ABD’nin, Körfez Savaşı’na dayanarak Basra Körfezi çevresi, Güney Irak ve Güney Kürdistan’da önemli bir askeri etkinlik sağladığı ve Saddam Hüseyin Yönetimi’ni Bağdat etrafında sınırlandırdığı bilinen bir gerçektir. Bu ABD’nin Yeni Dünya Düzeni stratejisi temelinde Ortadoğu’ya dönük çok önemli bir hamlesini ifade etmektedir. Zaten ABD, bu hamleye dayanarak “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla ABD çıkarlarını öngören bir Ortadoğu’nun oluşturulmasını Yeni Dünya Düzeni stratejisinin bir parçası olarak ifade etmeye başlamıştır. Buna dayanarak Balkanlarda, Kafkasya’da ve dünyanın birçok alanında askeri, ekonomik ve siyasi yollarla belli bir etkinlik düzeyi ortaya çıkartmıştır. Fakat ABD öncülüğünde gelişen ulus üstü sermaye sisteminin küresel düzeyde daha ileri gidebilmesi, buna engel oluşturan ulus-devlet statükoculuklarını aşabilmesi 3’üncü Dünya Savaşı temelinde yeni adımlar atmasını gerektirmiştir.
Nitekim bir düzeyde gelişme sağlamış olsa da Yeni Dünya Düzeni stratejisinin öngördüklerine ulaşamamıştır. Özellikle Ortadoğu ve Irak zeminine dönük yeni adımlar atması gerektiğini görmüş ve bu temelde askeri ve siyasi müdahalelerde bulunmuştur. Bu yaklaşım çerçevesinde Saddam Hüseyin Yönetimi’nin tümden yok edilerek Basra Körfezi’nin tümüyle denetim altına alınması ve Ortadoğu’da demokratik çizgide yeni gelişmeleri dayatan PKK öncülüğünün daha fazla sınırlandırılıp daraltılması gerektiği planıyla hareket etmiştir. Bu temelde Önder Apo’yu etkisiz kılma ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni daraltıp kontrol altına alma ihtiyacı duymuştur. Çünkü sistem, bunu gerçekleştirmeden Bağdat’a saldırmaktan korkmuştur. Dünyanın diğer alanlarındaki askeri, siyasi ve ekonomik saldırıları geliştirebilmeleri Irak üzerinde daha fazla egemenlik kurmalarıyla doğrudan bağlantılıydı. Irak üzerinde daha fazla egemenlik kurabilmeleri için de Kürdistan’a daha fazla egemen olmaları gerekiyordu. Bu da kapitalist modernite sistemini Önder Apo ve PKK’ye karşı yeni bir saldırı geliştirmeye götürmüştür.
Nitekim bu saldırı Uluslararası Komplo diye ifade ettiğimiz bir temelde planlanmış ve 9 Ekim 1998 tarihinden itibaren Önder Apo’nun Suriye’den çıkmaya zorlanması biçiminde uygulanmaya konmuştur.
Dikkat edilirse ABD Yönetimi, 1991 Körfez Savaşı’nda Saddam ordularına ağır bir darbe vurmuş olmasına rağmen Bağdat’a yürümemiş, Bağdat’ı işgal etmemiştir. Tam tersine 10 yıl boyunca Saddam Hüseyin Yönetimi’nin Bağdat’ta hüküm sürmesine razı olmuştur. Neden? Çünkü o zaman böyle bir adımla Bağdat’ta denetim sağlayamayacağını, Irak’ı kontrol edemeyeceğini düşünmüştür. Her ne kadar PKK karşıtlığı temelinde KDP işbirlikçiliği temelinde bir Kürt Yönetimi oluşturulmuş olsa da, PKK’nin Güney Kürdistan ve Irak üzerindeki etkisi ortadan kaldırılamamıştır. Özellikle Önder Apo’nun girişken, atak politikaları ve taktik yaratıcılığı karşısında bu yönetimin etkisiz kalacağı, Saddam Hüseyin Yönetimi’nin yıkıldığı bir ortamda oluşan boşluktan Önder Apo ve PKK’nin yararlanarak Güney Kürdistan ve Irak’ta güçleneceği kaygısı ve korkusu içinde olmuştur. O yüzden Önder Apo ve PKK zayıflatılmadan Saddam Hüseyin Yönetimi’ne dokunmamıştır. Bu temelde Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne dönük Uluslararası Komplo saldırısı devreye konmuştur. Bunu ABD’nin üçüncü Dünya Savaşı saldırısının ikinci adımı, dönemi, ya da aşaması olarak değerlendirebiliriz.
9 Ekim 1998’de başlatılan Uluslararası Komplo saldırısı, 15 Şubat 1999’da Önderliğin Kenya’dan kaçırılarak İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi altına alınmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Böyle bir saldırıyla Önder Apo tasfiye edilerek Kürt Özgürlük Hareketi zayıflatılmaya çalışılmıştır. Şimdi bu komplonun 26’ncı yıldönümü yaşanmaktadır. 9 Ekim’de başlayan Uluslararası Komplo saldırısı, 26’ncı yılını tamamlayacak, 27’nci yılına girecektir. Aslında 26 yıldır ABD, tüm müttefiklerinin desteğini alarak Uluslararası Komplo planlaması temelinde Önder Apo’ya, PKK’ye ve bu temelde Kürt halkına, özgürlük isteyen tüm Kürtlüğe karşı bir saldırı yürütmektedir. Bu gerçeği net olarak görmemiz lazım.
O halde 9 Ekim 1998’de başlayan ve Önder Apo’nun imhasını, PKK’nin tasfiyesini öngören Uluslararası Komplo saldırısı, 3’üncü Dünya Savaşı’nda yeni bir evre, onun ikinci aşaması oluyor. Her ne kadar böyle bir saldırıyla Önder Apo imha edilememişse de 15 Şubat 1999 komplosu ve İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemiyle tamamen etkisiz hale getirildiği, dolayısıyla PKK’nin kuşatılıp tasfiye sürecine sokulduğu sonucuna varılmıştır. Böyle bir değerlendirme sonucunda ABD Yönetimi, başta Irak ve Ortadoğu olmak üzere 3’üncü Dünya Savaşı kapsamında dünyanın diğer alanlarına dönük yeni bir siyasi, askeri ve ekonomik saldırı geliştirmiştir.
Bilindiği gibi El-Kaide’nin 2001 İkiz Kule saldırısı böyle bir saldırının fiilen başlatılabilmesi için çok önemli bir zemin olarak kullanılmış, fırsat olarak değerlendirilmiştir. Bu bakımdan 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısı da tıpkı 2 Ağustos 1990 tarihli Saddam Hüseyin Yönetimi’nin Kuveyt’i işgal saldırısı gibi şaibeli bir saldırıdır. Bu her iki saldırının sonucundan da en çok yararlanan ABD olmuştur. Bir kural olarak deniyor ki bir olayın sonucu en çok kime hizmet ediyorsa onun sorumlusu o güçtür. Eğer öyle değerlendirirsek hem Kuveyt işgalinde hem de İkiz Kule saldırısında ABD’nin sorumluluğunu net olarak görmemiz lazım.
Nitekim ABD, Uluslararası Komplo saldırısının sonuçlarına ve 11 Eylül İkiz Kule saldırısının yarattığı zemine dayanarak 2001 yılından itibaren Ortadoğu’ya daha ileri düzeyde bir askeri işgal saldırısı başlatmıştır. Önce Afganistan’ı işgal etmiş, daha sonra ise 2003 baharında Bağdat’a saldırarak Saddam Hüseyin Yönetimi’ni yıkmış, Bağdat’ı ele geçirerek Irak’ın tümünü işgal etmiştir.
Afganistan ve Irak işgalleriyle Ortadoğu’da gerçekleştirdiği askeri etkinliğe dayalı olarak da dünyanın diğer alanlarında ekonomik-siyasi-askeri operasyonlarını daha ileri düzeyde geliştirme fırsatı ve imkânı bulmuştur. Bu temelde İran ve Suriye’ye karşı daha yoğun mücadele eder olmuş, Türk askerlerinin başına çuval geçirmeye kadar varan siyasi-askeri çelişki ve çatışmalar içine girmiş, Rusya ve Çin ile değişik düzeylerde mücadele içine girmiştir. Uzak Asya’dan Afrika’ya, Afrika’dan Amerika’ya, Sovyetler Birliği’ne dayalı olarak ortaya çıkan birçok ulus-devleti kapitalist modernite sistemine daha çok entegre etmiş, sistem içileştirmiştir. Asya’da Vietnam, Afrika’da Angola, Mozambik gibi 20’nci yüzyılın büyük ulusal kurtuluş hareketleri, gelinen aşamada ABD sistemiyle en geri işbirlikçi ilişkiler içine girmekten kendilerini kurtaramamışlardır.
