Duran Kalkan
Kapitalist modernite sisteminin yaşadığı derin kriz ve kaos, ulus, sınıf, cins ve benzeri temellerdeki özgürlük mücadelelerinin gelişimini hem zorunlu kılıyor ve hem de bunun için önemli imkânlar sunuyor. Özellikle yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın çözümsüzlüğü bu mücadeleleri daha da önemli kılıyor. Bu gerçeklik dünyanın dört bir yanında yaşansa da, sömürgeci ve soykırımcı egemenlik altındaki Kürdistan’da çok daha derin ve yoğun olarak yaşanıyor.
Kuşkusuz söz konusu mücadeleler de kendileriyle birlikte birçok sorunun çözümünü gündeme getiriyor. Doğru teorik anlayış, ideolojik ve politik çizgi, doğru program ve tüzük, strateji ve taktikler, tarz ve yöntem söz konusu sorunların başta gelenleri oluyor. Bunlarla birlikte özgüce dayanma ve harekete geçirebilme, bu çerçevede değişik düzeyde geliştirilecek ilişki ve ittifaklar da doğru çözümlenmesi gereken önemli sorunlar arasında yer alıyor.
Önder Apo, paradigma değişimi temelinde söz konusu sorunlara ilişkin savunmalarında çok geniş ve somut çözümler getirmiş ve bunlar program ve planlamalarda yer almış olsa da, gelişen pratik ve çeşitli etkilemeler bu konular üzerinde uygun zaman aralıklarında tekrar durmayı ve açıklık getirmeyi gerektiriyor. Burada belirtilen temelde ve yeniden bir özetleme dahilinde Kürt sorunu ve özgürlük mücadelesinde öz güç ve ittifaklar sorununu kısaca ele almak istiyoruz. Elbette amacımız belirtilen konuları genişliğine işlemek değildir. Tersine biraz da pratik gelişmeleri ve pratikte yaşanan hatalı yaklaşımları dikkate alarak bazı önemli noktalara parmak basmaktır. Okuyucu için yeniden bir çerçeve çizebilirsek, aslında amacımıza ulaşmış olacağız.
1- Kürt Ulusal Sorununun Bazı Temel Özellikleri
Kuşkusuz ulusal sorunlar, kapitalist modernite sisteminin ulus-devlet boyutunun tekçiliği temelinde ortaya çıktılar. Aslında söz konusu tekçilik, yani tek ulus, tek devlet, tek dil, tek vatan, tek bayrak anlayışı ve politikası özünde faşizan ve soykırımcı bir karaktere sahiptir. Yani ulus-devlet sistemi, özünde faşist, sömürgeci ve soykırımcı bir zihniyeti ve siyaseti ifade eder. Bu da esas olarak toplumu ve bireyi devletleştirme anlayışından kaynaklanır. Ulus-devlet sistemi, toplum ve birey adına hiçbir şey bırakmamayı, her şeyi devletin tekçiliği içinde eritip asimile etmeyi öngörür.
Halbuki daha önceki çağlarda var olan devletler, örneğin imparatorluklar böyle değildi. İmparatorluk sarayı ve mülkü etrafında siyasi ve askeri yanı ağır basan bir devlet örgütleniyordu; fakat bunun dışında farklı dil, din ve kültürlerden oluşan geniş bir toplum ve topluluklar toplamı var oluyordu. Söz konusu kabile, aşiret ve halk toplulukları bir nevi kendi özerk örgütlenmeleri içinde kendi yaşamlarını sürdürüyor, yerelde kendilerini yönetiyorlardı.
Ortadoğu’nun önemli imparatorluklarından olan Osmanlı ve İran İmparatorluğunda da durum böyleydi. Şahlık ve padişahlık genel yönetimi altında onlarca kabile, aşiret ve halk önemli bir düzeyde kendi toplumsallığını yaşıyordu. Çoklu bir dil, din, kültür ve özerk yaşam durumu vardı. Daha çok aşiret toplulukları biçiminde yaşayan Kürtler’de söz konusu halklardan biriydi. ‘Kürt Beylikleri’ biçiminde imparatorluklar içinde otonom bir yaşam sürdürüyordu. Hatta Osmanlı İmparatorluğu içinde Kürtler ile Ermeniler “Milleti Sadıka” olarak adlandırılıyordu. Yani ‘Sadık milletler’ olarak görülüyorlardı. Bu temelde özel ve en geniş bir otonomi durumunu, neredeyse yarı bağımsızlık gibi bir durumu yaşıyorlardı.
Çok sayıda Kürt beyliği (ki buna Osmanlı resmi sistemi ‘Kürdistan Beylikleri’ diyordu), adeta bir devlet gibi kendi ekonomisini, siyasetini, savunmasını örgütlüyor ve toplumu yönetiyordu. Sadece Osmanlı merkezi yönetimine her yıl belirlenmiş olan vergisini veriyor ve çok ihtiyaç olduğunda padişah ordusu yanında büyük askeri seferlere katılıyordu. Sümer’den itibaren Kürdistan üzerinde egemenlik kurmaya çalışan devletçi sistem, Osmanlı ve İran ortaçağında kendini bu biçimde somutlaştırmıştı. Bu süreçte Osmanlı ve İran imparatorlukları arasında yüzyıllarca süren Kürdistan üzerindeki egemenlik mücadelesi, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla Kürdistan’ı ikiye bölmüştü.
Söz konusu durumun değişime uğraması 19. yüzyılın başından itibaren başladı ve günümüze kadar sürdü. Bunun da esas nedeni, gelişen Avrupa kapitalist modernite sistemi karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşmek zorunda kalması ve yaşadığı güç kaybını telafi etmek için daha çok asker ve paraya ihtiyaç duymasıydı. Söz konusu daha çok asker ve vergi ihtiyacını da Kürt beyliklerinin elinde bulunanı alarak karşılamayı uygun gördü. Kürt beyleri bu talebi gönüllü karşılamayınca da 1806 tarihinden itibaren teker teker Kürt beylikleri üzerine saldırı düzenledi ve otonomilerine son verip beylikleri ezerek Kürtlerin kendi yönetimlerini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Revanduz Beyliğine saldırı ile başlayan bu sürecin en önemli halkası Cizre-Botan Beyliği ile yaşanan savaştı. 19. yüzyılın ortasına doğru yaşanan bu savaşta Bedirxan Bey, ayakta kalabilmek için kendini devletleştirme gibi bir çaba içine girse de hem geç kalmıştı ve hem de önemli bazı hatalar yaptı.
19. yüzyılın son çeyreğinde, beylikleri ezilmiş olan Kürdistan’a Osmanlı merkezi yönetimi daha çok saldırdı. Alışılan eski özerklik sistemlerini yaşamak isteyen Kürt toplumu, bu kez aşiret ve dini önderleri etrafında birleşip direnmeye çalıştı. 1880’lerde Osmanlı-İran sınır boyunda gelişen Şex Ubeydullah Direnişi, söz konusu parçalı direnişlerin en önemlisi ve 19. yüzyılın sonuncusuydu.
Kuşkusuz bu süreç 1. Dünya Savaşı öncesinde ve içinde çok daha vahim bir hal aldı. Türk-İslam sentezci İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimi, Almanya yanında girdiği 1. Dünya Savaşı’nın ilk yılında Rus ve İngiliz tahriklerini bahane ederek Ermeni soykırımına başvurdu. Savaş içinde Arap aleminde gelişen İmparatorluktan kopma eğilimleri, İttihat ve Terakki yönetimindeki soykırımcı anlayış ve politikayı daha da derinleştirdi. Arabistan ve Kürdistan’da yaşanan yoğun paylaşım savaşını kaybeden İttihatçı yönetim, Turancı emeller besleyerek Orta Asya’ya yöneldi. Osmanlı topraklarının yeni haritası, savaşın galibi İngiltere ve Fransa tarafından çizildi.
Rusya’da Ekim Devrimi ve Kemalist hareketin gelişim süreci
Bu sürecin yeni ve önemli iki olayından biri Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluş sürecinin başlamasıydı; diğeri ise, Mustafa Kemal öncülüğünde ve ayakta kalan Osmanlı ordusuna dayalı olarak yeni bir hareketin gelişmesiydi. Emperyalist saldırı karşısında zorlanan Sovyet yönetimi, temel karakterine bakmadan kendini siyasi ve askeri olarak biraz rahatlatan Kemalist hareketi destekleyince, söz konusu hareket gelişme gösterdi.
