Cemal Şerik
Her koşul altında ve her dönem basın-yayın organları kapitalist modernitenin temel hedefi olmuş ve her zaman; gözlerin, dikkatlerin üzerinde olduğu, kontrol ve denetim altında tutmaya çalıştığı bir alan olarak yerini almıştır. Çıkar ve menfaatleri için yapmayacağı çılgınlık, işlemeyeceği bir suç olmayan kapitalist modernite sisteminin basın-yayın organlarını bu şekilde saldırı hedefi haline getirmesi de nedensiz değildir. Basın-yayın organlarının oynamış olduğu rol; ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, ideolojik, askeri vb birçok temel, stratejik alan üzerindeki doğrudan etki gücü; onu doğrudan saldırıların hedefi haline getirebildiği gibi, aynı zamanda onu ilgi odağı haline de getirebilmiştir.
O nedenledir ki, kapitalist modernite sistemi basın-yayın organlarını her zaman yanında, yedeğinde görmek; böylesi bir konuma getiremediklerini ise kontrol ve denetim altında tutmak ister. Bu ayrımsız olarak tüm iktidar ve ona endekslenmiş olan güçler ile kurumsal yapılanmalar için de geçerlidir. Aynı şekilde kapitalist modernite sistemine, onun düzenine, kurumsal yapılarına itiraz ve muhalefet edenler ile karşı olanlar da böyle bir yaklaşım içerisinde bulunmaktadırlar.
Bu yönleriyle de basın-yayın organları hiçbir zaman nötr olmamışlar ve tarafsız değildirler. Mutlaka yanında ya da kıyısında, köşesinde olmuşlardır.
İktidarlar basın-yayın yoluyla, toplum üzerinde toplum mühendisliği yürütmektedir
Bu şekilde hep ilgi odağında yer alan basın-yayın organları, haber ve enformasyon ile ilgili olan her şeyi kendi sınırları içerisinde olan bir çalışma olarak görmüşlerdir. Bu yüzden oynamış oldukları rol ve misyon gereği sürekli bir yükseliş içinde olmuşlardır. Kapitalist modernite sistemi içerisinde, iktidarlar varlığını koruyabilmek ve genel olarak meşruiyetlerini kabul ettirebilmek için basın-yayın organları kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı devlet yönetim modelinde; yasama, yürütme ve yargı kurumlarının altında “dördüncü kuvvet” olarak tanımlansa da giderek önem sıralamasında ilk başta yer almaya başlamıştır.
Günümüzde kapitalist modernite sistemi içerisinde yargının, yasamanın ve yürütmenin ayrımından bahsetmenin olanağı yoktur. Çünkü kendi başlarına birer güç olduklarından bunların bir sistem içerisinde yan yana gelerek, kendi aralarında denge kurarak, ilişkilerini buna göre düzenlemesi iktidarın-devletin doğasına aykırılık gösterir. Bunlar üzerinde, iktidarı elinde tutan güçlerin tamamen bir tekeli söz konusudur. O nedenle pozisyonları ve rolleri buna göre belirlenmiş olan sınırları aşamamaktadırlar.
Montesquieu yaşadığı 18. yüzyıl Avrupası’nda içerisinde olduğu arayışlarına bağlı olarak çıkarsamalarda bulunmuştu. Akılcılığa karşı olan düşünceleri vardı. Buradan hareketle de “tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu” kabul etmediğinden ‘‘Yargı, Yasama ve Yürütme” olarak adlandırdığı “kuvvetler ayrılığı prensibini” geliştirmişti. Aydınlanma Çağı’nın beyin fırtınaları yarattığı o günün Avrupası’nda daha farklı çıkarsamalarda bulunanlar da vardı. Ancak bulunulan bu çıkarsamaların/tespitlerin gerçekleşebilirliği tartışmalıydı; o nedenle de bunlar bir tasarım ve ütopya sınırlarını aşmamaktaydı. Günümüzde de hala Montesquieu’nün kuvvetler ayrımına dayalı yaptığı; düzen-iktidar-devlet tanımlamasına ulaşıldığından bahsedemeyiz.
Basın-yayın organlarına bu dünya gerçekliği içerisinde biçilen rol de yargının-yasamanın-yürütmenin oynadığı rolün ötesine geçmemektedir. Kuvvetler ayrılığı devlet ve iktidar tekelini elinde tutan güçlerin kontrolü, denetimi ve emri altındadır. Bunun ötesinde bir rolleri söz konusu değildir. Sadece kendisine verilen rolün gereklerini yerine getirme yükümlülükleri vardır. Bunu yerine getiremediğinde de müdahale edilerek ya yeniden dizayn edilmekte ya da yerine yenileri ikame edilmektedir. Bugünkü dünya gerçekliği bunun örnekleriyle doludur.
