalarda mütevazı yerlerden söz ediyor. Yunanistan’da o eski dönemde akademinin kurulduğu yerler cadde kenarıdır. Cadde kenarında derslerini veriyorlar. Böyle özel olarak şöyle okullar kurma böyle okullar kurma yoktur.
Bir diğer yanılgıda şudur: “Sanki devlet çözümü, Kürt varlığını kabul edecek, biz ondan sonra sistemi inşa edeceğiz! Ondan önce biz adım atamayız. Bildiğimiz tek dil savaşın dili olacak.” Bana göre en yanlış yaklaşımlardan biri budur. Önderlik sisteme bağlanmıyor. Zaten sistemin içinden sisteme karşı sürekli direnme halin olmalıdır. “İktidar her yerdedir” diyor. İktidar ve sömürü odaklarının olduğu her yerde bir direniş odağı oluşturacaksın ve onun karşısında topluluk inşa ederek dikileceksin. Zaten toplum inşa etmek, topluluk inşa etmektir. İki insanı bir araya getirmektir, üç insanı sistemin dışında kendi yaşamını idame ettirecek tarzda örgütleyebilmektir. Anlam gücüne dayalı olarak sisteme muhtaç olmadan yaşayabilmektir. Sistemin içindesin, ama özünde sistemin dışındasın sistemden tümden kopmuşsun. Yapılması gereken budur. Sistem inşası böyle başlar. Fakat biz “devlet izin vermiyor inşa olmaz” diyoruz.
Aslında bizim yapabileceğimiz şeyler var. Önemli olan burada kendini ve potansiyelini bilmedir. Potansiyel dediğimiz şey enerjidir, olasılıklar dediğimiz şey de aslında enerji potansiyelidir. Bu enerjiyi potansiyel olmaktan çıkarıp, aktiviteye dökmektir. Bu neyle olur? Kendindeki potansiyel enerjiyi açığa çıkar, kinetik enerjiye dönüştür, hareketli enerjiye dönüştür. Bu hareketli enerji de aslında enerjiyi bütünleştirmekle oluyor. Bütün enerjileri birleştir, bu da örgütle olur. Aradığın sendedir. Önder Apo’nun şu sözünü unutmamak gerekir: “Biz aslında her şeyi yapabiliriz, şunu şunu yapabiliriz. Ben olsam şunu yapardım…” Herkes bunu yapabilir. Kaldı ki diyor: “Bütün bu saydığım işleri yapma konusunda kişinin kendisinden başka önünde ciddi bir engel yoktur.” Engel var, ama asıl büyük engel kişinin kendisinden kaynaklanıyor. Bireyciliği, bencilliği, kendini rahatsız etmemesi, keyfiyetçiliği böyle amaçlarından kopukluğu, uzaklığı, gayri ciddiliği bunlar önemli, esas olan engel bunlardır.
Önder Apo bize partili olmanın iki temel unsura bağlılıktan geçtiğini belirtiyor. “İstediğim iki temel şey var” diyordu. Bir; ciddiyet. İki; anlayış gücü olmak. Anlama işine ciddi yaklaşacaksınız, anladığınızı aynı ciddiyetle hayata geçireceksiniz. Bunlar olduktan sonra her şey olur. Onun için kendimizde öncelikle ciddiyeti sorgulamalıyız. Ciddiyet nasıl bir şey? Böyle kaşı çatık bir hal değildir. Ciddiyetin onunla bir alakası yoktur. Eskiden ciddiyet nerde durduğunu nerede olduğunu bilmektir derdim. Özgürlük Hareketi’nin içindesin sanki onun içinde değilmişiz gibi davranıyorsun. Ciddiyet Özgürlük Hareketi gibi bir hareketin içinde olduğunu bilmektir. Zîlanların örgütü, Kemallerin örgütü içinde olduğunu bilmektir. Bu örgütlerin içinde olmak ciddiyet ister. Zaten anlamın biriktiği yerde anlam gücü ister. Dolayısıyla anlayışsızlığa, ciddiyetsizliğe karşı kendimizden başlamak üzere büyük savaş verilmeli ve hakikat yolunda yürüyüşün, öncelikle kişiden anlama ve ciddiyet istediğini iyi bilmeliyiz. Hakikat savaşçılığı içinde vazgeçilmez iki temel koşul, iki temel olgudur.