Kemalist hareketin temel programı “Misak-ı Milli” olarak belirlenmişti. Bu da “Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklarda yeni bir milli devlet kurmayı” ifade ediyordu. Bu harekete yönelik İngiltere ve Fransa’nın Yunanistan üzerinden geliştirmeye çalıştığı müdahale yenilgiye uğratılınca, hareketin gücü ve kendine güveni arttı. İkinci ve önemli sorun Kürdistan’dı. Kemalist hareket, ayakta kalan Kürt ileri gelenlerinin belli bir kısmının desteğini almayı başarmıştı. Kürtlerdeki genel eğilim, belirlenen Misak-ı Milli içinde yer almaktı. Hıristiyan İngiltere ve Fransa’ya karşı Müslüman Kemalist hareketi tercih ediyordu. Kemalistler bu durumdan ustaca yararlandılar. Özerk yaşamın hemen verilmesini ve yasal statü yaratılmasını isteyen Koçgiri’yi daha sürecin başında ezdiler. Savaştan yorgun düşen Fransa ile 1921’de anlaşma yapmayı başardılar. Süleymaniye’de İngilizlere karşı çıkıp Kürt devleti isteyen Şêx Mahmut Berzenci’nin durumuyla İngiltere’yi korkuttular. Lozan’da “İsmet Paşa’nın Kürtlüğü” söylemine de dayanarak kendilerinin “Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olduğu” iddiasıyla Kürt haklarını yok sayan bir anlaşmayı ortaya çıkarttılar.
Bu temelde TC devleti kurulduysa da Kürdistan üzerindeki Türkiye-İngiltere mücadelesi bitmedi. Kemalistler Misak-ı Milli temelinde “Musul meselesini” hep sıcak tuttular. ‘İngiliz yanlısı’ gerekçesiyle Süryani soykırımını düzenleyerek, İttihat ve Terakki’nin Ermeni soykırımı yanına yeni bir soykırım daha eklediler. Kürtlerin örgütlenip vaadedilen “Muhtariyeti” isteyeceği ve bunun da İngiltere karşısında kendilerini zorlayacağı korkusuyla çeşitli bahaneler yaratıp Kürt ileri gelenlerini idam ettiler. Bir provokasyonla Şêx Sait Direnişinin başlamasına yol açıp, Kürtler hazırlıksız ve kendilerinin hazırlıklı oldukları bir ortamda yeni bir Kürt katliamı yapıp Kürt soykırım sürecini de başlattılar.
Fakat Kürtler kuvvetliydiler, Ermeniler ve Süryaniler gibi hızlı soykırıma tabi tutmak kolay değildi. Kürdistan üzerinde İngiltere ile mücadele ediyorlardı ki, İngiltere oluşan küresel kapitalist sistemin birinci gücüydü. Bu durumu değerlendirerek ve ilerde uygun fırsat yakaladıklarında Musul vilayetini almayı bir milli strateji haline getirerek, Kürt varlığının yok sayılması ve TC içinde Kürtlerin desteklenmemesi temelinde İngiltere ile anlaştılar. 1926 Haziranında İngiltere ve Türkiye devletleri arasında imzalanan antlaşma ile sözde Türkiye-Irak sınırı çizildi.
Kürt sorunu ve çıkış süreci
Bütün bunları adına “Kürt sorunu” denen sorunun gerçekte nasıl ortaya çıktığını ve ne anlama geldiğini, yani temel özelliklerini doğru anlamak için belirttik. O halde birincisi, Kürt sorunu öyle bir anda ortaya çıkmadı, tersine bir tarihi süreç içinde şekillendi. Bu süreç aslında Sümer’e ve devletçi sistemin kuruluşuna kadar dayanır. Sümer devletleşmesinin ilk yayılma alanlarının başında Kürdistan’ın geldiği ve Sümer’in kurucusu Gılgamış’ın en önce Yukarı Mezopotamya’ya saldırdığı bilinmektedir. Yine Osmanlı ve İran İmparatorlukları arasında Kürdistan’ın sürekli bir savaş alanı yapıldığı da bilinen bir gerçek olmaktadır. Fakat daha somut olarak sorunun ortaya çıkışı esasında 1806 yılından itibaren ve Osmanlı’nın Revanduz Beyliğine saldırısı ile başlamıştır. Kısaca somutta iki yüzyıllık bir sorun durumundadır.
İkincisi, Kürt sorunu, 1. Dünya Savaşı denen emperyalist paylaşım savaşı içinde ve sonrasında savaşa katılan güçler arasındaki mücadele sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunda Türkiye, İngiltere ve Fransa devletlerinin payı birinci derecede, Almanya ve Sovyetler Birliği’nin payı ikinci derecededir. Tabi Kürdistan’ın doğusunu işgal eden İran’ın payı da önceliklidir. Yine Lozan Antlaşmasını imzalayan tüm devletlerin bunda payı vardır. Bu temelde sorun, birkaç devletin yol açtığı bir sorun değil, kapitalist modernite sisteminin küresel bir yapı kazanırken ortaya çıkardığı bir sorundur. Yani baştan itibaren küresel bir sorundur, kapitalist küresel sistemin ortaya çıkardığı bir sorundur. Bu nedenle, mevcut devletlerin günümüzde sorunu küreselleştirdiği görüşü doğru değildir. Bu durum, çözüme yanaşmayarak tüm küresel güçleri sorun üzerinde aktifleştirip kendilerini de zora sokmaları biçiminde ifade edilirse belki bir anlamı olur.
Üçüncüsü, Kürt sorunu küresel devletçi sistem tarafından Kürdistan’ın ve Kürt halkının dört parçaya bölünmüş olması sorunudur. Yani ülkenin ve halkın parçalanmış olması durumu vardır ve çözümün bir boyutu ülkenin ve halkın bir biçimde birleştirilmesi olmaktadır. Kısaca Kürtlerin ülke ve halk olarak birlik sorunları vardır.
Dördüncüsü, Kürt sorunu esas olarak Kürtlerin yok sayılması ve yok edilmek istenmesi sorunudur. Yani Kürt halk varlığına dayatılan bir soykırım sorunudur. Bu soykırım katliam, tehcir, demografyayı değiştirme ve her düzeydeki asimilasyon yöntemleriyle, yüzyıldır sürdürülmektedir. Adı Kürt sorunu olsa da esas olarak Kürdistan’ı ve Kürt halkını bu durumda tutan küresel kapitalist modernite sisteminin ve onun faşist ulus-devlet boyutunun soykırımcı zihniyete ve siyasete sahip olması sorunudur. Sorunu yaratan, Kürt halk varlığını yok sayıp yok etmek isteyen işte bu zihniyet ve siyasettir. Bunun başka bir örneği de bulunmamaktadır.
Beşincisi, Kürdistan küresel kapitalist sistem tarafından dörde bölünüp her bir parça bir sömürgeci-soykırımcı devletin egemenliği altına bırakılmış olsa da esas olarak tüm küresel devletçi sistem tarafından birlikte ve ortak olarak yönetilmektedir. Sorun ortaya çıkartıldıktan bu yana Kürdistan’daki yönetim esas olarak oluşturulan küresel sistem tarafından icra edilmekte ve somut olarak da dört sömürgeci devlet ile küresel kapitalist sistemin öncü gücünün oluşturduğu bir ortak yönetim tarafından yönetilmektedir. Bu yönetim geçmişte Bağdat Paktı, CENTO, Irak’a komşu devletler topluluğu gibi adlar almıştır. Çekiç Güç Operasyonu denen yapının da böyle bir karakteri vardır. Bu ortak yönetimin fiiliyatta işletilen kuralları söz konusudur. Örneğin Kürt sorununun çözümünde hiçbir devlet yalnız başına karar vermeyecektir, hiçbir devlet diğer devletlerin sınırları içindeki Kürtlere destek olmayacaktır. Yani Önder Apo’nun ‘Kürt kapanı’ olarak ifade ettiği sistem işletilecektir. Bu yönlü yazılı bir anlaşma veya kararın olup olmadığı ise henüz bilinememektedir. Kürdistan üzerindeki söz konusu ortak yönetim, 1980-1988 arasındaki Irak-İran savaşı sırasında işlememiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden soykırımcı zihniyet ve siyaseti olduğu gibi devralan Kemalist hareket ve TC devleti, daha oluşum sürecinde geliştirdiği Koçgiri Katliamı ve 1924’te gerçekleştirdiği Asuri-Süryani Soykırımı ardından, planlı ve sistemik bir Kürt soykırım sürecine yönelmiştir. Kürtlerin örgütsüz ve birliksiz, dolayısıyla hazırlıksız olma durumundan yararlanarak, esasta komplo ve provokasyonlara başvurarak ve yine Kürdistan’a parça parça yönelerek 1925-1940 yılları arasında ağır fiziki katliamlarla Bakurê Kurdistan’ı askeri denetim altına almayı başarmıştır. 1925-27 arasında Amed-Bingöl hattında, 1929-31 arasında Ağrı bölgesinde ve 1937-38 yıllarında Dersim alanında geliştirdiği soykırım düzeyindeki katliamlarla Kürt toplumunun var olan bilinç ve örgüt düzeyini de ezmiştir. Kurduğu askeri diktatörlük rejimini daha sonra ekonomik sömürü ve kültürel soykırımla da birleştirerek, Kürdistan’ı çok yönlü ve bütünlüklü bir soykırım sürecine almıştır.
