Sovyetlerin dağılması ve iki kutuplu dünya siyasi sistemine dayalı soğuk savaşın sonlanmasından sonra ‘tarihin sonu geldi’ denilerek neo-liberalizmin bundan sonraki ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal sistemin esası olacağı ve kapitalist modernist sistemin öncü gücü ABD önderliğinde yeni bir dünya düzeninin kurulacağı söylenmiştir. Tüm dünyanın küreselleşen kapitalizme açılması ve tüketim toplumu sistemine çekilmesi hedeflenmiştir. Ülkelerini küresel kapitalist sisteme açmayan, sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı önünde engel olan ülkeler de şer güçler olarak tanımlanmış; bunlara karşı çok yönlü bir mücadele içine girilmiştir. ABD ve müttefikleri, eski dengelerin yıkılmasından sonra yeni dengelere dayalı bir dünya düzeni kurmak için 1991 Körfez Savaşıyla birlikte 3. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. Bu gerçeklik reel sosyalizmin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kapitalist modernitenin tüm dünyaya hakim olamadığını gösterir. Zaten 3. Dünya Savaşı kapitalist sistemin tüm dünyaya hakim olması için başlatılmıştır.
Diğer yandan ABD, kapitalist sistemin önder gücü olduğunu kapitalist modernite güçlerine kabul ettirmek istemiştir. Dünyada kuralları koyan gücün kendisi olduğu iddiasıyla hareket etmiştir. Bu nedenle birçok sözleşme ve yasaya herkesin imza atmasını dayatmıştır. Özellikle sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı için yeni kurallar getirmiştir. Kapitalist sistemin anayasası denilebilecek sözleşmeler imzalanmıştır. Sermayenin serbest ve güvenli dolaşımını sağlamada da kendisini başat güç olarak görmüştür. Ancak Çin gibi ülkelerin ekonomik alanda yükselişe geçmesi, önemli sermaye birikimi sağlaması ve tüketim mallarının üretimi ve satımında büyük bir ivme kazanması sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı için kurallar koyan ABD sermayesini ürkütmüştür. Öyle ki kendi koyduğu serbest dolaşım kurallarını bizzat ABD çiğnemiştir
Kapitalist modernist sistem sürekli kriz halinde
ABD soğuk savaşın ortadan kalkmasından sonra siyasi ve ekonomik olarak hakim güç olmak isterken 3. Dünya Savaşı’ndan sonuç alamadığı gibi ekonomik güç olarak da sömürü ve kar pastasındaki payı giderek azalmaktadır. Sistem içi siyasi güç dengelerinde açık ara üstünlüğü eski etkisini yitirirken ekonomik olarak da rakip güç odakları ortaya çıkmıştır.
Tüm bu mücadeleler 1. ve 2. dünya savaşlarında olduğu gibi sistem içi güçlerin katı kamplaşmalar ve çok şiddetli savaşlarına dayalı bir mücadele biçiminde geçmemektedir. Siyasal değerlendirmeler yapılırken bu farkı mutlaka görmek gerekir. Eğer 20. yüzyıl koşullarındaki gibi değerlendirmeler yapılırsa yanılgılı sonuçlara varılır. Bugünkü mücadele farklı sistemler ve kamplar arasındaki mücadele değildir. Küreselleşen ve birbirine birçok bakımdan bağlı olan bir kapitalist ekonomik sistemden söz ediyoruz. Hem aynı sistem içindeler hem de kapitalizmin doğası gereği birbiriyle sürekli bir mücadele içindeler. Bu gerçeklik yeni dünya dengeleri ve düzenini sağlamak için yürütülen 3. Dünya Savaşı’nın tarz ve yöntemini de farklı kılmaktadır. Şiddeti 1. ve 2. dünya savaşları kadar olmasa da süreklileşen bir mücadele söz konusudur. Bir alanda karşı karşıya gelmemeye dikkat eden sistem güçleri başka bir alanda güç mücadelesinde etkili olmak için savaşa tutuşmaktadır. Suriye’de mücadeleyi dolaylı yürüten bu güçler Ukrayna’da yoğun bir savaş içine girmişlerdir. Zaten tarz ve yöntem farklılıkları nedeniyle 3. Dünya Savaşı on yıllara yayılmış bulunmaktadır.
Ukrayna üzerinden NATO-Rusya savaşı küreselleşen kapitalist sitem içi mücadelenin kısa sürede sonuçlanmayacağını göstermiştir. Kapitalist modernist güçlerin yarattığı siyasi, toplumsal ve ekonomik krizler karşısında halkların, emekçilerin, kadınların mücadelesi de kesintisiz sürmektedir. 3. Dünya Savaşı sonrası oluşacak göreceli dengeler bu mücadeleler sonrası kurulacaktır. Artık erkek egemenlikli iktidarcı devletçi sömürücü sistem krizden kurtulamayacaktır. Göreceli belli bir siyasi denge ve buna dayalı statü kurulsa da istikrarsızlık ve krizler bitmeyecektir. Artık kapitalist modernist sistem sürekli kriz halinde olacaktır. Siyasi, toplumsal, ekonomik sorunlara kalıcı çözüm bulmaları mümkün değildir. Bu da halkların, emekçilerin, kadınların, bu sistemden zarar gören tüm güçlerin mücadelesi sonucu özgürlük ve demokrasi alanlarını sürekli genişletecek; kapitalist modernist güçlerin hakimiyet alanlarını ise daraltacaktır.
