Komplonun başlangıç tarihi olan 9 Ekim 1998’e gelindiğinde dünya, bölge ve Kürdistan’da nasıl bir siyasi-askeri tablo vardı?
Öncelikle 24 yıldır uluslararası komplo saldırısına karşı tarihin en büyük ve anlamlı direnişini yürüten Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Uluslararası komploya karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan kahraman şehitlerimizi, bu direnme sürecini başlatan Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlar şahsında saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Komploya karşı Önder Apo etrafında kenetlenerek özgürlük mücadelesini en ağır koşullarda ve her türlü bedeli ödeme temelinde yürüten, ağır acılar yaşayan ama Önderlik çizgisinden ve özgür yaşamdan asla vazgeçmeyen Kürt halkını kutluyorum. Komploya karşı yürütülen bu tarihi mücadelenin mutlaka zaferle sonuçlanacağına ve bu temelde Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüyle Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin özgür yaşamının sağlanacağına yürekten inanıyorum.
Kuşkusuz 20. yüzyılın son çeyreğinin en önemli olayı 9 Ekim 1998 tarihinde başlatılan uluslararası komplo saldırısıydı. Zaten komplo saldırısını yürüten ya da bir düzeyde bu saldırının içinde olan birçok çevre Önder Apo’yu, 20. yüzyılın son devrimcisi olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla tarihe yön veren devrimci liderler, önderler, komutanlar, savaşçılar ortaya çıkmış ve insanlık değerlerinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. 20. yüzyıl daha şimdiden tarihlere büyük devrimler yüzyılı olarak geçmiştir.
Bu büyük devrimsel harekete karşı, 20. yüzyılın son çeyreğinin genel bir karşı devrimci saldırı olarak da tanımlandığı bilinen bir gerçektir. Yüzyılın ilk çeyreğinde ve ortasında yaşanan devrimci gelişmeler, aynı yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilmişlerdir. Tarih yapan devrimciler bu sefer tarihten silinmek istenen kişilikler haline getirilmişlerdir. Bu sürece karşı çıkan, yüzyılın devrimci karakterini Kürdistan’da Özgürlük Mücadelesini geliştirerek ısrarla sürdüren önder kişilik, Önder Abdullah Öcalan olmuştur. Bu bakımdan da yüzyıl tamamlanmadan bu karşı devrimci güruh Önder Abdullah Öcalan’ı da imha ve tasfiye ederek 20’nci yüzyılın büyük devrimler yüzyılı olma gerçeğini tarihe gömmek istemişlerdir. Dolayısıyla uluslararası komplo gerçeğini ve komploya karşı yürütülen mücadelenin tarihi önemini öncelikle bu çerçevede ele almak ve değerlendirmek gerekir.
Bilindiği gibi 20. yüzyılın başlangıcı yoğun bir silahlanma ve onun getirdiği Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli olayı da 1917 yılında gerçekleşen Rus Devrimi’dir. 20. yüzyıla, dünya genelinde Lenin öncülüğünde gerçekleştirilen bu devrim damgasını vurmuştur. 20. yüzyılın sonları da bu devrimci gelişmenin çöktüğü, çözüldüğü, tarihe gömüldüğü bir süreç olmuştur. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz süreç olarak gelişmiştir. 20. yüzyılın sonunda Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında gelişen en önemli olayın da Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısı olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.
Aslında 1917 Rus Devrimi’yle küresel düzeyde işçilerde, emekçilerde, kadında ve gençlerde oluşan özgür yaşam umudu Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısıyla söndürülmek istenmiştir. Bunlar çerçevesinde 9 Ekim 1998 uluslararası komplo saldırısının başlatıldığı süreçte genel askeri-siyasi durumun özelliklerinin neler olduğunu değerlendirmek için genel planda bir bütün olarak 20. yüzyıl gerçeğine ve onun özelliklerine bakmak, daha dar ve özel planda ise 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşüyle başlayan süreç temelinde bakmak gerekiyor.
Bilindiği gibi 20. yüzyıla damgasını vuran 1917 Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği Sistemi, 1990 başında kendi iç çelişkileri temelinde çözülmüş ve çökmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile içine girilen ve adına soğuk savaş denilen sürecin sonu bu biçimde Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşü olmuştur. Birçok çevre bu olay gerçekleştiğinde bunun ABD’nin büyük zaferi olduğunu değerlendirmiştir. Hatta bu temelde ABD’nin Dünya İmparatorluğu kuracağını düşünen ve ifade eden siyasi liderler de görülmüştür.
Yeni Dünya Düzeni’ne giden yol
Bütün bunlara karşı Önder Apo’nun değerlendirmeleri çok daha farklı olmuştur. Önder Apo bu görüşleri doğru bulmamış, tersine “çözülen ve çöken Sovyetler Birliği, başarısız kalan ve gerileyen ABD olacaktır” demiştir. ABD’nin gücünün Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele içinde ortaya çıktığını, dolayısıyla da küresel etkinliğinin Sovyetler Birliği’nin varlığına bağlı olduğunu değerlendirmiştir. Başlangıçta bu görüşe çok itibar edilmezse, maddi gerçekliğe fazla uygun görülmezse de geçen otuz yıllık sürece dönüp bakıldığında aslında özü itibariyle doğrulananın Önder Apo’nun görüşleri olduğu açık ve net bir biçimde ortaya çıkıyor.
1990 başında Sovyetler Birliği çözülür ve dünya Üçüncü Dünya Savaşı sürecine girerken ona paralel olarak Ortadoğu bölgesinde başka ilginç bir olay daha yaşanır. Bu kadar önem taşıyan bu olay; 2 Ağustos 1990 tarihinde Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak ordusunun Kuveyt’e girişi ve işgal edişidir. Söz konusu işgal girişimi Ortadoğu’da önce Körfez Krizi, ardından Körfez Savaşı denen yeni bir süreci ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu’da başlayan bu yeni süreç, dünyada başlayan yeni süreç şeklinde vücut bulmuştur.
Şimdi bu noktada Sovyetler Birliği’nin çözülüşü mü Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yöneltti, yoksa Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgali mi kendi içinde çözülen ve çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin kesin çöküşü için son darbe vurma oldu? Elbette bu soru tartışılabilir. Fakat bunların eş zamanlı gelişmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.
O halde Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgalinde Sovyetler Birliği’ne karşı küresel düzeyde mücadele eden güçlerin etkisini görmek gerekir. Yanlış anlaşılmamalı. Fiili olarak Sovyetler Birliği’ndeki durumun Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yönlendirdiğini ifade etmiyoruz. Şunu söylemek istiyoruz: Sovyetler Birliği çökerken ona karşı küresel düzeyde mücadele eden ve böylece küresel hegemonya kurmak isteyen güçler, söz konusu amaçlarını gerçekleştirecek planlı bir stratejik saldırı yapabilmek için özellikle Ortadoğu’da Körfez Krizi ve Savaşı gibi bir siyasi ve askeri olaya ihtiyaç duymuşlardır.
Bu bakımdan aslında Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt işgaline ABD’nin ne düzeyde etkide bulunduğuna dair tam bir şey söyleyemez. Çok fazla etkide bulunmamış olsa bile en azından karşı çıkmayacağını söyleyip olur vererek, zımni bir teşvikte bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kuşkusuz çok fazla kurguculuk siyasi süreçleri doğru ve yeterli izah etmez. Bu bakımdan kurguya çok fazla yer vermemeliyiz, ama Saddam Hüseyin yönetiminin ABD Büyükelçisi’yle görüştükten ve ondan zımni bir onay aldıktan sonra, daha doğrusu ABD’nin böyle bir işgale karşı çıkmayacağı izlenimi edinince, 2 Ağustos 1990 Kuveyt işgaline yöneldiğini biliyoruz.
Oysa söz konusu işgali siyasi ve askeri bakımdan en fazla değerlendiren güç Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Genel bir kural olarak, bir olaydan en fazla kim faydalanmışsa, o olayın gerçekleşmesinde onun etkisinin olduğu söylenir. Dolayısıyla Körfez Krizi ve Savaşı denilen süreçten de en çok yararlanan gücün ABD olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama bu yararlanma durumu ne kadar sürmüştür? Uzun vadeli mi, yoksa kısa vadeli mi olmuştur? Gerçekten ABD’yi etkili hale mi getirdi, yoksa sonunda çıkmaza mı soktu? Tabii bu konuların değerlendirilmesi ve tartışılması ayrı bir durumdur.
1990 başındaki siyasi ve askeri etkinlik bakımından ABD’ye bir alan açması itibariyle Körfez Krizi ve Savaşı’nın öneminden söz edebiliriz. En azından Amerika Birleşik Devletleri böyle bir olayı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ele alıp değerlendirerek “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği yeni bir küresel hegemonya stratejisi hazırlayıp ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan belli bir saldırı konumunu ifade eden bir pratik sürece yönelmiştir. Bunun için her şeyden önce Ortadoğu’nun siyasi ve askeri denetim altına alınması gerekmiş, bunu da Körfez Krizi ve Savaşı’ndan yararlanarak yüz binlerce ordu gücünü Ortadoğu’ya sevk ederek küresel ve bölgesel düzeyde Saddam Hüseyin yönetimine karşı siyasi ittifaklar oluşturarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Geriye dönüp baktığımızda Yeni Dünya Düzeni stratejisi temelinde ‘90’lı yıllarda ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde aktif bir siyaset izlediğini rahatlıkla görebiliriz. Öncelikle Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin yönetiminin gücünü kırmış ve Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat çevresinde sınırlandırıp kuşatmıştır. Bu yönetimin Irak’ın güneyi ve kuzeyine yönelmesine engeller koymuştur. 36’ncı paralelin kuzeyini ve 32’nci paralelin güneyini Saddam Hüseyin yönetimine tamamıyla kapatmıştır. Bu şekilde Irak’ta bir askeri denetim ve hakimiyet kurmuştur. Böylece İran-Irak-Suriye halkasını, orta yeri olan Irak’tan kırmıştır. Bu gelişme Saddam Hüseyin yönetimini iyice güçten düşürürken, İran ve Suriye’nin bölgesel etkinliğini zayıflatmıştır.