Aynı dönemde İran Şahlığı’nın yürüttüğü “Ak Devrim” ile Arap BAAS milliyetçiliğinin uygulamaya çalıştığı “Arap Kemeri Projesi” de benzer Kürt soykırım uygulamaları olmaktadır.
2- Ulus-Devletçi Çözüm Arayışları
Yabancı ulusal egemenlik ve sömürgecilik politikalarına karşı ezilen sömürge halkların yöneldiği mücadele, genel olarak ulusal kurtuluş hareketleri veya ulusal bağımsızlık ve özgürlük hareketleri olarak tanımlanmıştır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkışı ardından bu hareketler güçlü bir müttefik bularak hızla gelişmiş ve işçi sınıfı öncülüğüyle reel sosyalist hareketin bir parçası haline gelmiştir. Faşizmin yenildiği 2. Dünya Savaşı ardından Çin Devrimi’nin zafer kazanması, Vietnam Ulusal Kurtuluş Mücadelesi etrafında Uzak Asya’da, Küba Devrimi etrafında Latin Amerika’da ve Angola Ulusal Kurtuluş Mücadelesi etrafında Afrika’da muzaffer ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesi dünyanın nüfus bakımından en küçük halklarını bile etkilemiş ve harekete geçirmiştir. Bu durum, dört parçalı Kürdistan’da ağır soykırım altında yaşayan Kürt halkını ve özellikle Kürt aydın-gençliğini de etkilemiştir.
19. yüzyılda Osmanlı merkezi yönetiminin saldırılarına karşı Kürt beyliklerinin gösterdiği direnişlerin ulus-devletçi bir programları ve karakterleri esas olarak yoktur. Onlar daha önceki durumu, yani otonom yönetimlerini korumak istemişlerdir. Her ne kadar direniş içinde Bedirxan Bey devlet olma gibi söylemleri gündeme getirse de, aslında böyle bir bilinç ve hazırlığı söz konusu değildir. Yüzyılın son çeyreğinde gelişen Şêx Ubeydullah Direnişi, ulusal birlik ve devletleşme bakımından daha ileri bir konum arz etse de, Osmanlı ve İran İmparatorluklarının ortak saldırı yürütmeleri ve dış ilişki geliştirememesi gibi nedenler sonucunda başarılı olamamış ve o da yenilgi yaşamıştır.
Şêx Sait ve Seyit Rıza’nın üzerine kalan Amed-Bingöl ve Dersim Direnişleri de her ne kadar temelinde toplumun huzursuzluğu ve verilen ‘Muhtariyet’ sözünün yerine getirilmesi istemi gibi etkenlere dayansa da, bölgesel karakterleri, yeterince programlı, örgütlü ve hazırlıklı olmamaları, çoğunlukla provokasyonlara karşı tepkisel gelişmeyi ifade etme durumlarıyla esasta o dönemin ulus-devlet amaçlı ulusal kurtuluş hareketleri düzeyine gelememişlerdir. 19. yüzyılda yaşananlar gibi, merkezi yönetimin(19. Yüzyılda Osmanlı, 1925’ten itibaren TC) ezici ve soykırımcı saldırılarına karşı kendini koruma kapsamındaki direnme hareketleri olmuşlardır. Aynı dönemde Süleymaniye etrafında direniş geliştiren Şêx Mahmut Berzenci’nin, her ne kadar para basma ve devlet kurma gibi girişimleri olsa da, çok dar bir bölgedeki hareketi ve yaşadığı zayıflıklar onun ulus-devlet düzeyine ulaşmasına imkân vermemiştir. Ağrı Direnişi ile Simko Şikaki Direnişinin kısmi farklı yönleri bulunsa da, esasta onlar da diğer Kürt direnişlerinden özünde pek farklı değildirler.
İçerik ve biçim bakımından ulus-devletçi çözüm arayışını belirgin kılan hareket ‘Mahabat Kürt Cumhuriyeti’ hareketidir. 2. Dünya Savaşı’nda antifaşist blokun İran’da üslenmiş olması, Rojhilatê Kurdistan toplumunu, aydınlarını ve ileri gelenlerini derinden etkilemiştir. Bunun sonucunda bir Kürt devleti kurma bilinci ve arayışı güçlenmiştir. Buna göre önemli bir örgütlenme ve pratik hazırlık da yapılmıştır. Savaş ardından yaşanan boşluğa dayanarak ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere Hitler karşıtı devletlere güvenerek ‘Mahabat Kürt Cumhuriyeti’ni ilan edip yoğun bir devletleşme faaliyeti içine girmişlerdir. Bu konuda Qazi Muhammed ve arkadaşlarının bilinci, ciddiyeti, çabası ve cesareti ileri düzeydedir. Özellikle Başûrê Kurdistan Kürtleri içinde önemli bir çekim merkezi olmayı da başarmıştır. Fakat Kürt sorununu yaratan dış sistemin Kürt devletine ve ulus-devlet çözümüne kapalı olması sonucunda ve Şahlık yönetimine verdikleri destek nedeniyle girdiği çatışmada yenilmekten kurtulamamıştır.
Irak’taki koşullara ve Irak üzerinde yürütülen mücadeleye dayalı olarak ortaya çıkan ve Başûr KDP’si biçiminde örgütlenen hareket ise, önderlik düzeyindeki bilinç ve örgütlülük yetersizliği ve önceki direnişlerin yenilgisinden duyduğu korku nedeniyle olacak ki, aslında hiçbir zaman bütünlüklü bir ulus-devlet hareketi haline gelememiştir.
PKK kendisini ‘Modern Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’ olarak tanımlamıştır
Kürdistan’da ulus-devletçi çözüm arayışını bütünlüklü ve etkili bir biçimde geliştiren hareket aslında PKK olmuştur. Önceki direniş hareketlerinin yenilgi nedenlerini çok yönlü ve derinlikli bir biçimde sorgulayarak çok ciddi dersler çıkarmıştır. Asya, Latin Amerika ve Afrika’da gelişen ve zafer kazanan ulusal kurtuluş hareketlerini inceleyip, onların derslerini çok yönlü olarak özümsemiştir. Kürt egemen sınıfının yenik ve ezik konumu yanında içine girdiği işbirlikçiliği çözümleyerek, kendisini emekçi sınıflara dayalı bir halk hareketi olarak örgütlemeyi baştan itibaren bir ideolojik tutum olarak esas almıştır. Kendi doğuşunu ve gelişimini bir aydın-gençlik hareketi olarak tanımlayıp, keskin bir aydın eleştiriciliği ve gençlik dinamizmiyle radikal bir hareket olarak varlık bulmuştur.
