Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Hakikat arayışçılığı bir sorgulama işidir-IIAdar 2020
Duran Kalkan İnsanlık, düşünce gücü ve yetisine sahip olduktan bu yana büyük bir mücadele, çaba ve gelişme içerisinde birçok anlayış, yöntem, yaşamı anlama ve açıklama tarzını ortaya çıkarmıştır. Bunlar bir kategoriye tabi tutularak izah edilmeye çalışılıyor. Bunlar; mitoloji, din, felsefe, sanat, bilim dediğimiz aslında yaşamın anlamına varma, anlamlandırılmada hakikati açıklama yöntemleri oluyorlar. Ama onların içinde de dışında da onlarcası var. Çoğu bunların içerisine girmemiştir de, sadece dört başlık halinde bütün tarih, insanın, toplumun düşüncesi buradan geçmiş diyerek mekanik düşünmememiz de lazım. İnsan zekâsının gelişimi, algılama, düşünme yetisinin gelişimi, duygusal ve analitik zekâ olarak tanımlandı. Duygusal zekâyı Önderlik “Yorumlamayan, anlamı tepkiyle karşılayan, bir anlama-kavrama durumu” olarak değerlendirdi. Duygusal zekânın cevabı tepkiler oluyor, anında karşılık veriyor, duygular bu tepkileri yaratıyor. Dolayısıyla hayvanların iç güdüleri refleksleri çok hatalı olmuyor, belli kurallar dahilinde oluyor, insanın düşüncesi kadar yanılgılarla dolu değildir. Duygusal zekâ da öyledir. İç güdü değil, hayvanlarda da öyle bir zekâ durumu olabilir mi! Bu inceleniyor. Duygu durumu kesinlikle vardır. Duygusal zekâyı, insanın ilk düşünce biçimi, yaşamı, doğayı anlama biçimi olarak almamız lazım. İlk gelişen anlam verdiği düşünce tarzı duygusal zekâ gelişimidir. Tarihsel geçmişi doğru anlayabilmek için bunun hem de uzun süre böyle olduğunu kabul etmemiz lazım. Analitik zekâ oradan doğuyor. Analitik zekâ yorumlamayı ifade ediyor. Bir şeyi anladığında hemen tepkiyle cevap veren değil de onu değerlendiren, ona karşı tedbirli düşünen, plan yapan, program yapan, karşı faaliyet geliştiren bir pratiği ortaya çıkarıyor. Duygusal zekâ öyle değildir. Mesela çocuklar incelendiğinde bu durum çok daha fazla görülür, çocuklardaki zekâ durumu esas olarak duygusal zekâdır. Bir şeyi gördüğü zaman tepkiyle karşılık veriyor, öyle öğreniyor, ateşte öyle oluyor, soğuğa karşı öyle oluyor, anlama durumu o düzeydedir. Fakat analitik düşünce farklıdır, analiz etmeyi ifade ediyor. Zaten analitik zekâ tanımlaması analizden ya da aynı kökten gelen kavramlar oluyorlar. Mevcut düşünce sistemleri ve yöntemleri olarak tartıştığımız zihniyet yapıları analitik zekâyla ifade ediliyor. İçlerinde kuşkusuz duygusal zekâ var, ama analitik zekâyla bağlıdır. Bunun içerisinde mitoloji en eski ve ilk insanın yaşama anlam verme yöntemi ve zihniyetidir. Bu da mitoloji olarak tanımlanmıştır. Esas olan canlıcılıktır yani yaşamı canlı akışkan olarak görüyor, kabul ediyor; esası zaten gözleme dayalıdır. Gözlediğinden çevredeki değişimi, yaşamı, var oluşu ve tekrar doğma, büyüme, ölüm; doğup bunları gözlüyor ve görüyor bunları yaşamın hakikati, esası olarak değerlendiriyor, yaşam bundan ibarettir diyor ve böyle tanımlıyor. Canlıcılık tanımlaması böyledir. Buna göre de gözlüyor, anlamaya çalışıyor, sözlü olarak ifadelendiriyor. Yaşam tecrübesinin birikimi oluştukça o birikim destan, sözlü aktarımlara dönüşüyor. Yazı yoktur, anlatımı ve aktarımı destanlarla, söylencelerle, masallarla, hikayelerle oluyor. On binlerce yıl böyle yaşanıyor. İnsan ve toplum doğası, insanın doğuştan ölüme kadarki durumu incelendiğinde tarihsel bilgiler, bulgular incelendiğinde böyle izah ediliyor. Yaratılış destanları var, hemen hemen bütün dinler de esas olarak buraya dayanmışlardır. Din de kendisini mitolojik destanlara dayandırdı. Tevrat’ta da öyledir, Kuran da onu esas alıyor, diğer dinlerin de büyük ölçüde çıkış noktaları aslında benzerdir, farklı ifadelendirmeler kullanıyorlar ama birbirlerine çok benziyorlar. Demek ki mitolojik yöntemi hem anlamamız hem de önemsememiz gereklidir. Daha sonraki düşünce kalıplarının yaşama yaklaşımından daha da anlamlıdır. Hiç olmazsa yaşamı, varlığı parçalamıyor, felsefede, dinde olduğu gibi o kadar varlığı, olayları, gerçekliği parçalayarak oradan bir hakikat aramıyor, bütün görüyor, her şeyi canlı görüyor, canlıya önem veriyor. Buradan birçok icat birikim gelişiyor, anaerkillik kesinlikle buraya dayanıyor. Ana tanrıça kültürünün esasında yaratıcılık var, üretkenlik var, doğurganlık var. Bu, mitolojik düşüncenin ürünüdür, öyle görmemiz lazım, mitolojiye bağlıdır. Aslında neolitik gelişme, tarım-köy devriminde mitolojik düşünce tarzının zihniyet tarzının, yaşamı anlama, algılama, izah etme, yaşam hakikatine ulaşmak; özgürlük, doğruluk, güzellik canlılığa önem veren bir şeyi esas alan bir yaklaşımın bu ilkelere, ideallere büyük değer biçeceği çok açıktır. Ona daha yakın olacak, uzak olmayacak, böyle görmek kesinlikle gereklidir. Mitolojide parçalanma yoktur bütündür Mitolojide parçalanma olmadığı için boşluk yoktur. Dolayısıyla egemenlik yok, sömürü yoktur, sınıflaşma yoktur, iktidar ve devlet yoktur. Mitolojik düşünce tarzında bunlara yol açma yoktur, bunlara yer yoktur. Bütün bunları bilerek mitolojiyi anlamamız değerlendirmemiz gereklidir. Mitolojiyle birlikte var olan diğer önemli izah ise din oluyor. Mitoloji en eski kabul ediliyor, fakat dinin de mitoloji kadar eski olduğunun gerçekliği vardır. Din; canlılığa önem veren, üretimi temel değer gören, yaşamı bununla anlayıp izah edip böyle yaşamayı öngören yaklaşımlar, anlayışlar çeşitli biçimde zorlanınca ortaya çıkıyor olabilir. Din; insan türünün, topluluğunun, klanının, kabilesinin zorlanmasından ortaya çıkmıştır. Bu zorlanmalar nereden olabilir? Doğadan olabilir. Afetlerle olabilir. Saldırılarla birbirini vurmayla olabilir. Avcılıkla olabilir. Mevsim değişikliğiyle olabilir. Bunları neden belirtme gereği duyuyoruz: Çünkü dinin izahında farklılık var, dinin esası yaşamı yaratıcı kutsallara bağlayarak ifade etmektir. Mitoloji doğallığı içerisinde görüyor, canlılığı içerisinde değerlendiriyor. Din; insan toplulukları yaşamda zorlanınca o zorluğu anlamak, izah etmek, onu aşmak için bir sığınak arıyor. O da kutsal yaratıcıdır. Bütün dinlerin hakikat algılaması ve anlatımı, açıklaması bu temeldedir. Kutsal