Diğer yandan Çekiç Güç Operasyonu temelinde Hewlêr merkezli olarak bir Güney Kürdistan yönetimi oluşturarak Kürdistan’ın Güney parçasını, Kuzey’den gelişen Özgürlük Hareketi olan PKK’ye kapatmış, böylece PKK’yi Kuzey Kürdistan ile sınırlandırıp bir tür kuşatmaya almak istemiştir. Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşan Güney Kürdistan yönetimi, ABD ve Türk devletleriyle sıkı bir ilişki ve iş birliği içerisinde olmuş, PKK’ye karşı savaşın yerel gücü olarak yerini almıştır. Böylece PKK’nin ve Kürt Özgürlük Mücadelesinin de Kuzey Kürdistan’la sınırlandırılması sağlanarak Kürt Özgürlük Hareketi de bu biçimde bir tür denetim ve kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bunların gerçekleşmesi demek, aslında Ortadoğu’da ABD öncülüğünün önemli bir siyasi ve askeri denetim kurması demekti.
Nitekim ABD bu denetime dayanarak ‘90’lı yıllar boyunca dünyanın diğer bölgelerinde ekonomik, siyasi ve askeri saldırılar yürütmüştür. Balkanlar’da savaşa dayalı bazı sonuçlar ortaya çıkartmak istemiş, yine Kafkasya’da kısmi olarak savaşa dayalı sonuçlar yaratmaya çalışmıştır. Asya’nın, Afrika’nın diğer alanlarında 20’nci yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği’nin varlığı temelinde ve ABD’ye karşı olarak ortaya çıkan siyasi gelişmeleri çeşitli yöntemlerle etkileyerek darbeleyip kendisine karşıt olmaktan çıkartıp kendisiyle uyumlu ya da kendine bağlı hale getirmeye çalışmıştır. ABD’nin bu yöneliminde belli bir mesafe kat ettiğini ve sonuç aldığını söyleyebiliriz. Böylece ABD, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımladığı hegemonya stratejisinin ilk aşamasını belli bir başarıyla gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk döneminin ABD’nin etkinliğiyle gerçekleşmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. Böylece ilk elden dünyanın değişik bölgelerinde belli bir siyasi-askeri hakimiyet sağlamayı başarmış olan ABD öncülüğü, küresel kapitalist modernite sistemi adına yeni bir adım atma, Üçüncü Dünya Savaşı’nı daha ileri düzeye götürme, değişik alanlardaki siyasi ve askeri etkinliğini daha da geliştirme sürecine gelmiştir.
Bu gelişmelerden sonra ABD’nin artık mevcut duruşla gelişme sağlaması, Üçüncü Dünya Savaşı’nda daha ileri bir etkinlik düzeyine ulaşması mümkün değildi. Bunun için yeni bir hamle yapması gündeme gelmiştir. Kuşkusuz ABD’nin etkinliğini daha da ileri götürmeyi hedefleyen böyle bir hamleyi yapabilmesi için yine başlangıç adımlarını Ortadoğu’dan atması gerekmektedir. Irak’ta yarattığı durumu daha da derinleştirerek var olan Saddam Hüseyin yönetimini de ortadan kaldırarak Irak’ı tümüyle egemenlik altına alma, böyle bir egemenliğe dayanarak Kürdistan’ı ve bölgenin diğer alanlarını doğrudan yönlendirir konuma ulaşma ihtiyacını duymuştur. Bunun için de öncelikle Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerindeki denetimin ve PKK etrafındaki kuşatmanın daha da geliştirilmesini gerekli görmüştür. Neden? Çünkü Irak’ta böyle bir hakimiyet kurmaya, Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaya yönelirken eğer PKK ve öncülük ettiği Kürdistan Özgürlük Mücadelesi üzerinde denetim kurup onu sınırlandıramazsa, böyle bir durumda PKK’nin Güney Kürdistan’a yayılması, Irak üzerinde etkili olması gerçekleşebilir. Bu ABD’nin Irak ve ona dayalı olarak bölgede yeni adım atmasını engelleyen, onu korkutan temel bir öğe durumundadır.
Bunun için 1990 başında çizdiği Yeni Dünya Düzeni stratejisine yeni bir dönem başlatabilmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nda yeni bir süreç geliştirebilmesi, bunun için Irak üzerindeki egemenliğini daha güçlü hale getirebilmesi, dolayısıyla Saddam Hüseyin yönetimine askeri müdahalede bulunabilmesi için öncelikle PKK’yi daha fazla sınırlandırması, daha çok kuşatma ve denetim altına alarak kendisini zorlayacak biçimde hareket etmesinin önünde engel oluşturması gerekmiştir.
9 Ekim Komplosu ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi
İşte 9 Ekim 1998 komplosu ABD siyasi stratejisinin böyle bir küresel ve bölgesel ihtiyacı temelinde gündeme gelmiş ve pratik olarak ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse önce 9 Ekim 1998’de Önder Apo’ya dönük saldırı olarak başlattığı uluslararası komployla PKK’yi önderlik düzeyinde darbeleme ve etkisini zayıflatma noktasına gelmiş, ardından 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin İkiz Kule saldırısı olayına dayanarak bu sefer 2002’de yeniden Afganistan’a, 2003’te de Irak’ta, Saddam Hüseyin yönetimine askeri saldırıda bulunma süreçlerini geliştirmiştir. Söz konusu süreçlerin gelişiminde Önder Apo’ya dönük başlatılan uluslararası komplo saldırısı kesinlikle bir ön zemin hazırlamayı ifade etmiştir. Aynı zamanda 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısının da tıpkı Saddam Hüseyin yönetiminin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e dönük işgal saldırısına benzer bir olay olduğu, ABD’ye benzer biçimde 2000’lerin başında bu sefer daha kapsamlı bir askeri işgal saldırısı yürütme zemini sunduğu açıktır.
Aslında Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında küresel düzeyde ifade ettiğimiz bu hususlar Ortadoğu ve Kürdistan’daki siyasi ve askeri durumun temel özelliklerini de ifade etmektedir. ’90 başından itibaren Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Amerika Birleşik Devletleri bölgenin en etkili askeri gücü haline gelmiştir. Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat etrafında kuşatarak Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde kendi denetiminde alanlar yaratarak aslında bölgeyi merkezden denetim altına almıştır. Böylece söz konusu Irak hakimiyetine dayalı olarak İran’a, Suriye’ye, bölgenin diğer alanlarına yönelik çeşitli yöntemlerle müdahalede bulunmanın imkânına ve fırsatına kavuşmuştur. Böylece aslında bölge merkezden ABD denetimine girmiş, bu da yeni bir çatışma sürecini ortaya çıkartmıştır.
Saddam Hüseyin yönetimiyle karşıtlık pozisyonunda olsalar bile, bu durum İran ve Suriye gibi bölgede etkinlik sağlamak isteyen güçleri zayıflatmıştır. Bölge Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ki en ağır ve sert dış siyasi ve askeri müdahaleye uğramıştır. Aslında Birinci Dünya Savaşı’ndaki duruma benzer bir küresel hegemonya savaşı Ortadoğu bölgesinde ABD müdahalesiyle başlamış durumdadır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi statü işlevsiz, tartışılır hale gelmiş, bölge yeniden bir askeri çatışma süreci içerisine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda bölgenin gücü olarak Osmanlı-İran İmparatorluğu varken şimdi dıştan gelen ABD müdahalesi karşısında İran ve Suriye gibi çok zayıf konumda olan güçler vardır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’ndaki duruma göre bölge siyaseti daha güçsüz, zayıf durumdadır. Dış müdahale daha güçlü ve etkilidir.
Kuşkusuz ABD’yi yalnız başına bir devlet olarak görmemek lazım. Bir sistemin öncüsü olarak değerlendirmek gerekir. Zaten fiili olarak da İsrail ve İngiltere’yle birlikte tüm bu işleri yürütmektedir. Yine NATO’yu böyle bir süreçte istediği gibi kullanmaktadır. Dolayısıyla tüm bu güçlerin varlığı biçiminde ABD ele alınırsa Ortadoğu’ya yönelttiği müdahalenin Birinci Dünya Savaşı’ndaki saldırı kadar önemli ve ağır olduğunu, hatta ondan daha ağır bir durumu ifade ettiğini insan rahatlıkla belirtebilir.
Bunlar çerçevesinde Kürdistan’daki askeri ve siyasi durumu da kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bilindiği gibi 1975 Cezayir Antlaşmasına dayalı olarak KDP yenilmiş, böylece isyanlara dayalı Kürt direnme süreci tamamlanmış, artık miadını doldurmuştur. Ancak daha sonra yeni tür ulusal bağımsızlık ve özgürlük arayışları, ulusal direnişler gündeme gelmiştir. Nitekim böyle bir durumda Kürdistan’ın yarıdan büyük parçası ve en büyük nüfusa sahip alanı olarak Kuzey Kürdistan’da KDP şahsında aşiretçi isyan çizgisi yok olurken, modern ulusal kurtuluş arayışları ve çizgisi Önder Apo ve PKK şahsında doğuş ve gelişme süreci içerisine girmiştir.
1970’lerin ikinci yarısında Kuzey Kürdistan’da başta gençlik olmak üzere giderek halk kitlelerine yayılan, yeni bir halk hareketi düzeyinde partileşme ve yeni bir özgürlük direnişi ortaya çıkmıştır. Bunu daha doğuş aşamasında şiddetle saldırıp yok etmek üzere sömürgeci-soykırımcı Türk devleti ve onun bağlı olduğu küresel kapitalist modernite sistemi, 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesini gündeme getirmiştir. Söz konusu darbeyle Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan yeni özgürlük akımları, örgütlenmesi ve mücadelesi ezilip yok edilmek istenmiştir.
