Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Toplumsal ekolojiye dönüşNîsan 2020
Rêber Apo’nun Bir Halkı Savunmak kitabından alınmıştır Toplumsal sistem krizi ile birlikte gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenlerini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yoldur. Toplum içinde tahakkümden kaynaklanan insana yabancılaşmanın gelişmesinin doğaya yabancılaşmayı da beraberinde getirdiği, ikisinin bir iç içeliği yaşadıkları bilinmelidir. Toplum özünde ekolojik bir olgudur. Ekoloji ile kastedilen ise, toplum oluşumunun dayandığı fiziki ve biyolojik doğadır. Dünya gezegeninin fiziki oluşumuyla biyolojik oluşumu arasındaki ilişki her geçen gün daha çok aydınlanmaktadır. Bu, bilimin en çok başarılı olduğu alanlardan biridir. Yaşamın suda başlaması, oradan karaya yayılması, ilkel bitki ve hayvan türlerinden sınır koymakta zorluk çekilen bir çeşitlenmenin gelişmesi bilimsel olarak çözümlenebilmektedir. İnsan türünün dayanabileceği fiziki ve biyolojik çevre bu gelişmelerle bağlantılı olarak ortaya konulmaktadır. Bağlantı varsayımlarından birisi, insan türünün genelde canlılar, özelde hayvanlar alemindeki evrim zincirinin en son halkası olduğuna ilişkindir. Bundan çıkarılabilecek en başta gelen sonuç, insan türünün rastgele yaşayamayacağı, evrim zincirinin gereklerine bağlı kaldıkça kendini idame ettirebileceği gerçeğidir. Dayandığı evrim halkalarını tahrip etmesi halinde, biyolojik bütünün kaybolması ve bundan dolayı da türün kendini sürdürememe tehlikesiyle karşılaşması kaçınılmazdır. Doğadaki evrim bütünselliğinin sanıldığından daha fazla türlerin karşılıklı bağlılığına dayandığını bilim iyice tespit etmiştir. Karşılıklı bağlılık yitirildikçe evrim halkalarında büyük kopuşların doğacağı, bundan da çok sayıda türün devamı sorununun ortaya çıkacağı açıktır. Bu bilimsel gerçeklik karşısında uygarlığın yarattığı sorun, eğer tedbir alınmazsa, kapının çoktan cehenneme aralandığıdır. Uygarlığın sorunu doğurmasının en temel nedeni dayandığı zorbalık ve cehalet, daha doğrusu yalancı olma zorunluluğu gerçeğidir. Hiyerarşi ve devlet oluşurken, sadece baskı ve zora dayanmakla varlığını kalıcı kılamaz. Olup bitenin gerçek hikâyesini gizlemek için riyakârlık, yalan kaçınılmazdır. İktidar hakimiyeti zihinsel hakimiyeti gerektirir. Zihinsellik ise gerçek dışılığı geçerli kıldığı sürece iktidarı güvenceye alabilir. İktidarın kaba güç yönü her zaman ince güç yönü olarak zihnin bu türünü canlı ve egemen kılacaktır. Zihniyetin bu tarz oluşumu doğaya yabancılaşmasının da temelini oluşturmaktadır. Toplumu var eden komünal bağı inkâr ettikçe ve bir sapma olarak gelişen hiyerarşik ve devletçi güçleri esas aldıkça, zihniyet durumu doğayla yaşam arasındaki bağın unutulmasına ve önemsiz kılınmasına açık hale gelecektir. Uygarlığın dayandığı bu zemin üzerindeki her yükseliş daha fazla doğadan kopma ve çevreyi tahrip olarak yansımasını bulacaktır. Uygarlık güçlerinin gözü artık doğal zorunlulukları görmeyecektir. Ne de olsa onları besleyen alt tabaka kendilerine her şeyi hazır sunmaktadır. Bilimsel zihniyet ancak doğal güçlerin doğru objektif tanınmasıyla gelişebilir Kutsal kitaplardaki tanrısallık-cennet ütopyaları ilk uygarlık güçleri olan Sümerlerin mitolojileri olarak bu gerçeklik üzerinde uydurulmuş, temel zihniyet kalıpları olarak çocukluk çağındaki insan zihniyetine kazınmıştır. Tanrı-cennet soyut doğa varlıklarıdır. Daha doğrusu, gerçek