Rêber Apo 21. yüzyıl kadın yüzyılı olacaktır diyerek 21. yüzyılda özgürlük ve demokrasi mücadelesinde kadınların öncü rol oynayacağını ortaya koymuştur. Önceleri erkek egemenlikli sisteme karşı yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesi bir tepki mücadelesi olarak öne çıkıyordu. Rêber Apo derinlikli tarihsel toplumsal çözümlemeleriyle kadın özgürlük mücadelesini ideolojik ve teorik temele kavuşturdu. Jineoloji bilimini toplumsal bilimlerin temeli olarak gördü. Kadın özgürlük mücadelesi ideolojik teorik temele kavuşunca büyük bir ivme kazandı. Sadece kadın özgürlük mücadelesi gelişim göstermedi; kadın özgürlük mücadelesi toplumsal mücadelelerin öncü ve en dinamik gücü haline gelerek toplumsal mücadelelerin de etkili olmasını sağladı. Böylece özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadeleleri eksik ve yarım olmaktan kurtularak tüm insanlığın sorunlarına çözüm getirecek bütünlüklü bir mücadele haline geldi. Kadın özgürlük çizgisine kavuşmuş emek, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi önünde kimse duramaz. Kapitalist modernite karşısında büyük bir üstünlüğü bulunan demokratik modernite tüm insanlığın yeni yaşamı haline gelecektir. İşte insanlığın binlerce yıla dayanan toplumsal özgürlük mücadelesi böyle bir aşamaya gelmiştir. Kapitalist modernite istediği kadar yaygınlaştırdığı bireycilik ve maddiyatçılıkla toplumu esir aldığını düşünsün; kadın özgürlük çizgisine kavuşmuş özgürlük ve demokrasi gücü karşısında mutlaka yenilecektir.
İran’da gerçekleşen kadın ayaklanması ve bu direnişte öne çıkan ‘Jin, Jiyan, Azadi’ sloganı ve bunun dünyada tüm kadınların dilinde yankı bulması Rêber Apo’nun 21. yüzyıl kadın yüzyılı olacak belirlemesini bugünden müjdelemektedir. Rêber Apo’nun Kürt teşisi dönecek, Ortadoğu’yu demokratik uygarlığa taşıyacaktır, değerlendirmesi her geçen gün daha fazla yaşamsallaşmaktadır. İlk toplumsallığın coğrafyası olan Ortadoğu aynı zamanda anaerkil kültürün etkin olduğu coğrafyadır. Üzeri küllenmiş olsa da bu kültür sönmemiş bir kor gibidir. Rêber Apo tarihsel toplumsal çözümlemesiyle bu külleri savurarak kadın gücünü açığa çıkarmıştır. Böylece Ortadoğu gerçek demokrasi, özgürlük ve sosyalizmin coğrafyası olmanın güçlü adayı haline gelmiştir. Rêber Apo’nun gerçek demokrasiyi Avrupa’da aramayın, Ortadoğu’da gerçekleşecek, demesinin en güçlü dayanağı da bugün kadın özgürlük çizgisinin bu coğrafyada güçlü biçimde pratikleşmesidir.
Tarihin akışı doğru okunmalı
Ortadoğu ve dünyanın geleceği değerlendirilirken Rêber Apo’nun paradigmasıyla ortaya çıkan bu gerçekliği göz ardı etmemek gerekir. Tarihin akışı doğru okunursa doğru strateji ve taktikler belirlenir; doğru politikalar yürütülür.
Ukrayna savaşıyla birlikte dünya yeniden katı kamplaşmalar içine mi giriyor tartışmaları yapılmıştır. Hatta Şanghay işbirliği örgütü böyle bir kamplaşmanın bir tarafı olabilir mi sorularına cevap aranmaya çalışılmıştır. Bilindiği gibi Çin ile ABD arasında ciddi gerilimler olsa da Çin açık biçimde Rusya’nın yanında yer almadı ya da Rusya ile bir cephe olacak biçimde bir destek vermedi. Çin şu anda küresel kapitalist sistemin çok önemli bir aktörü haline gelmiştir. Bu açıdan katı bir kamplaşma ve buna dayalı çatışma en fazla da Çin’e zarar verir. Çin böyle bir katı kamplaşmaya girmeden sistem içi mücadele yürütmektedir. Bunun için bazı güçlerle ilişki ve ittifak kurabilir. Zaten sistem içi mücadeleler katı kamplaşmalar, 1. ve 2. dünya savaşları türü çatışmalara girmeden sürdürülecektir. Bu sistem içi mücadelede 5-10 tane ilişki ve ittifak olabilir. Bu ittifak güçleri de sürekli değişebilir. Özcesi 1. ve 2. dünya savaşlarında olduğu gibi katı kamplaşmalar ve buna dayalı çatışmalar küresel kapitalizmin geldiği aşamanın gerçekliğine ve doğasına uygun düşmemektedir.
Şanghay işbirliği ise katı bir kamplaşmanın paktı olamaz. Ne kuruluş amacı böyledir ne de katılanların karakteri buna uygundur. Şangay işbirliği örgütü komşu ülkelerin işbirliğinin getireceği ekonomik avantajlardan yararlanma örgütüdür. Çünkü komşu ülkelerin yapacakları ekonomik ilişki her zaman karşılıklı kazandıran bir özelliğe sahiptir. Şanghay işbirliği örgütünün böyle bir şeye zemin sunduğu ve güç katacağı açıktır. Nitekim Çin ile Pakistan Hint Okyanusu’na açılan büyük bir yol yapmaktadırlar. Hem kara hem de deniz yolu ile Çin Hint Okyanusu üzeri dünyaya daha kolay açılma imkanı bulacaktır. Bundan Pakistan da karlı çıkacaktır. Çin-İran, Çin-Rusya ve Orta Asya ülkelerinin bu ülkelerle ilişkisinin böyle bir özelliği vardır. Bu işbirliği örgütü içinde Hindistan da vardır. Hindistan’ın Çin ve Pakistan’la ciddi siyasi anlaşmazlıklar içinde olduğu bilinmektedir. Diğer ülkelerin de birbiriyle siyasi ilişkilerinin her konuda iyi olduğu söylenemez. Dolayısıyla Türkiye NATO’dan çıkıp böyle bir işbirliği örgütüne giremez. Daha doğrusu işlevleri farklı olan bu iki örgütün birbirine alternatif olması söz konusu olamaz. Bunu bu örgüt içindeki güçler de dışındakiler de bilmektedir. Türkiye bu örgüte ekonomik yararlanma için girebilir. Ancak NATO’dan çıkar, buraya girer, siyasi eksen değiştirir gibi tartışmaların siyasi şantaj dışında bir değeri yoktur. Böyle bir siyasi şantajı da kimse ciddiye almaz. Ancak Tayyip Erdoğan her şeyi iç politikada kullandığı gibi bunu da kullanmaktadır. NATO, Avrupa ve ABD’ye göbek bağıyla bağlı olduğu halde toplumda bağımsız irade sahibiymiş gibi bir algı yaratmak için bu tür söylemlere başvurmaktadır. Yandaş medyasını da böyle bir algı için kullanmaktadır.