‘Arap Baharı’ ve Üçüncü Dünya Savaşı ilişkisi
Buna 3’üncü Dünya Savaşı’nın üçüncü evresi ve DAİŞ’e karşı savaş dönemi de diyebiliriz. Bu dönemde Arap toplumunda kısmi bir demokrasi talebi ve tepki hareketinin yaşandığı bir gerçektir. Özellikle milliyetçi Arap diktatörlüklerin, toplum üzerinde uyguladığı çok yönlü katı baskı değişik toplumsal ve etnik kesimlerde demokrasi istemini ortaya çıkartmıştır. 3’üncü Dünya Savaşı’nın genelde Ortadoğu’da gelişiyor olmasının yarattığı etkiler sonucunda da Tunus’tan Mısır’a, oradan Suriye’ye kadar uzanan birçok alanda Arap toplumunda belli bir hareketlenme, sokağa çıkış, çoğulcu-demokratikleşme talepleri görülmüştür. Fakat bu durum çok bilinçli, programlı, örgütlü ve planlı gelişemediği için kısa sürede 3’üncü Dünya Savaşı aktörleri tarafından kontrol altına alınıp kendi çıkarları doğrultusunda kullanılır hale getirilmiştir.
Bir de bu tür hareketler daha çok Afganistan’daki Taliban hareketini ve yine El-Kaideciliği taklit eden benzer iktidar-İslamcı çete hareketlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu çete hareketlerinden birisi de İhvanı Müslim’in hareketidir. Başta Suriye ve Mısır olmak üzere Sovyetler Birliği’ne karşı birçok Arap ülkesinde örgütlenmiş olan İhvanı Müslim’in hareketi mevcut savaş koşullarından ve kitle hareketlerinden yararlanarak birçok ülkede kendi etkinliğini oluşturmaya yönelmiştir. Mısır’da Mursi hareketi iktidara gelirken Suriye’de İhvanı Müslim’in hareketi, Özgür Suriye Ordusu adıyla kendisini örgütleyip Suriye Yönetimi’ni ele geçirmeyi hedefleyen bir ayaklanma süreci geliştirmiştir.
Başlangıçta bu harekete ABD’nin etkili bir desteği olmuştur. Özellikle İhvanı Müslim’inci Tayyip Erdoğan ve AKP ile ilişkileri gereği ABD-AKP yönetimleri bu hareketleri birlikte besleyen çabalar içine girmişlerdir. İhvanı Müslim’inci Tayyip Erdoğan Yönetimi, bu durumdan yararlanarak ve ABD gücüne dayanarak Arap Baharı Hareketi’ni ve Ortadoğu’yu İhvanı Müslim’inin düşünceleri ekseninde dönüştürmeye yönelmiştir. ABD, Tayyip Erdoğan Yönetimi’nin bu hedeflerini görünce mevcut ilişkisini değiştirmek durumunda kalmıştır. Mısır’da Sisi komutasındaki ordunun darbe yaparak Mursi Yönetimi’ni düşürmesi, yine Suriye’de ABD ile AKP’nin ÖSO’yu oluşturma temelindeki “Eğit-Donat-İşlet” ortak projesinin parçalanması bu biçimde yaşanmıştır.
Kuşkusuz bu sürecin diğer önemli bir aktörü DAİŞ denen oluşum ve onun Irak ve Suriye’de geliştirdiği saldırılardır. Bu biçimde Irak ve Suriye’nin bölünüp parçalanması gibi bir stratejinin uygulanmaya konduğu da çeşitli biçimlerde kendini göstermiştir. 2014 Haziran’ından itibaren Musul’u ele geçirerek saldırılarını başlatan DAİŞ, kısa sürede Reqa’yı ele geçirip Bağdat ve Şam’ı tehdit edecek kadar etkili bir askeri güç haline gelmiştir.
DAİŞ ve DAİŞ’e karşı direnişin, 3’üncü Dünya Savaşı ile bağlantısını şöyle kurabiliriz: Öncelikle DAİŞ’e dayanılarak Irak ve Suriye’nin zayıf olan yapıları daha da zayıflatılmış ve bu ülkeler çok daha parçalı hale getirilmiştir. Bunun 3’üncü Dünya Savaşı stratejisiyle bağlantısı başattır. Çünkü ABD’nin Yeni Dünya Düzeni temelindeki Ortadoğu stratejisi Hindistan-Körfez-İsrail-Kıbrıs-Yunanistan hattını içeren yeni bir enerji-ticaret yolunun oluşturulması, bunun önündeki engellerin kaldırılarak böyle bir yol projesini hayata geçiren askeri güvenlik ağının oluşturulmasını içermektedir. Bunun için de İsrail’in Arap devletleriyle uzlaştırılması çok önemli bir etken olurken, İsrail’in güçlendirilmesi, bölgede etkili kılınması ve güvenliğinin sağlanması da diğer bir önemli etken olmaktadır. Bütün bu açılardan bakıldığında Irak ve Suriye’nin merkezi devlet yapılarının zayıflatılması, birliklerinin parçalanması tamamen bu amaca hizmet eden bir özellik taşımaktadır. Bunu da esas olarak DAİŞ ile sağlamışlardır. Fakat DAİŞ’in kendi başına çok daha büyük bir merkezi askeri güç haline gelme tehlikesi ortaya çıkınca onu zayıflatma ve imha etmeye dönük yeni bir savaş konseptiyle cevap verilmiştir.
Böyle bir süreçte 3’üncü Dünya Savaşı’nı etkin olarak yürüten ABD ve benzeri güçlerin nasıl bir politika izledikleri, hangi politik manevraları, hangi zamanlarda nasıl yaptıkları bilinen gerçekler olmaktadır.
Bağdat ve Şam üzerine giderken DAİŞ’in yönünün Şengal’e ve Kobanê’ye çevrilmesi, özellikle Rojava Kürdistan’da Kürtler üzerine saldırtılması tamamen böyle planlı bir siyasetin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. DAİŞ ile Irak ve Suriye’deki siyasi yapılar, merkezi yönetimler zayıflatılırken Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi’nin gücüyle de iktidar-İslamcı DAİŞ hareketinin ezilmesi ve DAİŞ etrafında birleşen bu iktidar-İslamcı çeteciliğin zayıflatılması hedeflenmiştir. Bu konuda özellikle Şengal ve Kobanê’de Kürt özgürlük direnişleriyle gelişen DAİŞ karşıtı mücadele Irak ve Suriye’de etkili olmuştur. Êzidî Kürt toplumunu soykırımdan kurtaran Şengal direnişi, insanlığın vicdanına hitap ederken Kobanê direnişinin zaferi temelinde gelişen Fırat’ın doğusundaki Kuzey ve Doğu Suriye yapılanması Kürt özgürlüğünü, bütün halkların ve kadınların özgürlüğünü esas alan yeni bir demokratik devrim hareketi olarak tüm insanlığın dikkatini üzerinde toplayıp yeni bir demokratikleşme umudu haline gelmeyi başarmıştır.
Nitekim Rojava Kürt Özgürlük Hareketi etrafında devrimci direniş ittifakı ve Koalisyon hareketi DAİŞ’in başkenti olan Reqa’yı ele geçirerek DAİŞ’in alan hakimiyetine son veren önemli bir askeri zafer kazanmayı başarmıştır.
Kuşkusuz biz burada DAİŞ’e karşı savaşın gelişim evreleri, anlamı, önemi, Kürtler, kadınlar, Suriye halkları, Arap toplumu ve tüm insanlık açısından DAİŞ’e karşı kazanılan zaferin yarattığı sonuçlar üzerinde ayrıntılı duracak değiliz. Sadece DAİŞ, 3’üncü Dünya Savaşı ilişkisini ve yine DAİŞ’e karşı savaşın 3’üncü Dünya Savaşı içerisindeki yeri üzerinde kısaca durmak ve bir tanım geliştirmekle yetineceğiz. Bizim için gerekli olan durum budur.
Burada şu gerçekliği de ifade edebiliriz: Hem İhvanı Müslim’in hareketini desteklemede ABD-AKP ayrışması olmuştur. Hem de DAİŞ’e karşı savaşta ABD-AKP ayrışması ve karşıtlığı ortaya çıkmıştır. Kürtler, Özgürlük Hareketi öncülüğünde DAİŞ zaferiyle önemli kazanımlar elde ettiğinde Kürt düşmanı faşist-sömürgeci-soykırımcı AKP ve onun yönetimindeki TC, bu kazanımları kendi kaybı ve yenilgisi olarak görmüştür. Bu yüzden Kürt karşıtlığı temelinde DAİŞ ile olan ilişkilerini daha da güçlendirip DAİŞ’in hamiliğini yapar bir konuma gelmiştir.