Dikkatle ele alındığında görülecektir ki basın-yayın kuruluşları, küresel sermaye güçlerinin temel yatırım alanları arasında yer almaktadır. İktidarlar toplum üzerinde basın-yayın organlarına dayalı etkilerini kurmakta ve toplum mühendisliği çalışması yürütmektedirler. İktidar içi çatışma halinde olan gruplar da aynı düzeyde basının gücünü kullanarak iktidar üzerinde kendi tekellerini kurmak istemektedirler.
Basın-yayın kurum ve kuruluşları hep bir şekilde hakim, egemen güçler tarafından; iktidar odaklı olarak kullanılmaktadır. Bunun dışında kendi başına karar alan, politika belirleyen, harekete geçen konumda değildirler. Kapitalist modernite günümüzde etkin bir güç olarak vazgeçilemez gördüğü kendi basın-yayın organlarını buna göre bir toplum mühendisliği çalışması olarak konumlandırmaktadır. İktidar ve devlet dışı güçlere, düşüncelere, örgütlenmelere karşı tutumlarını, kararlarını pratikleştirmede de aynı şekilde hareket etmektedir. Böyle bir yaklaşıma bağlı olarak da iktidarı tekeline alanlar; iktidar ve devlet dışı topluma, düşünce ve güçlere karşı kendi basın-yayın organlarını koçbaşı olarak kullanmaktadırlar. Hatta saldırıya geçmeden önce ilk hazırlıklarını bu alanda yapmakta, biçtikleri role göre ihtiyaç duydukları yasal düzenlemelerde bulunmaktadırlar. Öyle ki militarist, paramiliter ve doğrudan, resmi olarak donattığı, silahlandırdıklarından daha önce bunları ön mevziye sürmektedirler. Bunlara “yol temizliği” yaptırılarak “kamuoyu” oluşturulmakta, hedefler belirlenmekte ve yol gösterilmektedir. Yargılamalar yapılmakta ve verilen hükümler ilan edilmekte, infazlara bu yol izlenerek gidilmektedir.
Kapitalist modernite sistemi kendisine muhalif olan, karşısında duran toplum ve halka, ideolojik düşünce yapılarına, siyasal ve örgütlü güçlere karşı saldırılarını hep bu şekilde yürütmüşlerdir. Bu tür saldırıların en yoğun yaşandığı Türkiye ve Kürdistan ise öncelik sıralamasında ilk sırada yerini almaktadır.
Özgür Basın her zaman özel-kirli savaş rejiminin hedefi olmuştur
TC devletinin basın-yayın organlarına yönelik politika ve yönelimlerini bugünüyle sınırlandırarak ele almamak lazım, öncesinden devraldığı miraslar söz konusudur. Aslında kendisini devraldığı bu miras ve birikim üzerinden yapılandırmıştır. Özelikle de Osmanlı’nın son yüzyılı ve TC’nin kuruluşuyla birlikte başlayan yıllar bu konuda öğretici deneylerle doludur.
Osmanlı, basının siyaset içerisindeki rolünü bir ihtiyaç olarak 19. yüzyılın başlarında İkinci Mahmut döneminde duyumsamıştır. Böyle bir duyumsamanın yaşanmasında Yunanistan bağımsızlık savaşının lehine yayın yapan Avrupa basınının etkisi büyük olmuştur. Bu temelde de kendi propagandalarını yapacak böyle gazetelerin çıkarılmasına ihtiyaç duymuşlardır. Basınla ilgili sansür ve yasaklamalara ise daha sonradan gidilmiştir. Bu yasaklarla da amaçlanan Osmanlı saltanatının çıkarlarının korunması olmuştur. Bundan hareketle de saltanatın resmi görüşlerini yansıtan özel gazete yayınlarına başlanmıştır. Ancak özel iznine tabi olan bu gazetelerin ömrü uzun olmamıştır.
Osmanlı’da basına yönelik ilk ciddi baskı, sansür ve yasaklamalar 19. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında getirilmiş ve çıkarılan yasalara dayalı olarak gazetelerin neredeyse tamamı kapatılmıştır. İkinci Abdülhamid döneminde çıkarılan yasalarla basın üzerindeki baskılar daha da ağırlaştırılmıştır. Aslında yapılan bu baskılarla uygulamaya konulacak olan politikaların hangi doğrultuda olacağının da yol haritasını belirlemiş oluyordu.