Tecridi anlama Kürt halkının özgürlük mücadelesini anlamaktır
Uluslararası komplo 25. yılına girmiş bulunmaktadır. Bu 25 yıl İmralı’da Rêber Apo’nun büyük bir yoğunlaşma temelinde soykırımcı sömürgeci Türk devletiyle çarpıcı bir mücadele içinde geçmiştir. 25. yılda da Türk devletinin Rêber Apo üzerinde uyguladığı ağır tecrit altında bu mücadele sürmektedir. Bu tecrit Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile soykırımcı güçler arasındaki mücadelenin hangi düzeyde yürüdüğünü göstermektedir. Rêber Apo üzerinde yürütülen politika ve uygulamaya bakarak bu gerçeği anlayabiliriz. Bunu anlamayan Kürt gerçeğini, Kürt halkının yürüttüğü özgürlük mücadelesini de anlayamaz. Bu nedenle de soykırımcı sömürgeciliğe karşı doğru bir politika yürütemez. Şu anda soykırımcı sömürgeci güçlerin halka ve gerillaya karşı yürüttüğü kirli savaş İmralı’da yürütülen politikanın ve orada süren mücadelenin dışa yansıması olarak görülmelidir. Bunu anlayarak Türk devlet gerçeğini anlamış olanlar da soykırımcı sömürgeci Türk devletine karşı da bu temelde doğru tutum koyar. İmralı’da yürütülen mücadeleyi anlayanlar büyük devrimci olurlar; güçlü demokrasi mücadelesi verirler. Dolayısıyla İmralı’da uygulanan tecrit herhangi bir tecrit değil, tarihsel toplumsal anlamı olan tecrittir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin hangi kapsamda verildiğini göstermektedir. Bu tecrit, anlayanlar için çok şey anlatmaktadır. Bu tecridi anlamak en başta da Rêber Apo gerçeğini anlamaktır. Rêber Apo şahsında Kürt halkının özgürlük mücadele gerçeğini anlamaktır. Soykırımcı Kürt düşman gerçeğinin derinliğini ve kapsamını anlamaktır. Özcesi tecridin bilincine varmak Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi açısından muazzam bir bilince kavuşmaktır. Bu bilince kavuşanlar da büyük mücadeleci olurlar. Bu açıdan tüm halkımızın da dostlarımızın da, yoldaşlarımızın da, tecridin bilinciyle donanmaları çok önemlidir.
Bu bilinç bize Rêber Apo’nun özgürlüğü ile Kürt halkının özgürlüğünün iç içe geçtiğini gösterir. Bu açıdan Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesini birlikte vermek çok önemlidir. Kuşkusuz Rêber Apo’nun özgürlüğü için hukuki mücadele de bu mücadelenin parçasıdır. Nasıl ki Kürt halkının özgürlüğü için de demokrasi mücadelesi, hukuk mücadelesi ve çok yönlü mücadele vermek gerekiyorsa bu, Rêber Apo’nun özgürlüğü için de geçerlidir. Bugün Rêber Apo kadınların ve tüm insanlığın önderi haline gelmiştir. Bu nedenle dünyanın dört bir köşesinde Rêber Apo’nun özgürlüğü için mücadele verilmektedir. Meşruiyeti çok güçlü bir mücadele haline gelmiştir. Bu mücadeleyi geliştirmek aynı zamanda Kürt halkının özgürlük mücadelesine büyük güç katmaktadır.
Avrupa Konseyinin ‘umut hakkı’ konusunda Türkiye’ye akıl verici cevabı, CPT’nin İmralı’da gerçekleştirdiği ziyaretin içeriğini kamuoyuna açıklamaması bu güçlerin Türkiye’nin politikalarının ortağı olduğunu göstermektedir. CPT daha önce Türkiye’ye yaptığı uyarıları bile takip etmemiştir. Kendi söylem ve kararına bile sahip çıkmamıştır. Tecride işkence diyen CPT şimdi bu işkencenin göz yumucusu ve ortağı olmaktadır. Tüm bu gerçekler hukuk mücadelesini ısrarla vermekle birlikte esas olarak halkımızın, halkların, demokrasi güçlerinin ve dostlarımızın mücadelesiyle Rêber Apo’yu özgürleştirme hedefine kilitlenmemiz gerektiğini göstermektedir.
Türk devletinin tüm iç ve dış politikaları Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etme ve bu temelde Kürtleri soykırıma uğratma amaçlıdır. AKP-MHP iktidarı da varlığını özgürlük mücadelemizi tasfiyeye bağlamıştır. Zaten şu anda bu iktidarın tek propaganda aracı olarak bu kalmıştır. Bu amacına ulaşmak için de hem Türkiye içinde demokrasi güçleri ve Kürt halkına karşı baskıyı artırmış hem de Kürt halkının özgürlük güçlerine her yerde saldırmaktadır. Öyle ki, başka konularda birbirine düşman olan Türkiye’yle Ermenistan hükümeti özgürlük mücadelesine yönelik kirli ilişkiler içine girebilmektedir. Türkiye’nin Kürt düşmanlığı temelinde her türlü kirli ilişki içine girmesi anlaşılır bir durumdur. Böyle bir Türkiye gerçeği Kürtler için şaşırtıcı bir şey değildir. Ancak Ermenistan hükümetinin 2 gerillayı Türk devletine teslim etmesi tam bir ihanetçi yaklaşımdır. En başta da Ermeni halkına yönelik bir ihanet olmaktadır. 2 gerillanın Türk devletine teslim edilmesi Paşinyan hükümetinin kişiliksiz ve aciz bir hükümet olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’den alacakları küçük bir taviz karşılığında Kürt Özgürlük Hareketi gibi tüm Ortadoğu halklarının özgürlük hareketi olan ve Ermeni soykırımını yaratan zihniyetten de hesap soran bir devrimci harekete karşı Türkiye’yle işbirliği yapması tarihin gördüğü en kirli işlerden biridir. Bir taraftan bu gerillaların bırakılacağı sözü verilirken diğer taraftan Türkiye’yle pazarlık yapılması aslında Ermeni-Kürt dostluğuna vurulmuş bir darbe olmaktadır. Böyle bir suç işleyen bir hükümet iflah olmaz. Böyle bir hükümet ne Ermeni halkını temsil edebilir ne de Ermeni halkına fayda sağlar.