‘Çöktürme Eylem Planı’ ve Üçüncü Dünya Savaşı ilişkisi
Bu başlığı 3’üncü Dünya Savaşı’nın dördüncü evresi ve PKK’ye yönelik imha saldırısı olarak da ifade edebiliriz. Bilindiği gibi Şengal, Maxmur, Kerkük üzerinden Irak’ta DAİŞ’e karşı yürütülen büyük direniş ve yine Kobanê direnişiyle başlayıp Kuzey Doğu Suriye’de DAİŞ’e karşı geliştirilen muzaffer mücadele, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin ciddi bir biçimde güçlenmesine, Medya Savunma Alanları’ndaki kurtarılmış alanlara bir de Kuzey Suriye’nin eklenmesine, bu temelde Arap toplumu da dahil Ortadoğu’da ve tüm dünyada Kürtlerin ve Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin güçlü olumlu bir etkide bulunmasına yol açmıştır. Öyle ki dünya, Kürtleri iktidar-İslamcı, faşist-katliamcı DAİŞ çeteciliğine karşı kadınlar öncülüğünde kahramanca savaşan ve insanlığın baş belası olan bu çeteciliği büyük bedeller ödeyerek yenilgiye uğratan güçler olarak tanımıştır. Bu çerçevede dünyada Kürt halkının, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin, Kürt Özgür Kadın Direnişi’nin propagandası çok güçlü bir biçimde gelişmiş ve yayılmıştır.
Bu durum sadece pratik bir olay, salt bir askeri direnişle sınırlı kalmamış, Önder Apo’nun demokratik modernite paradigması temelinde kadın özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratik ulus programının uygulanması olarak bütün farklılıkların kendilerini özgürce örgütleyip demokratik birlik halinde yaşatmalarını öngören demokratik konfederalizm sisteminin uygulanması olarak hayat bulmuştur. Böylesi bir gelişme Kürtlerin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Kürdistan’daki Kadın Özgürlük Mücadelesi’nin dünya üzerindeki etkisini çok daha fazla güçlendirmiştir. Adeta bir umut ışığı, yeni bir umut kaynağı haline gelmiştir. Yaşanan 3’üncü Dünya Savaşı içerisinde Rojava ve Kuzey Doğu Suriye’deki gelişmeler halkların, kadınların, gençlerin, tüm ezilenlerin kurtuluş umudu olarak ortaya çıkmıştır. Olumlu, etkileyici, herkes için çekici bir örnek oluşturmuştur.
Tabii böyle bir gelişme, Yeni Dünya Düzeni stratejisi temelinde ABD öncülüğünde bir kapitalist modernite hegemonyası oluşturmak isteyen tekelci sermaye güçlerinin çıkarları açısından ciddi bir tehlike olma özelliği taşımıştır. Hele hele DAİŞ’e karşı mücadelede oluşan ortak Koalisyon temelinde yürütülen mücadelenin sonuçlarının bu biçimde ortaya çıkması koalisyonda yer alan iktidar güçlerinin çıkarlarıyla uyuşmadığı için rahatsız etmiştir. Bundan dolayı, özellikle Reqa’da DAİŞ’in yenilgisi ardından bu güçler, yeniden TC ve AKP yönetimiyle hatta bazı çeteci güçlerle ilişkiler kurarak mücadelenin yönünü değiştirmeye yönelmişlerdir. DAİŞ’e karşı yürütülen ortak mücadelenin sonuçlarının Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesine, dünyada kadın özgürlüğü ve demokrasisinin gelişmesine dönüşmesinden rahatsızlık duyup bunu engelleyici arayışlar ve yönelimler içerisine girmişlerdir. Bu noktada yeniden AKP ile ortak çalışmaya yönelmişler, zayıflayan AKP gücünün yanına Türkiye’de MHP’yi, Irak’ta da KDP’yi katarak AKP-MHP-KDP ittifakı temelinde Kürdistan’ın değişik alanlarında yaşanan özgürlükçü gelişmeleri imha ve tasfiye etmek üzere yeni bir saldırı süreci başlatmışlardır. Tabii böyle bir saldırıda başta DAİŞ olmak üzere El-Kaide ve AKP-MHP’nin oluşturduğu birçok iktidar ve İslamcı çete gücünü de destekleyip kullanmışlardır.
Bbu süreç daha Reqa kurtarılmadan, DAİŞ Reqa’da yenilmeden önce 26 Ağustos 2016 tarihinde Türk ordusunun sınırı geçip Cerablus’a girmesi ve Çukurca’dan sınırı geçip Medya Savunma Alanları’na dönük işgal saldırılarına girişmesiyle başlamıştı. ABD ve diğer Koalisyon Güçleri bir yandan Kürt Özgürlük Hareketi ve diğer demokratik güçlerle ittifak halinde Reqa’da DAİŞ’e karşı savaşırken diğer yandan AKP-MHP-KDP ile ittifak halinde sözde “DAİŞ’e karşı ikinci bir cephe açıyoruz” adı altında 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren AKP Yönetimi’nin Çöktürme Eylem Planı temelinde başlattığı “PKK’yi imha ve tasfiye etme saldırılarına” güçlü bir biçimde destek vermeye yönelmişlerdir. 2017 Ekim’inde Reqa’nın kurtarılması ardından ise tüm güçlerini AKP-MHP-KDP ittifakının PKK’yi imhayı amaçlayan saldırılarına destek vermek üzere yönlendirmişlerdir.
Bu çerçevede net bir biçimde görülüyor ki 30 Ekim 2014 tarihinde karara bağlanmış olsa da PKK’nin imha ve tasfiyesini hedefleyen Çöktürme Eylem Planı aslında 3’üncü Dünya Savaşı kapsamında oluşturulan ve Uluslararası Komplo saldırısını planlayıp yürüten güçler tarafından hazırlanan ve desteklenen bir saldırı planı olmaktadır. On yıldır PKK’yi imha ve tasfiye amacıyla AKP-MHP-KDP ittifakının yürüttüğü topyekûn saldırı, 3’üncü Dünya Savaşı’nı yürüten güçler, ABD ve müttefikleri tarafından desteklenmektedir. Söz konusu plan ve bu temelde gelişen pratik bir ABD, TC, KDP ortak saldırısı olmaktadır. Nitekim 26 Ağustos 2016 tarihinde Cerablus ve Çukurca’dan Medya Savunma Alanları’nı ve Kuzey Suriye’yi işgal ve PKK’yi imha etmek amacıyla saldırı başlatıldığında dönemin ABD Başkan Yardımcısı Biden ile KDP Genel Başkanı Mesud Barzani Ankara’daydı.
26 Ağustos 2016 tarihinde Cerablus ve Çukurca’ya dönük işgal saldırısı olarak başlayan bu süreç, 2017 Aralık ayında Xakurkê, 2018 Ocak ayında ise Efrîn’e dönük işgal saldırıları olarak gelişmiştir. 2019 Ekim’inde Serêkaniyê ve Girê Spi, 2020’de ise Heftanîn’e dönük işgal saldırısı şeklinde sürmüştür. 2021’den bugüne kadar da Heftanîn-Metîna, Zap-Avaşîn ve tüm Xakurkê-Xinêrê alanlarını işgal etmeyi ve buraları insansızlaştırarak Türk Devleti’ne katmayı öngören bir işgal ve ilhak saldırı süreci yaşanmıştır. 2021 baharından itibaren de Türk Ordusu her türlü kimyasal silah ve yasaklı bomba kullanarak adım adım arazinin stratejik noktalarını işgal etmiş, 3 Temmuz 2024 tarihinden itibaren de Batufa-Bamerni-Amediyê-Derelûk-Şeladizê’nin kasaba ve şehirlerinde Türk zırhlı birliklerinin ve ordusunun konuşlandırılmasıyla bu süreç tümüyle kalıcı bir işgal ve ilhak görünümüne bürünmüştür.
22 Nisan 2024 tarihinde yapılan TC-Irak, yine TC-Hewlêr anlaşmaları temelinde söz konusu işgal ve ilhak saldırıları KDP ve Irak yönetimlerinin de bizzat katılımlarıyla Ortak Operasyon Odası temelinde yönetilen bir işgal saldırısı halini almıştır. En son 15 Ağustos 2024’te yapılan anlaşmalar Türk Ordusu’nun işgaline Bağdat ve Hewlêr yönetimlerinin her düzeyde katılmasını ve destek vermesini içermektedir. Bu temelde Xakurkê’den Heftanîn’e kadar olan çok geniş bir coğrafya Türk Ordusu’nun işgal ve ilhakına bırakılmaktadır. Düzeyi farklı olmakla birlikte bu saldırılara katılan güçler tarafından PKK’nin etkisiz kılınması hedeflenmektedir.