PKK baştan itibaren kendisini ‘Modern Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’ olarak tanımlamıştır. İşçi sınıfı öncülüklü bir ulus-devlet çizgisini ideoloji ve program olarak esas almış, eylem hattında ulusal kurtuluş savaşını ve gerillayı benimsemiştir. Kendinden önceki hareketlerin yenilgi nedenlerini esas olarak ulus-devleti hedeflememelerine ve modern bir ulusal hareket olarak mücadele edememelerine bağlamıştır. Bu nedenle de ulus-devletçi ulusal kurtuluş hareketlerinin tüm özelliklerini kendinde somutlaştırmaya çalışmıştır. Ulusal özgürlüğü ve bağımsızlığı emek özgürlüğü ile birlikte ele alarak, kendisini reel sosyalist hareketin bir parçası olarak görmüştür. Kürt sorununda ulus-devlet çözümüne ulaşmada bunlar da yetmeyince, ulus ve sınıf özgürlüğünü cins özgürlüğü ile de birleştirmeyi öngören Kadın Özgürlük Hareketinin ve devriminin geliştirilmesine yönelmiştir.
PKK baştan itibaren öz güç ilkesini esas almış, özgüce dayalı olarak var olmayı ve gelişmeyi temel bir prensip bilmiştir. Her şeyi kendi gücüyle ve halkın gücüyle yapıp başaracağına inanmıştır. Önceki direniş hareketlerinin önemli bir yenilgi nedeni olarak da öz güce dayanmamayı, dış güçlerden beklentili olmayı, yani işbirlikçi anlayış ve tutumu görmüştür. Gerçekten de Önderliksel çıkıştan itibaren PKK Hareketi her zaman söz konusu ilkeye uygun hareket etmiş, mücadeleyi esas olarak kendi gücüyle geliştirmiş, buna hizmet ettiği oranda başkalarıyla ilişkilenmeyi ve ittifak kurmayı öngörmüştür. Önder Apo’nun “Çareyi kendinde bulma” ve “Zorluklar karşısında kendine yüklenme” ilkeleri bu gerçeği ifade etmektedir.
Esas özgüce dayanmak olsa da kuşkusuz hiçbir devrim ilişki ve ittifaksız başarılamaz. PKK de öz gücü esas almakla birlikte, bağımsızlık ve özgürlük çizgisine uygun olarak çok yönlü bir ilişki ve ittifaklar anlayışını tanımlamış ve pratikte gerçekleştirmek üzere esas almıştır. Yani strateji biliminin sadece temel mücadele yönteminin belirlenmesi boyutuyla sınırlı kalmamış, söz konusu stratejik yolda yürüyecek güç mevzilenmesini de düşüncede tanımlayıp pratikte gerçekleştirmeye çalışmıştır. Önder Apo, Önderliksel doğuş etrafında şekillenen ideolojik grubu bir aydın-gençlik grubu olarak tanımlamıştır. Kuşkusuz her şeyin öncülüğünü bu grup yapacaktır ve de yapmıştır. Reel sosyalizmi ve ulus-devlet ideolojisini esas aldığı için, öncü olarak işçi sınıfını (Kürdistan’da parti) ve temel güç olarak da işçi, köylü ve aydın-gençlik ittifakını tanımlamıştır.
Bu öncülüğün ve temel gücün ittifaklarını iç ve dış olmak üzere iki bölümde ele almıştır. İç ittifaklar olarak Türkiye devrimci ve sosyalist hareketini, Kürdistan yurtsever cephesini ve Türkiye’nin demokratik devrim güçlerini ortaya koymuştur. PKK, baştan itibaren Kürdistan Ulusal Kurtuluş Devrimi ile Türkiye Demokratik Halk Devrimini stratejik müttefikler olarak görmüş ve buna göre davranmıştır. Dış ittifaklar olarak da başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm sosyalist devletleri ve hareketleri, kadın ve gençlik hareketlerini, Ortadoğu ve dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerini, dünyanın tüm antifaşist demokratik güçlerini tanımlamıştır.
Kuşkusuz bunlar PKK’nin stratejik ilişki ve ittifaklarını oluşturmaktadır. Taktik ilişkiyi ise, ideolojik bağımsızlık ve öz gücü zedelememek kaydıyla herkesle öngörmektedir. Nitekim koşullar olgunlaşınca kendisiyle savaşan devlet yönetimiyle bile ilişkiye girmekten çekinmemiştir. Kısaca taktik ilişki bir yararlanma ilişkisi, alıp verme ilişkisidir. Esas olarak da karşıt güçler (ve düşmanlar) arasındaki ilişki olmaktadır. Bu da çok dikkatli ve örgütlü yaklaşmayı gerektirir. Bir siyasal hareket taktik ilişkiden kaçınamadığı gibi, ona bir stratejik ilişkiymiş gibi de yaklaşamaz. Eğer böyle yaklaşırsa, o zaman felâketle karşılaşır.
Dikkat edilirse, baştan itibaren PKK, kendisini sosyalist bir öncülük ve bu temeldeki bir ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlamış ve buna göre şekillendirmiştir. Böyle bir hareket olmanın gereklerini de pratikte çok yönlü bir biçimde yerine getirmiştir. Kendisini bir ideolojik grup olarak örgütlemiş, halka ulaşmasını engelleyen ajanlara karşı ilk şiddetli mücadeleyi başlatmış ve bu temelde halka ulaşarak partileştirip bir halk hareketi haline getirmiştir. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi karşısında bir yandan 1982 Büyük Zindan Direnişi’ni örgütlemiş, bir yandan da kendini Lübnan-Filistin sahasında toplayıp ideolojik ve askeri olarak eğitmiştir. 1982 güzünde ülkeye geri dönüş hareketini başlatmış ve 15 Ağustos 1984’te Devrimci Gerilla Atılımını geliştirmiştir.
Önder Apo’nun siyasi çözüm projesine kapitalist modernite sistemi komployla karşılık vermiştir
9 Ekim 1998 tarihinde başlayan uluslararası komplo saldırısına kadar kesintisiz 15 yıl amansız bir gerilla savaşı yürütmüştür. Böyle bir savaş verme ve bunun bedelini ödeme gücünü göstermiştir. Bu temelde Ulusal Diriliş Devrimini başarmış ve Kadın Özgürlük Devrimini başlatmıştır. Kürt sorununa demokratik siyasi çözüm için 17 Mart 1993’te ateşkes ilan etmiş, Kasım 1998’de Önder Apo Roma’ya giderek Avrupa Birliği’ne 8 maddelik çözüm projesi sunmuştur. Peki sonuç nedir? Ulus-devlet çözümü silahlı direnişle gerçekleşmediği gibi, demokratik siyasetle de gerçekleşmemiştir. Silahlı devrimi destekleyecek olan stratejik müttefikler, destek bir yana kendi varlıklarını bile koruyamamışlardır. Türkiye’nin devrimci-demokratik güçleri, bırakalım 1990 sürecinde demokratik halk devrimini geliştirmeyi, eski güçlerini de kaybederek tamamen etkisiz hale gelmişlerdir. Artık ebedi geleceğin kendisi olduğunu iddia eden Sovyetler Birliği, hiç kimse fiske bile vurmadan kendi içinde çözülmüş ve çökmüştür. Acaba Türkiye’de ve Rusya’daki bu yaşananlar, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi karşısında doğru anlayış ve tutum geliştiremedikleri için mi olmuştur? Diğer yandan, 1993 ateşkesine TC devleti topyekûn imha saldırısı ile karşılık verirken, Önder Apo’nun siyasi çözüm projesine ise Avrupa Birliği ve bir bütün kapitalist modernite sistemi uluslararası komplo saldırısıyla karşılık vermiştir. Kendi yarattıkları sorunun demokratik siyasi çözümüne bile yanaşmamışlardır. Demek ki, Kürt sorununun çözümüne sadece Kürdistan üzerindeki egemen devletler değil, aynı zamanda küresel kapitalist sistem de açık ve hazır değildir.
PKK deneyimi çok net olarak göstermiştir ki, Kürt sorununa ulus-devlet çözümünün önü kapalıdır. Denebilir ki, belki PKK’nin hata ve yetersizlikleri bu sonuçtan sorumludur. Evet bu süreçte PKK’nin de eleştirilecek hata ve yetersizliklerinden söz edilebilir. Fakat bunlar çözümsüzlüğün esas nedenleri değil, ancak etkenleri olabilir. Esas neden, devletçi sistemin ulus-devlet çözümüne kapalı olmasıdır. Bu düzeydeki bir çözümü bile kendisi için yıkım olarak görmektedir. PKK’ye imha ve uluslararası komplo dayatılması bunun en açık kanıtıdır.