TC’ye karşı verdiğimiz mücadele Ortadoğu’nun kaderini belirleyecektir
Türk devleti bu saldırılarla aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye ederek yeni Osmanlı hayalleri önündeki engeli de kaldırmak istemektedir. Bu açıdan özgürlük mücadelemiz hem halkımızın özgürlüğü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için olurken, aynı zamanda Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi de olmaktadır. Bu açıdan AKP-MHP şahsında Türk devletine karşı verdiğimiz mücadele sadece Kürdistan’ın değil, Ortadoğu’nun kaderini de belirleyecektir. Bu yönüyle 3. Dünya Savaşı’nın nasıl sonuçlanacağı konusunda bizim yürüttüğümüz mücadele çok önemli etkide bulunacaktır.
6 aydan fazladır Medya Savunma Alanları’nda gerillanın yürüttüğü direniş tarihi değerdedir; sonuçları da büyük olacaktır. 6 ayda büyük siyasi sonuçları olmuştur. Eğer AKP-MHP faşist iktidarı öngördüğü gibi bir ayda sonuç alsaydı şu anda Türkiye’deki iç siyasi dengelerin durumu da Ortadoğu’daki siyasi durum da çok farklı olurdu. Türkiye KDP’yi bugünden daha fazla kendi uydusu yapar, Irak üzerinde ağır bir siyasi baskı kurardı. Şengal’e saldırılarını artırırdı. YNK, KDP karşısında direnemez; o da KDP ve Türkiye’ye teslim olurdu. Bu ortamda Rojava’ya yönelik yeni işgal saldırısı yapardı. Tabi ki Garê ve Kandil gibi gerilla alanlarına da yaptığı hava saldırıları yanında karadan da saldırılar başlatırdı. Özcesi askeri ve siyasi ağırlığını artırarak 3. Dünya Savaşı koşullarında Misakı Milli olarak ifade ettiği Musul ve Kerkük’le Suriye’nin kuzeyini Türkiye sınırlarına katma amacına ulaşmak için saldırılarını yoğunlaştırırdı. Gerillayı tasfiye ettiğinde sadece Ortadoğu’da değil, dünya genelinde de siyasi ağırlığını artırırdı. Tabi güncel olarak da AKP-MHP erken seçime gidip yeniden iktidara gelerek Türkiye’yi istedikleri gibi dizayn edeceklerdi.
Gerilla’nın fedai tarzı AKP-MHP iktidarını çöküşe sürüklüyor
6 aylık gerilla direnişi bu yönlü amaçlarına ulaşmalarını engellediği gibi AKP-MHP iktidarını çöküşe sürüklemektedir. NATO’nun ikinci büyük ordusu Zap, Avaşîn ve Metîna’da çıkmaza girmiştir. Yüzlerce gerilla, yüz binlerle ifade edilen orduyu perişan etmiştir. Öyle ki, oraya sürülen askerler kısa sürede moralsiz ve inançsız hale gelince bunların yerine yeni askerler getirilmektedir. Yüz binlerce asker içinde en savaşçılar seçilip gerillanın üzerine sürülmektedir. Ancak insansız hava araçları ve savaş jetleri olmazsa Türk askeri bir adım bile atacak durumda değildir. Bu açıdan bu 6 ayda Vietnam’a atılan bombaların çok fazlası yüzlerce gerillanın üzerine atılmıştır. İnsansız hava uçakları da hareket eden her şeye füzelerini göndermektedir. Sınır boylarındaki onlarca obüs topları da sürekli çalıştırılmaktadır. Bunlarla da sonuç alamadığını gören soykırımcı sömürgeci devlet her türlü kimyasal silah ve zehirli gaz kullanmaktadır. Yine taktik nükleer silahlarla savaş tünellerine saldırmaktadır. Bunların yanında şiddetli basınç yaratan termobarik bombalar kullanmaktadırlar. Bu düzeyde kirli bir savaş yürütmesi başarısızlığın ve çaresizliğin sonucudur. AKP-MHP faşist iktidarı burada yaşayacağı başarısızlığın kendilerinin ölümü olarak gördüklerinden kirli savaşını her türlü savaş suçunu işleyerek yürütmektedir.
Gerilla, savaş tünelleri ve hareketli timlerin koordineli savaşı ile her gün eylemler yapmaktadır. Eylemin olmadığı tek bir gün yoktur. Artık Türk ordusu ile gerilla aynı alanda iç içe bir savaş yürütmektedir. Savaş tünellerinin varlığı ortamında hareketli timler askerlerin korkulu rüyası olmuştur. Bazı savaş tünellerinin yakınına yanaşamamaktadırlar. Savaş tünelleri araziye hakim yerlerde olduğundan Türk askerinin hareket alanı daralmakta, bu da hareketli timlerin darbe vurmasına açık hale gelmeleri anlamına gelmektedir.
Şu ana kadar savaş fedai tarzında yürütülmektedir. Zaten Türk devletinin kullandığı teknik ortamında tünel ve hareketli timler fedai tarzda savaşarak Türk ordusuna darbe vurmakta; saldırılarını kırmaktadır. Bu fedailik de savaşın askeri ve siyasi amaçlarından ileri gelmektedir. Çünkü AKP-MHP faşist iktidarı gerillayı tasfiye ederek Kürtleri soykırıma uğratmayı amaçlamaktadır. Kürt gençleri bu uğursuz amacı boşa çıkarmak için kendilerini feda etmektedirler. Kürt halkının varlığı için kendilerini barikat yapmaktadırlar. Kürt halkının varlığı için yaşamlarını feda etmektedirler. Bundan daha büyük kutsal duygu olabilir mi? Aynı zamanda bu saldırılar başarısız kılındığında Kürt halkının büyük kazanacağını bildiklerinden bu büyük kazanmada rollerini oynamak için kendilerini feda etmektedirler. PKK daha çıkışında soykırımcı sömürgeciliğe karşı savaşın ancak böyle bir militanlıkla verilebileceğini söylemiş; militanlarını böyle bir ruhla ve duruşla eğitmiştir.