Buna karşı bir yandan Arap sahasındaki çatışmalı durumun ve Filistin direnişinin imkânlarını değerlendirmeyi bilerek ve diğer yandan İran-Irak Savaşı’nın Kürdistan üzerinde yarattığı siyasi ve askeri etkileri yerinde ve zamanında görüp değerlendirerek, onlardan yararlanmayı bilme temelinde Önder Apo öncülüğündeki PKK hareketi 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlatmayı başarmıştır. Türk devleti bu gelişmeyle karşılaşınca 1985’ten itibaren PKK’ye karşı mücadeleyi NATO gündemine götürmüş, 1987-88’de NATO düzeyinde Almanya’daki Dusseldorf davasını da içine alacak şekilde PKK’ye karşı küresel bir saldırı planı oluşturulmuş ve olağanüstü hâl ilanı temelinde hayata geçirilmek istenmiştir.
Bilindiği gibi PKK bu saldırıya karşı da direnip başarısız kılmayı başarmıştır. ABD öncülüğü, bu noktada başarısız kalınca bu sefer 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Çekiç Güç Operasyonu’nu örgütlemiş, Güney Kürdistan’da oluşturduğu yeni yönetimi TC Devleti’yle işbirliği içerisine sokarak 1992 Ekim’inde “Güney Savaşı” dediğimiz karşı devrimci stratejik saldırıyı gündeme getirmiştir.
Aslında Güney Kürdistan’ın oluşumu, ABD’nin TC ile Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşturduğu birliği, PKK öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı stratejik bir karşı devrimci saldırı yapma hazırlığı anlamına gelmiştir. Böyle bir saldırıda PKK’nin askeri bakımdan stratejik hamle yapmayı ifade eden güçleri belli ölçüde darbelenmiş olsa da PKK için öngörülen imha ve tasfiye gerçekleştirilememiştir. PKK öncülüğündeki gerilla direnişi söz konusu saldırıyı da bir biçimde kırmayı başarmıştır. Ardından 1993 Mart’ında Önder Apo’nun ilan ettiği birinci tek yanlı ateşkesle birlikte 1984’ten itibaren yürütülen gerilla direnişinin, gerilla üzerindeki etkisi büyük bir siyasi hamle olarak ortaya çıkmıştır. Bunu önlemek üzere 1993 yazından itibaren Çekiç Güç Operasyonu’nu devreye sokan ABD, TC ve Güney Kürdistan ittifakıyla yeniden PKK’nin gerillasını ezme ve imha etme amaçlı bir stratejik saldırı gelişmiştir. Bu temelde 1993-‘98 arası yoğun bir saldırı sürecidir. Bu süreçte sömürgeci-soykırımcı sistem, PKK’yi ve onun gerillasını ezebilmek için birçok plan, proje oluşturmuş, taktik planlar geliştirerek saldırı yürütmüştür. Bu saldırılarla gerillaya belli darbeler vurmuş olsa da onu ezme ve tasfiye etme hedefini başaramamıştır.
Buna karşı Önder Apo da TC’yi ateşkese ve siyasi çözüme zorlama amacıyla birçok taktik gerilla hamlesi planlamış, 1993-’98 arasında uygulamaya koymuş, bu planlamalar gerilla direnişini geliştirmiş, gerillayı yenilmez kılmış olsa da istenen siyasi hedefi gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Dolayısıyla 1998’e gelindiğinde Kürdistan’daki sömürgeci-soykırımcı sistemle Kürt özgürlüğünü sağlamak isteyen PKK hareketi arasında yürütülen mücadelede yeni ve önemli bir durum ortaya çıkmıştır. Önder Apo o zaman bunu “Pata” durumu olarak tanımlamıştır. Yani ne zafer ne de yenilgi durumu. İki taraf için de geçerli olan durum buydu.
Devletin ateşkes arayışı komplonun devamı
Taraflar birçok askeri-siyasi taktik denemiş olsalar da hedefledikleri sonucu alamamışlardır. Dolayısıyla savaş çözüm üretemez duruma düşmüş, tıkanmıştır. Önder Apo bunun da yozlaştırıcı etkilerinin olacağını, zararlı sonuçlar doğuracağını daha o zamandan değerlendirmiştir. Böyle bir tıkanmayı aşmak, yeni bir mücadele sürecini geliştirebilmek için 1 Eylül 1998’de üçüncü tek yanlı ateşkes ilanında bulunmuştur.
Böyle bir ateşkes sürecine, sömürgeci-soykırımcı sistemin de belli bir oluru vardır. Her ne kadar tek yanlı ateşkes olsa da hem zindanlar hem de Avrupa üzerinden TC Devleti siyasi ve askeri yetkililer nezdinde ateşkesin olması durumunda kendilerinin de olumlu karşılık verecekleri vaadinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine Önder Apo 1 Eylül 1998 üçüncü tek yanlı ateşkes sürecini geliştirmiştir.
Aslında bununla Kürt sorununa demokratik siyasi çözümün önünü açmak istemiştir. Nitekim komplocu güçler Suriye’deki varlığı üzerine baskı ve saldırı yürüttüklerinde Avrupa’ya çıkışı böyle bir siyasi çözüm arayışı temelindedir. Fakat daha sonra görüldü ki aslında komplocu güçler, ateşkes arayışını biraz da komplonun bir parçası olarak geliştirmişlerdir. Nitekim ABD, 17 Eylül 1998’de KDP ve YNK liderlerini Washington’da bir araya getirdi ve yeniden anlaşma yaptırarak PKK’ye karşı ortak mücadeleye yöneltti. Uluslararası komplonun düğmesine KDP ve YNK liderleriyle birlikte bastı. Ardından da 9 Ekim 1998’de Önder Apo Suriye’den çıkmak zorunda kalıyor.
Kürt sorunu ve küresel güçlerin rolü
– Uluslararası bir sistem olan kapitalist modernite ile PKK arasında nasıl bir ilişki ve çatışma düzeyi vardı? Uluslararası komplo Önder Apo’yu neden hedefledi?
Kürt sorunu Birinci Dünya Savaşı içinde ve sonunda oluşturulan küresel kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı bir sorundur. Kürdistan bu sistem tarafından parçalanmış, Kürt halkı ve Kürdistan gerçeği bu sistem tarafından yok sayılmış ve Kürdistan parçaları farklı sömürgeci-soykırımcı ulus devletlerin egemenliği altına verilerek Kürt soykırımının bu temelde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla Kürt varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her türlü düşünsel, siyasi ve askeri eylem kendisini söz konusu küresel-siyasi sistemle karşı karşıya bulmuştur. Kürdistan’ın değişik parçalarındaki her türlü özgürlükçü ve direnişçi kıvılcımı, küresel kapitalist modernite sistemi birlikte hareket ederek bastırmış ve ezmiştir.
Bu durum 1925-’40 arasında Kuzey Kürdistan’da yaşanan direnişlere karşı yöneltilen saldırı açısından da Doğu Kürdistan’da Simko Şikaki öncülüğündeki Kürt direnişi ve Mahabad Kürt Cumhuriyeti girişiminde de Güney Kürdistan’daki isyancı süreçlerde de açık ve net bir biçimde yaşanmış ve görülmüştür. Nitekim en son Barzani önderliğindeki KDP’nin 1975 yenilgisi bu temelde ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar Kürdistan’ı bölüp parçalasa, her parçayı farklı bir ulus devlet yönetimine bıraksa da küresel kapitalist modernite sistemi Kürdistan üzerindeki yönetimi kendisi yürütmüştür. Her parça üzerinde, o parçada egemen olan devletin uygulamaları olsa da Kürdistan için bütün parçaları içine alan ortak bir yönetim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra her zaman var olmuştur. Küresel kapitalist modernite sisteminin öncülüğüyle Kürdistan üzerinde egemenlik sürdüren ulus devletlerden oluşan böyle bir ortak yönetim var olmuştur. Bu Sadabat Paktı’yla, Bağdat Paktı’yla, Sento’yla 20’nci yüzyıl boyunca sürdürülmüştür.
Dolayısıyla Kürdistan’ın herhangi bir parçasında özgürlük için arayışa çıkan, eyleme kalkan her topluluk kendisini böyle bir ortak yönetimle karşı karşıya bulmuştur. Söz konusu durum Önder Apo öncülüğündeki PKK açısından da geçerlidir. PKK her ne kadar Kuzey Kürdistan’da bir Kürt bağımsızlık ve Özgürlük Hareketi olarak düşünsel, örgütsel, eylemsel gelişme yaşamış olsa da ve bu temelde ilk elden kendisini faşist-sömürgeci-soykırımcı TC Devleti’yle çelişki ve çatışma içinde bulsa da aslında her zaman karşısında küresel kapitalist modernite sistemi var olmuştur. TC Devleti böyle bir sisteme sürekli dayanmıştır. Hatta TC açısından bu durum, NATO’ya girmiş olması nedeniyle çok daha ileri bir siyasi ve askeri durumu ifade etmektedir.
Aslında Kürtlere karşı TC Devleti’ne küresel kapitalist modernite sisteminin verdiği destek, onun sadece NATO’ya girmiş olmasından ileri gelmemektedir. Bu durum Kürt sorununa dayalı olarak zaten öncesinden vardır. Dikkat edilirse İran-Irak-Suriye gibi devletler NATO üyesi olmamışlardır ama her zaman Kürtlere karşı yürüttükleri mücadelede küresel kapitalist modernite sisteminin desteğini arkalarında görmüşlerdir. Dahası Kürtleri bu sistemle birlikte ortak olarak yönetmişlerdir. Kürt direnişlerine karşı siyasi ve askeri bastırma ve ezme operasyonlarını birlikte geliştirmişlerdir. Her zaman küresel kapitalist modernite sisteminden destek almışlardır. Çünkü Kürt sorununu ortaya çıkartan güç küresel kapitalist modernite sistemidir. Dolayısıyla Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen, Kürt soykırımını öngören, uygulamaya çalışan güç, küresel kapitalist modernite sistemidir. Bu nedenle de varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her düşünce ve eylem mutlaka kendisini kısa sürede küresel kapitalist modernite sistemiyle karşıtlık içerisinde bulmaktadır. Bu durum Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini en radikal bir çizgide yürüten PKK açısından çok daha fazla geçerli olan bir durumdur.