yaratıcıya bağlamadır. Din, mitoloji kadar eskidir ve sadece tek tanrılı dinler din değildir. Totemcilik var, en yaygın en uzun süre toplum yaşamında, insan yaşamında etkide bulunmuş din totemciliktir. Bir kutsala inanma, felaketi, zoru, yıkımı onun önlenmesini isteme, ondan kurtuluş bekleme, kolaylık bekleme, üretkenlik bekleme; bu oluyor, esas din budur. Diğerleri de aynı anlama geliyor, ama totemciliği iyi değerlendirmemiz lazım. Her klanın totemi var deniliyor, ne kadar doğru bilemiyoruz. Eğer öyle ise o zaman klan döneminden bu yana din var, mitoloji de var, bazı topluluklar mitolojiye inanıyorlar, bazıları ise dinin bakış açısını, zihniyetini, anlayışını geliştiriyorlar. Yaşamı onunla anlamaya, anlatmaya, oradan çıkardıkları sonuçlarla yaşamaya yöneliyorlar. Totem; her hangi bir maddi şeyi, her hangi bir işareti kutsal saymaktır Eskiden totemcilik ile klancılığı eşit sayarlardı. Bu biraz da pozitif sosyolojinin bakış açısı oluyor, doğru olmayabilir, çünkü o bir eşitleme oluyordu. Örneğin klanı anlatmak için en kolay yöntemdi. Klan niye bir araya gelmiş, birkaç gerekçe ile izah ediliyordu. Bir; soy, yakınlık, aile, ana etrafında birlik. İkincisi; maddi yaşamı idame ettirme, olumsuzluğa, baskıya, tehlikeye karşı kendini koruyan yaşam araçları yaratma. Üçüncüsü; totem, ortak inanç, bir toteme bağlanma, mutlaka her klanın bir toteminin olduğu, bir totemin birden çok klanda da olabileceği belirtiliyordu. Totem; her hangi bir maddi şeyi, her hangi bir işareti kutsal saymaktır. Hayrı da şeri de, iyiliği de kötülüğü de, yok oluşu da yaratılışı da ondan bilme durumudur. Kutsal yaratıcılık dediğimiz budur. Dini zihniyetin esasını bu oluşturuyor, yaşamı açıklama yöntemi de böyledir. Her şeyi bir kutsal yaratıcı ortaya çıkartıyor. Bu kutsal yaratıcı totem oluyor. Bu kutsal yaratıcı tek tanrılı dinlere geliyor tanrı oluyor. 99 sıfatlı Allah’a kadar getiriliyor. İslamiyet’in kutsalı, yaşamı anlatma biçimi öyledir. 99 sıfatlı Allah’tır, 99 sıfat yaşamın bütün özelliklerini temsil ediyor. En ağır cezayı veren, gazap sunan, hem en çok mükâfatlandıran, hayır getiren iyilik getiren, yaratan; onların hepsini ifade ediyor. Yaşam öylece izah ediliyor. O da Tevrat’tan itibaren geliyor. Dikkat edilirse tek tanrılı dinler sadece yazılı kitapla kendini ifade etmiş dinler değillerdir. Aslında tek tanrılı dinlerin hepsi bunlar değiller, içlerinden dört tanesi kitapla ifade ediliyor, ama binlerce, yüzlerce peygamberi var, önderi var, uzun bir tarihsel kesiti kapsıyor, biraz da İbrani dini Hz. İbrahim ile başlıyor. Oradan yaratılan İbrani kavminin aslında Musevilik Yahudi milliyetçiliğini kavmiyetçiliğini de içeriyor, din ve kavmiyet Yahudilikte iç içedir, ortaktır. Hristiyanlık öyle değil, evrenseldir, birçok kavmiyeti, milliyeti esas alıyor. Müslümanlık yine öyledir. Ama onlara temel teşkil eden Yahudilik kesinlikle öyle değildir. Yahudilik kavmiyetle eşit, ama tek tanrılı dinleri şekillendiren Tevrat oluyor, İbrahim’den Musa’ya kadar geçen süreç içerisindeki bilgi birikiminin yazıya dönüştürülmesidir. İlk yazıya geçirilenlerin Hz. Musa’nın kardeşi Harun tarafından yazıldığı söyleniyor. Zaten Kuran Hz. Muhammed döneminde de yazılı değildir, sözlü ezberleniyor, sözlü ifade ediliyor, o zamanın durumu böyledir. İnsanlık zorluklarla düşünce biriktirmiş, bunları görmek açısından belirtiyoruz. Şimdi bu kadar kitap var, kolay okuyoruz, ama bu kadar varlık içerisinde geçmişi anlamak çok zordur. Geçmişe biraz dikkatli bakmamız gerekiyor. Bugünkü durumla bakarsak geçmişi kesinlikle doğru anlayamayız. Düşünebiliyor musunuz; Kuran’ı şimdi hafızlar ezberliyorlar, ama o zamanda bir söylediğini unutmuyor, sürekli aynısını tekrarlıyor, öbürlerine ezberletiyor, onlarca insan ezberliyor ve kitap ezberdeki bir bilgi olarak varlık gösteriyor. Herhangi bir yere kaydedilmeden, ama beyne kaydedilerek yaşatılıyor. Dini birçok kademede değerlendirmek gereklidir. Başlangıçta din sınıfla devletle ilişkili değildir, daha çok toplumla ilişkilidir, toplum yaşamıyla bağlantılıdır. Mitolojiyi eleştiriyor. Mitoloji aslında biraz daha fazla doğa gerçeğine açıktır. Bu biraz daha kutsal yaratıcı yaratma, kendi zayıflıklarını bir şeye dayandırarak insanın metafizik olarak, manevi olarak kendini yaşam karşısında güçlendirmesi faaliyetidir. Öyle oluyor ve toplumla ilgilidir. Klanlarla, kabilelerle ilgilidir. Kesinlikle topluma güç veriyor, doğa karşısında zayıf olan insanı-toplumu koruyor, yaşam iradesini, iddiasını ortaya koyuyor, devam ettiriyor, geliştiriyor. Yoksa birçok etken insanlığı yok ediyor. İnsanlık bu kadar örgütlenmiş, üretken hale gelmiş, kendini güvenliğe, korumaya almış değildir. Öyle bir durumda maddi bakımdan zayıftır, üretimi zayıf, korunması zayıf, güvenliği zayıf, üremesi gerekiyor koruyamıyor, bir çocuğu büyütme 16 yıl, 20 yıl sürüyor, 20 yıllık koruma sağlaması gerekiyor ki soyunu devam ettirebilsin. Nerede ettirecek, yerleşiklik yok, soğuk var, insanlardan, hayvanlardan saldırılar var. Çocukları koruma, büyütme çok daha fazla çaba, örgütlülük istiyor. Onun için insan türü toplumsal olarak yaşıyor. Beyin gücü, analitik zekâ biraz da bunun zorlaması sonucunda gelişiyor. Birileri ‘haydi sen analitik düşün’ diyor, birisi de kalkıyor analitik düşünüyor biçiminde değildir. Tarihin yaşamın içinden böyle zorlana zorlana o zorlukları yenme arayışı, mücadelesi içerisinde, çabası içerisinde hep düşe kalka, zorlana zorlana bu düzeyi geliştiriyor. Bunları anlamız lazım, tarihe bakarken düz ezbere bakmayalım. Dinin bir boyutu budur. Diğeri ise iktidarcı ve devletçi sistemin, sömürünün, hiyerarşinin ortaya çıkışında dinin rolü var. Bir dönem mitolojiyle mücadele halinde toplumsallığa hizmet ediyor, ama bir dönemde de aslında belirtiğimiz toplumsal yarılmada, dolayısıyla uygarlığın çatallaşmasında merkezi tekelci uygarlıkla, demokratik uygarlığın ayrışmasındaki süreçte önemli rolü olan zihniyet biçimi dindir. Bu süreç biraz bilincin gelişimi, biraz maddi yaşam üretiminin gelişimi, insan yaşamının eskiye göre çok daha verimli hale gelmiş olmasına bağlıdır. Orada baskı ve sömürü yapma