doğanın yerine iktidarın yükselen güçlerinin sahte dünya tasarımlarıdır. Özü de şudur: “Tanrılaşan biz cennette yaşarız.” İkinci versiyon, “Tanrı gölgesi sultanlar cennetteki gibi yaşar.” Üçüncü versiyon, “Sömüren insan cennet misali yaşar”. Topluma egemen zihniyet kalıpları olarak tanrısal yüce gerçekler biçiminde sunulan bu anlayışlar artık ‘doğa anayı’ unutacaklardır. Daha da ileri giderek, ‘vahşi doğa, kör doğa, boyun eğdirilmesi gereken doğa’ varsayımlarıyla doğayla ilişkiyi büyük bir yabacılaşmaya iteceklerdir. İktidar gücünün zorbalık ve yalan ürünü olan bu birikimleriyle anti-doğasal bir yaşamı mümkün kılması ekolojik sorunların temelidir. Yaşamdaki doğanın rolünü inkâr ettikçe, bunun yerine sahte dinsel figürler, yaratanlar yerleştirdikçe doğaya ‘kör güç’ denebilecektir. Bu zihniyetin özellikle günümüze kadarki etkinliği bilimsel zihniyetin gelişmemesinin de temel nedenidir. Bilimsel zihniyet ancak doğal güçlerin doğru objektif tanınmasıyla gelişebilir. Her şeyi tanrıya, cinlere havale eden bir inanç sistemi, doğa gibi harika bir örüntüye asla anlam veremeyecektir. Tüm fiziki ve biyolojik doğanın soyut bir kavram olarak tanrı tarafından yaratıldığında ısrar ederek bilimsellikten sıyrılacaktır. Çok iyi gördük ki, bu soyut tanrı yükselen ilk sömürücü tabakanın kendini meşrulaştırmasına ilişkin bir zihniyet yaratımıdır. Tehlikesi sadece kul-kölelerini kendine bağlamakla sınırlı kalmaması, aynı zamanda gerçeklikten koparmasıdır. İnsan zihninin doğa ile doğru bağını kesiyor, doğaya ve kendisine yabancılaştırıyor. Eskinin doğa anası yerini zalim doğaya bırakıyor. Hem de gerçek zalimler tarafından. Bu zihniyetin tarih içindeki duraklarını gözlediğimizde dehşete kapılmamak elde değil. Roma İmparatorluğu’nda insanların yırtıcı hayvanlarla karşılaştırılmaları bunun ürünüdür. İnsanın tüm bitkiler ve hayvanlar dünyasından ilgisini giderek koparmaya, karanlıklaştırmaya gitmenin iktidar gücünün bu zalim uygulamalarıyla bağı vardır. Daha doğrusu, insanla hayvanı böylesine birbirine kırdırmak özünde doğadan yabancılaşmayı simgelemektedir. Ortaçağ feodalizminde yeryüzü artık bir an önce terk edilmesi gereken bir handır. Hatta insanı kendine bağlayan, günaha sokan kirli bir mekandır. Tanrının yüceliği karşısında doğa ne olabilir ki! Bir an önce doğayı, dünyayı terk etmek mümince bir hedef olmuştur. Fakat üst tabakadaki cennetvari yaşam ise binbir cümbüşle devam edecektir. Büyük zihniyet sapkınlığı derken bu falsifikasyonu (çarpıtmayı) kastediyoruz. Ortadoğu toplumlarının geriliğinin temelinde binlerce yıllık bu zihniyet sapkınlığı yatmaktadır. Ekolojinin kendisi de bir bilimdir Rönesans özünde doğayla kopan zihniyet bağının yeniden kurulmasıdır. Rönesans zihniyet devrimini doğanın canlılığı, üretkenliği ve kutsallığı üzerinde geliştirdi. Ne varsa doğada var inancını esas aldı. Sanatla doğanın güzelliklerini daha iyi yansıttı. Bilimsel yaklaşımla doğa sınırlarının kapısını araladı. İnsanı temel alarak tüm gerçekliğiyle tanınmasını bilim ve sanatın görevlerinden saydı. Yeniçağı bu zihniyet değişikliği doğurdu. Sanıldığının aksine, kapitalist toplum bu sürecin doğal sonucu olmayıp saptırıcı ve geriletici bir rol oynadı. Geliştirilen insan sömürü yöntemlerini doğanın istismarıyla birlikte yürüttü. İnsana hakimiyet doğaya hakimiyetle bütünleşti. Kapitalist sistem tarihte doğa üzerine en yoğun saldırıyı başlattı. Doğanın hiçbir kutsallığını, canlılığını ve