Bu temelde diğer alanlarda da 3’üncü Dünya Savaşı’nın geliştirilmesi doğrultusunda yeni adımlar atılmıştır. Örneğin Afganistan, anlaşmayla yeniden Taliban’a bırakılmış ve hemen ardından Ukrayna Savaşı’na girişilmiştir. Ukrayna Savaşı her ne kadar bazı güçlerce Rusya-Ukrayna arasında yaşanan bir savaş gibi tanımlanmaya çalışılsa da aslında baştan itibaren bir NATO-Rusya savaşı, özel olarak da bir ABD-Rusya savaşı biçiminde yaşanmaktadır.
Afganistan’da Körfez’in denetlenmesi noktasında belli bir gelişme sağlandıktan sonra Ukrayna Savaşı geliştirilmiştir. Ukrayna Savaşı ile Rusya darbelenmek, zayıflatılmak, kapitalist modernite sistemi içerisinde daha çok daraltılıp sınırlandırılmak istenmiştir.
Diğer yandan başta enerji olmak üzere Rusya ve Çin’in Avrupa ile olan ticari ilişkilerinin gelişmesinin önü alınmaya çalışılmış, İsveç ve Finlandiya’nın katılımıyla NATO büyütülmüş, Avrupa üzerinde NATO etkisi yeniden güçlendirilerek, güvenlik bakımından daha fazla ABD denetimi altına girmesi sağlanmıştır. Her ne kadar Ukrayna Savaşı maddi bakımdan ABD için belli yükler getiriyor gibi görünse de, Avrupa üzerinde etkinliği azalan Rusya ve Çin ittifakı karşısında geri plana düşen ABD’nin, küresel düzeyde yeniden bir hamle yapması ve canlanması durumunu ortaya çıkartmıştır.
Tahmin edileceği gibi, Rusya ve Çin’in, başta Almanya ve Fransa olmak üzere ittifak halinde Avrupa devletleriyle enerji ve diğer ticari ilişkileri derinleştirmesi ABD’nin küresel etkisine ciddi bir darbe olacaktı. Bu yüzden böylesi bir ilişkiyi ortadan kaldıran Ukrayna Savaşı’nın, Rusya ya da Ukrayna yönetimleri tarafından değil de, bizzat ABD Yönetimi tarafından çıkartıldığını kolaylıkla anlayabiliriz. Tıpkı Körfez Savaşı ve İkiz Kule olayı gibi Ukrayna Savaşı da sonuç itibariyle ABD’ye fayda getiren, bu nedenle ABD kışkırtması temelinde gelişmiş olan bir savaştır.
Bu süreçte Rusya ve İran’la ilişkilerini geliştiren TC Yönetimi, giderek bu ilişkileri aynı düzeyde yürütemez bir duruma düşmüştür. Yine Ukrayna Savaşı’nın tırmandırılmasıyla NATO yeniden canlandırılırken, NATO gücüne dayanılarak Pasifik’teki gerginlik derinleştirilmiştir. Esas olarak da Hindistan’dan başlayıp Körfez’den İsrail’e, Doğu Akdeniz’den Kıbrıs ve Yunanistan’a uzanması hedeflenen yeni enerji yolunun inşa edilmesi üzerine ABD öncülüğünde bir mutabakatın yaratıldığı Hindistan’dan ilan edilmiştir. Böylece saldırıların bir boyutunun PKK’nin imha ve tasfiyesini hedefleyen saldırılar olduğu açığa çıkarken, diğer boyutunun da 1’inci Dünya Savaşı’nın temel nedeni olan Avrupa-Hindistan enerji ve ticaret yolunun oluşturulması ve işletilmesi olduğu açığa çıkmıştır. Böylece 3’üncü Dünya Savaşı denen sürecin doğrudan 1’inci Dünya Savaşı’nın bir uzantısı konumunda olduğu gerçeği çıplak gözle bile görülür hale gelmiştir.
1’inci Dünya Savaşı’nda Anadolu ve Mezopotamya’dan Körfez’e, oradan Hindistan’a ulaşan yol projesi üzerinde çelişki ve savaş yaşanırken, şimdi bu çelişki ve savaş, 3’üncü Dünya Savaşı kapsamında Hindistan ve Körfez’den İsrail’e, Doğu Akdeniz’den Kıbrıs ve Yunanistan’a ulaşan hat üzerinde yaşanıyor. ABD, Körfez Savaşı’yla başlatmış olduğu saldırılarını, şimdi bütün Ortadoğu’ya ve dünyanın diğer yerlerine taşırarak söz konusu enerji yolunu hayata geçirme noktasına ulaşmıştır. Bunun için 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren Gazze halkına ağır soykırım yaşatan Hamas-İsrail arasındaki Gazze Savaşı ortaya çıkartılmıştır.
Gazze Savaşı da, Lübnan’daki çatışmalar da Körfez Savaşı’yla başlayan “Yol Temizliği” kapsamındaki saldırıların bir parçası olmaktadır. ABD’nin yeniden planlayarak oluşturduğu Yeni Enerji Yolu’nun önündeki engellerin temizlenmesi saldırısı olma konumunu ifade etmektedir. Hamas, tümden etkisiz kılınarak engel olmaktan çıkarıldığı gibi bölgede İsrail’in konumu daha güçlü hale getirilmeye, yeni Ortadoğu böyle bir enerji yolu etrafında öz itibariyle de İsrail-Arap ya da Yahudi-Arap uzlaşması temelinde şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
1’inci Dünya Savaşı ardından TC Devleti modeline dayalı olarak TC ve İran merkezli oluşturulmuş olan Ortadoğu siyasi yapılanması, şimdi İsrail-Arap ittifakı temelinde ve söz konusu enerji yolu projesi ekseninde yeniden şekillendirilmek istenmektedir. Her ne kadar bu durum İran’ı kısmen zorlasa da esas olarak Türkiye’yi zorladığını ve Türkiye ile karşıtlaşan bir durumu ortaya çıkarttığını biliyoruz. İran ile kısmi çelişkiler yaşansa da, böyle bir yol projesinde İran ile uzlaşmanın sağlanmış olduğu izlenimi verilmektedir. Nitekim geçen yıl gerçekleştirilen İran-Suudi Arabistan ve İran-Mısır anlaşmaları sanki böyle bir enerji yoluna İran’ın da katıldığı sonucunu vermektedir.
Tabii gizliden ABD ile yürütülen ilişkiler olsa da şimdilik bu açığa çıkamamakta, dolayısıyla İran, ABD öncülüğündeki projeye, Suudi Arabistan ve Mısır’la gerçekleştirdiği ittifak temelinde katılmaktadır. Bu projenin dışladığı, kenara ittiği güç, TC Devleti olmaktadır. TC Devleti, bu durumu ancak Hindistan’da söz konusu enerji yolu projesi kamuoyuna ilan edildikten sonra anlayabilmiştir. AKP-MHP Yönetimi’nin Kürt ve kadın düşmanlığında gözü o kadar körelmiş ki çevresinde nelerin yaşandığını, kendisi üzerinde hangi politik hesapların yapıldığını, planların geliştirildiğinin farkına bile varamamıştır.
Nitekim Hindistan’da yeni yol projesi ilan edildikten sonra ilk tepkiyi gösteren ve bunu işlemez kılacağını ilan eden bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendisi olmuştur. Ardından Türkiye denetiminde Karabağ Savaşı ve Zengezur Boğazı üzerinden Orta Asya’yı Türkiye’ye bağlayan yeni bir ticaret yolu açılmak istenmiş, bu da İsrail ve İran’ın müdahalesiyle engellenmiştir. Kaldı ki öyle bir yol açılsa bile bu sadece Orta Asya ile sınırlı dar bir ticaret yolu olma konumunun ötesine geçemez. Çünkü bırakalım Asya, Çin, Hindistan gibi alanların ticaretini kendi zeminine çekmesini, Rusya ticaretini bile kendi denetimindeki yolda birleştiremeyecek kadar zayıf bir konumdadır. Buna rağmen yine de çeşitli güçler vasıtasıyla TC’nin böyle bir alternatif yol oluşturmasına, ABD’nin örgütlemeye çalıştığı enerji yoluna alternatif bir yol şekillendirmesine izin verilmemiştir.
Şimdi Türkiye, 22 Nisan 2024 tarihli Irak antlaşmasıyla Birleşik Arap Emirlikleri’nin katılımıyla Körfez’den Türkiye’ye uzanan ve adına “Kalkınma Yolu Projesi” denen yeni bir yol projesi üzerinde çalışmaktadır. Irak, Katar ve bazı Arap güçlerini bu kalkınma yolu projesi temelinde birleştirerek İsrail üzerinden geliştirilmek istenen yeni enerji yolu projesini boşa çıkartmak istemektedir. Bir yandan kendi yol projesini örgütleyerek diğer yandan Hamas ve benzeri güçleri savaşa sokup İsrail üzerinden geliştirilmek istenen yol projesini sabote ederek sistem tarafından kendisinin dışlanmasını engellemek istemektedir. Bunun ne kadar gelişeceği tartışma götürür bir durumdur.