kurnazlığı, hilesi, zor kullanması rol oynuyor. Böyle bir süreçte hakikatin insan ve toplum hakikatinden bu kadar kopan, dolayısıyla karşıt hakikat olarak ifade edebileceğimiz bir yönelimi ortaya çıkartan gelişme içerisinde dinin başat rolü var. Din temsilcisi rol oynuyor, Şaman böyle bir hilenin geliştirilmesinde de topluma kabul ettirilmesinde de temel bir etkendir, çünkü dini temsilcidir, o reddetse toplum da reddeder. Çünkü toplumun inanç bakımından öncüsü odur, demek ki reddetmiyor, tam tersine onu savunuyor, onu geliştiriyor, ittifaklar yapıyor. Silah, askeri güç, örgütlülük, zoru kullanıyor, zorla birleşiyor, tecrübeyi birleştiriyorlar. Böylece sınıflı toplum düzeni, iktidar ve devlet sistemi ortaya çıkıyor. Günümüze kadar gelen 5-6 bin yıllık denen merkezi uygarlık sistemi gelişiyor. Doğal toplum, uygarlık parçalanıyor. Böyle bir durumun ortaya çıkmasında dini temsil eden kişilerin dini doğuş özünden, toplumsallığından kopan, doğruluk yerine yalanı, hileyi, oyunu esas alan; güzellik yerine çirkinliği esas alan, özgürlüğün yerine köleliği öngören yaklaşımları başat rol oynuyor. Bu durum hiyerarşide de böyledir, kadın üzerinde erkek egemenliğinin gelişimiyle iktidar ve devlet sistemine geçişle de böyledir. Bu noktada böyle bir uygarlık yarılmasında sınıflı, devletli, iktidarlı bir yapının ortaya çıkmasında dinin sorumluluğu ve rolü hem de başat bir düzeyde var. O bakımdan dinin önceki gerçeğini de görmeliyiz, bu gerçeğini de görmeliyiz. Özgürlük, eşitlik, paylaşım akımları tarafından dinin en çok eleştirilen, karşı çıkılan, mahkum edilen yanları buralardır. Neresinin eleştirildiğini iyi bilmemiz lazım. Kapitalizm Hristiyanlığın parçalanıp iç savaşlarla zayıf hale getirildiği bir dönemde ortaya çıkıyor Dinin etkisi çok fazla ki, Marksizm ve onun dayandığı toplum bilimi, dine “afyondur” dedi. Uyuşturucu olarak gördü. Baskı ve sömürünün sınıflı toplumun ortaya çıkmasında toplumsal hakikati uyuşturan rolü esas olarak din oynadı. Demek ki, zordan ve silahtan daha etkilidir. Onun için o kadar tepki gösterdiler ve dinin etki düzeyini gördüler. Bu bakımdan baskıyı, sömürüyü, iktidar ve devlet egemenliğini, köleliği, kadın köleliğinden başlamak üzere her türlü kölelik sistemini din kabul etti. Dinle bunları kabul ettirmek daha kolay geldi ve dini bu konuda daha çok kullandılar. Dinin bu süreçteki duruşunda şunu görmek lazım: Başlangıçta egemenlikçi zihniyet ve sistemin, iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkmasının en temel aracı olurken, diğer yandan şunları da biliyoruz: Bunlara bir sınır da koydu, yine de o dönemdeki din yaklaşımında özellikle tek tanrılı dinlerde hakikatini izah etmiş olduklarını da görüyoruz. Tevrat’ta da, Kuran’da da çok fazlasıyla vardır. Baskıyı, sömürüyü, egemenliği, köleliği kabul ediyor, onu esas alıyor; ama tekelciliğe karşıdır, aşırılığına sınır koyuyor, dinin ahlaki boyutu gelişiyor. Örneğin ‘faiz yapabilirsin ama şundan fazlası olmaz, ticaret yapabilirsin şundan fazla kâr koyamazsın, köle kullanabilirsin şundan fazlası olmaz, kadın köleliği olur ama şundan fazlası olmaz’ yani dindeki ahlak bu düzeydedir. Baskıyı, sömürüyü kabul ediyor, onun oluşmasına zemin teşkil ediyor, ama bir sınır da koyuyor, ‘din ahlakı’ denen çerçeve budur, aşırılığa ve tekelcileşmeye sınır koyuyor, her şeyi kâra bağlayan zihniyeti mahkum ediyor, kontrol altında tutuyor. Esas kapitalizm denen şeyi bu ahlakla denetim altında tutuyor. O dönemdeki din ahlakının rolü de odur. Sömürünün önünü açıyor, meşrulaştırıyor, ama kapitalist sömürüyü ise engelliyor mahkum ediyor, ayıplıyor. O tarzda her şeyi kâra bağlayan toplumdan kopmuş bir sömürüyü kesinlikle haram sayıyor; aşırı, belli bir düzeyden fazla mal-mülk sahibi olmayı haram sayıyor, onları paylaştırmayı öngörüyor, bu temelde birçok yöntem buluyor, icat etmiş kullanıyor. Böylece kapitalizmin daha Sümer’den itibaren gelişimini engelliyor. Kontrol altında tutuyor, ama sömürüyü de yaratıyor. Bu sömürü ne zaman ortaya çıktı? Dinin en çok zayıfladığı orta çağda çıkıyor. İslam’ın artık denetleyemediği, Museviliğin sürgün edildiği ve zayıf düşürüldüğü, Hristiyanlığın da parçalanıp iç savaşlarla zayıf hale getirildiği bir dönemde ortaya çıkıyor. Hristiyanlıkta ortaya çıkan bazı mezhepler bu ahlakı zaten temsil edemiyorlardı. Oradan da faydalanarak kapitalist sömürü biçiminin ortaya çıktığını Önderlik çok net ortaya koydu ve çok iyi izah etti. Kapitalist sömürüye dair şimdiye kadar yapılamayan izah öyle oldu. Böylece dinin, azami kâr ve tekelcilik biçimindeki sömürüyü engelleyen, baskıyı, köleliği engelleyen gücü ortadan kaldırılıyor, geriye günümüze kadar gelen tekelleşme ve azami kâr düzeni ortaya çıkıyor. Dinde reform, değişiklikler denenler bunun üzerinde oluyor. Artık yeni bir din ortaya çıkıyor. Dikkat edersek tarihsel gelişme içerisinde din, inanç, kutsal yaratıcıyla yaşamı anlama, ona inanarak yaşamı anlama gerçeği üç temel aşamadan geçiyor. Birincisi, totemcilikle toplumsallığa hizmet eden. İkincisi, iktidar ve devlet sisteminin, sömürü ve baskının ortaya çıkmasına hizmet eden, zemin sunan, köleliği başlatan. Üçüncüsü, kapitalist liberalizmin dinciliği artık her türlü tekelciliğe ve sömürüye karşı çıkan değil, her şeyiyle ona hizmet eden, onu kutsayan hale geliyor. Toplumsallığın yaşamasını, kendini koruması amaçlı kutsallık; toplumu bitirmeye, tüketmeye yönelen saldırıyı koruyan, meşrulaştıran kutsallığa dönüşüyor. Dincilik diye liberalizmin bir kolu olarak Önder Apo’nun tanımladığı budur. Bunların gelişme süreçlerini görmemiz lazım. Dincilik, cinsiyetçilikle birleşiyor kölelik oluyor, zaten sömürüyü teşvik ediyor. Diğerleri ise aslında hep dinin etkinliğine dayanak zihniyetimiz üzerinde etkili olmaya çalışıyorlar. Dine dayanmadan hiç birisi kendi başına zaten çok fazla etkili olamıyor. Daha etkili olan dindir, o bakımdan da daha doğru derinlikli anlamamız, Önderlik yaklaşımını doğru özümsememiz ve sürekli bir anlam gücü kazanma, zihniyet mücadelesini birinci planda dincilik zihniyetin üzerimizdeki etkilerine karşı mücadele biçiminde sürdürmemiz lazımdır. Liberalizmin içini en çok