O halde Hewlêr merkezli sözde Kürt ulus-devletinin oluşumu ve bunun bir çözüm olma durumu da sahtedir. Aslında Kürt sorununa böyle bir çözüm ve bir Kürt devletinin kuruluşu yoktur. Hewlêr merkezli yaratılan oluşum, bir yönüyle Bağdat’ta güç merkezileşmesini zayıf bırakmayı amaçlarken, diğer yanıyla da esas olarak PKK’nin yaratmaya çalıştığı çözüme karşı savaşma ve onu imkânsız kılma amaçlıdır. Yani Kürt sorununu yaratan, onu çözümsüz kılan ve ondan çıkar elde eden güçlerin çıkarını temsil etmektedir. Neçirwan Barzani’nin itirafıyla bir ABD oluşumudur ve onun çıkarı doğrultusunda hareket etmektedir. Nitekim Eylül 2017’de ayrı devlet olmak için Mesut Barzani’nin referandum girişimi ABD tarafından boşa çıkartılmış ve ABD’yi dinlemediği için de Mesut Barzani’nin sözde başkanlığı sona ermiştir.
O halde KDP olayını doğru anlamak gerekiyor. Zaten bir tek KDP’nin olmadığı ve ilk olarak KDP’nin Mahabat’ta Qazi Muhammed ve arkadaşları tarafından kurulduğu bilinmektedir. O KDP, gerçekten de ulus-devletçi bir çizgiye sahiptir. Başur KDP’si ise, Mahabat’ın yıkılması ardından Süleymaniye’de kurulmuştur. Sovyetler’den dönerek biraz ün yapmış olan ve belli bir silahlı güce sahip bulunan Mustafa Barzani işte bu KDP’yi biraz da zorla ele geçirmiştir. Daha sonra Süleymaniyeli aydın ve siyasetçiler YNK ismiyle yollarına devam etmişlerdir. ABD ve İran desteğiyle Irak’a karşı savaşan Barzani KDP’si ise 1975’te yenilmiş ve aşbatal ilan etmiştir. Aslında Barzani KDP’si bu süreçte bitmiştir. Fakat Kürdistan ve bölgedeki yeni gelişmeler ortamında bir denetim gücü olarak ABD tarafından 1980 başından itibaren yeniden sahneye sürülmüştür. Yine ABD gözetiminde Irak ve İran devletlerinin anlaşması sonucunda bu kez de 1988’de bitmiştir.
Barzani KDP’sinin üçüncü var oluşu 1991 sürecinde Çekiç Güç Operasyonu kapsamında gerçekleşmiştir. Bu da ABD ve TC öncülüğündeki bir NATO operasyonudur. Bu sefer Barzani KDP’sine sözde bir devletçik de verilmiştir. Niçin? Esas olarak PKK’nin Başûrê Kurdistan’a girişini ve gelişimini engellemek için bunu yapmıştır. Aynı sistem, 1980 başında Ulusal Demokratik Güçbirliğini (UDG) örgütleyerek PKK’nin Mardin’i geçip Botan’a ulaşmasını engellemeye çalışmışlardı. Bu durum aşılıp PKK Botan’a girdikten sonra bu kez de Başûr’a girme durumu ortaya çıkınca, Çekiç Güç Operasyonu temelinde KDP’yi yeniden örgütleyip eline bir de sahte devletçik vererek PKK’nin Başûr’a girişini engellemekle görevlendirdiler. Yani 1980’deki UDG’nin yerine bu sefer KDP geçmiş oldu.
Kısaca hem KDP’nin varlığı ve hem de sözde devlet olması PKK’nin varlığı sayesindedir ve PKK’ye karşı savaşması içindir. PKK olmazsa veya KDP PKK’ye karşı savaşmazsa anında yok olur. Onu kuran ve yönetenler derhal yok ederler.
Demek ki ABD öncülüğündeki kapitalist modernite sistemi hala Kürt sorununun ulus-devlet çözümüne kapalıdır. Yani Kürt sorununun bir ulus-devlet çözümü esasta yoktur. ABD’nin KDP’yi elde tutması ve biraz da Kürtlerden söz etmesi PKK’ye karşı savaştırmak ve kendi çıkarlarını korumak içindir. PKK’ye karşı özel savaş olarak sözde ulus-devlet çözümü olabilirmiş gibi davranmaktadırlar. Böyle bir tutumu ve KDP’yi elde tutmayı olası gelişmelere karşı bir tedbir olarak sürdürmektedirler.
3- Yeni PKK ve Demokratik Ulus Çözümü
PKK’nin Kürt sorununa ulus-devletçi çözüm arayışının uluslararası komplo ile karşılaşması, bunun nedenleri üzerine Önder Apo’yu derin bir araştırmaya ve sorgulamaya götürdü. Tüm çabalara rağmen, Kürt sorunu ulus-devletçi çözüme kavuşturulamamıştı. Dahası onlarca yıl ulusal kurtuluş savaşı vererek zafer kazanıp ulus-devlet kuran güçler, beş-on yıl sonra tekrar savaş verdikleri sistemle ilişkileniyor ve onlara yeniden bağlanıyorlardı. Yani söylendiği gibi savaşla ortaya çıkan ulus-devletler de bağımsızlık ve özgürlük getirmiyordu. Ayrıca sonsuz yaşayacağı söylenen sosyalist devlet Sovyetler Birliği de çöküp tarihe karışmıştı. Bunların birbiriyle bağı vardı ve nedenleri de ortaktı.
İşte bu sorgulama ve arayış, Önder Apo’yu paradigma değişimine götürdü. Öyle ki özgürlük, eşitlik, paylaşım, komünal yaşam ilkeleri, devlet ve iktidar gibi baskı, sömürü, talan ve tekel anlamına gelen araçla hayata geçirilmek ve başarılmak isteniyordu. Ortada çok ciddi bir amaç ve araç karşıtlığı vardı. Bu temelde başarılı olmak çok zorluk içerdiği gibi, sağlanan başarının ömrü de araç nedeniyle uzun olmuyor, öngörülen ilkeler kalıcı yaşam bulmuyordu. Yeni ve kalıcı olarak yaratılan sistemler kısa sürede yıkılıp yok oluyordu. Binlerce yıllık tarihin dersleri bu durumu açıkça ortaya koyuyordu. Burada bir yanlışlık vardı ve düzeltilmesi gerekirdi. Yani amaçla aracın asgari düzeyde uyumlu kılınması zorunluydu. Binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, bu durum neden görülememişti?
Böyle bir sorgulamada kuşkusuz amaç üzerinde durulamaz ve değiştirilemezdi. O halde amaca ulaşmayı sağlayacak olan aracı gözden geçirip değiştirmek ve amaçla uyumlu kılmak gerekirdi. Önder Apo işte bunu yaptı; özgürlük, eşitlik ve paylaşım ilkelerini pratikte yaşanır kılacak ve yıkılmayacak araçlar bulmaya çalıştı. Bunun için de devletsiz ve iktidarsız toplum gerçeğini esas aldı. Özgürlük, eşitlik ve paylaşım ilkelerini yaşamsal kılacak araç olarak demokratik yönetimi ve demokratik siyaseti öngördü. Devletçi sosyalizmin olamayacağını değerlendirerek, sosyalizmi demokrasi ile ancak uygulanabilir olduğunu söyledi. Yine demokrasinin bir devlet biçimi olduğu yalanını deşifre ederek, halkın kendi kendini yönetimi (ya da yönetme) olduğu gerçeğini somutlaştırdı. Böylece devlet olmayan demokrasiyi, devletsiz sosyalizmi tanımladı. Özgürlük, eşitlik ve paylaşımın ancak demokratik yönetimle mümkün olabileceğini ortaya koydu. Devletle toplumu ayırarak, devletsiz toplumun var olamayacağı anlayışının bir yalan olduğu gerçeğini herkese gösterdi. Bu temelde bir baskı ve sömürü sistemi olarak devlet ve iktidar ile halkın kendi kendini yönetimi (ya da yönetme) olan demokrasiyi ayrıştırdı. Devlet artı demokrasi çözüm formülünü ortaya çıkardı. Devrimciliği devlet ve iktidara karşı toplumun demokratik yönetimini örgütleme ve geliştirme olarak tanımladı. Devrimi bir devleti yıkıp başka bir devlet kurma olarak tanımlayan anlayışı çürüterek, devrimin devlet ve iktidara karşı toplumun ve demokratik yönetimin örgütlendirilmesi ve geliştirilmesi olduğunu ortaya koydu. Böylece PKK’yi iktidarcı ve devletçi bir parti olmaktan çıkartarak, demokratik toplumcu bir parti olarak yeniden tanımladı.