Mersin’de Sara Goyî ve Rûken, Zelal yoldaşların eylemi de PKK’de fedailiğin hangi düzeyde olduğunun somut kanıtı olmuştur. Bu fedailik, 14 Temmuz direnişçilerinin şehadete en yakın anlarının en moralli anları olduğu gerçeğinin bu yoldaşlarda nasıl somutlaştığını tüm dünyaya göstermiştir. Halkına, Önderliğine, Partilerine, şehitlerine, yoldaşlarına karşı görevlerini yerine getirmenin morali ve coşkusuyla bu eylemi yaptıkları kameralara açık biçimde yansımıştır. Böyle evlatları olan bir halkın özgürlük mücadelesi yenilgiye uğratılabilir mi? Böyle militanları olan bir hareket tasfiye edilebilir mi? Bu yoldaşların eylem yaparkenki yürüyüşleri zafer yürüyüşüdür. Zaten soykırımcı sömürgeci güçler bu fedaileri görünce ruh halleri değişmiştir, çökmüşlerdir. Bu fedailer şahsında yenilgilerini görmüşlerdir. Bu yoldaşlarımız bu eylemleriyle fedailik düzeyinin ne olması gerektiğini ortaya koymuşlardır. Artık tüm özgürlük savaşçıları için ölçü ve düzey budur. Bu yoldaşlarımız, bu eylemleriyle yurtseverlik ve militanlık ölçülerini yükselterek hem Özgürlük Hareketimizin hem de halkımızın gücünü katbekat artırmışlardır. Soykırımcı sömürgeciliğin Özgürlük Hareketini tasfiye edip soykırımı tamamlama saldırılarını yürüttüğü böyle bir dönemde bu eylemleri Özgürlük Hareketimiz açısından büyük bir anlam ifade etmektedir.
KDP Kürt soykırımının ortağı haline gelmektedir
Gerillalar Kürt halkının varlığı için yaşamlarını böyle feda ederken KDP’nin Türk devleti ile yaptığı işbirlikçilik, ortaklık Kürt tarihi açısından kara bir lekedir. Gerillalar Kürt yurtseverliğini bu düzeyde yükseltirken KDP Kürt yurtseverliğine en büyük darbeyi vurmakta, Kürt soykırımının ortağı haline gelmektedir. Türk devletiyle mevcut düzeyde ilişki, Kürt soykırımına ortaklıktır. Sadece Bakur açısından değil, Kürdistan’ın 4 parçası açısından soykırıma ortaklık yapmaktır. Türk devletinin temel amacı Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmekse, KDP’nin oynadığı rol de budur. Hiçbir Kürt yurtseveri, siyasetçisi Türk devletinin amacı Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek değildir, diyemez. Türk devleti şu anda kendisine yardımcı olduğu için KDP’ye tahammül etmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilebilirse sonrasında KDP de bu akıbete uğrayacaktır. KDP şu anda Başûr’da ortaya çıkan kazanımları da PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadele ettiği koşullarda elde etmiştir. Türk devleti 5 Kasım 2007’de Bush-Erdoğan görüşmesine kadar Başûr statüsünü kabul etmemişti. 5 Kasım’da ABD, PKK bizim de düşmanımızdır, diyerek KDP’yi de PKK’ye karşı savaşın aktif öğesi haline getirince geçici olarak bir tanıma içine girmiştir. O zamanın Kürt düşmanı CHP genel başkanı Deniz Baykal, PKK’ye karşı kendi yanlarında olduklarından KDP’nin varlığını ve Başûr statüsünü kabul edilebileceğini söylemiştir.
KDP şu anda savaşın tarafı durumundadır. Çünkü Türkiye’nin ihtiyacı olan her türlü desteği vermektedir. Askerleri doğrudan saldırmıyor diyerek savaşın içinde değildir denilemez. Kaldı ki gerilla alanları arasında hareket eden gerillalara saldırmakta; onları şehit etmekte ve esir almaktadır. Defalarca bu tür saldırılar yapmıştır. Öte yandan gerilla alanlarına her türlü lojistik desteğin girişini engellemektedir. Gerilla alanlarını birbirinden koparmaktadır. Türk devletinin erzak ve cephane taşımasını, yaralılarını almasını, Türk ordusunun indirme yaptığı bazı noktalarda tahkimat yapmasını KDP sağlamaktadır. KDP bu yönlü desteğini bıraksa Türk ordusu oralarda bir gün bile kalamaz. Türk devleti arkasını sağlama almış biçimde gerillaya saldırmaktadır. Yine bazı noktalarda KDP desteği ile kalabilmektedir. Hatta Türk askerlerinin kışın orada kalması için her türlü imkanı sunmaktadır. Bunlar açıkça savaşın tarafı olmaktır. Eğer doğrudan çatışma olmuyorsa Hareketimizin sorumlu davranması ve gerillanın sabrından dolayıdır. Ancak KDP bu sorumlu ve sabırlı tutumumuzu zorlamakta, doğrudan her alanda sıcak bir savaşın yolunu döşemektedir. Zîne Wertê, Garê ve Metîna’da defalarca provokatif saldırılar yapmış, ancak bizler sağduyulu yaklaşarak doğrudan açık bir savaşın önüne geçmişiz. Bunu sadece ve sadece yurtsever sorumlulukla yapmışız.
KDP Türk devleti Bakur’da, Başûr’da, Şengal’de Kürtlere her türlü zulmü ve saldırıyı yapmasına rağmen tek bir gün bu saldırılara karşı çıkmamış; Türk devletinin saldırılarına gerekçeler üreterek bu saldırıların meşruiyet sağlayıcısı, dolayısıyla destekçisi olmuştur. Dünyanın hiçbir yerinde bir ulusun içinden çıkan bir örgüt ve parti böyle davranmamıştır. Bu sadece KDP’ye has bir durumdur. Çünkü KDP sadece kendini düşünen ve bir-iki şehirde iktidar olmak için Kürdistan’ın yüzde 80’ini feda eden bir parti haline gelmiştir. KDP’nin pratiği açıkça bunu ifade etmektedir.