Kuşkusuz Türkiye-Irak anlaşması temelinde 1’inci Dünya Savaşı sürecinde öngörülen Berlin-Basra Demir Yolu Hattı biçiminde tanımlanan yol en kısa ve kârlı olan yoldur. En iyi ticaret yoludur. Ama işte bu yolu Kürt düşmanlığı, karşıtlığı ve Kürdistan’da geliştirdiği savaş nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve AKP-MHP faşist diktatörlüğü işlemez hale getirmiştir. Burayı istikrarsız ve güvenliksiz alan konumuna düşürmüştür. Oysa ticaretle sermaye istikrar ve güvenlik istiyor. En küçük bir kayba razı olmuyor. Bu nedenle de TC Devleti’nin, AKP-MHP faşist yönetiminin Kürt düşmanı, faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetinin yol açtığı Kürt soykırım savaşı, Irak’a ve Suriye’ye askeri işgal durumları bu alanları ticaret için istikrarsız, güvenilmez konuma sokmuştur.
Belki de ABD böyle görünsün diye Tayyip Erdoğan’ı böyle bir sınır ötesi savaşa teşvik etmiştir. Çünkü Tayyip Erdoğan sistemin bir ajanı konumundadır. Uluslararası Komployu yürütmek ve başarıya götürmek, dolayısıyla komplonun sonuca ulaştırılması için ABD tarafından görevlendirilmiş bir güçtür. Nitekim hem DAİŞ savaşında hem de Hamas savaşında bir ajan provokatör gibi kullanıldı.
TC Devleti’ni sınırları ortadan kaldırarak Suriye ve Irak topraklarına asker gönderen bir ülke konumuna getirerek de belki de statükoyu parçalamada, sınırları ortadan kaldırmada kapitalist modernite sistemi tarafından kullanılan bir güç olmaktadır. Elbette ne kadar kazançlı bir yol olsa da güvenliği olmadığı için sistem, Basra-Berlin hattını tercih etmemektedir. Esas olarak da söz konusu yol zeminini, İsrail-Arap uzlaşmasına dayalı olarak şekillendirilmek istenen yeni Ortadoğu sistemi için İsrail’in güçlendirilmesi, Türkiye’nin geriletilip daraltılması hedefini güden ABD’nin, bunu değerlendirmediği anlaşılmaktadır. Savaş bu çerçevede hala sürüyor. 3’üncü Dünya Savaşı ve buna yol açan kriz-kaos devam ediyor. Savaş değişik bölgelerde; Ortadoğu’da, Ukrayna’da sürüyor. Askeri yönelimin gelişmediği yerlerde de ekonomik ve siyasi olarak sürüyor.
35 yıldır savaş sürüyor. Geçen bu 35 yıl, 3’üncü Dünya Savaşı’nı var eden kriz ve kaos aralığı açısından önemli bir süreçti. Daha ne kadar sürecek sorusuna dair tam bir şey denilemese de savaşta önemli bir düzey yakalandığı, eski sistemlerin parçalanmasında önemli bir noktaya gelindiği, bazı yeni yapılanma arayışlarının da yaşandığı söylenebilir. Önder Apo 3’üncü Dünya Savaşı’nı başlangıç süreçlerinden itibaren değerlendirirken savaşan güçleri, özelliklerini, savaşın niteliğini, süresini belirttiği gibi, olası sonuçlarına dair de görüş ve öneriler belirtmişti. Yaptığı bu tahlillere göre 3’üncü Dünya Savaşı’nın ne kapitalist modernite güçlerinin ne de özgürlük ve demokrasi güçlerinin tam zaferi biçiminde gerçekleşmeyeceği yönündedir. Bu anlamda daha büyük olasılıkla iki tarafın uzlaşmasını ifade eden, iç içeliğini öngören, ara çözümler ortaya çıkabilir demiştir.
Nitekim DAİŞ’e karşı savaş koalisyonu böyle bir çözüm modelinin göstergesi gibidir. Kuzey ve Doğu Suriye sistemi olarak günümüzde bu belli bir düzeyde yaşanıyor. Her ne kadar mevcut durum henüz bir netlik kazanmasa da, yine geleceği tam olarak bilinemese de geçici de olsa bir ara çözüm, bir uzlaşmacı çözüm modeli olma özelliği taşıyor. Bütün bunlar dikkate alındığında 3’üncü Dünya Savaşı kapsamında önemli süreçlerin yaşandığı ama sonuca ulaşmak açısından hala yaşanması gereken yeni süreçlerin olduğu ve bununla bağlantılı olarak çözüm arayışlarının da gündemde bulunduğu bir dönemin yaşanmakta olduğu söylenebilir.
PKK etkisiz kılınırsa ne olacak?
Doğru anlamamız ve cevaplamamız gereken esas soru aslında bu olmaktadır. Şimdiye kadarki değerlendirmeler bu sorunun doğru anlaşılması ve doğru bir biçimde yeterince cevaplandırılması için yapılmıştır. Bugün PKK’nin imha ve tasfiye edilerek etkisiz kılınması amacıyla yürütülen çok yoğun bir faşist-sömürgeci-soykırımcı saldırı söz konusudur. Böyle bir saldırıyı yürütmede geniş bir ittifak da oluşmuş durumdadır. Örneğin ABD ve öncülük ettiği NATO sistemi, böyle bir saldırının içinde yer almaktadır. AKP-MHP faşist diktatörlüğü bu saldırıyı bizzat uygulamaya koyan temel bir güç olmaktadır. Mevcut haliyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sistem partileri ve siyaseti düzeyinde hemen her oluşum AKP-MHP’nin bu politikasına katılmakta ve destek vermektedir. KDP şahsında tarihi Kürt işbirlikçiliği ve ihaneti, yine bu saldırının önemli bir kolu konumundadır. En son olarak mevcut Irak Yönetimi de böyle bir saldırının somut parçası haline getirilmiştir. Nasıl ki 26 yıl önce, 9 Ekim 1998 sürecinde Türkiye ile Suriye arasında gerçekleştirilen Ankara Anlaşması’nın sonucu olarak Önder Apo’ya dönük Uluslararası Komplo saldırısı başlatıldıysa, bugün de 22 Nisan ve 15 Ağustos tarihlerinde yapılan Türkiye-Irak anlaşmaları çerçevesinde söz konusu Uluslararası Komplo saldırısı yeni boyutlarda sürdürülmek ve sonuca götürülmek istenmektedir. 26 yıl önce saldırı tümüyle Önder Apo’yu hedefleyen ve Önder Apo’yu imha etmeyi amaçlayan bir saldırıydı. Şimdi Uluslararası Komplo saldırısı 26. yıldönümünde Önder Apo ile birlikte tüm PKK’yi, onun gerilla güçlerini, kadın ve gençlik hareketini, tüm özgürlükçü-demokratik Kürt halkını, Türkiye halklarını ve insanlığı hedefleyen bir saldırı haline gelmiştir. Baştan itibaren Önder Apo’nun imha ve tasfiyesi amacıyla yürütülen saldırılarda başarıya ulaşamama durumu şimdi gerillayı ezerek, PKK’yi tasfiye ederek, kadın ve gençlik hareketini, Kürt halkının direnişini sindirerek Önder Apo’yu örgütsüz ve halksız bırakma temelinde yenilgiye uğratmayı, böylelikle komployu başarıya götürmeyi amaçlayan bir saldırı konumuna gelmiştir.
Komplo, başta Önder Apo’nun imhasını hedefleyip ona dayalı olarak PKK’yi tasfiye etmeyi öngörürken şimdi gerillanın ezilmesi, PKK’nin imhasına dayalı olarak Önder Apo’nun siyasi-ideolojik yenilgisi, örgütsüz ve halksız bırakılarak düşüncelerini hayata geçiremez hale getirilmesi hedeflenmektedir. Komplo bu temelde devam etmekte, saldırılarını bu çerçevede Kürt Özgürlük Hareketi’ne, Kürt halkına ve dostlarına dönük topyekûn faşist-sömürgeci-soykırımcı saldırı olarak sürdürmektedir.
Bütün bunlarla kuşkusuz en başta PKK etkisiz kılınmak, bazı güçlerce zayıflatılmak, bazı güçler eliyle de tümden yok edilmek istenmektedir. Bu amaç etrafında ifade ettiğimiz söz konusu güçler bir ittifak ortaklığı yapmışlardır. Birbirlerine destek veriyorlar. Ortak planlama temelinde hareket ediyorlar. Gerillayı ezme ve PKK’yi imha etme amacında birleşerek ortak saldırı yürütüyorlar. Fakat mevcut durumda PKK’nin etkisiz kılınması veya imha edilmesine dönük söz konusu bu güçler arasında tam bir ortaklık ve mutabakat olduğu görülmüyor. Öncelikle bu gerçeği görmemiz lazım.