Bu temelde var olan her şeyin yeniden tanımlanması gerekti. Yaşadığı derin bir zihniyet devrimi temelinde hakikat rejimi adıyla evrensel var oluşa yeni bir bakış açısı ve yöntem geliştirdi. Bunlar temelinde de tüm kavramları ve kuramları yeniden değerlendirip tanımladı. Kapitalizmi moderniteden kopuk ele almanın yanlışlığını ortaya koyarak, kapitalist modernitenin üç sac ayağından birinin ulus-devlet olduğunu ve ulus-devletin de tüm farklı var oluşları kendi tekliğinde asimile eden bir faşist-soykırımcılık olduğunu ortaya koydu. Böylece ulus-devletin hiçbir özgürlük sorununa çözüm olamayacağını, tam tersine özgürlükleri yok etme aracı olduğuna dikkat çekti.
Yine ulus kavramı üzerinde yeni değerlendirmeler geliştirdi. Ulusu devlet, vatan, pazar, dil ve din gibi unsurlarla tanımlayan anlayışların yanlış ve yetersiz olduğunu değerlendirerek, bir zihniyet ve kültür birliği olarak Demokratik Ulusu tanımladı. ‘Her devlete bir ulus veya her ulusa bir devlet’ formülünün mevcut katliam ve soykırımların esas yaratıcısı olduğunu ortaya koydu. Çoklu ulus, alt ve üst ulus kavramlarını getirdi. Demokratik ulusun esasta çoklu ulus olduğunu vurgulayarak, tekçi ulus-devlet milliyetçiliğinin çözemediği, tersine soykırım dayattığı ulusal sorunların bu temelde çözülebileceğini ortaya koydu. Farklı ulusların kendi özgür yaşamlarını örgütleyerek bir üst ulusu oluşturabileceklerini ve demokratik konfederalizm sistemi içinde yan yana ve hatta iç içe yaşayabileceklerini gösterdi.
Önder Apo demokratik ulusun boyutlarını tanımladı. Zihniyet ve kültür birliği olarak özgür birey ve demokratik komün yaşamını çözümledi. Demokratik ulusun siyasi boyutu olarak demokratik konfederalizmi belirledi. Kapitalist modernitenin ulus-devlet boyutuna karşı demokratik modernitenin demokratik konfederalist toplum boyutunu ortaya koydu. Özgürlüğü demokratik özerklik temelinde yaşayan birçok farklılığın konfederal yönetim içinde birleşebileceğini belirtti. Demokratik konfederalizm sistemi olarak da KCK’yi tanımladı ve tüm devletçi güçleri, yaşanan sorunları KCK ile demokratik siyaset temelinde çözmeye çağırdı. Tabi başta Kürt sorunu olmak üzere kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı sorunları bu temelde çözmeye yaklaşmayan ulus-devlet faşist-soykırımcılığı bu çağrıya saldırı ile karşılık verdi ve bu durum da yıllardır yaşanan savaş ve çatışma ortamını gündeme getirdi.
Kısaca yeni PKK’nin devrim anlayışı, iktidar ve devlet sistemine karşı özgür birey ve demokratik komün temelinde toplumu eğitmek ve örgütlemektir. İktidar ve devleti küçültmeye çalışırken, demokratik toplumu büyütmektir. Devlet artı demokrasi formülü temelinde devletçi sisteme karşı demokratik ulus sistemini geliştirmektir. Devletten gelecek saldırılara karşı da öz savunma temelinde direnmek ve demokratik ulus değerlerini koruyup geliştirmektir. Kürt sorununu, Kürt demokratik ulusunu örgütleyerek ve demokratik öz yönetime kavuşturarak, sınırlara dokunmadan ve devleti de yok etmeden demokratikleşme temelinde çözmektir.
Eğer faşist ulus-devlet tekçiliği ve Kürtleri yok etme zihniyeti ve siyaseti aşılırsa, Kürtlerin Kürt olarak örgütlenip yaşamasının Türkiye’yi bölmeyeceğine ve zayıflatmayacağına inanılırsa, o zaman çok rahatlıkla bu sorun çözülebilir. Fakat dikkat edilirse, sorun esas olarak zihniyettedir. Çözümsüzlük yaratan zihniyet, Kürtleri yok etmeyi ve asimile ederek Türkleştirmeyi öngören zihniyettir. İşte bu zihniyet ve onun yol açtığı siyaset soykırımcıdır. Soykırımcı zihniyet ve siyaset de sonu gelmez bir çatışmaya yol açmakta, tüm sorunları çözümsüz kılıp Türkiye’yi krizler ortamında felâkete sürüklemektedir. Bir süredir yaşanan savaş bu durumu açığa çıkarmış, Kürt sorununda demokratik çözüm gerektiğini artık iyice dayatır hale gelmiştir. Bu temelde Türkiye’de devletin ve toplumun ciddi bir zihniyet devrimine ihtiyacı vardır.
4- Özgür Yaşamda Özgüç ve Öz Savunma
PKK’nin öncelikli mücadelesi yine de ulusal özgürlük mücadelesidir. Bu konuda herhangi bir değişiklik olmamıştır. Yani amaç aynıdır, fakat bu amacı gerçekleştirmede araç değişmiştir. Ulusal özgürlüğün ne türden olursa olsun iktidar ve ulus-devlet sistemiyle gerçekleşmeyeceğini anlamış, bunu demokratik ulus çizgisinde gerçekleştirmeyi öngörmüştür. Zaten çokça söylense de gerçekte ayrı ve bağımsız devlet olmadığını, her devletin Sümer’den bu yana gelen devletçi sistemin bir parçası ve ona bağımlı olduğunu artık iyi çözümlemiş ve anlamıştır. Bağımsızlık düşüncededir, ideolojik bağımsızlık esastır. Yaşamda özgürlük esas olarak düşünsel, ideolojik bağımsızlıkla gerçekleşir.
Özgür yaşamın temelinde de özgüç ve öz savunma ilkesi vardır. PKK’nin özgüç ve öz savunma ilkesinde de herhangi bir değişiklik olmamıştır. Başlangıçtaki ilkesel tutumu şimdi de aynı biçimde devam etmektedir. Fakat bunların gerçekleşme araç ve yöntemlerinde değişiklikler olmuştur. Kuşkusuz bu temeldeki değişiklikler de önemlidir, basit görülemez. Hatta söz konusu değişikliklerle PKK’nin özgüç ve öz savunma ilkelerinin daha etkin hayat bulmasının zemini güçlenmiştir de denebilir.
Özgüç ilkesiyle yaşamak, kendi gücüyle yaşayıp korunmak özgürlüğün esasıdır. Başkasının gücüne dayanarak kendi özgür yaşamını yaratamazsın. Başkası tarafından korunarak özgür olamazsın. Seni kim var ediyor ve koruyorsa, aslında özgürlüğün onun elinde demektir. Başkasına muhtaç ve bağımlı olarak da özgür olunamayacağı açıktır. Özgüç ve öz savunma aslında kendine güveni, kendi gücünü yaratmayı, güçlü ve iradeli olmayı ifade etmektedir. Özgüç ve öz savunma ilkesini uygulayamayanlar zayıf, iradesiz, muhtaç konumda olanlardır. Bu biçimde de özgür olunamayacağı ve yaşanamayacağı açıktır. Böyle bir anlayış ve ruh halinin Kürdistan’da özgür yaşamı kazanamayacağı ortadadır.