boşalttığı kavram ‘demokrasi’ kavramıdır Bazı kavramlar üzerinde durarak daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Pozitif ve pozitivizmin ilişkisi anlaşılmaya çalışıldı. ‘Rejim’ dolayısıyla ‘Hakikat Rejimi’ ne anlama geliyor? Kuramlaşmasını Önderlik “Demokratik Modernite” olarak tanımladı. Paradigmasal yapılanışı bütün düşünce sistemlerini kendinde birleştiren pozitif bilimciliğin sistemleşmesini de zaten kapitalist modernite olarak ifadelendirmişti. Demokrasi kavramı üzerinde duruyoruz. Çünkü, Önderlik paradigmayı “Demokratik Modernite” olarak tanımladı. Daha önce de ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı demokratik toplum olarak tanımlamıştı. O nedenle demokrasi kavramı önemlidir. Bir de farklı anlamlar yüklenen, çok çarpıtılan, saptırılan, herkesin neredeyse her şeyini onunla izah ettiği ve kendisini o temelde aklamaya, kurtarmaya çalıştığı bir kavram durumundadır da. Bütün düşünce sistemleri, zihniyetler, ideolojik-politik çizgiler açısından da böyledir. Herkes de kendisine göre anlam yüklüyor, aslında liberalizmin en çok içini boşalttığı, özünü boşalttığı kavramlardan birisi oluyor, öyle ki her türlü despotizm kendisini demokrasi olarak ifade ediyor. Her türlü yalan, hile, dolan, sömürü kendisini demokrasi olarak yansıtıyor. Her türlü başıboşluk, örgütsüzlük, disiplinsizlik kendini demokrasi olarak tanımlıyor. Neredeyse her kavramın önüne bir demokrasi kavramı konabiliyor, haddinden fazla esnek bir kavram durumundadır, bu durum devam da ediyor. Dikkat edilirse bizde bu kavramı kullanmak durumunda kalıyoruz. Önderlik “Yine de en iyi yapmak istediklerimizi ifade eden kavramdır, kullanmak durumundayız” dedi, ama sınırlar koydu, tanımlar getirdi, demokrasiye yüklenen anlamları eleştirdi, demokrasiyi oradan kurtardı. Örneğin devletin elinden kurtardı, en önemli bir şey oydu, devletle bağını yeniden tanımladı. O çok önemlidir. Çünkü ‘bir devlet biçimi’ deniliyordu, hala öyle diyenler çoktur. En despotik devlet yönetimlerine bile demokrasi diyebiliyorlar, öyle gösteriyorlar. Devlet ve iktidar her şeyi toplumdan çalıyor, toplumu öyle tüketiyor, en çok toplumdan çaldığı bir kavram demokrasi oluyor, çünkü demokrasi toplumla o düzeyde bağlıdır. Halkın yönetimi, halkın kendi kendini yönetimi, hem toplumun halk denilen bölümüyle bağlantılıdır hem de yönetimle bağlantılıdır. Önderlik kavramlarda da demokrasi için “Devlet tanımayan özyönetim” karşılıklarını kullandı. Dolayısıyla biz demokrasinin bu özelliğine bakacağız. Toplumun kendi yönetimi, bu yönetim durumunu sadece seçime indirgeyen anlayışlar var, öyle de içi boşaltılmaya çalışılıyor, seçim oldu mu, “Demokrasi gerçekleşmiş” diyorlar. Biçim olarak doğru, fakat nasıl bir seçim, seçimi yapanlar kimdir, hangi koşullarda oluyor? Ne kadar eşit, adil, özgür ortamda bir seçme ve seçilme oluyor? Öyle olmuyor. Dolayısıyla ne diyoruz “Demokratik seçim olmadı” diyoruz, demokrasinin o zaman özgürlükle, eşitlikle, adaletle bir ilişkisi var, günümüz dünyasında tarihsel toplumun oluşturduğu zihniyette en pozitif kavram demokrasi kavramıdır diyebiliriz. Şimdi hiçbir zihniyet demokrasiyi kötüleyemiyor, herkes kendi kötülüğünü demokrasinin içine gizlemeye çalışıyor, onunla kendisini gizliyor, maskeliyor, affettiriyor, demokrasi bu kadar pozitif bir kavramdır. Bu bir gerçektir. Önderlik kapitalist modernite sistemini aşmanın onun şahsında iktidar ve devlet düzenini aşmanın ilk adımı olarak demokrasi çağını tanımladı. “Demokrasiyle aşarız” dedi. “Buradan özgürlüklere farklılıklara dayalı eşitliğe, adalete dayalı yaşamlara ulaşırız, hakikatlere ulaşırız” dedi. “Sosyalizme, demokratik komünal topluma gidişin yolu bu biçimde açılır” dedi. Demokrasiyi, onların yolunun açılması olarak tanımladı. Bunlar önemli tanımlar oluyorlar. Demokrasinin yönetimle bağını, toplumla bağını, kendi kendini yönetmeyle, iradeyle dolayısıyla özgürlükle, eşitlikle, politikayla, ahlakla yakınlığını, bağlarını hep yakın tutmalıyız, bunlar esası değil ama onlarla ilişkili bir kavramdır. Bu kadar pozitif yapısı oradan ileri geliyor, demokrasi kavramını öyle de kullanıyoruz. ‘Demokratik yönetim’ dendiğinde bile demokrasinin kendisi aslında yönetimdir. ‘Demokratik yönetim’ diyoruz, bu daha fazla yönetimin adil, özgür, eşit yapısını güçlendiriyor. Kendi kendini yönetme anlamına geliyor. Önderlik savunmalarda, “Demokratik otorite” diyor. Bunları andıracak şekilde Önderlik kullanıyor, böyle tanımladıktan sonra birçok şeyi açıklamak için kullanıyor, çok rahat kullanıyor, demokrasi diye yazıyor, ama her yerdeki demokrasi aynı anlama gelmiyor. O yazdığı yerde anlamlarından birisini ifade ediyor, öne çıkarıyor. Demokratik otoritenin yanına hemen “Yararlı otorite” dedi. Mesela ana tanrıça otoritesini “Yararlı otorite” diye tanımladı. Yararlı otorite toplumun özgür, doğru, güzel yaşamına hizmet edecek şekilde olursa olur. Demokrasi mücadelesi içerisinde de örneğin böyle yarar getirecek otorite olabilir, otoriteyi düzenlilik, disiplinlilik olarak ifade etti, bir organizasyon, örgütlü olma, koordineli olmadır. Demokratik özne de bu anlamda söylenebilir. Demokratik özne ne anlama geliyor, bir yanıyla halkın kendini bilinçli yönetmesi diyebiliriz. Esas olarak biz özne-nesne ve ruh-beden ikilimini reddederek insanı temel alıp inceleyeceğiz, bu temelde insanda evreni çözeceğiz. Özne-nesne ayrımı köleliğin kaynağı oluyor Önderlik, “Özne-nesne ayrımını reddederek aşacağız” dedi. Çünkü o ayrım her türlü parçalanmanın, toplumsal hakikat yitiminin dolayısıyla baskının, sömürünün, hilenin, kötülüğün, köleliğin kaynağı oluyor. O zihniyeti ve siyaseti üretiyor. O zihniyet ve siyasete hak veriyor. Doğru, iyi, güzel, özgür budur diyor. Onunla o ayrımı esas alarak onu aşmak mümkün değildir. O ayrımı reddedeceğiz. Onu reddederek insanı temel alıp incelediğimizde toplumsal hakikate daha çok ulaşırız, yaşamı daha doğru, güzel, özgür, anlamlandırabiliriz, ifade edebiliriz dedi. Kuantumu incelerken gözleyen-gözlenen tanımlamaları var, o da özne-nesne oluyor. Gözleyen, özne; gözlemlenen ise nesnedir. Onları tanımlarken de gözleyen ile gözlemlenenin