İttihat Terakki döneminde ise, Abdülhamid döneminden farklı bir yaklaşım sergilenmiştir. Ancak bu farklılık, Abdülhamid’in basın-yayın kurum ve organlarına yönelik olan politika ve düşüncelerine karşıtlık temelinde değildir. Aksine Abdülhamid’in basın-yayın organlarına yönelik düşünce ve politikalarını savunmaktadırlar. Farklılığı ise kullandığı yöntemlerle ilgilidir. Sorunu çözme yolu olarak, fiili yönelimlere başvurmuşlar; tehditlerde bulunmuşlar ve cinayetler işlemişledir.
TC’nin ilanından sonra çıkarılan Takrir-i Sükûn yasasıyla da Kürt soykırımının uygulamaya konulduğu bir sürece girilmiştir. Çıkarılan bu yasa aynı zamanda TC’nin kendisi için tasfiye edilmesi öngörülen farklı çevrelerin de devre dışı bırakılmasının önünü açmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı koşullarda basına yönelik çıkarılan yasalar da uygulamaya konulacak olan politikaların ön hazırlayıcısı olma rolünü oynamıştır. Daha sonraki yıllarda ise, baskı, sindirme, şiddet, tehdit ve yasaklamalarla birlikte; iktidarla uyumu, onun propagandasını yapacak, bunu yaptığı ölçüde de iktidar olanaklarından yararlanmasına olanak tanıyan bir basın politikası devreye konulmuştur. 1960’larla birlikte başlayan darbeler dönemindeyse daha planlı, kontrollü devlet denetimi altında; ihtiyaç duyulan düzenlemelerin yapılmasının zeminini hazırlayan, ona hizmet edecek ve buna imkan tanıyan basın politikaları devreye konulmuştur. 1960’lı yılların sonları ve 1970’li yılların başlarında ise kesintiye uğratılmaya çalışılan, fakat 1970’li yılların ortalarına doğru yeniden ivme kazanan toplumsal muhalefet ve devrimci kabarış karşısında devletin özel-kirli savaş karakterini gözler önüne seren onlarca gazeteci katledilmiş; gazete ve dergiler kapatılmış, yasaklanmış, yüzlerce gazeteci işkencelerden geçirilmiş, ağır hapis cezalara çarptırılarak zindanlara atılmıştır.
Apocu Hareketin gelişmesi, kitleselleşmesi ve Özgürlük Devrimini başlatmasıyla birlikte her yönüyle dört başı mamur sömürgeci, soykırımcı basın-yayın politikaları devreye konulmuştur. 1991 yılının Nisan ayında kamuoyu tarafından SS (sansür ve sürgün) kararnamesiyle Kürdistan’da ve Türkiye’de basına yönelik politikalarda yeni bir döneme girilmiştir. Aslında içerisine girilen bu dönem, İkinci Mahmut’la başlayan, Abdülhamid dönemiyle yol alan, İttihat Terakki ile yasal düzenleme yapmaya bile gerek duymadan başvurulan yöntemlerle kendi yasallığını/yasadışılığını esas alan, Cumhuriyetin ilanından sonra soykırıma ve Türkleştirmeye dayanan inkar politikalarının harmanlanarak bir arada uygulamaya konulmuş hali olmaktan öte bir anlam ifade etmedi.
SS Kararnamesi’nin uygulamaya konulmasıyla birlikte; Kürdistan’da ve Türkiye’de faili belli cinayetler, kitle katliamları, işkenceler, tutuklamalar, gazetelerin bombalanması, gazete ve dergilerin sansürlenmesi, karartılarak/boyanarak çıkması, dağıtımının engellenmesi, dağıtımcılarının, gazetecilerin katledilmesi yaşanan günlük sıradan olağan olaylar haline getirilmeye çalışıldı. Kürdistan’a yönelik haberlerin yayınlanmasında izin veren tek yetkili makam olarak sömürge valiliği adres olarak gösterildi. Öyle ki, sömürge valisinin verdiği, onayladığı haberlerin dışında olan hiçbir haber yayınlanamaz hale getirildi.