ABD ve öncülük ettiği küresel kapitalist modernite sistemi, NATO ortaklığı PKK’nin etkisiz, zayıf kılınmasını, özgür birey ve demokratik komün ideolojisinin ve fedai çizgisinin ortadan kaldırılmasını istiyor. Tabii sadece bunu istemiyor. Aynı zamanda PKK’nin yarattığı gelişmeleri, ortaya çıkarttığı imkânları da ABD ve kapitalist modernite sisteminin çıkarlarıyla uzlaştırarak o temelde kullanılmasını hedeflemektedir. PKK’nin etkisiz kılınması çerçevesinde ABD’nin böyle bir hedefi vardır.
Bununla şu istenmektedir: Apocu özgürlük ve demokratik komün ideolojisinden kopmuş bir Kürtlüğü, KDP ile uzlaştırarak bölgenin yeniden yapılanmasında önemli bir denge gücü olarak ortaya çıkartmayı istemektedir. Bir yandan KDP’ye dayanıp diğer yandan da PKK’nin ideolojik ve Önderliksel tasfiyesini gerçekleştirerek tarafları kapitalist modernite sisteminin ideolojik etkinliğinde bir uzlaşmaya götürmeyi istemektedir. Rojava üzerindeki planlarında, yine PKK’ye dönük imha saldırılarının örgütlenip desteklenmesinde önemli bir amacının bu olduğu tartışmasızdır.
Artık ABD ve müttefikleri Kürtlüğü reddeden, Kürtsüz bir Ortadoğu öngören konumda değillerdir. Bu ne oluşturmak istedikleri enerji yolunun güvenliği açısından yararlarınadır ne de Türkiye karşısındaki duruşları açısından yararlarınadır. Dolayısıyla ABD siyasetinde giderek kendileriyle uzlaşmış, kendi çıkarlarıyla bütünleşmiş bir Kürtlüğün yerinin olduğunu ve rolünün arttığı gözlenmektedir. ABD, PKK’yi, Kürtleri böyle bir konuma getirebilmek, kendi denetimine alıp kendi çıkarları doğrultusunda işlevli kılmak istemektedir.
Diğer yandan ise 1’inci Dünya Savaşı ardından Ekim Devrimi’nin ve Sovyetler Birliği’nin varlığıyla ortaya çıkmış Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kapitalist modernite sisteminin gereklerine göre yeniden yapılandırmak istemektedirler. Çünkü TC Devleti, kapitalist modernite sisteminin gereklerine göre değil, Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı dengede var oldu. Ekim Devrimi’nin yarattığı dengeyi gözeterek kapitalist modernite sistemi bugünkü TC’ye “evet” dedi.
Şimdi artık Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği yoktur. O bakımdan da TC’yi var eden siyasi ve askeri zemin ortadan kalkmıştır. O halde yeni zemine göre TC’nin sistemin çıkarlarına göre yeniden yapılandırılması gerekiyor. ABD’nin Ortadoğu’da oluşturmak istediği enerji yoluna ve bu temeldeki yeni Ortadoğu yapılanmasına göre Türkiye’nin yeniden yapılandırılması lazım. Bunun için de Türkiye’ye bir müdahalenin yapılması gündemdedir. Kapitalist modernite sistemi, uzun süredir bunu gündemine almış durumda. Fakat böyle bir müdahaleyi PKK’nin varlığı ortamında yapamıyor. PKK’nin varlığından korkuyorlar. PKK varken TC’de değişiklik yapmaya yönelirlerse PKK’nin bundan yararlanıp tümüyle Türkiye’yi kendi ideolojik-siyasi etkisi altına alacağından korkuyorlar. Onun için Türkiye’ye yapacakları müdahaleyi erteliyorlar. Türkiye ile çelişkilerini çatışmaya dönüştürmemeye çalışıyorlar. Türkiye’ye fazlasıyla taviz veriyorlar ve şimdi Türkiye eliyle PKK’yi zayıf düşürerek Türkiye’yi müdahale edilir bir kıvama getirmek istiyorlar. PKK etkisiz kılınırsa ABD ve müttefiklerinin hedefledikleri yeni Ortadoğu ekseninde Türkiye planlarını hayata geçireceklerini, bu temelde hareket edeceklerini insan rahatlıkla ifade edilebilir.
Peki, AKP-MHP faşizmi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından ne söylenebilir? TC ve AKP-MHP faşist yapılanması bu konularda muğlaktır. Tam süreci anlayamamakta ve netlik oluşturamamaktadır. Çünkü zayıf pozisyondalar. Ziyadesiyle çeşitli güçler tarafından kullanılıyorlar. Dikkat edilirse Tayyip Erdoğan Yönetimi 22 yıldır kendini pazarlayarak ayakta kalıyor; Bir ABD’ye gidiyor, bir Avrupa’ya, Rusya’dan Çin’e, yine İran’a kadar kendisini herkese pazarlıyor. Hatta Irak dahil kendisini pazarlamadığı Ortadoğu devleti kalmadı. Ancak böyle ayakta kalıyor. Bu anlamda kendilerine nasıl bir yön verecekleri konusunda muğlaktırlar.
Şunu görüyorlar: Kürt imhasını mevcut koşullarda PKK ve Kürt halkının direnişi karşısında gerçekleştiremiyorlar.
Öz itibariyle Kürt düşmanıdırlar ve Kürt’ü soykırıma uğratmayı, Türkleştirmeyi hedefleyen ideolojik duruşlarından vazgeçmemişlerdir. Hala esas bağlandıkları zihniyet ve siyaset budur. Fakat diğer yandan bölgedeki savaşı görüyorlar. Birçok güç değişik alanlara müdahale ediyor. Bu savaş durumu sürüyor. Dahası Misak-ı Milli var. Rojava ve Başûrê Kurdistan da Misak-ı Milli sınırları içerisinde. Bu alanlarda boşluklar var. Yine başta petrol olmak üzere önemli enerji kaynakları var. Bunlar ağızlarını sulandırıyor. Acaba bu kaynakları ele geçirme ve kullanma fırsatı bulamaz mıyız diye yanıp tutuşuyorlar?
Başûr ve Rojava’ya dönük geliştirdikleri işgal saldırıları da bu çerçevedeki heveslerinden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde hem öncelikli olarak Kürt imhasını tümden öngören bir statükonun 20’nci yüzyıldaki gibi oluşturulmasını sağlamayı hedefliyorlar hem de öyle olmaz da sistem başka şeyler ararsa olası fırsatları değerlendirip Kerkük’ü, Musul’u, Rojava’yı ele geçirip geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmanın hesabını yapıyorlar.
Çünkü Rojava ve Başûr’daki Kürdi gelişmeler Bakur’u etkiliyor. Bu koşullarda Başûr ve Rojava’daki mevcut Kürdi gelişmeler oldukça Bakur’da Kürt soykırımını gerçekleştirmenin çok zor ve imkânsız olduğunu 200 yıldır yürüttükleri savaş sonucunda görmüş ve anlamış bulunuyorlar. O açıdan bu alanlardaki Kürdi gelişmeleri de yok etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla AKP-MHP’nin, TC Devleti’nin mevcut PKK’yi imha ve tasfiye etme saldırısı esas itibariyle Kürt soykırımını sonuca götürme, Kürdistan’ın Güney ve Batısı’nı da içine alarak oralarda da Kürt varlığını tasfiye etme, Kürt toplumunu dünyanın dört bir yanına dağıtarak etkisiz hale getirme amacını güdüyor.
Kısaca TC’nin sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetini değiştirme durumu söz konusu değildir. Esas yaklaşımı Başûr ve Rojava’ya saldırıp PKK’yi tümden yok etmek ve bu temelde Kürt soykırımını, Kürtleri dağıtıp sürerek, asimile edip kültürel soykırıma uğratarak tamamlamayı, bir ulusal topluluk olarak varlığını ortadan kaldırmayı hedeflemektedirler. İşte bunu Güney ve Rojava’daki gelişmelerden dolayı Bakur’da gerçekleştiremiyorlar. Dolayısıyla birlikte ele almak zorunda kalıyorlar. Bakur’da istedikleri soykırımcı sonuca ulaşabilmek için soykırımı Başûr’a ve Rojava’ya da taşırmak zorunda kalıyorlar. Bütün bu alanlarda PKK’ye, özgür Kürt varlığına dönük saldırıların esas amacı budur.
Hala KDP ve diğer güçlerle ilişkileri özel savaş kapsamındadır. PKK’nin imhası ve tasfiyesi için onları kullanıyorlar. PKK’nin imhası ve tasfiyesi bittiği an, nasıl Lozan’da sonuç aldıktan sonra Ankara’daki meclise giden Kürt milletvekillerini bizzat Mustafa Kemal “Kendi ulusuna faydası olmayanın bize hiç faydası olmaz” diyerek ipe gönderip idam ettiyse, KDP dahil diğer Kürt yapılarını anında yok edeceklerdir.