KDP Kürdistan doğasının yakılıp yıkılmasına göz yummaktadır
KDP Kürdistan’ın doğasının yakılmasına, yıkılmasına karşı da sessizdir. Savaş uçakları ve top atışları ile Kürdistan coğrafyasında yüzlerce defa yangın çıkmasına rağmen KDP ne bunlara tepki göstermiş ne de yangınların söndürülmesi için kılını kıpırdatmıştır. Kış ayları dışında her uçak saldırısı bir yangın demektir. Bu yangınlar sadece ormanları tüketmiyor, zayıflatmıyor; aynı zamanda doğal yaşamı da ortadan kaldırıyor. Öte yandan kullanılan kimyasal silahlar, zehirli gazlar, taktik nükleer silahlar, termobarik bombalar da doğayı olabildiğince tahrip etmektedir. Bunlar dışında yüzbinlerce ağaç kesimi de yapılmıştır. Bunlara ses çıkarmaması KDP için bir-iki şehirde iktidar olması dışında hiçbir şeyin öneminin olmadığını gösterir.
KDP Kürdistan doğasının yakılıp yıkılmasına, kimyasal silahlar kullanılmasına sessiz kaldığı gibi uluslararası kuruluşlardan kimyasal silah, zehirli gaz, taktik nükleer silah, termobarik silah kullanımını araştırmak için gelenlere izin vermemesi Türk devleti ile suç ortaklığını ne düzeyde yaptığını gözler önüne sermektedir. Kimyasal silahlara, zehirli gazlara duyarlı olduğunu iddia eden bazı ülkeler de Türk devleti ile işbirliği nedeniyle bu tür suçlara göz yumuyorlar. Bunları anlamak mümkün, ama kendi ülkesinin yanmasına, zehirlenmesine göz yuman KDP ise hiçbir zaman anlaşılmayacaktır. KDP bir de bu tutumuyla mahkum edilecektir.
Doğaya sahip çıkmak da yurtseverliğin şartlarından biridir. Doğaya sahip çıkmayan insana sahip çıkamaz. Rêber Apo en temel bilinç ekolojik bilinçtir, dedi. Doğa-insan, doğa-toplum ilişkisi anlaşılmadan hiçbir şey doğru anlaşılamaz. Kürdistan’da eksik bilinçlerden biri de ekolojik bilinçtir. Bu nedenle Rêber Apo bu bilinci çok önemli gördü. Kadın özgürlüğü gibi ekolojik bilinci de özgür ve demokratik yaşamın temeli olarak ele aldı. Bu konuda Kürtlerde bir duyarlılık yaratıldı ama yeterli olduğu söylenemez. Rêber Apo bu konuyu önemserken Kürt halkının tüm kurumları bu konuya yeterince önem vermedi. Bunun eleştirilmesi gerekir. Orman yangınlarının artması sonucu halkın tepkisi artmaya başladı. Bunun üzerine Şırnak’tan Cûdî’ye yönelik bir yürüyüş kararı alındı. Gecikmiş de olsa olumlu bir adımdı. Halkımızın bu yürüyüşteki tutumu önemliydi. Binlerce insan bu yürüyüşte yer aldı. Türk devletinin saldırılarına rağmen yürüyüşte ısrarlı oldular, istedikleri amaca tümden ulaşamadılarsa da önemli bir duyarlılık yarattılar. Bundan sonra ekolojik duyarlılığın daha fazla geliştirilmesi gerekir.
Özel savaş saldırılarını boşa çıkaracak duruş önemlidir
Kürdistan’da doğa katliamı da Kürt soykırımının bir parçasıdır. Doğa katliamına karşı çıkmak aynı zamanda Kürdün soykırımına karşı çıkma olduğundan azgınca saldırılmıştır. Kürdistan’da uyuşturucunun yaygınlaşması, fuhuş yaptıranlara karışılmaması da Kürt soykırımını gerçekleştirmek içindir. Bu nedenle gençlerin uyuşturucu tacirlerine ve fuhuş yaptıranlara yönelmesine de aynı doğanın tahrip edilmesine karşı çıkanlara saldırması gibi saldırmaktadır. Türk devleti Kürt halkının özgürlük mücadelesini bir de bu yönlü özel savaş yöntemleriyle tasfiye etmek istemektedir. Son yıllarda baskı ve zor uygulayarak ya da maddi imkanlar sağlayarak gerçekleştirdiği ajanlaştırma ile de Kürt halkının özgürlük mücadelesine saldırmaktadır. Bu açıdan tüm Kürt halkının ve örgütlü yapılarının bu özel savaş saldırılarını boşa çıkaracak bir duruş ve mücadele içinde olmaları da önemli olmaktadır.
Kürt halkının soykırımcı sömürgeci devlete karşı yürüttüğü var olma mücadelesi aynı zamanda Türkiye halklarının geleceğini belirleyecek bir mücadeledir. Bugün Kürt halkının var olma mücadelesiyle demokrasi güçlerinin var olma mücadelesi iç içe geçmiştir. Soykırımcı sömürgeci Türk devletinin demokrasi düşmanlığı da Kürt düşmanlığından kaynaklıdır. Demokrasi güçlerinin Kürt soykırımı önünde engel çıkardığı düşünülmektedir. Bu nedenle tüm demokrasi güçleri ihanetle suçlanmaktadır. Bu açıdan Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine saldırırken demokrasi güçlerine de saldırmaktadır.