dengesini düşünmeden istismar edilmesini devrimci rolü olarak kavradı. Daha önceki zihniyetlerde çarpık da olsa yer eden kutsallığı tümüyle dışladı. Hiçbir korku ve endişe duymadan doğa üzerinde tasarrufta bulunmayı hak belledi. Sonuçta toplumsal krizle çevre krizi birleşti. Sistemin özü nasıl toplumsal krizi kaos aralığına taşıdıysa, çevrenin yaşadığı felaketler de yaşam için S.O.S tehlikesi vermeye başladı. Kanser gibi büyüyen kentler, kirlenen hava, delinen ozon tabakası, hayvan ve bitki türlerindeki ivmeli azalış, orman tahribi, akarsu kirliliği, her tarafta birikmiş çöp dağları, kirli atıklarla bulanmamış suyun kalmaması, anormal nüfus artışı artık doğayı da kaosla birlikte isyana yöneltti. Gezegenimizin ne kadar kent, insan, fabrika, ulaşım aracı, sentetik madde, kirli hava ve su kaldıracağı hesaplanmadan, azami kâr peşinde gözü kara bir gidiş vardır. Bu olumsuz gelişmeler bir kader değildir; bilim ve tekniğin iktidarın elinde dengesiz kullanımının sonucudur. Süreçten bilim ve tekniği sorumlu tutmak yanlıştır. Bilim ve teknik kendi başına değil, toplumun sistem güçlerinin niteliğine göre rol oynar. Doğayı batırdıkları gibi daha da iyileştirebilirler. Sorun tamamen toplumsaldır. Bilim ve teknik düzeyi ile insanların ezici çoğunluğunun yaşam standartları arasında büyük bir çelişki vardır. Tamamen bilim ve tekniğe hükmeden bir azınlığın çıkarından ötürü bu durum doğmaktadır. Demokratik, özgürlükçü toplum sisteminde bilim ve tekniğin oynayacağı rol ekolojiktir. Ekolojinin kendisi de bir bilimdir. Toplumun çevreyle ilişkisini inceleyen bir bilim. Yeni olmasına rağmen, gittikçe tüm bilimlerle iç içe toplumla doğa çelişkisinin aşılmasını sağlamada öncü rol oynayacaktır. Sınırlı olarak gelişen çevre bilinci ekolojiyle devrimsel bir sıçrama yapacaktır. İlkel komünal toplumda doğayla bağ çocuğun anayla bağı gibiydi. Toplum doğayı canlı olarak algılıyor. Ona karşı olmamak, ondan ceza almamak dinin temel kuralı haline getirilmiştir. Doğa dini ilkel komünal toplumun dinidir. Toplumun oluşumunda doğal bir anormallik ve çelişki yoktur. Felsefenin kendisi insanı ‘kendi farkına varan doğa’ olarak tanımlar. İnsan özünde en gelişmiş doğa parçasıdır. Ekolojik yaşamın pratik sorunları da oldukça günceldir Bu en gelişmiş doğa parçasını doğayla çeliştiren toplumsal sistemin doğa dışılığı, anormalliği böylelikle ortaya çıkmaktadır. Doğayla adeta bir bayram coşkusuyla -Bayramlar zaten doğayla coşkun verimli birliğin yansımasıdır- bütünleşen insanı doğanın başına bela haline getirmek, herhalde o toplumsal sistemin ne kadar belalı olduğunu kanıtlar. Doğal çevreyle bütünlük sadece ekonomik ve sosyal içerikli değildir. Felsefi olarak da doğayı kavramak vazgeçilmez bir tutkudur. Aslında bu karşılıklıdır. Doğa insanlaşarak büyük merakını ve yaratım gücünü kanıtlarken, insan da doğayı -Sümerlerin özgürlüğü (amargi) anaya (doğaya) dönüş olarak anlamaları düşündürücüdür- kavrayarak kendi farkına varmaktadır. İkisi arasında âşık-maşûk ilişkisi vardır. Bu büyük bir aşk serüvenidir. Bozmak, ayırmak herhalde dinî tabirle en büyük günahtır. Çünkü ondan daha değerli bir anlam gücü yaratılamaz. Konuyla ilintililik anlamında kadın kanamasını hem doğayla ayrı düşüşün, hem de ondan gelişin bir işareti olarak yorumlamamızın çarpıcı anlamı bir kez daha kendini hissettiriyor. Kadının doğallığı doğaya yakınlığından ileri gelmektedir. Sırlı çekiciliği de anlamını bu gerçeklikte