Bu anlamda hala temel statükocu güç TC Devleti’dir, AKP-MHP faşizmidir. Bütün bu saldırıları Kürt soykırımını sonuca götürmek için yapıyorlar. Bu temelde mevcut statükoyu korumak istiyorlar. Fakat bir yandan da “fırsat bulursak bu zenginlik kaynaklarını en azından savaş sürecinde hırsızlık yaparak sömüremez miyiz” hesabı içindeler? Biraz bunlardan faydalanamaz mıyız diye ticaret hesapları da yapıyorlar? Zaten bir süredir KDP ile ilişkiler temelinde kaçak bir şekilde ticaret yaptıkları ve bunu ileri bir boyuta taşıdıkları bilinen bir gerçektir.
KDP için de birkaç şey belirtmek gerekirse şunlar söylenebilir: KDP’nin kendisi her hangi bir şeyi öngöremeyecek kadar zayıf bir durumda. Dolayısıyla bir yanıyla ABD, İsrail ve İngiltere’nin verdiği vaatlere kanıyor. O da bu vaatler temelinde ‘PKK etkisiz kılınırsa ABD, Avrupa daha fazla kendisini tanır, Kürt temsilcisi olarak kendileri görülür, Kürdistan üzerinde hükümran haline gelirler’ hesabı yapıyor. Kürdistan’ın tüm değerlerine el koyup sömürmek için PKK’yi yok etmeyi öngörüyorlar. Çünkü PKK, sömürüye karşı. PKK, Kürt halkını, kadınlarını, gençlerini bilinçlendiriyor, örgütlüyor. PKK, Kürdistan’da özgür yaşamı, kadın özgürlükçü yaşamı geliştiriyor. PKK, Kürdistan’da demokratik yönetimi geliştiriyor. Ağalığa, hırsızlığa, çalıp çırpmaya, yağmaya, talana fırsat vermiyor. Bu bakımdan PKK’nin varlığı ve güçlenmesi, Barzanilerin çalıp çırparak para babası olmaları önünde engel oluşturuyor. Bu engelden kurtulmak istiyorlar. 35 yıldır, Güney Kürdistan’ın zenginlik kaynaklarını çalıp çırptılar, kendilerini semirttiler. Şimdi Bakur’un, Rojava’nın kaynaklarını da sömüremez miyiz arayışı içine giriyorlar? PKK olmazsa bunun önü açılır, ABD ve küresel sistem de kendilerini tanır hesabı yapıyorlar.
TC ile ittifaklarına ise diyecek bir şey yoktur. Türk generallerinin ve yöneticilerinin esas tutumlarını gizlediklerini sanmamak lazım. Her fırsatta nasıl Kürt karşıtı ve düşmanı olduklarını ruh halleriyle, davranışlarıyla, sözleriyle ortaya koyuyorlar. Bu yaklaşımları KDP’li bile olsa her hangi bir Kürt’ün anlamaması mümkün değildir. Bunu görüyor, anlıyorlar. AKP-MHP’nin ve TC Devleti’nin nasıl Kürt düşmanı ve soykırımcısı olduğunu biliyorlar. Fakat KDP’yi böylesi bir ittifaka ABD ve müttefikleri yöneltiyor. İkinci bir etken de ancak böylesi bir ortamda istedikleri gibi çalıp çırpabilmeleridir. Bu ittifak Güney Kürdistan halkına zulüm getiriyor, yerinden yurdundan ediyor, aç bırakıyor, dünyanın dört bir yanına dağıtıyor. Fakat Barzanileri büyüttükçe büyütüyor. Barzaniler dolar milyarderleri haline geliyor. Şuanda Barzani hanedanının tüm fertleri dolar milyarderi olmak için yarışıyor. Her biri birer hırsızlık şebekesi haline gelmiş durumda. Kollarını Türkiye’ye, dünyanın dört bir yanına da uzatıyorlar. Buna TC ile ittifakları fırsat veriyor. Hırsızlık yapabilmek için Kürtlüğü, Kürdistan’ı, her şeyi satıyorlar. Böyle bir alçak ihanet gücüdürler. Tarihte hiçbir Kürt topluluğu, ailesi, çevresi bu denli alçakça bir ihanet içerisine girmiş değildir. Barzanilerin günümüzde geldiği nokta da budur.
Bu bakımdan PKK’nin etkisiz kılınması için ortak bir şekilde saldırı yürüten bir topluluk var. Fakat PKK büyük bir güç, kolayca imha edilemiyor, daha fazla saldırı gerekiyor. O bakımdan da güç birliği yapmaları gerekiyor.
Türkiye’nin geleceği
Esas tartışılması ve doğru anlaşılması gereken soru, Türkiye’nin geleceğinin ne olacağı sorusudur. Türk egemenleri bunu açıktan sorup tartışmasalar da gizli odalarda ve kendi aralarında bunu sıkça tartıştıklarını düşünmek ve bilmek lazım. Çünkü şuanda Türkiye ciddi bir gelecek sorunuyla karşı karşıyadır. Faşist şefler Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, beka sorunundan söz ediyor. Gerçekten de Kürt düşmanı, kadın düşmanı, faşist-sömürgeci-soykırımcı TC zihniyet ve sisteminin bir beka sorunu vardır. Artık bu sistemin sonuna gelinmiştir. Lozan Antlaşması’yla o konjonktürde oluşturulan bu sistem, yüz yıl içinde bütün potansiyelini tüketmiş, argümanlarını bitirmiş, imkânlarını yok etmiştir. AKP Yönetimi, bu durumu “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı” demagojisi ile “Türkiye Yüzyılı” gibi kavramlarla maskelemeye çalışıyor. Fakat bütün bunlar boş ve nafiledir. Söylediklerine kendilerinin bile inanmadıkları yüzlerinden, ses tonlarından, söylemlerinden anlaşılıyor. Kendileri de, herkes de biliyor ki artık bu zihniyet ve siyasetin ömrü bitti, sonuna gelindi. Bunu daha fazla uzatmak mümkün değil. Böyle bir zihniyet ve siyasetin sürdürülmesini başta Kürtler ve kadınlar olmak üzere ne halklar kabul ediyor ne de küresel kapitalist modernite sistemi mevcut TC Devleti’ni Ortadoğu’da bu biçimiyle kabul edebiliyor. Bu açıkça görülen bir gerçek. Avrupa ile Asya arasında köprü olduğundan dolayı yüzyıllardır övünen Türkiye, izlediği politikalardan dolayı şimdi bırakın köprü olmayı bir basamak haline bile gelemedi. Avrupa ve Asya arasında oluşturulan enerji ve ticaret yolundan dışlandı.
Mevcut zihniyeti ve politik duruşu Ortadoğu üzerinde egemenlik ve etkinlik kurma temelindedir. Bu da sermaye çıkarlarını ve İsrail’in güvenliğini tehdit ediyor. İsrail’in kurulup bu hale gelmesi için 1923’te TC Devleti ile uzlaşıldı. Önder Apo, TC için “Birinci İsrail” dedi. “Proto İsrail” olarak da değerlendirildi. Ama 1948’te gerçek İsrail kuruldu ve geçen süreçte kendisini ayakta tutacak bölgesel bir güç haline geldi. Şimdi sermaye sistemi tarafından desteklendiği gibi bir de en temel karşıtı olan Araplarla da ittifak yaparak yeni bir Ortadoğu’yu şekillendirme sürecine giriyor. Böylece aslı ortaya çıkıp geliştiği için taklidinin artık gereği kalmamış bulunuyor. Ya da bir şeyi yaratmak için gerekli olan iskeleler, yaratılması gerekenin yaratılmasından sonra artık gereksiz hale gelmiş bulunuyor ve sökülüp atılmalı ve aslına dönüştürülmeli deniliyor. Kapitalist modernite sisteminin Türkiye’ye bakışı kesinlikle böyledir. Türk egemenleri, Mondros Mütarekesi ve Sevr Anlaşması’yla kendilerine biçilmiş olan çerçeveyi hiçbir zaman unutamıyor, unutmamaları da gerekiyor. Eğer Ekim Devrimi olmasaydı, Kürtler destek vermeseydi, Lozan Antlaşması yerine Sevr uygulanacaktı. Dolayısıyla bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun yüzyıllık varlığı hiç olmayacaktı. Bunu sağlayan temel iki güç Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği ile Kürt desteğidir. Şimdi Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği yok. Kürtler de o zaman ki gibi destek vermiyor. O zaman sadece bir avuç ajan-işbirlikçi, İngilizlerin yanındaydı. Kürt toplumunun büyük bir gücü Kemalist Hareketi destekledi. Türkiye ile birlikte oldu ve mevcut Türkiye’nin yaratılmasına asli bir öğe olarak katıldı. Ama şimdi o zaman İngilizlerin yanında olan bir avuç işbirlikçi-ajan Kürt-KDP, TC’nin yanındadır, onun dışında özgür ve demokratik yaşam isteyen Kürt toplumunun yüzde seksenden fazlası mevcut Kürt karşıtı, soykırımcı TC ile birlik olmak, TC ile birlikte yaşamak istemiyor. Bu TC’yi değiştirmek istiyor.