Şu anda Türkiye’de siyasi bir iç savaş varmış gibi bir durum söz konusudur. Kürt sorunu konusunda aralarında ciddi bir fark olmasa da Türkiye tarihinde ilk defa bu düzeyde bir kamplaşma, siyasi gerilim söz konusudur. Türkiye muhalif güçleri üzerinde de büyük bir baskı vardır. AKP-MHP iktidarı 2023 yılında yapılacak seçimle iktidarına meşruiyet kazandırıp yenileyerek Türkiye’yi hiçbir örtüye gerek duyulmayan faşist bir ülke haline getirmek isteyecektir. Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı yürüttükleri şiddetli savaş nedeniyle siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel bir kriz ortaya çıkarmış olsalar da tüm devlet imkanlarını kullanarak ister seçimle, ister seçimsiz iktidarda kalmak isteyeceklerdir. İktidar bu kadar gözü kara ve kararlıysa muhalif güçlerin de en az bu kadar kararlı ve cesaretli olmaları gerekir. Yoksa ekonomik kriz var; halk bunları götürür gibi naif bir yaklaşıma düşülürse AKP-MHP faşizminin iktidarının önüne geçilemez. İktidarda kalmalarını bir beka sorunu haline getiren faşist bir iktidar varsa o zaman bu tür iktidarların neler yapacağı bilinerek tüm demokrasi güçlerinin sağlam durması gerekir. Demokrasi güçleri sağlam durmaz ve bu mücadeleye öncülük etmezse sistem içi muhalefet baskılar karşısında teslimiyet bayrağını kaldırır.
Emek ve Özgürlük İttifakı temel demokratik muhalif güçtür
Türkiye’de sistem içi muhalefet olmayan Emek ve Özgürlük İttifakı Türkiye’nin geleceğini belirleyecek temel demokratik muhalif güçtür. Bu ittifakın içine daha da alacağı önemli toplumsal kesimler ve siyasi eğilimler vardır. Bunlar da ilişki ve ittifakın içine alınırsa mevcut toplumsal güçlerini 3-4 kat artırırlar. Çünkü Türkiye’nin temel sorunlarını ancak gerçek demokratik güçler çözebilir. Bu açıdan HDP ve diğer güçlerin ittifakı Türkiye’nin sorunlarını köklü çözebilecek bir zihniyete ve politikaya sahiptir. Sistem içi muhalif güçleri mevcut iktidara karşı daha sağlam tutum almaya zorlayacak olan da Emek ve Özgülük İttifakıdır. Bu ittifak olmasaydı şimdi Türkiye’nin üzerine ölü toprağı dökülürdü. Kuşkusuz Türkiye’deki demokrasi güçlerinin direnişini sağlayan ve muhalif güçlerin ayakta kalmasını sağlayan da gerilla başta olmak üzere Özgürlük Hareketimizin her alanda verdiği mücadeledir. Bu gerçek görülüp anlaşılmadan da Türkiye’de doğru demokrasi mücadelesi verilemez ve etkili demokratik siyasi muhalefet yapılamaz.
Türkiye seçim sürecine girmiştir. Seçimin yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa adil ve eşit koşullarda olup olmayacağı belli değildir. Demokrasi güçleri hem mücadelelerini sürdürmelidirler hem de seçime hazırlanmalıdırlar. Bu seçim süreci de seçim de bir mücadele ortamında geçecektir. Seçimler de halk güçleri açısından bir demokratik mücadele alanıdır. Bu açıdan seçim de önemli görülmelidir. Demokrasi güçlerinin de çok yönlü seçime hazırlanması gerekir. Seçim de bir hesap-kitap işidir, incelikleri vardır. Toplumu iyi analiz etmek kadar seçim bölgelerini iyi analiz etmek, uygun adaylar seçmek önemlidir. En önemlisi de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine güç katacak bir seçim politikası yürütmektir. Seçim birilerini milletvekili seçtirme işi değildir. Seçim bir temel strateji ve politikaya dayanırsa başarılı olur. Özellikle Kürt halkının mücadelesiyle Türkiye halklarının mücadelesini buluşturmak, tüm demokrasi güçlerini bu mücadelenin parçası yapmak ve parlamentoya yansıtmak önemlidir. Yoksa şu kadar bizden olsun yaklaşımı bir strateji ve politikaya dayanmayan, sadece milletvekili seçtiren bir yaklaşım olur ki, bunun da mücadeleye pek katkısı olmaz. Kürt halkının en geniş demokrasi güçlerini yanına alma gibi bir sorumluluğu vardır. Kürt halkının özgürlük mücadelesine güç katacak olan budur. Önemli olan ne kadar Kürdün milletvekili seçilmesi değildir. Eskiden böyle bir anlayış vardı; ancak Rêber Apo ortaya koyduğu proje ve tutumla bu anlayışı kırdı. Rêber Apo’nun ortaya koyduğu bu çizginin titizlikle yürütülmesi gerekir.
Kuşkusuz mevcut siyasi sistemde esas olan cumhurbaşkanlığı seçimidir. AKP-MHP faşist ittifakının adayının kazanması Kürt soykırım adayının kazanmasıdır. Bu adaya kaybettirmek başta Kürtler olmak üzere tüm demokrasi güçlerinin hedefi olmalıdır. Tabi ki bunu sağlamak için demokratik zihniyette olan ve en geniş kesimlerin oylarını alacak birinin aday gösterilmesi önemlidir. Zaten gelinen aşamada başta Kürt halkı olmak üzere Emek ve Özgürlük İttifakının oyunu alamayan bir aday kazanmaz. Bu ittifakın fire vermeden bir adayı desteklemesi için uygun bir adayın gösterilmesi önemlidir. Bunu da herhalde en iyi bilecek durumda olan Tayyip Erdoğan’ın karşısına aday çıkaracak olanlardır. Emek ve Özgürlük İttifakı bu konuda tutumunu ortaya koymuştur; biz de bunun doğru tutum olduğuna inanıyoruz.