bulur. Doğayla bütünleştirmeyen hiçbir toplum sisteminin rasyonelliği ve ahlakiliği savunulamaz. Doğal çevreyle en çok çeliştiren sistemin rasyonelite açısından ve ahlaki olarak da aşılması bu nedenledir. Kapitalist toplum sisteminin yaşadığı kaosla çevre felaketi arasındaki ilişki bu kısa tanımlamadan da anlaşıldığı gibi diyalektiktir. Ancak sistemden çıkış doğayla olan köklü çelişkileri aştırabilir. Yalnız başına çevrecilik hareketleriyle çözümleyici olunamayacağı çelişkinin karakterinden ileri gelmektedir. Diğer yandan ekolojik bir toplum ahlaki dönüşüm de gerektirir. Kapitalizmin anti-ahlakiliği ancak ekolojik yaklaşımla aşılabilir. Ahlak-vicdan ilişkisi empatik ve sempatik bir ruhsallığı gerektirir. Bu ise yetkin bir ekolojik donanımla anlam bulduğunda değer taşır. Ekoloji doğayla dostluktur, doğal dine inanıştır. Bu yönüyle doğal organik toplumla yeniden ve uyanmış bilinçle bütünleşmeyi ifade eder. Ekolojik bilinç temel ideolojik bir bilinçtir Ekolojik yaşamın pratik sorunları da oldukça günceldir. Doğal çevre felaketlerini durdurmak için kurulmuş çok sayıda örgütlenmeyi derinleştirmek, demokratik toplumun ayrılmaz bir parçası kılmak, yine feminist ve özgürlükçü kadın hareketiyle dayanışma içinde olmak eylemlilik görevleridir. Çevreye ilişkin bilinçlenme ve örgütlenmeyi yoğunlaştırmak demokratikleşmenin en temel faaliyetlerinden birisidir. Bir dönemlerin yoğun sınıf ve ulus bilinci gibi yoğun demokrasi ve çevre bilinci kampanyalarını düzenlemek durumundayız. Hayvan haklarından tutalım ormanları koruma ve doğayı yeniden hızla ormanlaştırmaya kadar doğru bir eylemlilik toplumsal eylemliliğin vazgeçilmez bir parçası olmalıdır. Biyolojik duyarlılığı olmayanın toplumsal duyarlılığı sakattır. Gerçek ve anlamlı olan duyarlılık ikisi arasındaki bağı görmekten geçer. Önümüzdeki dönemler çıplak hale getirilmiş doğanın büyük bir orman ve diğer bitki örtüsüne ve hayvanlarına kavuşması için verilmesi gereken büyük mücadelelere tanık olacaktır, tanık olmalıdır. Adeta ormanlaştırma şansını vermek gerekecektir. “En büyük yurtseverlik ağaçlandırmak ve ormanlaştırmaktan geçer” sloganı herhalde en değerli sloganlardan biri olacaktır. Hayvanları sevip korumayanın insanları koruyup sevemeyeceği daha iyi anlaşılacaktır. Hayvanlar ve bitkilerin insana emanet olduğu kavrandıkça, insanın değeri bir kat daha artacaktır. Ekolojik bilinçten yoksun bir toplumsal bilinçlilik, reel sosyalizm olgusunda da görüldüğü gibi çözülmek ve yozlaşmaktan kurtulamaz. Ekolojik bilinç temel ideolojik bir bilinçtir. Felsefeyle ahlakın sınırları arasındaki köprü gibidir. Çağdaş krizden kurtarıcı politika ancak ekolojik olduğunda doğru bir toplumsal sistemliliğe götürebilir. Kadın özgürlük probleminde olduğu gibi ekolojik sorunların çözümünde de bu denli gecikmiş ve yanlışlıklarla dolu yaşamın altında ataerkil-devletçi iktidar anlayışının temel bir rolü vardır. Ekolojiyi ve feminizmi geliştirdikçe, ataerkil-devletçi sistemin tüm dengeleri bozulmaktadır. Gerçek bir demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ancak kadın özgürlüğü ve çevrenin kurtuluşu amaçlandığında bütünlük kazanabilir. Ancak böylesine bütünleşmiş yeni bir toplumsal sistem mücadelesi güncel kaostan çıkışın en anlamlı biçimlerinden biri olabilir. Kapitalist sistem küreselciliği 1989’da reel sosyalist sistemin iç nedenlerle çözülmesiyle birlikte üçüncü büyük kriz-kaos sürecine iyice girmiş durumdadır. Sistem ABD