Kürt sorununun çözümünde özgüç ve öz savunma ilkeleri dün de esastı, bugün ve yarın da esastır. Sorunun özelliklerini genel hatlarıyla yukarda ifade etmeye çalıştık. Onlar dikkate alınırsa, özgüç ve öz savunma olmadan ve bunlar çok güçlü bir biçimde harekete geçirilmeden özgürlük adına Kürdistan’da hiçbir şeyin kazanılamayacağı açıkça görülür. Çünkü Kürt sorunu yer küredeki devletlerin bazılarının sorunu değildir, tersine tüm devletçi sistemin yarattığı ve çözümsüzlükte karar kılmış olduğu bir sorundur. Bu kadar karşıtın olduğu bir ortamda zaten öyle etkili destek bulmak da mümkün değildir. Olabilecek destekler ancak zayıf düzeyde olabilir ki, onları da işlevli kılacak olan öz gücün harekete geçirilmesidir. ‘Taşıma suyla değirmen dönmez’ diye bir deyim var ki, Kürt sorunu için öyle taşınacak fazla su bulmak da mümkün değildir.
Diğer yandan, Kürt sorunu artık tekil olarak ele alınacak ve sadece ulusal özgürlükle çözülebilecek bir sorun da değildir. Birçok temel sorun Kürdistan’da ulusal özgürlük sorunuyla iç içe geçmiştir. Bu yönüyle de Kürdistan başka ülkelere benzememektedir. Aslında bu gerçeklik baştan beri vardır ve sorunun karakterinden kaynaklanmaktadır. Fakat süreç içinde ve özgürlük mücadelesi geliştikçe bu gerçekler daha çok açığa çıkmıştır. Dikkat edilirse, daha baştan PKK, ulusal özgürlük sorunu ile sınıfsal kurtuluş sorununu birlikte ve iç içe ele almıştır. Kendini hem ulusal ve hem de toplumsal özgürlük hareketi olarak tanımlamıştır. Hatta PKK dışındaki bazı hareketler de, tam tutarlı ve derinlikli olmasalar da benzer bir yaklaşım göstermeye çalışmışlardır. Dahası bu temelde gelişen mücadele çözüm üretmekte zorlanınca devreye kadın özgürlüğü girmiş, söz konusu özgürlük mücadelesi genel hareketin hızla öncüsü haline gelmiştir. Bu da bir tesadüf veya tercih değil, özgürlük mücadelesinin içerdiği diyalektik gerekliliktir.
Şimdi bütün bu konular çok daha fazla iç içe ve de bütünlüklüdür. Adeta hiçbir özgürlük mücadelesi birbirinden ayrılamamakta ve birbirinin önüne geçirilememektedir. Dikkat edilirse, hepsi aynı önemdedir, hepsi birbirine bağlıdır. İçlerinden birini kopartıp da tek başına gerçekleştirmek mümkün değildir. Ulusal özgürlük, kadın özgürlüğü, bu temeldeki toplumsal özgürlük, birey özgürlüğü, inanç özgürlüğü, hepsi bir iç içelik ve bütünlük arz etmektedir. Kuşkusuz bu durum da özgüç ve öz savunma ilkesini öne çıkartma ve esas haline getirmektedir. Elbette bu durum ilişki ve ittifakları da önemli kılmaktadır, fakat bu önem ancak özgüç temelinde hayat bulabilir.
5- Özgürlük Mücadelesinde İlişki ve İttifaklar
PKK’nin ulusal kurtuluş stratejisini önceki bölümlerde ifade etmiştik. Şimdi yeni paradigma temelinde ulusal özgürlük stratejisi nasıldır sorusuna cevap vermemiz gerekmektedir. Aslında yukarda da belirttiğimiz gibi, sorunlar o kadar iç içe geçmiştir ki, çözümleri de birbirinden ayrılamamakta ve iç içe geçmiş bulunmaktadır. Hepsi de genel bir demokratikleşme, demokratik modernite devrimi ile çözümlenecek sorunlar olmaktadır. Böyle olsa da ulusal özgürlüğün yine de öncelik arz eden ve mücadeleyi siyasi ve askeri boyutta şekillendiren yanları da bulunmaktadır.
PKK’nin bir aydın-gençlik grubu olarak doğduğunu belirttik. Yani bir yanı aydın hareketi oldu ve bilinci içerdi, diğer yanı gençlik hareketi oldu ve eylemi içerdi. PKK’yi tanımlayan fedai militan kadro gerçeği bu özellikleri taşımak durumunda kaldı. Şimdi özgürlüğü de içeren hakikat devriminde kadro, örgütlenmiş ve eylemli kılınmış hakikat olarak tanımlandı. Kadronun pratikli ve kuramlı olması gerektiği özellikle vurgulandı. Yani başlangıçtaki özelliklerde ciddi bir değişiklik yoktur. Ancak aynı özelliklerde derinleşme kesinlikle vardır. Yani günümüz kadrosu çok daha fazla aydın ve genç, yani bilinçli ve dinamik olmak durumundadır. Böyle olamayanlar günümüz PKK’sinin başaran kadrosu olamazlar.
Toplumu sadece sınıf olarak tanımlamanın hatalı ve yetersiz olduğu, yine işçi sınıfının kendine yüklenen öncülük misyonunun gereklerini yerine getirecek konumda bulunmadığı dikkate alınırsa, artık önceki gibi ‘işçi sınıfı’ öncülüğünden söz edemeyiz. Zaten Kürdistan’da başka alanlardakine benzer bir işçi sınıfı da fazla oluşmamıştır. Kürdistan’da artık eski köylülük de kalmamıştır. Dolayısıyla ulusal özgürlük mücadelesinde öncülüğü ve temel gücü işçi sınıfına ve köylülüğe dayalı olarak tanımlayamayız. Parti zaten öncüdür, onu ifade etmek bile gereksizdir. Küresel soykırım sisteminin yüz yıllık zihniyet ve siyasette ısrar etme ve bu temelde Kürdistan’da egemen ulus-devlet yönetimlerini saldırtıp destekleme durumları dikkate alınırsa, ulusal özgürlük mücadelesinin demokratik siyasetten fazla öz savunma savaşı temelinde geçeceği görülür. Bu da parti öncülüğünün de en çok somutlaşma alanı olan fedai militan gerillacılığın öncü karakterini ortaya çıkartır. Kuşkusuz özgürlük mücadelesini geliştiren toplumsal inşa ve kitlesel eylemde de kadın ve gençlik öncülüğü esastır. Bu durum hem ideolojik boyutta böyledir ve hem de dinamik toplumsal güce sahip olma bakımından böyledir.
Peki, söz konusu öncülüğün ve temel gücün stratejik ilişki ve ittifakları, yani müttefikleri ya da dostları kimler olacaktır? Bu konuyu yine iç ve dış ittifaklar diye ayırırsak, önümüze şu çıkar. İç ittifaklar, sırasıyla Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın sosyal şovenizmi aşan devrimci ve sosyalist güçleri, sistem karşıtı kadın ve gençlik hareketleri, Kürdistan’ın tüm yurtsever kesimleri, Türkiye ve Ortadoğu’daki tüm antifaşist, demokratik, ekolojist, feminist hareketler sayılabilir. Dış ittifaklar olarak da sistem dışı güçleri saymamız gerekir. Ancak marksist, anarşist ve benzeri hareketlerin derin bir özeleştiri ile kendilerini yenilemeleri, ekolojist hareketleri sistem içine çekmeye çalışan reformist akımlara karşı mücadele edilmesi, feminist harekette jineolojiye uygun bir çizginin geliştirilmesi, diğer etnik ve antifaşist hareketlerin demokratik karakterinin güçlendirilmesi gerekli ve önemlidir.
Kürt sorununun çözümünü hedefleyen ulusal özgürlük mücadelesi, sorunun karakteri gereği geçmişte de alternatif bir sistem yaratmayı gerekli kılıyordu. Dolayısıyla PKK’ye katılmak, mevcut sömürgeci-soykırımcı sistemden koparak Önder Apo’nun yarattığı yeni sisteme katılmayı ifade ediyordu. Fakat paradigma gereği yeni sistem de devlet ve iktidar olmayı hedefliyordu. Bu nedenle, soykırımcı iktidar ve devlet sisteminden kopup kendi Kürt özgürlüğünü esas alan iktidar ve devlet sistemimize katılma durumu yaşanıyordu. Her ne kadar Kürt varlığı ve özgürlüğü esas olsa da, yeni sistem her türlü devlet ve iktidarı tüm yönleriyle reddetmeyi içermediği için, özgür yaşam ve demokratik sistem tüm boyutlarıyla yeterince ortaya çıkmıyordu.