Bir diğer önemli olgu ise vicdandır. Vicdan tanımları yapmak lazım. “Demokratik Barış Sürecine Felsefi Bakış” Önderlik çözüm sürecini başlatırken ilk belirlemesi budur. Bu birinci belge son derece önemliydi. Beni de en çok etkileyen bölümü burasıydı. Bir; “evrene bakış açımız oluşumun temel yasası farklılık içinde bütünlüğe dayanır. Aynılık veya benzerlikler farklılıklarla mümkündür. Benzerlik olmadan farklılık, farklılık olmadan benzerlik dolayısıyla bütünlük olmaz. Yaşamın kendisi özgürlük gelişimini sağlarken bunu ancak farklılık temelinde gerçekleştirir” diyor. Bu birinci maddeydi.
İki; “bilinebildiği kadarıyla insan toplumu mahlukat içinde en gelişmiş vicdana sahip biricik varlıktır. Kutsal gelenekte bu husus insan eşrefi mahlukattır biçiminde deyimlenir. İnsanın toplum doğası bu özelliğini temel de din, felsefe, sanat ve bilimsel etkinliklerle gerçekleştirir. Vicdanın kendisi kurt-kuzu ikilemini aşma gücünü ifade eder. İnsanın toplumdaki bu konumu eşsizdir. Toplumsal sorunların çözümünde vicdan en büyük silahtır.”
Üç; “insan bireyini, onun vicdanını mümkün kılan toplumsal varlığıdır. Toplumsal vicdandır. Toplumsuz birey düşünülemeyeceği gibi, vicdansız toplumda düşünülemez.” Genelde tüm toplumsal sorunların, hatta Kürt sorunu diye en temel sorunun çözümünde bile vicdan en etkili silahtır.
Vicdan konusu önemlidir. Yine de toplumdan bağımsız düşünülemez. Eğer ortada bir toplum yoksa vicdanda söz konusu değildir. Vicdanı etkin bir silah olarak devreye sokmak için bile sizin örgütlü bir toplumunuzun olması gerekir. Ortada toplum dediğiniz bir şeyin olması gerekir. O nedenle çok önemlidir. Örneğin Türkiye toplumu bu kadar dağınıkken Tayyip Erdoğan istediğini söyler. Dünyanın gözü önünde “Kadın-erkek nasıl bir olabilir!” diyor. Bu düzeyde geri konuşabiliyor. Peki, bu gücü nerden alıyor?
Sorun sadece gündem saptırma değil, o bir boyutu olabilir. Ama karşısındaki kadınlar onu dinleyebiliyor. Kadın bakan konuşurken, genç bir kız soru sormak istedi, ağzını kapattılar dışarı attılar. “Nazikçe, fazla hırpalanmadan dışarı atıldı” deniliyor. Herhalde bir de uyarıda bulunmasaydı ne yaparlardı! Ağzını kapatmanın ötesine gidip o kıza neler yapmazlardı ki. Bir de götürenler, dışarı atanlar kadınlardı. Bu korkunç bir vicdansızlıktır. Türkiye’de ortada toplum yok. Buna karşı bir tepki yok.
Vicdan konusunda Dostoyevski’nin tanımı da çok soylu ve güzeldir. “İnsanın içindeki tanrıdır” derken, zaten vicdan için toplumla bağını da kuruyor. Vicdan, senin toplumsallığa bağlılıktaki gücünün de ifadesidir. Bireyci vicdansızdır. Bireycide asla vicdan olmaz. Toplumsal insanda vicdan olur. Bir kadroda vicdan olur. Çünkü onda toplumsallık vücut bulmuştur. Ancak bir bireyci kişilikte olmaz.
Biz öyle bir toplum yaratacağız ki, temel ilkemiz şudur: “Kurt-kuzu ikilemini aşacağız.” Toplumda birileri kurt, birileri kuzu olmayacak, biri diğerini yemeyecek. Bu liberalizmin temel felsefesidir. Dolayısıyla bireyciliğin kökünü kazıyacağız. Bireyciliğin kökü kazıldı mı, toplumdaki farklılıklar bir arada yaşar. Bu farklılıklardan biri kuzu, biri kurt olmaz. Farklılıkların eşit ve özgür temelde bir arada yaşaması bizim özgürlük anlayışımızın farklılığa dayanmasındandır. Biz kendimiz de birer farkız, hatta her insan bir farklılıktır. Homojenleştirmeden kaçınmak zorundayız. Ortak ölçülerimiz olabilir, amaçlarımız bir olabilir, aynı hedefe doğru yönelebiliriz, aramızda muazzam bir birlik olabilir, ama yine de farklıyız.