öncülüğünde bir ‘kaos imparatorluğuyla’ iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. ABD’nin kaos imparatorluğu Roma İmparatorluğu’nun çözülüş sürecine benzer bir durumu yaşamaktadır. Fakat kapitalist sistemin iyice bilinmesi gereken tüm farklılıklarıyla. ABD hegemonyasından çekinen AB ülkeleri, sınırlı bir insan hakları ve demokrasi argümanıyla direnç tutturmaya, geleneksel cumhuriyet ve demokrasilerini ve ulusal devletlerini korumaya çalışmaktadır. Ulus-devletin kapitalist küreselciliğe engel olan konumu AB’yi ulus-ötesi zayıf bir siyasi birlik halinde tutmaya zorlamaktadır. Pasifik’te güçlenen Çin ve Japonya öncülüğünde üçüncü bir küresel odağın tutturulması yakın süreçte pek olası görülmemektedir. Bu tip ülkelere Rusya, Brezilya vb. ülkeler de katılarak daha çok ulus-devletlerini korumayı esas almak durumundadır. Dünyanın diğer çok sayıdaki ülke, ulus ve devlet grubu 1945’ler sonrasının ABD-Sovyetler dengesine dayalı ulus-devlet modellerini yaşatmada büyük zorluklar çekerken, daha çok ABD’nin kaos imparatorluğu çerçevesinde küçülerek, daralarak, kısmen veya tamamen parçalanarak yeniden yapılanmayla karşı karşıyadır. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar başta olmak üzere birçok bölgede bu süreç yoğun yaşanmaktadır. Porto Allegre Toplantıları kaosu kavrayıp aşacak yetenekten uzaktır Bir anlamda üçüncü küresel savaş da diyebileceğimiz kaos imparatorluğu sadece askeri ve siyasi yöntemlerle değil, ondan daha yoğun ve belirleyici olarak küresel ekonomik şirketler ve medyatik kuruluşlarla yönetilmektedir. Dünya çapında ekonomik ve medyatik şirketler toplumları midesel ve zihinsel açlık içinde tutarak diledikleri gibi yönlendirmekte ve kullanmakta zorluk çekmemektedir. Bilimsel-teknolojik egemenliklerini de devreye sokarak, kapitalist toplum sistemini kaostan ya daha çok güçlendirerek, bu olmazsa az hasarla, ya da yeniden yapılandırmalarla kurtarmaya çalışmaktadır. Kaosta sistemin yönlendirilmesi, korunması ve kısmi değişimlerle sürdürülmesi eski dönem yaklaşım ve yöntemleriyle olmaz. ABD’nin yöneldiği yeni stratejik ve taktik yaklaşım ve uygulamaları kaos sürecinin özellikleriyle değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Buna karşılık halkların tarih boyunca sergiledikleri daha çok komünal demokratik duruş tarzı, kendini kaosu aşabilecek teorik ve taktik yenilemelerle güçlendirmek durumundadır. Eski dönemlerin reel sosyalizmi doğuran ‘sol’ anlayışlarla daha yakın dönemlerdeki ‘yeni sol’, ‘ekoloji’ ve ‘feminist’ hareketleri ve Porto Allegre Toplantıları kaosu kavrayıp aşacak yetenekten uzaktır. Bu hareketleri de yadsımadan, küresel bir ‘demokratik, kadın özgürlükçü ve ekolojik toplum’ için genel teorik perspektiflerle yerel özgün taktikler üzerinde yoğun bir tartışma ve çözüm tarzlarına şiddetle ihtiyaç vardır. Bunu yaparken eskinin ya ‘devletleri yıkarak ya da ele geçirerek’ iktidar ve çözüm olmaya odaklı teorik ve taktik yaklaşımlarına ‘elveda’ demek temel koşullardan başta gelenidir. Devlet odaklı zihniyet ve kurtuluşçu-kalkınmacı yöntemler terk edilmedikçe, reel sosyalizm olayında da görüldüğü gibi kapitalist sisteme en kötüsünden hizmet etme durumuna düşmekten kurtuluş olamayacaktır. Yine eskinin ülke, ulus, sınıf ve din biçimindeki genelleştirici, soyut, ideolojik yanı ağır basan kavramlar temelinde devlet, sosyalizm, ulus, vatanın ve dinin kurtuluşu gibi slogan ve programlarla kitleleri