özdeşliği dedi, ama aynılaşması, benzeşmesi değil, özneyi nesne yapmak ya da nesneyi özne yapmak birbirine dönüştürmek, benzeştirmek değil, özdeşleştirmek. Özdeşleştirmek ne anlama geliyor, yakınlaştırmak yani yok etmek, var olmaktan çıkartmak. O ayrımı gözleyen, gözlemlenen ayrımının giderek silindiği, ortadan kalktığı bir şeyi yaratmaktır. “Benim yöntemimin önemli bir özelliği budur” diyor, yani aynılaştırma değil, benzeştirme değil, özneleşelim diyor. ‘Nesne ortadan kalksın derken’ biz özneleşelim başkası nesneleşsin biçiminde değil, biz nesneyiz özneye dönüşelim, filan özneyi nesneye dönüştürelim biçiminde de değildir, onu reddediyor. O zaman burada esas olan nesneyi, nesne olmaktan çıkarmak, kurtarmaktır. Özne bir yönüyle daha katıdır. Aslında dönüşmede, değişmede nesne daha açıktır, özne daha kapalıdır. İktidarcı-devletçi sistemleri değiştirmek, dönüştürmek zordur. Ama ezilenleri, toplumları eğitmek, bilinçlendirmek, irade haline getirmek daha kolaydır, ona daha açıktırlar, ihtiyaçları onadır. Diğeri egemenliği ifade ediyor, egemenliği ifade ettiği için elindeki egemenliği bırakmak istemiyor. O bakımdan daha katıdır. Onu da öyle görmemiz lazım. Özne-nesne için demokrasi ile bağlı olarak böyle ele alabiliriz. Birbirine yakınlaştırma, nesneyi özne yapmak değil de, özne-nesne ayrımını ortadan kaldırmak, nesneyi nesne olmaktan çıkarmak, kurtarma mücadelesi en doğru yaklaşımdır. Önderlik, binlerce yıllık tarihsel toplum bilincin ortaya çıkarttığı sonuçları yeniden sentezliyor Önderlik savunmalarını okuyup incelerken, tartışırken yaklaşım ne olmalıdır? Sorunun burada var olduğu gözüküyor. Önderlik savunmaları çok üst düzeyde bir yoğunlaşmanın ortaya çıkardığı bir soyutlama ve eleştiridir. On binlerce yıllık tarihsel toplum bilincinin ortaya çıkarttığı sonuçları yeniden değerlendirmeye dayanıyor, sentezliyor. Dolayısıyla doğal toplumun düşüncelerinden, ilk çağın felsefesinden, dininden, bunları yaşamı açıklama yanlarından söz ediyor. Bu soyutlama ve eleştirilerin her cümlesi hükümlerle dolu, ama her cümle çok yoğun bir bilgi birikimine dayanıyor, o bilgi birikimleri yazılmıyor, onları yazmış olsaydı dünya kadar kitap olurdu. Bazılarını bir cümle ile ifade ediyor, bazılarını bir kelime ile ifade ediyor. Bazılarını bir paragrafla ifade ediyor. Bilmem kaç bin sayfa kendi görüşlerini açıklamış filozofa 4-5 satırlık bir paragrafla tanım getiriyor. O kişi belki de 5 bin sayfa kitap yazmıştır. Önderlik savunmaları böyle bir bilgi birikiminin soyutlamasıdır. O bakımdan şunu söylemek istedim: Anlamak için o bilgi birikimini edinmeye çalışmamız gerekiyor. Onu araştırmamız, öğrenmemiz gereklidir. Bilgiye açık olmamız lazım, bilgi edinmemiz gereklidir. Şöyle söylemiyorum: Hepsini olduğu gibi edinelim değil, ama en azından Önderlik eleştiri yapmış, ‘şu doğru, şu yanlış’ demiş o doğru ve yanlışlık nereden ve neden olmuş, o nedenine cevap verecek bir bilgimizin olması gerekiyor, bilmezsek savunmaları ya hiç öğrenemeyiz ya da ezberlemeye çalışırız, anlayamayız. Anlamak için de bilgi edinmek gerekiyor. Örneğin Marksizm’i eleştiriyor, reel sosyalizmi eleştiriyor, yıllarca kendi yaşamı içerisinde de otuz yıl uğraştığı, mücadele ettiği sonuçlarını değerlendiriyor, hüküm veriyor, ‘şurası yanlıştı, şurası doğruydu’ diyor. ‘Marx şurada yanlış yaptı, şu konuda Bakunin doğruydu’ diyor, ‘şurasında öbürü haklıydı ya da yanıldılar doğru olan şuydu’ hepsi hükümdür, sonuçtur. Ama yeni şeyleri ifade ediyor. O bilgileri, mücadeleleri bilmezsek Bakunin ile Marx hangi tartışmaları yapmış, kim kime ne demiş, bilmezsek Önderliğin o eleştirisini anlayamayız, zaten anlayamıyoruz da. Açık söyleyebiliriz. O bakımdan okurken, incelerken o hükümlerin içerdiği bilgileri edinmeye çalışmak, o temelde araştırmak, tartışmak gereklidir. Doğru anlayabilmek için kesinlikle gereklidir. “Yeterli bir zihniyet devrimi, değişim-dönüşümü gerçekleştiremiyoruz” diyoruz, bunların hepsi buradan kaynaklanıyor. Önderliğin belirtiği yanlışlar, doğrular neye dayanıyor, ne anlama geliyor, nedenini ve yaşamdaki karşılığını, anlamını kesinlikle bilmemiz lazım, o olmazsa hepsi tartışma olarak kalıyor. Hakikat arayışı eskiye dönmek değil, mevcut gelişmeleri yaşanır hale getirme çabasıdır Tarih ile günümüz açısından da Önderlik “Nostalji yapmıyorum, kimseye yeni bir cennet vadetmiyorum” dedi. O bakımdan tarihsel toplumu değerlendirirken, başlangıcı çok iyiydi, her şey güzeldi biz oraya döneceğiz biçiminde değildir. O zaman inceleyelim, o başlangıçta neler vardı, insanlar neler yaşadı? Orası güzel, yeterli olsaydı oradan buraya gelmezdik, hep orada kalırdık. Öyle olmadı, buraya kadar gelindiğine göre durum tam öyle değildir. ‘Geçmiş tümden çok iyiydi, insanlık bir yanlış yola girdi yanlışlarla buraya kadar geldi’ denilirse, o zaman insan olmak yanlış oldu demeye gelecek. Böyle bakmamak lazım. Anlamaya çalışmak, değerlendirmek, iyi-kötü, doğru-yanlış, özgür-köle ayrımını yapabilmek lazım. Bizim hakikat ölçülerimiz bunlardır. Bunların gereklerine göre geçmişi de bugünü de değerlendirmek gereklidir. Yaşamı anlamaya, anlamlandırmaya, yaşam hakikatine hangisi hangi dönemde daha çok yakındı, ifade ediyordu; ona ters olanlar neler, ondan uzaklaşmalar neler oldu. Böyle bakıp hepsine eleştirel yaklaşmamız, daha doğrusu değerlendirmeci yaklaşmamız gereklidir. Önderlik “Yöntemim, yorum sanatıdır” dedi, demek ki hepsini yorumlamamız gerekiyor. Yorumlayacak temelde bakmalıyız. Diğer türlü olursa doğru olmaz. Toplumsal yaşamda bir karşılığı da olmaz. İnsan evriminin başlangıcından çeşitli dönemleri var, o dönemde yaşadıkları var, onların özgür, doğru gerçeğine yakın olanlar nelerdi, ters düşenler nelerdi. Bugün gelinen noktada ne gelişti, ne olumsuz oldu. Böyle bakıyoruz. Ortaya çıkan gelişmeler de var. Hakikat arayışı eskiye dönmek değil, mevcut gelişmeleri yaşamın anlamına uygun kılmak, yaşanır hale getirme çabasıdır. Öyle görmemiz lazım. İnsan yaşamı için tehlikeler nelerdir, kıyametin alametlerinin görülmesinden de söz ediyoruz. Bugün de çok pozitif bilimciliğin ifade ettiği gibi çok güzel yere gelmiş her şey