Küresel güçlerin eseri: 12 Eylül Darbesi
Nitekim Kasım 1978’in sonunda PKK’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi geliştirilmiştir ki bu darbenin bir NATO darbesi olduğu, ABD öncülüğünde pratikleştirilen bir darbe olduğu herkes tarafından açık ve net olarak bilinmektedir. Bunu darbeciler de böyle ifade etmişlerdir. ABD yönetimi ve NATO çevreleri de bunun böyle olduğunu kabul etmişlerdir. Dikkat edelim 12 Eylül 1980 darbesi esas olarak Kürdistan’daki özgürlükçü düşünce ve eylemi ezmek için geliştirilmiştir. Böyle bir darbeyi ortaya çıkartan temel güç de küresel kapitalist sistemdir. Onun öncülüğünü yapan ABD’dir. Koruyuculuğunu yapan NATO’dur. Daha 12 Eylül darbesiyle birlikte PKK Hareketi küresel kapitalist modernite sistemiyle karşı karşıya gelmiş olmaktadır.
Nitekim 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan gerilla hamlesini küresel kapitalist modernite sistemi ve onun koruyucusu olarak NATO kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak ele almış ve değerlendirmiştir. Dolayısıyla 1985 Haziran’ında TC Devleti, sorunu bizzat NATO’ya götürmede herhangi bir zorluk ya da engel yaşamamıştır. Zaten NATO sistemi, fiili olarak PKK’nin başlattığı gerillayı, kendine yöneltilmiş bir saldırı olarak görmüştür. Onun için de TC’nin başvurusunu hemen benimsemiş ve ardından 1987-‘88 küresel planlı saldırısını PKK’ye karşı geliştirmiştir.
Kürdistan’daki olağanüstü hal ilanı, 1987-’88 sert savaşı, İran-Irak savaşının bizzat küresel sistemin müdahalesiyle durdurulması, dolayısıyla İran ve Irak ordularının örs yapılarak Türk Ordusu’nun da NATO desteğiyle çekiç haline getirilip örs-çekiç taktiğiyle orta Kürdistan’da, Botan’da gelişen Kürt gerillasının sıkıştırılıp ezilmesi, Önder Apo’nun komplocu saldırılarla imha edilmesi, PKK’nin yurtsever tabanının ise tasfiyecilerin oluşturduğu sahte “PKK Devrimci Birlik” adındaki örgütle, örgütü içten kuşatarak KDP gibi küresel sisteme entegre edilmesi hedeflenmiştir. Bunun siyasi-askeri baskısı Kürdistan ve Ortadoğu’da geliştirilirken bizzat Almanya’da örgütlendirilen Düsseldorf davasıyla da Avrupa üzerinden her türlü baskı geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunun bir küresel planlı saldırı olduğu açıktı.
Küresel düzeydeki saldırı planını PKK büyük bir direnişle başarısız kılmayı sağlayınca bu sefer daha kapsamlı bir küresel planlı saldırı olarak 1991’deki Çekiç Güç Operasyonu ve 1992 Güney Savaşı saldırısı ortaya çıkartılmıştır. PKK’nin 1987-‘88 sürecinde ezilemeyen gerilla gücü, Güney Savaşı’yla ezilip, siyasi etkinliği ise 1992 Ekim’indeki bu saldırıyla tamamen kırılmak istenmiştir. Buna karşı da Önder Apo’nun ve gerillanın direnişi gelişip başarılı olunca, bu ikinci küresel saldırı planı da direnişle kırılınca, buna bir de Önder Apo’nun 1993 Mart’ındaki birinci tek yanlı ateşkes ilanı ve onun büyük siyasi etkisi eklenince küresel kapitalist modernite sistemi, TC Devleti’ne her türlü siyasi ve askeri desteği vererek 1993-’98 yıllarında gerillayı ezme ve PKK’yi yok etme saldırısını gündeme getirmiştir.
1993-’98 savaşı hem Kürt tarihinin hem de TC tarihinin en büyük savaşı olarak değerlendirilebilir. Kapsam, derinlik, süreklilik bakımından kesinlikle böyledir. Hiç kimse “1993-‘98” yılları arasında yürütülen savaşa savaş deyip geçmemelidir. Öyle basit ele alınacak, yüzeysel yaklaşılacak bir süreç değildir. TC Devleti aslında tüm gücünü Demirel, Çiller, Ağar çete yönetimi öncülüğünde gerillayı ezmek, PKK’yi tasfiye edebilmek için hiçbir hukuki ve ahlaki kural dinlemeden, topyekûn faşist-soykırımcı özel savaş konseptiyle saldırıya geçirmişti.
Bu saldırıda NATO, TC’ye her türlü siyasi ve askeri desteği vermiştir. NATO’nun ürettiği bütün silahlar bu dönemde TC tarafından Kürt gerillasına karşı kullanılmıştır. En son askeri tekniğe TC Devleti sahip olmuştur. Bu konuda dönemin Türk generallerinin açıklamaları, anıları var. Bunlar incelenebilir.
Bizimki bir suçlama veya bir iddia değil. Bunu kendileri de itiraf ediyor. Söz konusu itiraflar yazılı ve sözlü olarak vardır. Doğan Güreş’in anılarını okusalar nasıl gizli bir darbeyle TC yönetimini denetime aldıklarını, nasıl bir tehditle İngiltere’yi, NATO’yu kendilerine bağlayarak her türlü modern silaha, hem de para ödemeden sahip olduklarını net ve açık bir biçimde göreceklerdir. Biz onların ifadesine dayanarak bu hususları belirtiyoruz.
NATO’nun, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sisteminin, PKK ile karşıtlığı, çatışması bu düzeydedir. Bütün gücüyle PKK’nin askeri etkinliğini kırmak, gerilla gücünü ezmek, böylelikle PKK’yi KDP’lileştirerek sistemin hizmetine almaya çalışmışlardır. Bir taraftan TC Devleti’ne her türlü askeri-siyasi desteği ve silahı vererek, yine onun her türlü hukuk tanımaz faşist-soykırımcı saldırılarına göz yumarak PKK ve Kürt halkı üzerinde topyekûn faşist-soykırımcı saldırıları geliştirmişlerdir.
Diğer yandan ise PKK’yi her zaman kendi çizgilerine çekmeye çalışmışlardır. “Şeker-kamçı” denilen politikayı NATO sistemi, bu dönemde PKK’ye karşı çok yoğun bir biçimde uygulamıştır. TC’ye verilen destekle PKK ve Kürt halkı şiddetle kamçılanmak istenmiş, el altından da PKK’ye sürekli teslim ol çağrıları yapılmıştır. Kendi politikaları kabul edilirse mevcut ulus devlet sisteminin bir parçası olunursa, bu temelde küresel kapitalist modernite sisteminin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’da çeşitli devlet ve halklarla çatışan, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sistemine hizmet eden bir Kürt gücü ve siyaseti haline gelinirse, tıpkı KDP gibi, PKK’yi kabul edeceklerini söylemişlerdir.
KDP denen güç, aslında bir Kürt hareketi değildir. Küresel kapitalist modernite sisteminin, Kürtleri Ortadoğu’daki diğer siyasi güçlerle çatıştırarak bu çatışmadan çıkar sağlamak üzere kullandığı bir güç konumundadır. PKK’den istenen de böyle bir çizginin kabul edilmesi olmuştur. Başta ABD, İsrail olmak üzere herkesin yaklaşımı böyle olmuştur. Ama böyle bir durumu Önder Apo ve PKK hareketi her zaman reddetmiştir. Küresel kapitalist modernite sisteminin bazı sömürgeci-soykırımcı emperyalist devletleri için bölgedeki bazı devletlerle ya da halklarla çatışan bir güç olmayı PKK ve Önder Apo her zaman reddetmiş, tersine komşu halklarla kardeşlik içinde demokratik birlik yönetimi temelinde bir arada yaşamayı, bu temelde Kürtlerin ve Kürdistan’ın özgürlüğünü sağlamayı temel bir çizgi olarak esas almıştır. Dolayısıyla KDP gibi olmayı reddetmiştir. Her türlü katliam, saldırı, baskı karşısında bedel ödeyerek yiğitçe, kahramanca direnmeyi öngörmüş ama asla sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasete teslim olmamış, asla onların teslimiyet ve işbirlikçi dayatmalarını kabul etmemiştir. İşte PKK’yle küresel kapitalist modernite sistemi arasındaki çatışmanın düzeyi böyledir.
Tabii böyle bir çatışmaya önderlik eden, siyasi ve askeri süreci yürüten Önder Apo olduğu için küresel kapitalist modernite sistemi, Önder Apo gerçeğini tanımak, anlamak, çözmek için de özel bir çaba yürütmüştür. Bir yandan 1993-‘98 arasında gerillayı ezip PKK’nin iradesini kırmayı hedefleyen bir saldırıyı yürüten Türk devletine gereken desteği verirken diğer yandan da Önder Apo gerçeğini anlamaya, çözmeye çalışmışlardır. Eğitim sahalarına çeşitli ajanlarını göndererek Önder Apo’yla görüşmeler yapmışlardır. Aslında Önder Apo’nun düşünce sistemini, kişilik özelliklerini, bütün bu devrimci gelişmeleri neye dayanarak gerçekleştirdiğini anlamaya çalışmışlardır.
Nitekim dönemin Fransa yönetimi, 1993’ten itibaren Önder Apo kişiliğini anlamak ve çözümlemek için çok yoğun ve özel bir çalışma yürüttüklerini kamuoyuna açıklayarak itiraf etmiştir.