Şimdi paradigma değişimi temelinde geliştirilen yeni paradigma, PKK’nin yürüttüğü özgürlük mücadelesinde söz konusu bu çelişkiyi de ortadan kaldırdı. Yeni sistem kadın özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratik toplum yaşamı olunca, iktidar ve devlet sisteminin gerçek alternatifi yaşamın tüm boyutlarında ortaya çıktı. Bu durum da Kürdistan’da sömürgeci-soykırımcı sistemin alternatifini yaratma, geliştirme ve her daim yaşama anlamına geliyor. Aynı şey, Türkiye, İran, Suriye ve Irak açısından da geçerli oluyor. Ve bu durumun tüm bölgede ve dünyada gerçekleştirilmesi ortaya çıkıyor. Demek ki PKK’nin ilişki ve ittifak çalışması, aslında kapitalist modernite sistemine karşı demokratik modernite sisteminin yaratılmasını ve adım adım inşa edilerek büyütülüp geliştirilmesini, böylece alternatif bir dünyanın yaratılmasını ifade ediyor. Ulusal özgürlükte müttefiklik, dostluk işte bunları içermektedir.
Son zamanlarda ilişki ve ittifak deyince, özellikle iktidar ve devlet güçleri anlaşılmakta ve bunlar arasında seçim yapılması tartışma konusu olmaktadır. Halbuki biz hareket olarak iktidar ve devlet sistemi dışındayız, bunun dışında alternatif yeni sistem yaratıyoruz. Bu nedenle, mevcut iktidar ve devlet sistem güçleri hiçbir biçimde bizim stratejik ilişki ve ittifaklarımızın içinde yer alamaz. Eski paradigmada Sovyetler Birliği ve sosyalist devletleri stratejik müttefik olarak tanımlıyorduk; fakat o zaman onları da sistem karşıtı güç olarak görüyorduk ve biz de iktidar ve devlet paradigmasına sahiptik. Şimdi bu durum değişmiştir. Adına ne derse densin, hiçbir iktidar ve devlet gücü bizim stratejik müttefikimiz olamaz. Peki ne olur? Öyleleri ancak taktik ilişkimiz olur.
Taktik ilişki siyasi ve askeri ilişkidir, ideolojik ve stratejik değildir. Dolayısıyla kısa süreli ve geçicidir. Bir siyasi-askeri çıkar ilişkisi, alıp-verme ilişkisidir. Müttefiklik ve dostluk ilişkisi değildir. Esas olarak karşıtlar arasındaki ilişkidir. Adeta savaş gibi bir ilişkidir. Bu nedenle, böyle bir ilişkinin tarafı olmaz. Kendi mücadelemize hizmet eden tüm taktik ilişkileri geliştiririz. Taktik ilişki güçleri içinde ayrım yapmayız. İktidar ve devlet güçleri birbiriyle sürekli çıkar çelişkisi ve çatışması içinde oldukları için, çoğunlukla ikilemli bir duruş ortaya çıkartırlar. Bunun için, Önder Apo, biz bu ikilemli çıkar duruşlarından hiçbirinin yanında olmayacağız ve hep üçüncü siyasi çizgi olarak hareket edip, çıkarımıza olan herkesle ilişki içine gerektiğinde gireceğiz dedi. Bu konuda ‘Ben şu güçle sürekli ilişki içinde olacağım’ demek yanlıştır, taktik ilişkinin mantığına aykırıdır. Benzer biçimde ‘Ben şu güçle hiçbir zaman ilişki içine girmeyeceğim’ demek de yanlıştır. O zaman karşıt tarafla sürekli ilişki içinde olmayı ifade eder ki, bu durum taraf olmak ve üçüncü siyasi çizgiyi yürütmemek anlamına gelir. Peki böylesi söz ve davranışlar bizim içimizde ve çevremizde var mı? Var ve hem de çok var. Bu nedenle işleri çıkmaza sokan, ancak ne yaptığını bile anlamayan tutum ve davranışlar çok fazladır. Gerçekten ilişki ve ittifak konusunun doğru anlaşılması ve bu temelde etkin pratikleştirilmesi gerekir.
6- Başkasından Beklememe ve Mücadeleyle Kazanma
Aslında buraya kadar belirttiklerimizde fazla bir yenilik yoktu. Bilinenlerin tekrarı ve özetlenmesi oldu. O halde böyle bir özet neden gerekmiş ve bizden bunlar niçin istenmiştir? Çok açık ki, bu sorunun cevabı, bilinmeyenleri bilinir kılmak için değil, bilinmesine rağmen uygulanmayan veya yanlış uygulanan hususları açığa çıkartıp eleştirmektir. Özgürlük Mücadelesinde özgüç ve ittifakları bilmemekten çok, benimsememek veya biraz farklı olmasını istemek vardır.
Bizde başkasından bekleme durumu neden bu kadar çok ortaya çıkmaktadır? Çünkü yaşamı anlama ve yaşama yaklaşım durumumuz yanlıştır. Fazla yorulmadan, kafa yormadan ve erkenden, kolaylıkla çözülmesini istiyoruz. Toplumun sorunlarıyla uğraşmak, siyasi mücadele yürütmek, bunu yirmi dört saat ve uzun süreli kılmak bizi ziyadesiyle sıkıyor. İstiyoruz ki fazla mücadele etmeden işler kolaylıkla yürüsün. Fakat yürümüyor, yaşam gerçeği böyle değil ve bu mümkün olmuyor. İşte başkasından bekleme durumu böyle ortaya çıkıyor. Yani böyle bir yanlışlık ve zayıflık durumu yaşanıyor.
Stratejik ilişkilerle taktik ilişkileri ayıramama, taktik ilişkileri stratejikmiş gibi ele alma, stratejik ilişkilerden çok taktik ilişkilere önem verme ve yönelme böyle ortaya çıkmakta ve yaşanmaktadır. Çünkü orada gözle görülür maddi güç vardır ve bu da zayıf insan için çekici olmaktadır. Kürt sorununun çözümünün ancak bu görünen güçle olacağını sanma ve ona önem verme yaşanmaktadır. Halbuki çözecek diye beklenen güç bizzat sorunu yaratandır ve sorunun varlığından çıkar sağlamaktadır. Bu durumu görüp, buna göre mücadeleci bir yaklaşım geliştireceğimize, adeta ‘niye böyle oluyor’ diyen ve herkesin bizim gibi olmasını isteyen bir yaklaşım öne çıkmaktadır.
Son NATO toplantısını değerlendirirken de benzer tutumlar fazlasıyla görülmüştür. Neredeyse ‘NATO bize niye böyle yaptı’ diyerek ağlayacak düzeyde karamsarlıklar yaşanmıştır. Oysa herkesi olduğu gibi değerlendirip, neden böyle davrandığını sorgulamak hem doğruyu ortaya çıkartır ve hem de çok daha etkili bir eleştiri gücü geliştirir. Örneğin İsveç ve Finlandiya’ya ’73 yıl bekleyip de neden şimdi NATO’ya girmek istediklerini’ sormak önemliydi. Aslında bu devletlerden daha çok ABD yönetimi onların NATO’ya girişlerini istemişti. Onlar da buna uyuyor ve ABD’ye boyun eğiyorlardı. Oysa Olof Palme boyun eğmemiş, her zaman NATO’yu eleştirmişti. Dolayısıyla NATO’ya giren İsveç yönetimi açıkça Palme çizgisinden uzaklaşıyordu. Tabi bunu biliyorlardı da. Anlaşmayı yapan bakanların son derece donuk duruşları bu gerçeği net bir biçimde gösteriyordu.
Diplomatik çalışma savaş yapmak gibidir. Bu düzeyde bir ideolojik bilinç ve siyasi yaratıcılık ister. Özgürlük Mücadelesi çizgisine ve tarzına hakimiyeti gerektirir. Bu işle ilgilenenlerin bunları bilmesi ve gereklerine göre hareket etmesi şarttır. Eğer böyle yapılırsa, savaşta kazanılan kadar bu alandaki mücadeleyle de kazanılır. Hatta cephedeki savaşın kazanımları burada kalıcı kılınır. İlgilenenlere yol açıklığı ve başarılar diliyoruz.