gelişmiş mükemmelleşmiş değil, tam tersine büyük tehditler ve tehlikeler oluşmuştur. Hem büyük haksızlıklar var, hem de yıkım var, tüketme var, tümden yıkma tehlikesi var. Doğa için de toplum için de böyledir. Bugün düşüncenin ve onun yol açtığı siyasal, toplumsal sistemlerin, iktidar ve devlet sistemlerinin ortaya çıkarttığı böyle bir sonuç var. Onları değerlendirmemiz gerekiyor. Birbirinden koparmamalıyız. İktidar ve devlet sistemi toplumun içinden çıktı, toplumun üzerinde yer alıyor, ayrı bir toplumsal sistemdir. Bu kadar kötüdür, ama toplumla bir bütün, toplum gerçeğinin bir parçası olarak Önderlik görüyor, bir bütün olarak ele alıyor. Uygarlık çözümlemesini de öyle ele alıyor, birbirinden koparmıyor, zaten o koparmayı tehlikeli buluyor. “O koparma bu kadar kötülüklerin kaynağıdır” dedi. Onları aşmak için birbirinden kesinlikle o düzeyde koparmıyor. Ama aynı görmüyor, paradigmasal olarak değerlendiriyor. Reddettikleri, eleştirdikleri var; aşılmasını, yok olması gerektiğini söyledikleri var; geliştirilmesini istedikleri var, onları da açığa çıkartıyor. Mevcut düşünce sistemlerini bilmeden eleştirmek doğru değildir. İkincisi, bu belirtiklerimle bağlantılı olarak mitoloji, din, felsefe, bilimin yanlışları var, açığa çıkartıp aşmamız gereklidir; ama zihniyet hafızası da bunlardır, bunlardan başka da bir düşünce ortada yoktur. ‘Bunlar ayrı şeyler, bir de bunların dışında doğrular var’ deniliyorsa, bilmeliyiz ki öyle bir şey yoktur. Bunların hepsini bir yana itelim, insan zihniyeti, düşüncesi diye ortada bir şey var mı, toplum düşüncesi diye bir şey var mıdır, yoktur. Toplum düşüncesi, toplumun zihniyeti bunlardan oluşuyor. Bu kategorilerle ortaya çıkartılan zihniyet yaklaşımı somutlaşmıştır. Farklılıklar var, her birinin kendi içinde yüzlerce ayrımı var, birçok şey yakınlaşmış, ama yöntem ortaklığıyla birbirine yakın olanlar alınmış ve insanlık şimdiye kadar bu düşünceleri oluşturmuş, elimizde bilgi olarak, bilinç olarak, zihniyet olarak bunlar var, başka bir şey yoktur. Şimdi bunları değerlendiriyoruz. Önderlik bunları değerlendiriyor, bunlardan yeni bir düşünce ortaya çıkartıyor, çünkü başkası yoktur, hepsi bunlardır, bunlardan çıkartıyor. Toplumsal hakikat temelinde hepsini analiz ediyor, yanlış gördükleri, kötü ve çirkin gördükleri, egemenlikçi, köleci gördüklerini atıyor; olumlu ve doğru gördüklerini, topluma hizmet eder gördüklerini alıyor yeniden sentezliyor, geliştiriyor yeni bir insanlık hafızası, bilinç hafızası oluşturmaya çalışıyor. Savunmalar bu konuda yeni bir sistemli düşünceyi ifade ediyor. Önderlik bu konuda şunu da söyledi: “Ben bunları eleştirirken tümden reddetmiyorum, ama var olanı da olduğu gibi kabul etmiyorum” dedi. O eleştirilere dayalı olarak yeni bir sentez ortaya çıkartıyor ve bu konuda sentezi de “Hakikat Rejimi” olarak tanımladı, onu da teorik kuram olarak “Demokratik Modernite kuramı” olarak tanımladı, paradigmasal olarak ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı demokratik toplum gerçeğini esas aldığını ifade etti. Böyle bakmamız lazım. Böyle yaparken Önderlik yaklaşımında şu var: Kesinlikle peşinen ret yoktur, olduğu gibi var olanları kabul etme de yoktur, eleştirel bakış vardır. Yönteminin esası yorum sanatı oluyor, o da eleştirmedir. Var olanı değerlendirip eleştirip yani ona bir biçim verme, yeniden yorumlama; yanlış ve kötü gördüklerini atıp iyi gördüklerini ekleyerek geliştirerek yeniden ifadelendirmedir. Önderlik yönteminin, yorum sanatının esası budur. Anlamcılık denen yöntemin esası budur. Bunu böyle bilmemiz lazım. Tarihsel toplumu bu temelde değerlendirmeye hakikat rejimi diyoruz. Önderlik o özelliğiyle baştan beri birçok şeyden ayrıldı, ama reel sosyalizmin etkisi altında yine de reddettikleri ve kabul ettikleri vardı. Giderek yaşam gerçekleri ortaya çıktıkça, devrimci mücadele bilincini arttırdıkça, onu da eleştirme gücünü göstererek daha net hale geldi. Hiç birisini peşinen reddetmiyor, baştan bunlar kötü, ötekini alıyorum değil, hepsini insanlığın bir kazanımı, bir yaratımı, bir değeri olarak görüyor, ama kendi hakikat rejimine göre, toplumsal hakikatine göre, yaşam tanımlanmasına göre; doğru-yanlış, iyi-kötü ayrımını yaparak ayrıştırıyor. Bir tarafını öyle atıyor, ama iyi olanı da alıyor ve bir sentez yapıyor. Önderlikte öyle hiçbirisini hemen reddetme yoktur. Bu yöntemlerden, zihniyet yapılarından, hakikat açıklamalarından yorumlayarak kendi hakikat rejimini oluşturuyor, onları reddederek oluşturmuyor. Onlardan aldığı çok şey var. Hiç birisinden tümden attığı yoktur, kimse öyle bakmamalıdır. Bunları bilmeden, anlamadan, ondan sonra Önderlik neyi atmış, neyi almış o ayrımı da Önderlik eleştirilerinde görmeden biz hakikat rejimini anlayamayız, öğrenemeyiz. Hele hele bunları tümden reddederek yaklaşırsak o zaman hiç anlayamayız. Önderlik oradan kendi zihniyetini yapılandırıyor, köklerinden kopardık mı daha nasıl anlayacağız, bu mümkün değildir. O bakımdan da bunları bilmek lazım, incelemek gereklidir. Hakikat rejimini doğru ve yeterli anlayabilmemiz için onu yapmamız lazım. Başka türlü değil. O temelde de Önderlik eleştirilerini anlayabilecek bir bilgi birikimine ve eleştiri gücüne yorumlama gücüne ulaşmamız lazım. Zihniyet devrimi yapmak, Önderlik zihniyetine ulaşmak bu demektir. Yoksa alıp bazı cümleleri, kelimeleri ezberleyip tekrarlamak değil, kesinlikle o ezber ve tekrardan hiçbir şey çıkmaz. Onunla hiçbir yere ulaşamayız, o ezber bize yaşamda hiçbir şey kazandırmaz. Bir yük olmaktan ve kendimizi kandırmaktan öte bir sonuç vermez, bize hizmet edecek tek şey anlama gücümüzdür. Onun için de bunları böyle anlayabilen, eleştiri yapabilen, yorumlayabilen, Önderlik yorumlarını anlayan, yorum yapabilen, bizim de yorum sanatına ulaşabilme düzeyine gelmeyi hedeflememiz lazım. kendimizi o temelde yoğunlaştırmalıyız. Canlıcılık ve animizim mitolojinin önemli özellikleridir Din için ilahi yaratıcılık ya da kutsal yaratıcıyla yaşamın ifadelendirilmesi, anlatılması, açıklanması olarak belirttik. Mitoloji ise tartışılıyor, daha az bilgi eldedir, fakat yaşamda daha çok fazladır, onu anlayabilmek