TC Devleti’ne verilen destek
Önder Apo kişiliğini çözümlemek için böyle bir çalışma yürütülse de dönemin esas stratejisi TC Devleti’ne verilen her türlü siyasi ve askeri destekle PKK gerillasını ezmek ve PKK’nin siyasi iradesini kırıp onu teslim almaya dönük olmuştur. Böylece gerillayı ezerek, örgütü zayıflatarak Önder Apo’yu gerillasız ve örgütsüz bırakıp ya da gerilla ve örgüt gücünü zayıflatarak teslim olmak istemişlerdir.
Fakat 1998 yılına gelindiğinde bunun mümkün olmadığını yürüttükleri çok yönlü ve uzun süreli çalışmaya dayanarak kendileri de görmüşlerdir. Önder Apo var oldukça PKK’nin tasfiye edilemeyeceğini, Kürt gerillasının ezilmeyeceğini, ne kadar vururlarsa vursunlar, sonunda Önder Apo’nun gerillayı geliştirecek, PKK’yi büyütecek çalışmaları yapacağını görmüşlerdir. Dolayısıyla gerillayı ezip PKK’yi yok ederek Önderliği yenilgiye uğratmanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. O halde PKK’yi tasfiye etmek, gerillayı ezmek için önce Önder Apo’nun imhasını, yok edilmesini gerekli gören bir düşünceye ve stratejiye ulaşmışlardır.
Bu konuda PKK’den kaçan bazı hainlerin de benzer düşüncenin gelişmesinde etkilerinin olduğunu belirtebiliriz. Örneğin 1980-’82 Diyarbakır Zindanı’nın itirafçısı, baş ajanı Şahin Dönmez de daha o zamandan TC Devleti’ne ve onun istihbarat örgütü olan MİT’e şunu söylemiştir: “Apo’yu yok etmezseniz PKK’yi 40 sefer de yok etseniz, Apo 41’inci sefer yeni bir PKK örgütler ve karşınıza çıkartır” demiştir. Böyle bir görüşle saldırılarının tümünün Önder Apo’yu hedeflemesi gerektiğini ifade etmiştir. Benzer görüşleri 1998 başında kaçarak özel savaş sistemine sığınan Şemdin Sakık da aynı biçimde ifade etmiştir. Gerillanın ve Parti’nin değil, öncelikle Önder Apo’nun hedeflenmesi gerektiği düşüncesini TC Devleti’ne ve onun aracılığıyla küresel kapitalist modernite sistemine, PKK’ye karşı savaşı yürüten küresel özel savaş merkezine ulaştırmıştır.
Hem kendi pratik deneyimleri; PKK’ye ve Önder Apo’ya karşı yürüttükleri mücadele, Önder Apo üzerinde yaptıkları incelemelerin sonuçları hem de bu hainlerin görüşleri birlikte değerlendirildiğinde sonuç olarak Önder Apo’yu hedeflemeyi öngören bir strateji öne çıkmış ve oluşmuştur. Uluslararası komplo dediğimiz imha ve tasfiye saldırısının stratejik planlaması bu olmuştur.
Uluslararası komplo’nun startı Washington Antlaşması’yla verildi
Daha önceki süreçte strateji şöyle işliyordu: Gerillayı ez, PKK’yi tasfiye et ve bu temelde Önder Apo’yu yenilgiye uğrat. Uluslararası komplo planlaması ise bu stratejiyi tersine çevirmiştir. Önce Önder Apo’yu imha et, ardından ona dayanarak PKK’yi tasfiye et, gerillayı ez, yok et. Böylece küresel kapitalist modernite sistemi, daha doğrusu Kürtlere karşı saldırı yürüten sömürgeci-soykırımcı sistemin saldırı stratejisi bu biçimde değişiklik yaşamıştır. Uluslararası komplo dediğimiz saldırının stratejisi bu temelde daha önceki saldırılardan farklıdır. Bunun çok iyi görülmesi, anlaşılması gerekiyor. Uzun bir mücadele sonucunda küresel kapitalist modernite sistemi böyle bir stratejiye ulaşmıştır. Buna dayalı olarak ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı, ABD öncülüğünde söz konusu saldırı planlamasını yapmış ve bu saldırının yürütülmesi için de 17 Eylül Washington Antlaşması’yla KDP ve YNK liderleri tarafından düğmeye basılması sağlanmıştır.
9 Ekim 1998 komplo saldırısının hedefi Önder Apo’dur. Askeri hedefi, komplocu yöntemlerle Önder Apo’nun imha edilmesidir. Aslında planlaması bir günlüktür. 9 Ekim 1998’de böyle bir saldırının başarılması öngörülmüştür. Tabii o zamana kadar gelen uzun bir süreç var; 1 Eylül 1998’de Önder Apo ve PKK’yi ateşkese çekme aslında böyle bir komplo saldırısını başarıyla geliştirebilmek için uygun siyasi-askeri zemini yaratma olarak öngörülmüş ve değerlendirilmiştir. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması’yla KDP ve YNK, PKK’ye karşı yeniden birlik oluşturma ve “PKK terör örgütüdür, Güney Kürdistan’ı terk etmelidir” kararını alma temelinde PKK’ye karşı Kürt işbirlikçiliğinin saldırısını başlatmıştır. Komplo aslında kendisini KDP ve YNK’nin yasallığına sığındırmış ve kararı onlara verdirtmiştir. Ondan sonra da Hafız Esad yönetimi üzerinde bir yandan dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, diğer yandan TC Devleti üzerinden baskı oluşturarak Önder Apo’nun Suriye’den çıkmaya zorlanması durumu geliştirilmiştir. Nitekim bu süreç bizzat ABD Başkanı Bill Clinton’un baskısı ve diğer yandan Mısır ve Türkiye yönetimleri üzerinden uyguladığı baskıyla derinleştirilmiştir. Sonuç olarak Hafız Esad yönetimi bu baskılara daha fazla direnemeyerek Önder Apo’dan Suriye’yi terk etmesini istemiştir.
Terk etmenin belirginleşmesi üzerine eskiden kurulan ilişkilere de dayanılarak Yunanistan Önder Apo’yla ilişkilenip Suriye’yi terk edip Yunanistan’a çıkış yapmasını istemiştir. Güya devlette görevli olan bazı siyasi ve askeri çevreler Önder Apo’yu Yunanistan’a davet etmişlerdir. Milletvekilleri adına her türlü vaatte bulunmuşlardır. Önder Apo, bunları dikkate alarak 9 Ekim günü özel bir uçakla Şam’dan havalanıp Atina’ya gitmiştir. Böylece mevcut davete karşılık vermek istemiştir.
Fakat karşılaştığı durum farklı olmuştur. Önder Apo’yu davet edenlerin, söz verenlerin hiçbirisi hava alanına gelmemiştir. Önder Apo’yu Yunanistan’ın istihbarat şefi hava alanı kapısında karşılamış ve derhal Yunanistan’ı terk etmesini, Yunanistan topraklarına giremeyeceğini açık ve net bir biçimde ifade edip Önder Apo’yu tehdit etmiştir. Bu şekilde Önder Apo’nun Yunanistan’a girişini engellemiştir. Böylece Önder Apo tekrar çıkış yaptığı Suriye’ye dönüşe zorlanmıştır.
Aslında komplo bunun üzerine kurulmuştur. Eğer Önder Apo gerçekten öyle bir geri dönüş yapmak isteseydi o zaman Akdeniz üzerinde vurulacak ve hiç kimsenin bilmediği bir biçimde yok edilecekti. Bizzat ABD tarafından Önder Apo’ya yönelik saldırı böyle planlanmıştır. Bu gerçeği artık ABD yönetiminin itiraf etmesi gerekiyor. Bunu gizlemenin, saklamanın bir gereği yoktur. Onunla bir sonuca gidilemez. Bir hata yapılmışsa, suç işlenmişse, o gizlenerek bir yere varılamaz. Tersine bu gerçeklik itiraf edilir, özür dilenirse bir insan ya da bir siyasi güç kendisini işlediği suçtan kurtarabilir. Ama diğer türlüsü bir kurtuluş getirmiyor. Tam tersine karşıtlığı ve dolayısıyla çelişki ve çatışmayı daha da süreklileştirip derinleştiriyor.
O bakımdan ABD yönetimi artık gizli belgeleri açık etmeli, Önder Apo’ya dönük saldırı planını açıklamalı, bunu herkes böyle biliyor. Bu tarihe bizim belirttiğimiz gibi geçiyor. Yoksa kendi gizli tutumlarıyla hiçbir şey tarihe geçmiyor. Kürtler onları hiç dinlemiyor. Bunun bilinmesi lazım.
Burada komplo nasıl bozuldu? Komplocu imha nasıl önlendi? Önder Apo Suriye’ye geri dönmek istemedi. Geriye dönmenin yanlış olacağını değerlendirdi. Bütün yönlendirmelere rağmen reddetti. Çünkü Suriye’den çıkması istenmişti. Bir kere daha Suriye’ye gidip yapabileceği bir şey yoktu. Onun için yeni yer aradı. Yeni yer olarak da Rusya’ya gidebileceği imkanı belirince Atina’dan Suriye’ye dönmeyip örgütlendirilen özel bir uçakla Rusya’ya gitti.