Tarihe ikinci “Şark Islahat Planı” olarak geçen “Çöktürme Planı”
Oluşturulan böyle bir atmosfer içerisinde Süleyman Demirel-Tansu Çiller-Doğan Güreş ve Mehmet Ağar’dan oluşan dörtlü kontra çete yönetimi Türkiye’de iktidar üzerinde kendi tekellerini kurarak Kürdistan’da soykırım saldırılarını belirli bir sonuca götürmeye çalıştı. Benzeri politikalar daha sonraları da devreye konuldu. Uluslararası Komplo sürecinde bu çok daha net bir şekilde kendisini gösterdi. 2011 yılında “KCK Operasyonları” adı altında yürütülen saldırılarda da böyle yüzlerce basın-yayın çalışmasında yer alan kişinin içerisinde yer aldığı “dava” dosyalarını konu alan “yargılamalar” da bunun bir sonucu olarak başlatıldı. 2014 Ekim ayında karar altına alınan ve 2015 yılının Nisan ayında uygulamaya konan ve adı “Çöktürme” olarak konulan soykırım planıyla da bu saldırılar çok daha ileri boyutlara taşırıldı.
Tarihe ikinci “Şark Islahat Planı” olarak geçen “Çöktürme Planı”nda da birincisi gibi; basın-yayın organlarına yönelik uygulamaya yönelik kararlara öncelik verildi. Buna göre soykırım saldırılarında basın-yayın organlarına oynatacakları rol belirlendi. Bununla birlikte özgür, alternatif basın-yayın organlarına yönelik saldırılar da bu soykırım planı içerisinde yer aldı. “Çöktürme Planı”nın uygulamaya konulmasıyla da alınmış olan kararlar doğrultusunda harekete geçtiler. Alternatif, özgür basın-yayın organlarını, kurumlarını kapatarak, varlıklarına el koydular. Aynı şekilde sistem içi de olsa çelişki içerisinde olduğu basın-yayın organlarına el değiştirterek tamamen kontrollerine aldılar. Öyle ki, Türkiye ve Kürdistan’da “tek tipleştirilmiş” bir medya ordusu oluşturuldu. AKP-MHP faşizminin belirledikleri dışında tek bir söze, yazıya, yoruma, habere yer vermeyen gazete, radyo ve TV yayıncılığı dönemine girildi. Gazete sayfaları, ekranlar, radyolar bırakalım AKP-MHP’ye karşı olmayı, onlara dair en ufak bir eleştiri yapanlar hemen kapatıldı. Bu yönleriyle basın-yayın organları tek sesli bir koroya dönüştürüldü. Toplum özel-psikolojik haberleriyle, yorumlarıyla, programlarıyla, bilgileriyle kör-sağır-dilsizler topluluğu haline getirilmeye çalışıldı. AKP-MHP faşizmi böylesi bir zemine dayanarak; kendi Türkiye’sini, toplumunu biçimlendirerek kendi faşizmini yarattı. Sadece Bakurê Kurdistan’da değil, Rojava ve Başûrê Kurdistan’ı da dahil ederek; bugüne kadar yürütülmüş olanları da aşan işgale, inkar ve imhaya dayalı bir soykırım saldırısı başlattı.
2022 yılının Haziran ayında Bakurê Kurdistan ve Türkiye metropollerinde alternatif, özgür basın-yayın organlarına yönelik başlattığı saldırılar da böylesi bir gerçekliğin yeni bir etabı olmaktadır.
İmha ve soykırım saldırıları Önderlik direniş çizgiyle yenilgiye uğratılacaktır
Haziran ayında özgür, alternatif basın-yayın kurumlarına yönelik başlatılan saldırılar her ne kadar Bakurê Kurdistan’da ve Türkiye metropollerinde başlatılmış olsa da daha geniş bir alanı içerisine almaktadır. Başûrê Kurdistan’da işbirlikçi-hainlerin ve Bağdat rejimi içerisinde rüşvetle satın aldıkları bazı bürokratların da desteğini alarak basın-yayın kurumlarına yönelik uygulamaya konulmak istenen hain planları da bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, “Çöktürme Planı”nın güncelleştirilmesi olan bu saldırılar daha geniş alanları içerisine alarak daha da tırmandırılmak istenmektedir. Başta NATO ve ilişki içerisinde olduğu diğer kapitalist modernite devletlerinin de her türlü desteğini arkasına alan soykırımcı, sömürgeci, faşist TC devletinin bugüne kadar tüm imkanlarını seferber ettiği “Çöktürme Planı”ndan beklediği/umduğu sonucu elde edememesi de böyle bir olasılığı güçlendirmektedir.