önemlidir. Canlıcılık ve animizim mitolojinin önemli özellikleridir. Bu da her şeyi açıklamaya yeterli değildir, fakat doğa ve toplum gerçeğine daha yakındır. Önderlik “Evreni de canlı olarak görmeliyiz” dedi. İnsanı değerlendirdi. O boyutuyla daha yakındır. Fakat mitoloji yaşamı, her şeyi çok iyi açıklamıştı diyemeyiz. Öyle olsaydı mitolojide zihniyet farklılaşması olmazdı, niye olsun ki? Demek ki öyle değildi, yetmedi, yetersizdi. Onun için sadece animizm olarak da böyle dar bir canlıcılık ile yüzeysel bakış açısı da olmamalıdır. Bir de mitoloji sadece o değildir, bir ruhlar gerçeği var, dünyanın ruhlarla dolu olduğunu, mitolojinin yaşamı canlı ruhlarla izah etme durumu var. Bu çerçevede hala günümüzde mitolojik yaşama var. Rüya bile mitoloji ile ilgilidir, hayal görmeler mitolojiktir. Din ile çatışıyor ama birbirini besliyor da, öyle o çatışmalar birbirini beslemeyen çatışmalar olarak görülmemelidir. Mitolojiye bakalım ruhu canlı olarak görüyor, görünmüyor ama görünen yaşam aslında o ruhun pratikteki şekillenmesidir, dolayısıyla yaşamdaki mücadeleyi ruhların mücadelesi olarak ifade ediyor. Tanrılar, tanrıçalar arasındaki kavgalar, insanlar arasındaki kavgalar, o izahların hepsi bunu ifade ediyor. Olumluluk-olumsuzluk açısından insan değerlendirebilir, ama hakikat budur diyemeyiz, yaşam hakikatini izah etmede o çok fazla açıklayıcı aydınlatıcı değildir. Bilim onu tümden reddetti, pozitif bilim de doğru değildir. Öbür uçta her şeyin ruhlarla izahı da, yaşamı ruhların yarattığı, bizi ruhların yönlendirdiği, yaşam gerçeğinin canlı ruhlar gerçeği olduğu da doğru değildir. Her şeyi anlatmaya, izah etmeye, yaşamı doğru anlamamıza, çözmemize yeterince hizmet etmiyor. Böyle bakabilmek lazım. olumlu yanları, özgürlüğe yakın yanları neler; ama öyle olmayan, hayali, yanlış, geriletici yanları neler onlara bakmak gereklidir. Dini böyle sadece tek tanrılı dinler olarak görmemek gerekir. Sadece Tevrat ile başlayan süreç olarak da görmemek lazım. Din, inanç, kutsala inanma ilk insandan başlayan süreçtir, onun çeşitli aşamaları var, dinin topluma hizmet ettiği dönem de vardı. Sınıflaşmaya, sınıf sömürüsüne izin verdi, köleliğe, hiyerarşi ve devlete izin verdi, onun çok güçlü bir ucu oldu. Öyle bir savrulmanın, sapmanın ucu oldu. Ama orada bugünkü pozitif bilimciliğin ortaya çıkardığı sonucun ortaya çıkmaması için de gerçekten bir ahlaki örgü oluşturdu, her şeye bir sınır koydu. Dinin çok önemli bir ahlaki özelliği var, bu da önemlidir, kuşkusuz yeterli değil, eleştirilecek çok yanı var ama bir de toplum üzerindeki anlamı, rolü var. Metafiziğin oluşmasında o ahlakın çok büyük bir rolü var. Bazı felsefeciler de daha fazla da güçlendirdiler. Önderlik “Metafizik ahlakın kurucuları” diyor. Peygamberleri bir yanıyla değerlendirdi, ama bir yandan da Zerdüşt, Konfüçyüs, Sokrates gibi kişiliklerin de ahlak felsefelerinin ilkelerini değerlendirdi. Zerdüşt’te her şey iyi-kötü ikilemindedir. İyi-kötü onun bütün bakış açısını belirliyor. Ona göre bir ahlaki sistem oluşturuyor. Konfüçyüs Çinliler tarafından çok övülüyor. Sokrates’in felsefe yaklaşımlarını biliyoruz. Baskı ve sömürü sistemiyle, iktidar ve devlet sistemiyle iktidar güçleriyle çelişen-çatışan yanlarını biliyoruz. Felsefe için tanımlamalar oldu. Felsefe, bir bütün değildir. Sorgulayıcılık var, biraz eleştiri yorum da var. Felsefede de yorumculuk var, Önderlik onu esas alıyor, fakat felsefede sorgulayıcılık daha öndedir, anlamlandırıyor, anlam verme var. Yaşam gerçeğini açıklamada iki uçtur. İdealizm ve materyalizmdir. İkisi de felsefi akımlardır. İdealizm; dinden kopuyor. Dini idealizm, yaşamı tanrıyla, görünmeyen ruhla ifade ediyor. İdealist felsefe öyle değildir, düşüncenin gücüyle ifade ediyor. “Düşünüyorum öyleyse varım” demesi onun içindir. O kadar uç noktaya götürüldü ki kutsallık atfedilecek kadar bir duruma gitti. Sonra da ulus devleti tanrının yerdeki temsilcisi olarak tanımladı. Böyle bir yaşam tanımlaması var. Materyalizm bunun tam karşıtıdır. Bütün o düşünce ruh açıklamasını reddediyor ve her şey maddidir, diyor. Maddeyi ele alıyor. Maddenin hareketiyle açıklıyor. Evren maddidir, gelişme maddenin mücadelesiyledir, dolayısıyla evren tanınabilir diyor, pozitif bilimler öyledir. Materyalizmi daha çok etkili kılan diyalektik yöntemdir. “Diyalektik materyalist felsefe” olarak tanımlanıyor. Diyalektik yöntem önemlidir. Maddeye ilişkin yanları yanlış değildir, fakat her şeyi maddeyle izah etmesi, evreni de madde ile izah etmesi, maddi olmayanı görmemesi topluma ve evrene sadece maddi gözle bakması yanlıştır. O da tek yanlılık ortaya çıkardı. Metafiziği dolayısıyla toplumu ve bireyi kavramayı, anlamayı ortadan kaldırdı, oraya tam tersine fizik gibi, kimya gibi diğer bilimsel disiplinleri dayattı, ağırlıklı olarak özellikle de aydınlanma döneminin filozofları, felsefesi oraya dayandı. Diyalektik yöntemin temel ilkeleri var. Her şey birbirine bağlı, bir bütünlüğü esas alıyor. Diyalektikte parçalanma yoktur. Değişim içtedir, her şey çelişki halindedir. Çelişki de, karşıt iki ucun birliği ve mücadelesi vardır. Bunlar diyalektiğin temel ilkeleriydi. Birlik esas olandır. Fakat bunu giderek topluma uyarlayarak özellikle de topluma dönüştürüldüğünde zıtlar, çelişki, karşıtlar yok edici, yıkıcı olarak değerlendirildi. Çelişki teorisi önemliydi, gelişmeyi ifade etme noktasında hala da öyledir. Mücadele ve değişimin kaynağı gerçekten de önemlidir. Fakat şöyle tanımlanıyordu: Yıkıcı karşıtlık tanımlaması vardı, antagonist tanımlaması, çelişen tarafın zıtların birbirini yok etmesi ve birinin kalması olarak, birinin diğerini tüketmesi olarak tanımladı. Önderliğin en temel itirazı burayadır. Orada bir ucu tez bir ucu anti-tez mücadelede birinin diğerini yok etmesiyle ortaya çıkan sonucu sentez olarak değerlendiriyor. Önderlik bu yöntemi de reddetmiyor, fakat mücadele yok edici değil, besleyici birbirini içericidir diyor. Dolayısıyla birinin diğerini yok edici değil, ikisinin birbirini besleyen mücadelesinden yeni sonucun ortaya çıkması ve bu sonucun bir değil fazla olması değişimin çoğalma, farklılaşma biçiminde