Önder Apo’nun Rusya yolculuğu ve iltica talebi
Bu süreç biliniyor. Rusya’da iltica etti. Rusya meclisi ilticasını kabul da etti. Ama ardından komplocu güçler; ABD, İngiltere, İsrail hemen devreye girdiler. Türkiye’yi devreye soktular. Rusya yönetimi üzerinde hem baskı oluşturdular hem de çeşitli vaatler geliştirdiler. O zaman Primakov yönetimi vardı. Yeltsin yönetimdeydi. Onlarla TC yönetimini uzlaştırdılar. Türkiye’nin daha önce başka şirketlere verdiği “Mavi Akım” enerji projesini Rus şirketlerine verdiler. Böylece maddi rüşvetle Önder Apo’nun Rusya’daki ilticasını engelleyip Rusya’dan çıkartılmasını sağladılar. Bunun üzerine Önder Apo Roma’ya gitti. İtalya’daki sol eğilimli Massimo D’Alema hükümetinin onayıyla Roma’ya gitti. İtalya’nın Zeytin Dalı hükümeti bu biçimde Avrupa merkezli olarak Kürt sorununa çözüm geliştirebileceğini sandı. Avrupa Birliği çerçevesinde Almanya ve Fransa’yla bir Kürt Konferansı düzenleme girişiminde bulundu. Fakat Fransa ve Almanya tümüyle kapıları kapattı. Reddettiler. Önder Apo’nun 8 maddelik Kürt sorununa demokratik siyasi çözüm açıklamasını kabul etmediler. Tersine kapıları Önder Apo’ya kapattılar. İtalya hükümeti üzerinde de Önder Apo’nun sınır dışı edilmesi için ABD ve TC baskısı gelişti. Aynı zamanda İtalya’da faşistlerin de D’Alema hükümeti üzerinde baskısı gelişti. Bunun sonucunda Önder Apo İtalya’dan çıkmak zorunda kaldı. Böyle bir durum gelişince bu sefer komplocu güçler Rusya üzerinden bazı ajanları örgütleyip Rusya’da taleplerinin kabul edildiğini ve karşılanacağı yönünde Önder Apo’ya mesaj gönderdiler.
Roma’dan çıkışın Rusya’ya yapılmasını sağladılar. Rusya’ya geri dönüş olunca da yaptıkları hazırlıklarla Önderliği CIA denetimine aldılar. Oradan Yunanistan’a götürdüler. Yunanistan’da uçak benzeri komplolarla imha etmek istediler ama yapamadılar. Hollanda’ya göndereceğiz diye Beyaz Rusya’ya, Minsk’e gönderdiler. Orada kış ortasında uçaktan indirip imha etmek istediler. Başaramadılar. Bütün imhacı yöntemler başarısız kalınca, Yunanistan hükümetinin verdiği güvence temelinde Yunanistan’dan Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliğine götürdüler. Aslında Yunanistan hükümeti oradan Güney Afrika’ya götürme ve orada iltica etmesini sağlama sözü vermişti. Önder Apo bu söz temelinde Kenya’ya gidişi kabul etti. Fakat Kenya’ya verdikleri söz temelinde değil de imha etmek için götürmüşlerdi. Yunanistan hükümeti eliyle Kenya’da imha etmek istediler. Önder Apo o girişimleri de boşa çıkartıp bütün imhacı yöntemleri bu şekilde başarısız kılınca CIA, MİT ile ilişki kurup imha edemediği Önder Apo’yu idam edilmesi için Türkiye’ye vermeyi planladı. Türkiye yönetimi de bu durumu kabul edince 15 Şubat 1999’da Önder Apo’ya “Kenya’dan Hollanda’ya götürülüyorsunuz” denmesi ve kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesi süreci gelişti. Dolayısıyla 9 Ekim Komplosu imha amacını başaramayınca 15 Şubat Komplosu olarak Önder Apo’nun Türkiye’ye verilmesi ve idam edilmesi biçimini aldı. Komplo bu temelde devam ettirilmek ve sonuca götürülmek istendi.
Bütün bunlar tarihsel olarak biliniyor. Yapan güçler de biliniyor. Anlamı ve hedefi de biliniyor. Önder Apo’nun neden hedeflendiği çok açıktır. Küresel kapitalist modernite sistemi, onun ABD öncülüğü, Önder Apo var oldukça PKK’yi tasfiye, gerillayı ezme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştiremeyeceğini gördüğü için Önder Apo’yu imha ve tasfiye etmek üzere böyle bir uluslararası komployu planladı.
Aslında Önder Apo’nun hedeflenmesi Kürt sorununun devam ettirilmesiydi. Kürt sorununa çözüm arayışlarının boşa çıkartılmasıydı. Dolayısıyla çözüme, barışa, demokrasiye karşı bir saldırıydı. Kürt özgürlüğü olmasın, Kürt soykırımı devam etsin, dolayısıyla Kürt sorunu var olsun mevcut iktidar ve devlet güçleri de bu sorunun ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmalardan ekonomik-siyasi çıkar sağlasınlar yaklaşımı belirleyici oldu. Aslında uluslararası komplonun hedefi, amacı budur. Bu amacı başarabilmek için Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini geliştiren gerillanın ezilip PKK’nin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bunların gerçekleştirilebilmesi için Önder Apo’nun imhasını gerekli gördüler ve Önder Apo’yu imha etme hedefiyle uluslararası komployu planlayıp uygulamaya koydular.
Bunu ABD yaptı. Hem de o zaman yönetimde olan Demokratlar bunu yaptı. Şimdi de demokratlar yönetimde ve o sorumluluğu taşıyorlar. Bu bir bütün olarak ABD’nin bir kararı, stratejisi. Sorumluluk sadece bir partide de değil. ABD’nin kendisindedir. Bunu İngiltere ve İsrail’le birlikte yaptılar. Bu konuda bütün NATO’yu kullandılar. Rusya’yı, Yunanistan’ı kullandılar. Almanya ve Fransa’yı Önder Apo’nun Avrupa’dan çıkartılması temelinde harekete geçirdiler. TC Devleti’ni, Mısır yönetimini, Ortadoğu’daki tüm güçleri kullandılar. Aslında ABD, uluslararası komployu uygulamada ihtiyaç duyduğu tüm devletlerden ve örgütlerden güç ve destek aldı. Hiç kimse ABD’nin destek talebini reddetmedi. İstediğini verdiler.
Önder Apo’ya kapıları sadece Güney Afrika yönetimi açtı. Gelirse iltica hakkı vereceklerini kabul ettiler. Önder Apo da oraya gitmek istiyordu. Sürecin tam bir sürek avı biçiminde geliştirilerek 15 Şubat Komplosu haline nasıl getirildiği son derece net ve açık bir şekilde görülüyor.
Kürt sorununun varlığı ve Önderliksel çıkış – 9 Ekim 1998‘de gelişen komplo saldırısını Önder Apo nasıl karşıladı ve mücadele çizgisi nasıl bir seyir izledi? Avrupa’ya çıkış tercihi bununla mı bağlantılıydı? Halk, hareket ve dostlar, 9 Ekim’den 15 Şubat 1999’a kadar geçen süreci nasıl bir bilinç ve duyguyla karşıladı? Tam bu gelişmeler yaşanırken ve Kürt kadınları, gençleri “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla komplocu güçlere karşı direnirken uluslararası güçlerin ve temsilcilerinin yaklaşımı ne oldu?
Önder Apo tarihsel olarak gerçekleşmiş Kürt gerçeğini, Birinci Dünya Savaşı’yla ortaya çıkartılmış olan Kürt sorununu, bunun Kürtler, bölge ve dünya açısından, devletler ve halklar açısından ne anlama geldiğini, dolayısıyla Kürt sorununu çözme mücadelesinin nasıl zorluklarla dolu, küresel kapsama ve tarihsel derinliğe sahip bir sorun olduğunu çok iyi biliyordu.
Aslında 1973 Önderliksel çıkışını gerçekleştirirken bu bilinç temelinde gerçekleştirdi. Uzun uzun araştırmalar, incelemeler yaptı. Yüzlerce, hatta binlerce kitap okudu. Tarihsel gerçekliği, küresel sistem gerçekliğini, Kürt ve Ortadoğu tarihini inceledi. Dolayısıyla Kürt sorununun nasıl bir sorun olduğunu bilince çıkardı. Çözüm için umut ve şansın olup olmadığını da araştırdı. Zorlukları gördü. Fakat zorluklar göğüslenirse, engeller aşılırsa Kürt sorununun çözümü, Kürt varlığının ve özgürlüğünün sağlanması için bir umut ışığının var olduğunu gördü. Bu umut ışığına sarılarak Önderliksel çıkış yaptı. Kendisini böyle zorlu bir mücadeleye yöneltti.
Bunu yaparken de şunu kendisi için net olarak belirledi: İnsanca yaşamanın başka yolu yok. Kürt halkının insanca var olup özgür yaşama kavuşmasının başka bir yolu yoktu. Dahası dünyada insanca yaşamın, özgür ve eşit yaşamın, demokratik sistemin var olmasının da başka bir yolu, şansı yoktu! Kürt sorunu çözülmeden hegemonik, sömürücü, köleci, baskıcı beş bin yıllık iktidar ve devlet sistemine dayalı küresel kapitalist modernite sisteminin değiştirilmesi, aşılması, bunun tersine kadın özgürlüğü temelinde özgür yaşama ve demokratik sisteme ulaşılması, alternatif bir özgür ve demokratik yaşamın var edilmesi mümkün değildi.
Dünyada insanların özgür ve demokratik yaşama kavuşması için, dünya devrimi, demokratik ve özgürlük devrimi denen, alternatif bir dünya yaratma denen şeyin gerçekleşmesi için de başka bir şans yoktu. Kürt sorununun çözümü bütün bunların gerçekleşmesi için gerekli ve zorunlu bir şeydi. Bütün bunları bilince çıkartarak, zorlukları göğüsleyerek, engelleri aşma temelinde sorunun çözümü için mücadeleye atıldı. O mücadeleyi geliştirme, öncülük etme, böyle bir mücadelenin önderliğini yapma temelinde kendini kararlaştırdı. Böyle bir Önderliği kabul etti ve bu mücadeleye bunlar temelinde girdi.
Bütün bunlar neyi ifade ediyor? Önder Apo’nun mücadelenin engellerle dolu olduğunu, zor gelişeceğini, büyük cesaret ve fedakârlık istediğini, her adımda önüne bin bir türlü engelin içten ve dıştan çıkarılacağını, her türlü teslimiyetçi-ihanetçi, sömürgeci-emperyalist saldırıyla karşı karşıya geleceğini biliyordu. Mücadele anlayışını buna göre oluşturdu. Mücadele çizgisini bu temelde geliştirdi. Kendi mücadele tarzını bunlara göre oluşturdu.