Tabii soykırımcı TC devletinin 2023 yılına atfettiği önem ve anlamı hiç unutmamak ve başlatılan bu saldırılarla olan bağını hiçbir şekilde akıllardan çıkarmamak gerekir. Geçmişte basın-yayın kurumlarına yönelik saldırılarla asıl amaçlarının ne olduğu dikkate alındığında bu yön çok daha fazla öne çıkmaktadır. Unutulmamalıdır ki; TC, Kürdistan’da bir imha ve soykırım saldırısı yürütüyor olsa da aynı zamanda, yürüttüğü bu özel-kirli savaşla kendini ayakta tutma arayışlarını da dışa vurmaktadır ve bunu kendisi için tek çıkar yol olarak görmektedir. Bu saldırılardan bir sonuç alabilirse, kendisine göre biraz daha ömrünü uzatabileceğini sanmakta ve zaman kazanabileceğini düşünmektedir.
Soykırımcı TC devleti 2023 yılına bu temelde ayakta kalarak girmek istiyor. Eğer bunu başarabilirse, bir nebze de olsa içerisinde olduğu tehlikenin ağırlığının hafifleyeceğini varsayıyor. Haziran ayında başlattığı saldırıyla bu doğrultuda bir adım atmış oluyor. O nedenledir ki, bunun bilinciyle bir yaklaşım ve hazırlık içerisinde olunması; düşmana böylesi bir şansın tanınmaması gerektiğinin bilinci ile hareket etmek gerekiyor.
Bu gerçeklerden hareketle Bakur ve Türkiye metropollerinde basın-yayın kurumlarına yönelik başlatılan saldırıları basit bir taktik yönelim ve saldırı olarak görmemek ve öyle bir yaklaşım içerisinde olmamak gerekir. Fakat bu bir panik havası ve olumsuz ruh hali içerisine girme anlamına gelmez. Aksine daha soğukkanlı ve düşman saldırısını boşa çıkarıcı ve direnişi esas alan bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Bu konuda 2015 yılında uygulamaya konan “Çöktürme Planı”yla birlikte yaşananlardan da gerekli olan dersler mutlaka çıkarılabilmelidir.
Kuşkusuz “Çöktürme Planı” kapsamında yürütülen saldırılara karşı alternatif, özgür basın-yayın kurumlarının güçlü direnişleri oldu. Her şeye rağmen faaliyetlerin sürdürülmesindeki ısrar da bunu göstermektedir. Bu yönüyle 1990’lı yıllardaki saldırılar karşısında Zeynep (Gurbetelli Ersöz), Alişêr (Yücel Halis) ve Alirıza (Burhan Çiftçi) yoldaşlarda temsilini bulan Önderlik Direniş çizgisinde ısrar, kendisini çok net bir şekilde gösterdi. Fakat buna rağmen; hem 1990’ların başındaki hem de 2015 yılında “Çöktürme Planı” karşısında yaşanan direnişlerden gerekli sonuçları çıkarmadan hiç de gerekmediği halde savrulan ve farklı arayışlar içerisine girenlerin de olduğu unutulmamalı ve buna karşı da olası savrulmaların da mutlaka önüne geçilebilmelidir. Bu yönleriyle ilk adımları atılan bu saldırılar karşısında çok yönlü bir yaklaşım ve hazırlık içerisinde olunabilmelidir. Bu çerçevede hem çalışmaları sürekli kılacak olan tedbirler alınabilmeli, hem de bu çalışmalar içerisinde yer alanlar kendilerini hazırlıklı kılabilmelidirler.
Böylesine önemli tarihsel bir süreçte başlatılan stratejik saldırılarla karşı karşıya bulunulmaktadır. Düşmanın başlattığı bu saldırıları boşa çıkararak, hüsrana uğratma olanakları da her zamankinden daha fazladır.
Apocu Hareketin tarihinde ilk propaganda, eğitim ve örgütlenme mücadelesi sözle başladı, kalem ve kağıt sözle yapılanı kalıcı hale getirdi. Teyp-kaset, daktilo, teksir makinesi ise, birçok kişi ve alana daha farklı imkanlarla kolay ve çabuk ulaşılmasını sağladı. Çok sınırlı olsa da dağıtılan bildiriler, yazılan sloganlar, duvarlara yapıştırılan afişler ve gazetelerle, eylemlerle verilmek istenen mesaj topluma ulaştırıldı. En önemli ve belirleyici olanı da Önder Apo ve etrafında bir araya gelen öncü kadroların söyledikleri ve yaptıkları arasındaki uyum birlikteliği ve yaşam biçimleri oldu.