Türk devleti bir yandan Kürt düşmanlığı diğer yandan seçim kazanmak için savaş politikası yürütüyor. Şovenizmi kışkırtıyor. Sürekli saldırıda olduğu bir alan da Kuzey-Doğu Suriye ve Rojava olmaktadır. Bu aşamada bir işgal harekatının siyasi ortamını bulamamış olsa da ABD-Rusya çekişmesi ve bunların onayı ya da suskunluğu ortamında her gün Rojava’ya saldırmaktadır. Rojava meşru savunma güçlerini ve yurtsever insanları katletmektedir. Tüm amacı Rojava’da özerk sistemin oturmasını engellemek, fırsatını bulduğunda da dağıtmaktır. Bunu Kürt, Arap, Süryani ve diğer tüm halklar bilmektedir. Bu açıdan da hem toplumsal örgütlülüklerini hem de özsavunma sistemlerini güçlendirerek saldırılara karşı hazırlanmaktadırlar. Diğer yandan işgal alanlarında işgalcilere karşı harekatlar düzenleyerek darbe vurmaktadırlar. Rojava’daki bu sürekli savaş halinin yakın zamanda durmayacağı görülmektedir. Bu nedenle Kuzey-Doğu Suriye özerk sistemi seferberlik ilan ederek kendini savaş pozisyonuna göre düzenlemeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin Kuzey-Doğu Suriye’ye yönelik yeni işgal harekatı isteğini Rusya ve İran, sorunlarını Suriye ile çöz yaklaşımı göstermişlerdir. Türkiye Kürt düşmanlığı üzerinden Suriye ile bazı ortaklıklar yapmak istese de Türkiye-Suriye ilişkilerinin yakın bir zamanda normale dönüşmesi zordur. Bir taraftan Türkiye’nin çetelerle ilişkisi, diğer taraftan işgal ettiği alanlar ve buralarda oluşturduğu düzen Türkiye ile Suriye’nin anlaşmalarını zorlaştırmaktadır. Suriye’nin Türkiye ile birlikte Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’ye karşı ortak bir politika içine girmeleri Suriye’de yeni bir siyasi durum ortaya çıkaracağından bu da iki devlet arasındaki ilişkileri zorlaştırmada diğer bir etken olmaktadır. Öte yandan hala Türkiye ve Suriye’nin Ortadoğu politikaları konusunda önemli farklılıkları olması da bu iki ülke arasındaki diğer sorunlardandır. Ancak benzer biçimde olmasa da her iki ülkenin çözemedikleri Kürt sorunu varlığı bir uzlaşma konusunda ortak paydalarıdır. Bu açıdan Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye halklarının tedbirli olması, bu tür uzlaşmaları bozacak bir politika yürütmesi önemlidir. En başta da her türlü saldırı karşısında kendilerini güçlü tutmaları gerekmektedir.
İran’ın tarihinde bulunan demokratik modernite birikimi harekete geçmiştir
İran’da kadın öncülüğünde bir halk devrimi gerçekleşmektedir. İran tarih boyu büyük halk hareketlerine ve devrimlere sahne olmuştur. 1979’da devrim gerçekleştiren halk ile bugünkü halk aynı halktır. O zaman da kadınlar bu devirme aktif katılmıştır ve Şah diktatörlüğünü yıkmıştır. Bu devrim de baskıcı sisteme karşı gerçekleşmektedir. Halk ne yeni bir şah, ne de kapitalist modernist sistemin işbirlikçisi bir İran istemektedir. Kadın öncülüğünde gerçekleşen bu devrim her ikisine de karşıdır. İran’ın tarihinde bulunan demokratik modernite birikimi harekete geçmiştir. Rêber Apo yıllar önce İran’ın kapitalist modernite ile demokratik modernitenin hesaplaşacağı alan olacağını belirtmiştir. Şimdi gerçekleşen budur. Bu devrimci hareket yakın zamanda nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın artık İran eski İran olamayacaktır. İran’da dipten gelen kadın özgürlükçü bir devrim gerçekleşmiştir. Kadın özgürlükçü bir devrim kadar değiştirici ve dönüştürücü bir toplumsal hareket yoktur. Artık İran’ı bu devrimden önce ve sonra olarak tanımlamak mümkündür. Biz İran’daki siyasi sorumlu güçlere bu ayağa kalkan halkla uzlaşması, demokratik talepleri doğrultusunda adım atması gerektiğini belirttik. İran halklarını da hiçbir dış güce dayanmadan İran’ın siyasi birliği içinde ortak hareket etmeye çağırdık. Zaten kadın öncülüğündeki bir devrim ne iktidar ister ne devlet. Sadece demokrasi ve özgürlük güçlerinin birliği temelinde demokratik inanç ve tüm halklara ve kimliklere özgürlük ister. Bu da demokratik ulus anlayışı içinde özgürlük temelinde birlikte yaşama anlamına gelmektedir.
Irak’ta uzun bir süreden sonra cumhurbaşkanının seçilmesi önemli bir gelişme olmuştur. Biz başından beri bir YNK’linin cumhurbaşkanı olması gerektiğini savunduk, tutumumuz hep bu yöndeydi. Tabi cumhurbaşkanlığı seçimi Irak’a hemen istikrar getirmez, ama istikrar açısından önemli bir adım olabilir. Irak’ta siyasi güçlerin birbirine karşı tutum aldıkları, karşıt olarak konumlandıkları sürece de istikrar sağlanamaz. Bu açıdan Iraklı tüm siyasi güçlerin sorumlu davranarak bir uzlaşma yaratmaları gerekir. Irak’ın istikrara kavuşmasını istemeyen güçler vardır. Bunların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye bu konuda KDP’yi de kullanmaktadır. Türkiye Irak’ın istikrara kavuşmadığı ortamda Medya Savunma Alanları’na, Başûrê Kurdistan’a, Şengal’e rahatlıkla saldırmaktadır. Zaten Türkiye’nin en temel hedeflerinden biri de Irak sınırları içindeki Musul ve Kerkük alanlarını kendi sınırları içine almaktır. Türkiye’nin Türkmenlerle ilişkisi, onları her bakımdan örgütlemeleri bu işgal harekatında onları gerekçe ve meşruiyet unsurları olarak kullanmak içindir. Türkiye’nin bu yönlü amaçlarını hem Iraklı siyasi güçler hem de bölge ülkeleri iyi bilmektedir. Bu nedenle Arap Birliği defalarca Türkiye’nin Irak ve Suriye’de işgal ettiği bölgelerden çıkmasını istemiştir. Biz Türkiye’nin neo Osmanlı politikalarına karşı çıkan, halkların özgürlüğü ve kardeşliği içinde Ortadoğu’da barış ve istikrarı savunan tüm güçlerle şimdiye kadar ilişki ve dayanışma içinde olduk; bundan sonra da politikamız ve tutumumuz bu yönlü olacaktır.