Şunu hep öngördü: İmkân ve fırsatlar yüzde bir bile olsa oradan tutup geliştirme, iğne ucuyla kuyu kazarcasına bir tarzla devrimci mücadeleyi geliştirme, her zaman bir engel, saldırı, imhayla karşı karşıya kalacakmış gibi günlük işleri yürütme ve ona da açık olma, Önder Apo’nun temel yaklaşımı bu oldu. Zaferi gerçekleştirme hedefiyle Kürt sorununu, görülen umut ışığı temelinde başarıya götürerek çözme hedefiyle, anlayışı ve inancıyla mücadeleye girdi. Her an bir saldırıyla karşılaşıp imha olabileceğini de öngördü. İşlerini zafer çizgisinde yürüttü. Her an bir imhacı saldırıyla karşı karşıya kalmaya da hazır oldu. Önder Apo’nun anlayışı, felsefesi buydu, mücadele tarzı ve yaşamı buna göre oluştu. Bunu her zaman ifade de etti. Kürdistan’da, Kürt sorununu çözmek için mücadele etmek isteyenlerin hangi anlayışta ve tarzda olmaları gerektiğini halka, kadrolara, gerillaya kavratmak için bunu açıkça da söyledi. Bu anlamda her zaman benzer saldırıların olabileceğini değerlendiriyordu ve bu konuda açıktı.
Önder Apo, tarzıyla saldırıları engelledi
Önder Apo çeşitli dönemlerde benzer saldırılara da uğradı. Bunları hep boşa çıkarttı. Öncelikle tarzını bu tür saldırıların kendisine ulaşmasını engelleyecek temelde kurdu. Kişiliğini ona göre örgütledi, eğitti. Yaşamını ona göre düzenledi. Yaşam ve çalışma tarzını ona göre oluşturdu. Öyle ki her an gerçekleşme ihtimali olan saldırılar kendisine ulaşmamalıydı. Bu tür saldırıların ulaşması durumunda da bunların başarılı olmaması için de son derece dikkatli, duyarlı hareket etti. Hep disiplinli, örgütlü bir yaklaşım içinde oldu. Bu temelde “Biz o tür düzen yaşamlarını durdurduk” dedi. Kendisini tümüyle böyle bir yeni yaşama, onun tarzına yöneltti. Kendisini buna göre disipline etti, eğitip örgütledi. Aslında bu yolla uluslararası komploya kadar birçok saldırıyı boşa çıkardı. Pilot ve benzerleri gibi içten sızmaları boşa çıkarttı, çeşitli suikast girişimlerini başarısız kıldı.
Önder Apo her zaman Kürt sorununun çözümünü başarıyla gerçekleştirecek bir çizgide yaşadı ve mücadele etti. Onu planladı. Örgütlenmeyi ona göre yaptı. Mücadelenin strateji ve taktiklerini ona göre geliştirdi. Fakat her zaman da saldırılarla karşılaşılabileceğini, darbeler yenebileceğini, kendi de dahil her düzeyde imhacı saldırıyla karşı karşıya gelinebileceğini öngördü, varsaydı. Onu da bir ihtimal olarak sürekli gündemde tuttu. Eğer bu tür işler bu temelde yapılırsa başarılı olunacağını belirtti. Ama her an da kendini saldırıyla karşı karşıya kalınabilir gördü.
Bunlar temelinde mücadele anlayışını, çizgisini, strateji ve taktiklerini oluşturdu. 1976’dan itibaren Kürdistan’da gençlik hareketini geliştirmeyi, 1977’nin 18 Mayıs’ında Haki Karer yoldaşın katledilmesi ardından partileşme ve öz savunma temelinde kendini savunmayı hedefleyen direnme sürecini gündeme getirdi, geliştirdi. Ajanlaşmış, yapı, kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet temelinde mücadele stratejisini öngördü ve partileşme süreci böyle bir strateji temelinde yürütülen mücadeleyle başarılı bir biçimde gerçekleşti. Bunu önlemek, devrimci gelişmeleri ezmek için geliştirilen 12 Eylül faşist-askeri darbesi karşısında Kürdistan’da ve Türkiye’de cepheler oluşturarak faşist-askeri saldırıya karşı gerilla temelinde direnmenin gerekli ve zorunlu olduğunu, bütün gelişmelerin ancak bununla sağlanabileceğini öngördü, buna inandı ve kendini bütün gücüyle böyle bir gerilla direnişini geliştirmeye yöneltti. Eksiklikleri, hataları bu temelde giderip 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlattı ve onun her türlü ezilme, yenilme durumunu önleyerek başarıyla gelişmesini sağlamaya çalıştı.
Düşmanın 1987-’88 küresel düzeyde planlı saldırısını birinci derecede boşa çıkartan Önder Apo’nun tarzı oldu. Daha sonra 1992 Güney Savaşı saldırısını boşa çıkartan, başarısız kılan yine Önder Apo oldu. Bunlar sonucunda dünya ve bölgedeki gelişmeleri de değerlendirerek 1993 Mart’ında birinci tek yanlı ateşkes ilan ederek Kürt sorununun demokratik siyasi çözüm sürecinin önünü açtı. Yeni bir strateji olarak demokratik siyasi mücadele stratejisiyle de çalışılıp başarı kazanılabileceğini değerlendirdi. Savaşın sorunu ortaya çıkardığını, çözümün ise demokratik siyasetle gerçekleşmesi gerektiğini öngördü ve böyle bir mücadele sürecine yöneldi.
Düşman buna karşı topyekûn faşist-soykırımcı imha saldırısıyla karşılık verince buna karşı da gerilla ve halk direnişini geliştirerek amansız bir direnme içinde oldu. Bütün o çeteci yaklaşımları başarısız kıldı. Doğan Güreş’in, Tansu Çiller’in, Mehmet Ağar gibilerinin geliştirdiği, Demirel’in koordine ettiği çeteci soykırımcı saldırıları boşa çıkardı. Başarısız kıldı.
Bütün bunların sonucunda demokratik siyasi çözümün önünü açacak bir ateşkes sürecine ulaşmak için 1995-98 arasında bazı taktik planlamalar geliştirdi. Bunlarla da istediği sonuca ulaşamayınca 1998’deki durumu değerlendirdi ve ateşkesle süreci götürmenin gerektiğine, artık var olan tarzla direnmenin hiçbir sonuç vermeyeceğine kanaat getirdi ve kararlılıkla 1 Eylül 1998 ateşkes sürecine yöneldi. Var olan pata durumunu aşmak, tıkanmayı gidermek, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü açmak için bunları yaptı. Yönelimi bu temeldeydi.
Önder Apo komplonun ölü doğması için çabalıyordu
17 Eylül Washington Antlaşması’yla karşılaşınca, ardından Mısır ve Türkiye öncülüğünde Hafız Esad yönetimine yapılan baskıyı içeren komplocu saldırılarla karşılaşınca durumu bu yaklaşım temelinde değerlendirdi. Ateşkese komplocu baskı ve saldırılarla karşılık veriyorlardı. Aslında olumlu yaklaşma sözü vermişlerdi. Dolayısıyla onları da boşa çıkartmak üzere 1993’te başlattığı süreci devam ettirme temelinde Avrupa’ya çıkış çağrılarına, girişimlerine olumlu yanıt verdi. Aslında ateşkes ve demokratik siyasi çözüm sürecini geliştirerek söz konusu komplonun zeminini kurutmak, daha harekete geçmeden başarısız kılmak istiyordu. Yani komplonun ölü doğmasını sağlatmak için çabalıyordu. Fakat biraz geç kalınmıştı. Komplocu güçler ateşkes konumundan da yararlanarak hızla kendilerini planlayıp örgütlendirerek harekete geçti. Baskı ve saldırı sürecini başlattılar. Önder Apo da 1 Eylül 1998 ateşkesiyle başlattığı süreci amaçları doğrultusunda geliştirebilmek için 1993’te başlattığı ama sürdüremediği siyasi çözüm sürecini derinleştirip başarılı kılmak için Avrupa’ya çıkışı daha doğru buldu. Hazırlıkları da o temeldeydi. Avrupalı çeşitli çevreler bu tür çağrılar hep yapmıştı. Avrupa sözde demokratik görülüyor, Avrupa siyaseti demokratik çözümden yana olduğunu hep dile getiriyordu.
Diğer yandan Kürt sorununu Avrupa siyaseti yaratmıştı. İngiliz-Alman savaşının sonucunda ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa’nın çizdiği Ortadoğu haritasında Kürdistan yok sayıldı. Kürdistan’ı yok sayan, yok edilmesini öngören, onlara kapıları açan Lozan Antlaşması gibi antlaşmaları İngiltere ve Fransa imzaladı. Dolayısıyla Kürt sorununu Avrupa ortaya çıkartmıştı. Çözümün de Avrupa üzerinde gelişmesi daha mantıklı ve doğru olabilirdi. Onlara bir fırsat vermek, tarihi hatalarını düzeltmelerini sağlamak istedi. Ne kadar samimiler ve gerçekten Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde neler yapabileceklerini bu çerçevede görmek istedi.