olduğunu, çelişkiden sonucun böyle ortaya çıktığını Önderlik ifade ediyor. Diyalektik materyalizme bu tüketici, birbirini tahrip edici, yıkıcı çelişki anlayışının sonucunu dogmatizm olarak tanımladı. Bunu topluma götürünce proletarya-burjuva arasındaki çelişki öyledir, o halde burjuvazi proletaryayı tüketiyor; proletarya da burjuvaziyi tüketmeli, proletarya diktatörlüğüne, burjuvaziyi böyle zorla ortadan kaldırma düşüncesine ve pratiğine buradan gittiler, bu felsefenin sonucunda reel sosyalizm pratiği ortaya çıktı. Sonuçta gördük ki doğru değildir, yaşam onu doğrulamadı. Toplumdan değerlendirdi, daha sonra Önderlik yaşamın doğruladığı biçiminde değiştirdi, düzeltti, yanlışlarını attı. Felsefe açısından bunları ek olarak belirtebilirim. Bilim yöntemi için ise şunlar belirtilebilir: Aydınlanma dönemi, reform, Rönesans, aydınlanma çağı önemlidir. Sanayi devrimiyle de birlikte gelişiyor. Önderlik insanlığın ikinci büyük devrimi olarak tanımladı. Tarım-köy devriminden sonra en temel toplumsal devrim olarak bu süreci gördük, birçok bakımdan bunlara işaret etti. Fakat bilimsel teknik devrim deniliyor. Bilimde ve teknikte müthiş bir ilerleme oldu. Öyle ki fizik, kimya, biyoloji gibi maddi bilimlerde ortaya çıkan sonuçları olduğu gibi topluma da uyarlama oldu. ‘Toplum da bir maddi güçtür o halde öyle izah edilmeli’ denildi. Özne-nesne ayrımı, olguculuk, deneycilik, ampirizm; aslında o tehlikeyi Lenin görüyor, toplumsal mücadeleyle uğraştığı için “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” kitabı var. Maddi bilimlerdeki deneyciliği, bunların ulaştıkları sonuçları olduğu gibi topluma aktarma durumuna karşı çıkıyordu. Toplumsal hareketin tümden öyle ele alınamayacağını, insanın biraz farklı olduğunu belirtiyor. Beyni inceliyor, “Beyin düşünce organıdır” diyor, bütün düşünceleri inceliyor, dolayısıyla insan ve toplum sanki biraz farklı der gibiydi, ama bu yetmedi, çok yüzeysel eleştiri ve değerlendirmeydi. Zaten Lenin’in kendisi pratiğe de koyamadı, birçok saldırılar karşısında önceki düşüncelerini değiştirmek de gerekti, önceki de toplumsal hakikati açıklamada yeterli değildi, hataları yanlışları çoktu, dolayısıyla çöküşe giden bir reel sosyalizm sistemi öyle gelişti. Reel sosyalizm de pozitif bilimciliğin çok önemli bir yanı oluyor. Ama kapitalist modernite olarak tanımladığımız, anlamaya çalıştığımız, endüstriyalizm, ulus devletçilik, kapitalist sömürü buradan kaynaklanıyor. Toplumları, tarihsel toplum varlığını sadece ekonomi ile izah eden, alt yapı = ekonomi, toplum = alt yapı, o da = ekonomi, ekonomi de = üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir, çatışmadır, bütün gelişmenin temelinde bu var. Kapitalizme gelince de üretim güçleri araçlarla, işçiler, üretim ilişkilerine sahip olan burjuvalar; dolayısıyla aracı kullanan zaten üretim yapıldığı zaman sömürülüyor, temel sömürü olarak bunu gördü. Tarihsel olarak yaşanmış olanları görmedi. Etnisite nasıl köleleştirildi, kadın nasıl köleleştirildi, tarım-köy devrimi nasıl tahrip edilmeye çalışıldı, doğa üzerinde nasıl tahribatlar oldu. Bunların hiç birisini görmedi. Sömürü olarak gördüğü artı değer olarak tanımladığı sanayideki o sömürüdür. Oradan kalkarak da sadece işçi sınıfına dayalı burjuvaziyi yok etmeyi, diyalektiğin zıtlar karşıtlığı ve mücadelesiyle de sonuç almayı öngören bir devrim tasarladı. Kendilerinden sonra 20. yüzyılın başında iki tür yorumlama oldu. Bir taraf proletarya diktatörlüğü denen devlet sistemi kurarak, bir taraf sosyal demokrasi mücadele tarzında biraz daha uzlaşmayı öngördü. Reel sosyalizm bu mücadele içerisinde ortaya çıktı. “Yöntemim yorum sanatıdır anlamcılık, buna da hakikat rejimi diyorum” Önderlik aydınlanma düşüncesini de reddetmiyor, büyük bir gelişme olarak değerlendiriyor. Fakat şimdi önemli eleştirileri var. Tarihsel toplumsal bakışına eleştiri var, toplumsal sistemi değerlendirişine eleştiri var. Pozitif bilimcilik oldu, metafiziği, insanı, toplumu tümden reddeden ve böylece özne-nesne ayrımı ile insan nesne; toplum, doğa nesne bu kadar sömürü azami kar, endüstriyalizm sömürüsü tahripkarlığı, ulus devlet faşizmi, baskı ve sömürü sistemi bu zihniyetin uygulanması, pratikleşmesi olarak ortaya çıktı. Yaşananların dayandığı zihniyet budur. Bunları böylece ortaya koydu, eleştirdi. Gerçekten de çok köklü bir kopuşu ifade ediyor. Kapitalizmden önceki her şeyi reddeden, kapitalizmle sanayi bilim ve teknik devrimi özdeşleştiren yaklaşımları çok yanlıştır. Çünkü tarihsel toplumun tümden inkarı var. Oradan Marksizm çıktı, reel sosyalizmin tarihsel materyalizmi ile dinin yaşamı izah etmesi birbirine ne kadar benziyor, ne kadar da kolay öğreniliyor. ‘…Şöyle yaşayacaksın sonra öleceksin, öldükten sonra şöyle sorgulanacaksın…’ Aslında din daha sorgulayıcıdır, ‘Ölünce hesap vereceksin’ diyor, hem de öldüğün anda da vereceksin, mahşer gününde vereceksin, tekrar tekrar hesap sorulacak, yanlış yapmayacaksın, bir ahlakı var. Diğerinde ise ‘Kapitalizm geldi, kapitalizmden sonra sosyalizm olacak’ Buna o kadar çok inanılmıştı ki, kapitalist olmayan sosyalist olmaz, o halde önce kapitalist olmak lazım. Reel sosyalizmden etkilenen Kürt reformist milliyetçi akımları, küçük burjuva akımlar onu o kadar benimsemişlerdi ki, hep burjuvalaşmaya çalıştılar, kapitalizmi Kürdistan’da nasıl geliştiririz arayışına girdiler. Önderlik daha o zamandan Kürdistan’daki duruma bakarak bir yanlışlığın olduğunu fark etti ve reddetti. İlk karşı çıkışını çok ayrıntılı ya da her alana yayılmamak kaydıyla fakat temel bir ideolojik duruş olarak Kürdistan’daki kapitalizm değerlendirmesi ve ulusal kurtuluşla Kürdistan’a giren sömürgeci kapitalizm denen gerçek arasındaki mücadeleyi tanımlaması, sistemden de bu tür düşüncelerden de Önderliği ilk kopartan düşünce oldu. Ondan sonra mücadele geliştikçe, bilgi düzeyi arttıkça, hem pratikten, hem de okuyup incelediklerinden edindiği bilgiyle mevcut zihniyet sistemini ortaya çıkardı. Bir hakikat açıklaması oluyor. “Yöntemimin adını öyle koyuyorum, yöntemim yorum sanatıdır. Anlamcılık, buna da hakikat rejimi diyorum” dedi. | ||
© 2021 Serxwebûn |