Apocu Hareket büyüdükçe propaganda, eğitim ve örgütlenme faaliyetlerine; Serxwebûn, Serxwebûn özel sayıları, Berxwedan, PKK Bültenleri ile ihtiyaç duyulan broşürlerin hazırlanması, basımı ve dağılımı dahil oldu. Bu çalışmaların yürütülmesi için resmi olarak örgütlenmelere gidilerek, kadrolar görevlendirildi. Bunları ise yürütülen devrim hazırlıkları içerisinde PKK’nin resmi yayın organı olarak kabul edilen Serxwebûn’un düzenli yayına geçmesi ve temel parti görüşlerini, politikasını, strateji ve taktiğini anlatan, başlatılan dönemin mücadele, örgütlenme ve kadro sorunlarına çözüm üreten kitapların hazırlanması, basımı ve dağılımı izledi.
Günümüzde ise; sayısı yüzleri bulan kadronun içerisinde yer aldığı, etrafında binlerce yurtseverin kenetlendiği, devrim öncesi hiçbir gücün ulaşamadığı düzeyde propaganda, eğitim ve örgütlenme için olanaklar yaratıldı. En modern teknik ve imkanlar bu temel faaliyetlerin yürütülmesinde hizmete sunuldu.
Tüm bunlar eğitim, propaganda ve örgütlenme mücadelesinde nereden nereye gelindiği sorusuna doğrudan en kısa bir şekilde verilen cevabın kendisi oldu. Elbette ulaşılan bu imkanlar kendiliğinden oluşmadı. Uğruna büyük bedellerin ödendiği mücadelenin ortaya çıkardığı kazanımlardı; o nedenledir ki her bir kazanımın eklenmesi mücadelenin kat ettiği mesafenin bir dışa vurumu ve kendini ifadelendirme biçimi olarak anlam kazandı; rolünü oynadı. Bu yönüyle Apocu Hareketin gelişim diyalektiğinin en somut bir ifadesi oldu.
Düşman da bu gerçeği gördü ve saldırılarının hedefine Apocu Hareketin eğitim, propaganda ve örgütlenme çalışmalarını koydu. Ortadan kaldırmak ve bunu yapamıyorsa da sınırlandırarak engellenmesini hedef haline getirdi. Bu doğrultuda saldırılarını yoğunlaştırdı. Saldırıları topyekun yürütülen özel-kirli savaşın hedefi haline getirdi. Yazarı, muhabiri, dağıtımcısı, çalışanı vb onlarca emekçisini katletti; işkencelerden geçirerek zindanlara attı. Gazete, dergi, ajans, yayın evlerini kapatmak, dağıtımını engellenmek için elinden ne geliyorsa onu ardına koymadı. Hakkında özel savaş raportörlerine, savcılarına dosyalar hazırlatarak özel davalar açtı. Soykırım saldırılarını daha kapsamlı hale getirerek nihai hedefine ulaşmak istedi. Elde ettiği istihbarati bilgilere, yaptığı keşiflere dayanarak; arkasında olan küresel sermaye güçlerinden, NATO’dan aldığı desteği, tekniği kullanarak yaptığı özel planlamalar kapsamında Özgür Gerilla Alanları’nda olduğunu sandığı eğitim okullarını/kamplarını bombalayarak işlevsiz kılmaya çalıştı. Ancak tüm bunlara karşı Apocu Hareket eğitim ve propaganda ve örgütlenme çalışmalarına hiçbir koşul altında ne son ve ne de ara verdi. Kesintisiz bir şekilde yoluna devam etti.
Şimdi de bu saldırılara yenilerini ekleyerek sonuç almaya çalışmaktadır. 2023 yılına hazırlık kapsamında 2022 yılının Haziran ayında Bakurê Kurdistan’da ve Türkiye metropollerinde özgür, alternatif basın-yayın kurumlarına yönelik yaptığı saldırıları da bu temelde başlattı. Ancak nasıl önceki saldırılarından umduğu/beklediği sonucu elde edememişse, aynı şekilde aynı akıbetle karşılaşmaktan kendini kurtaramayacaktır. Özgür, alternatif basın-yayın kurumları ve alanları tecrübe ve deneyimleriyle; var olan birikimine dayanarak her türlü saldırıyı püskürtecek güce sahiptir. Kürdistan Özgürlük Devrimi başarı ve kazanımlarıyla özgür demokratik bir Kürdistan için oldukça elverişli bir ortam ve imkan sunmaktadır.