Aslında Önder Apo her zaman iki alternatifli bir değerlendirme içinde oldu. Bunu savunmalarda, sonraki süreçlerde de uzun uzun ifade etti. Bu, ülkeye gelmek veya Avrupa’ya çıkmaktı. Ülkeye gelmek açısından geç kalmıştı. Aslında o 1990’ların başında olabilecek bir durumdu. Onu savunmada da net olarak ifade etti. Süreç biraz değişmişti. 1998 koşullarında ülkeye gelmesinin 1990 başındaki gibi imkânlar, fırsatlar yaratmayacağını, tersine çatışmayı olumsuz yönde daha fazla derinleştirebileceğini değerlendirdi. 1993’ten itibaren geliştirdiği sürecin sonucu olarak ve verilen mesajları da denemek, sınamak üzere Avrupa’ya çıkma, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü bu temelde açma ve onun pratiğini Avrupa üzerinden geliştirmek istedi. Dolayısıyla yönünü Avrupa’ya döndü. Ama tabii dikkati, duyarlılığı da hiçbir zaman kaybetmedi. Çünkü durumunun ne olacağı belli değildi. Kürt sorununun çözümü temelinde hareket ediliyordu ve Kürt sorununu bu dünya yaratmıştı. Ondan çıkar sağladıkları için sorunu sürdürüyor, çözmüyorlardı. Dolayısıyla Kürt sorununu çözme temelindeki çabaların engellerle karşılaşacağı, bu yönde atılan adımların önüne engel konacağı, bu yönde çaba harcayanların üzerine gidileceği bilinen bir durumdu. Kolay bir iş değildi. Avrupa’ya çıkmak ve Kürt sorununun siyasi çözümünü aramak en zor olandı. Önder Apo zor olanı tercih etti. Kürdistan’da devrimci bir parti kurmak da zordu, Önderlik bu zoru göğüsledi ve başardı. Yine Kürdistan’da gerillayı örgütlemek, geliştirmek çok zordu. Önderlik, 15 Ağustos 1984 atılımıyla gerillayı geliştirerek zora yönelen ve zoru başaran oldu.
1998’de Avrupa’ya çıkmak da zordu. Kürt sorununun siyasi çözümünü aramak zorluklarla doluydu. Fakat bir umut ışığı yine vardı ve onu değerlendirmek üzere tekrardan zoru göğüsledi ve Avrupa sistemini de sınayan Avrupa’ya çıkış girişimini kararlaştırıp gerçekleştirdi. Belirttiğimiz gibi zor olduğunu bildiği için her zaman dikkatli, duyarlıydı. Olası saldırılara karşı sürekli tedbirliydi. Bu, Önder Apo’nun mücadele tarzı oluyordu. Dolayısıyla Yunanistan’da ilk engelle karşılaşınca hemen geri dönüşü değil, daha ileriye gidişi öngördü. Rusya’ya gidiş aslında 9 Ekim Komplosu’nu boşa çıkardı. 9 Ekim imhasını önledi. Roma’ya gidişle birlikte Avrupa Birliği nezdinde Kürt sorununun demokratik-siyasi çözümünün gerçekleştirilmesi gündeme geldi. Bunu Avrupa demokrasisine dayatma imkânı buldu. Aslında önemli bir süreçti. Komployu boşa çıkartma, yenilgiye uğratma imkânları çoktu. Fakat onun üzerine de bütün gericilik leş kargaları gibi saldırdı. D’Alema yönetimini adeta boğar hale getirdiler. İtalya’nın faşistleri TC’den aldıkları güç ve destekle her türlü tehditte bulundu. Hem Önder Apo üzerinde baskı çok oldu, hem de İtalya yönetimi üzerinde baskı çok oldu. Bu baskıları bertaraf etmek üzere, dostları da zorlamamak anlayışıyla Önder Apo Roma’dan çıkmayı kabul etti.
Sürecin olumsuz gelişimi Önder Apo’nun Roma’dan çıkışıyla oldu. Çünkü çıkış bir geriye dönüş gibiydi. Tekrar Roma’ya geldi, Rusya’ya dönüyordu. Orada her türlü gerici, komplocu plan yapılmış olabilirdi. Onları çok daha iyi dikkate almak gerekliydi. Önder Apo onu değerlendirdiğini de söyledi ve savunmalarında bu konuda kendisine Rusya Devleti adına güvenceler verildiğini belirtti. Böyle çok net güvenceler olmazsa öyle bir geri dönüşü yapmayacağını ortaya koydu.
15 Şubat Komplosu’na evrilen süreç
Osmanlı’da hile çok derler. İktidar ve devlet sisteminde hile çoktur. Kapitalist modernite sisteminin her şeyi yalan, hile, oyun üzerine kurulmuş. Dolayısıyla hile orada işledi ve Önder Apo’yu Rusya’ya dönüşte denetime almayı başardılar. Bu denetim altında Yunanistan’da, Beyaz Rusya’da, Kenya’da imha etmek istediler. Önder Apo bütün bunları çok dikkatli, duyarlı hareket tarzıyla önledi. Her türlü komplocu imha saldırısını tamamen kendi mücadele tarzıyla boşa çıkardı, başarısız kıldı. 15 Şubat Komplosu’na bu temelde gelindi. 15 Şubat’a giderken de aslında iyice daraltılmıştı. Her tarafla bağlantısı koparılmıştı. Örgütle, halkla bağlantıları kalmamıştı.
Tabii 15 Şubat’ı görme ve önleme Önder Apo’dan çok dışarının, başka güçlerin, hareketin ve halkın işiydi. Süreç 15 Şubat Komplosu’na evirildi. 9 Ekim Komplosu’na karşı mücadeleyi Önder Apo tek başına yürüttü. Rusya’ya çıktıktan sonra komployu deşifre etti. Değerlendirme yaptı, halka duyarlılık çağrısı yaptı. Halk, Önder Apo’yu sahiplenmek üzere sokaklara çıktı. Bu, Kürdistan parçalarında olduğu gibi Avrupa’da da gelişti. Daha önemlisi devrimciler, yurtseverler 9 Ekim’den itibaren Önder Apo’ya dayatılan gerçekliği hemen hissederek Önder Apo’yu sahiplenmek üzere eyleme kalktı.
Güneşimizi Karartamazsınız fedai direnişleri gelişiyor
Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlarla bu süreç başladı. Bu yoldaşlar zindanlarda “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla eyleme geçtiler. Bu, bir fedai duruş, direnişti. Bu, zindanların her tarafına, dışarıya yayıldı. Kürdistan parçalarında, Rusya dahil yurtdışında onlarca fedai eylem geliştirildi. Bu, Zîlan çizgisinin uygulanmasıydı.
Aslında Önder Apo’yu sahiplenmeyi ilk başlatan 30 Haziran 1996’da Dersim’de yaptığı eylemiyle Zîlan’dı. 6 Mayıs 1996’da Önder Apo’ya yöneltilen imha saldırısına cevap veriyordu. Dolayısıyla Önder Apo’yu sahiplenme ve savunma direnişinin fedaice olması gerektiğini Zîlan ortaya koydu. Onun fedai çizgisini Zîlan yarattı, ön açtı. 9 Ekim’le birlikte de Zîlan çizgisinde devrimci militanlar, dağda gerilla, sokaklarda gençler, halk, kadınlar “Güneşimizi Karartamazsınız” fedai direnişini geliştirdiler.
Önderlik gerçeğini duydular, hissettiler. Son derece zorlu, gergin bir süreci yaşadılar. Önder Apo her çağrı yaptığında meydanları doldurdular. Fedai eylemlerini geliştirdiler. Önder Apo etrafında ateşten savunma çemberi oluşturdular. Hiçbir harekette, halkta bu görülmemiştir. Hiçbir önderliği savunmada böyle bir yola başvurulmamıştır. Bunlar Kürdistan’da olduğu kadar dünyada da ilk defa oluyordu. Bunlar değişik düzeylerde herkesi etkiledi. Büyük bir direnme oldu ve aslında 9 Ekim’de başarılmak istenen komplonun 15 Şubat’ta başarısız kılınmasında bu tutum ve direnişler etkili oldu.
Dikkat edilirse dört aydan fazla komplo boşa çıkartıldı, başarısız kılındı. 15 Şubat ya da 9 Ekim gibi imha saldırıları önlendi. Komplonun boşa çıkartılabileceğini doğru bir yaklaşımla ve mücadeleyle engellenebileceği açığa çıktı. Süreç daha iyi yöneltilse, Önderlik gerçeği daha iyi anlaşılsa, Önderliğin halktan ve hareketten kopuşuna izin verilmeseydi kesinlikle 15 Şubat da önlenebilirdi. Uluslararası komploya karşı mücadele daha farklı biçimlerde, daha başarılı yöntemlerle geliştirilebilirdi. Bu süreç onu kanıtladı.
Burada hatalar ve eksiklikler oldu. Önder Apo’nun örgütten ve halktan kopması engellenemedi. Örgüt tarafından bunun tehlikesi görülemedi. Bunda halkın bir kusuru yoktur. Kusur, eksiklik kesinlikle örgütte, harekette oldu. Örgüt, Önderlikten kopuşun tehlikesini göremedi. Dolayısıyla komplo gerçeğini ve içerdiği tehlikeyi derinliğine anlayıp ona karşı Önderliğin yürüttüğü mücadeleyle bir bütün birleşemedi. Önderlik gerçeğinden kopuk kaldı. Eğer 15 Şubat 1999 önlenemediyse bu nedenle önlenemedi. Aslında kopukluk olmazsa Önder Apo’nun yürüttüğü mücadeleyle tam bir birlik içerisinde örgüt, halk mücadeleye yöneltilseydi, 15 Şubat kaçırma eylemi de deşifre edilebilir, önlenebilirdi. Burada eksiklik örgütte yaşandı. Önder Apo “Sahte dostluk ve yetersiz yoldaşlık” biçiminde bu eksikliği tanımladı ve bunun komplonun başarısına, 15 Şubat’ın gerçekleşmesine hizmet ettiğini, komploya karşı mücadeleyi zayıf bıraktığını net olarak belirtti. “Yetersiz Yoldaşlık” denen şey bu temelde yaşandı. Sürecin doğru ve başarı getiren, imhayı önleyen mücadelesini Önder Apo ve “Güneşimizi Karartamazsınız” direnişçileri yürüttüler. Bunlarla yeterince bütünleşemeyen örgüt yapısı ise 15 Şubat Komplosu’nun gelişmesini önleyemedi. O yetersizlik de aşılmış olsaydı, yaşanmasaydı kesinlikle 15 Şubat 1999 önlenebilir, komploya karşı mücadele daha başarılı bir biçimde farklı yöntemlerle yürütülebilirdi.