ayaklandırarak, savaşlar düzenleyerek halkların gerçek özgürlük ve eşitlik taleplerine yanıt verilemez. Verilse bile sonuçta kapitalist sistem içinde erimekten ve onu daha da güçlendirmekten öteye rol oynayamaz. Kaos toplumunu aşarken bilim ve sanat en çok dayanacağımız zihniyet temelleridir Her şey küresel kapitalizmin yeni aşamasında halklar ve bu halkları teşkil eden tüm grupların öz kimliğine ve kültürüne dayalı bilinç ve iradelerini ortaya çıkarıp yerel ve ulus-ötesi çözümleri araştırmak, örgütlemek ve eyleme geçirmekten geçer. Yerel yönetimlerin temel organları olarak demokratik belediyecilik hareketinden köy ve mahalle komünlerine, kooperatiflerden geniş sivil toplum örgütlenmelerine, insan haklarından çocuk ve hayvan haklarına, kadın özgürlüğünden ekolojik örgütlenmeye ve gençliğin öncü örgütlenmesine kadar geniş bir toplumsal ağ halindeki demokratik toplum örgütlenmesini geliştirmek vazgeçilmezdir. Bu tip demokratik toplumun ideolojik, teorik ve yönetsel koordinatörü olarak demokratik siyaset odaklı siyasi partilerin oluşturulması da hayatidir. Demokratik parti ve ittifaklar geliştirilmeden demokratik toplumun oluşturulması beyhudedir. Demokratik toplum ve siyaset odaklarının en üst ifadesi olarak ‘halk kongreleriyle’ taçlanma her halk grubu için kaçınılmaz temel bir görevdir. Devlet alternatifi olmayan, ama ona teslimiyeti de reddeden, gerektiğinde ilkeli bir uzlaşmaya açık ‘halk kongreleri’, günümüzün kaosunu aşarken temel alınması gereken demokratik organların başında gelmektedir. Halk kongreleri esas olarak demokratik toplumun siyasi, özsavunma, yasal, sosyal, ahlaki, ekonomik, bilimsel ve sanatsal ihtiyaçlarına uygun kurum, kural ve denetim görevlerini yerine getirmekle işlevsel kılınabilir. Halkların temel sloganları özgür ulus ve vatan, demokrasinin en kapsamlı uygulanmasından geçen sosyalizm -yani hukuki olmayan, eşitsizlerin eşitliğine dayanan bir eşitlik anlayışı-, dinsel inançlara özgürlük ve devlet olmayan demokratik kongreler olarak sıralanabilir. Küresel kapitalizmin elindeki dev ekonomik, askeri ve bilimsel imkanlar göz önünde bulundurularak demokratik her tür yasal eylemlilik, yasalar eşit uygulanmadığında ve zorbalık rejimi esas alındığında örgütlü ayaklanmalar ve özsavunmaya dayalı gerilla savaşları karşı koyma yöntemleri olarak değerlendirilebilir. Kapitalist toplum ahlakın yadsınması temelinde oluştuğundan, demokratik, kadın özgürlüklü ve ekolojik toplumu inşa ederken, teorik-etik ve pratik-ahlak olarak hareket etmek vazgeçilmez bir ilke ve tutumdur. Kaos toplumunu aşarken bilim ve sanat en çok dayanacağımız zihniyet temelleridir. Üniversitelerden ilkokullara kadar dayatılan resmi eğitim öz ve biçim olarak birey, toplum ve çevreye yabancılaşmış devlet ve hiyerarşi güdümlü insan oluşturmayı esas aldığından, bu tip eğitim ve öğretim tuzaklarını ve aldatmacalarını aşıp, insanı ve toplumu tarihsel gerçekleriyle tanıştıran, anı özgür kılarak geleceğe taşıyan yeni bir bilim ve sanat anlayışı -paradigması- öncelikli olarak ve bir zihniyet devrimi esprisi içinde özümsenip yaşamsal kılınmalıdır. Yeni tip sosyal bilim akademileri, okulları ihtiyaçlar ölçüsünde yaygınlaştırılmalıdır. Kapitalizmin küresel kaos imparatorluğuna karşı bu temelde ‘halkların küresel demokratik uygarlığına’ yönelmek, geçmiş direnme geleneklerine saygı kadar geleceğin her zamankinden daha demokratik özgür ve eşit dünyasına götürebilir. | ||
© 2021 Serxwebûn |