O halde artık 1920-1923 dönemi bitmiştir. Bir daha da öyle bir dönem gelmeyecektir. O halde 1920-1923 koşullarında oluşturulan TC Devleti, mevcut koşullarda devam edemez, değişmek durumundadır. Bunun değişmesi gerektiğini yıllar öncesinden Önder Apo defalarca ifade etti. Değiştirmek için de somut projeler sundu. Yol haritaları geliştirdi, çözüm önerileri ortaya koydu. Fakat hiçbirini kabul etmediler. AKP-MHP, onları kendi faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetiyle hayata geçirebileceğini sandı. Türkiye’yi mevcut durumda felaketin ortasına itti.
Deniliyor ki Türkiye, 3’üncü Dünya Savaşı’nın içinde değil dışındadır. Bu doğru değil. Türkiye 3’üncü Dünya Savaşı’nın merkezidir. 1’inci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde başladı. Hala dünya savaşı bu temelde devam ediyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi de Türkiye’dir. Dolayısıyla herkes bilmeli ki 3’üncü Dünya Savaşı’nın merkezi Türkiye’dir. Savaş Türkiye’de sonuca gidecektir. İstediği kadar Azerilere yakarsın, Irak’ı su ile tehdit ederek yanına çekmeye çalışsın, Hamas ve DAİŞ gibi çete gruplarını kullansın, istediği kadar bir İran-İsrail Savaşı yaratmaya çalışsın, Türkiye bu politikalarla dünya savaşını kendi dışında tutamaz. Dolayısıyla TC Devleti, mevcut zihniyet ve siyasetle kendini kurtaramaz, ayakta kalamaz. Er geç savaş gelip Türkiye’de odaklanacak, kendi çözümünü Türkiye’de arayacaktır. Bu bakımdan öyle bir duruma gelmeden Türkiye’yi kurtarmak gerekli.
Önder Apo, özgürlükçü-demokratik değişimi ve dönüşümü sağlamak istedi. Fakat Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli Yönetimi buna en ağır bir saldırıyla karşılık verdi. İşte 44 aydır Önder Apo’dan haber alınamıyor. AKP yönetime geldikten sonra Önder Apo ile hukuki ilişkiler bile sürdürülemiyor. İmralı’da hiçbir hukuk işlemiyor. Daha önce Ecevit yönetiminin uyguladığı bir hukuk-sistem vardı. Bunların hepsini ortadan kaldırdılar. Ne ahlaki ölçülere uyuyor ne de hukuki kurallara. Önder Apo’yu, PKK ve gerillayı imha edip Kürt soykırımını gerçekleştirmek için tüm gücüyle saldırıyor. Oysa bu bindiği dalı kesmek gibidir. AKP-MHP, baltayı kendi ayağına vuruyor farkında değil. Önder Apo şunu söyledi: Mezopotamya’da Kürtlük olmazsa Anadolu’da da Türklük olmaz. Kürtsüz Türk tanımlaması, Kürtsüz bir Türklük yaratmaya çalışmak beyhude bir çalışmadır. Bin yıllık diyalektik gerçeğin böyle olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor.
O halde AKP-MHP faşist yönetimi, Türk egemenleri kendi maddi çıkarları için biraz para kazanabilmek, hırsızlık yapıp sömürüyü derinleştirebilmek için Önder Apo ve PKK’ye karşı bu soykırım saldırısını yürütüyor. Fakat bu saldırılarla Türkiye’nin geleceğini yok ediyorlar. Türkiye’yi felaketin içine atıyor, geleceğini karartıyorlar. ABD ve müttefikleri PKK’nin etkisiz kılınması için niye destek veriyorlar? Bunu daha önce de belirttik. Türkiye’yi 1923 öncesine taşıyabilmek için yapıyorlar. Artık Lozan’da kurulan TC ile işleri bitmiştir. Bunun için de AKP-MHP faşist diktatörlüğünü, Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’yi ajanları gibi kullanıyorlar. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, faşist Türk milliyetçiliği-ırkçılığı temelinde PKK’ye, Kürtlere, Önder Apo’ya saldırırken aslında Türkiye toplumunun geleceğine, varlığına, birliğine ve demokrasisine saldırıyor. Böyle bir sistem saldırısı karşısında Türkiye’yi yok olmaktan kurtaracak yegâne gücün Kürt özgürlüğü temelindeki Türkiye demokratikleşmesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin birliğini de, bütün saldırılar karşısındaki direncini de ancak demokratikleşmiş bir Türkiye, özgürlükleri tanıyan bir Türkiye sağlayabilir. Bunun da yolu Kürt özgürlüğünden geçiyor. Kürt özgürlüğü, kadın özgürlüğü, etnik kimliklerin özgürlüğü ve bu temelde demokratik birliklerin yaratacağı güç ve kuvvet, kapitalist modernite sisteminin saldırıları karşısında Türkiye’yi ayakta tutabilir. Bunun dışında Türkiye’nin kurtuluşu yoktur.
O halde Türkiye’nin geleceği ne olacak sorusuna içinde bulunduğumuz durumda çok açık ve net cevaplar verebiliriz. Ya Önder Apo’nun öngördüğü gibi Kürt özgürlüğüne dayalı gerçek bir Türkiye demokratikleşmesi ortaya çıkacak ve böylece Türkiye birliğini koruyacak, demokratik yaşamını geliştirecek, her türlü saldırı karşısında kendisini ayakta tutacak, kendini alternatif bir sistem haline getirecek ki Kürt özgürlük Mücadelesi tamamen bu temelde bir mücadele yürütüyor. Ya da PKK’nin imha ve tasfiye edilmesi ve Kürt soykırımında ısrar edilmesi halinde, ABD ve müttefiklerinin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin paramparça edilmesi durumu gelişecektir.
Özcesi Türkiye ya tümüyle uşak bir devlet pozisyonuna düşecek ya da parçalanacak. Bu anlamda yolun sonuna geliniyor. Bazı alternatifler somut bir biçimde ortaya çıkıyor. Bunlar nedir? Ya Kürt özgürlüğü temelinde Önder Apo’nun öngördüğü çerçevede Türkiye demokratikleşecek, böylece demokratik birliğini sağlayıp gücünü ortaya çıkartarak her türlü saldırı karşısında kendini koruyacak ya da Kürtler soykırıma uğratılıp imha edildikçe küresel kapitalist sistemin Türkiye üzerindeki operasyonları devreye girecek. Bu operasyonlar da Türkiye’yi bölüp parçalayacak, zayıf düşürecek. Mevcut sistem, TC’yi sermayenin sömürüsü ve İsrail’in güvenliği önünde engel olmaktan çıkaracak. Tümüyle İsrail merkezli oluşturulmak istenen yeni Ortadoğu’nun iradesiz bir parçası haline getirilecek.
Şimdi Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin Türkiye’yi sürüklediği yer burası. Bunu Türkiye’nin aydınları, siyasetçileri, gençleri ve kadınları neden anlamıyor, niye bu kadar kendi egemenlerine, Kürt düşmanı TC Devleti’ne güveniyorlar insan şaşıyor? İnsanda biraz tarih bilinci olur. Bu Cumhuriyet nasıl kuruldu, hangi gerçeklere dayandı? Şimdi o gerçekler var mıdır, yüzyıl nasıl yaşadı? Peki, şimdi bu durumda yaşananlar nedir, bu cumhuriyet sürdürülebilir mi, sürdürülemezse o zaman Türkiye’yi ayakta tutacak, Türkiye toplumunu yaşatacak olan değişim ve dönüşümler neler olmalı? Bunlar üzerinde bilinç üretme, eğitim geliştirme, toplumu bilinçlendirip örgütleyerek bir demokrasi hareketi geliştirme, demokrasi mücadelesi örgütlemede neden zayıf kalınıyor anlaşılır gibi değil? Demek ki tarih bilinci yok, egemenlere çok fazla güvenme var. Ya da boş vermişlik var. Kendini faşist-sömürgeci-soykırımcı şeflerin sözlerine, yönetimlerine tümüyle verme var. İradesiz, uydu haline gelme var. Bu en tehlikeli, en kötü durumdur. Bu bakımdan gerçekten de Türkiye’yi sevenlerin, Türkiye’nin devamını, yaşamasını isteyenlerin kıyameti koparmaları lazım. Mevcut durumda kılı kırk yararak her türlü tartışmayı geliştirip bindiği dalı kesen bu AKP-MHP faşist diktatörlüğünün PKK ve Kürt düşmanlığı siyasetine, ideolojisine, saldırısına dur demeyi bilmeliler. Türkiye’nin kurtuluşu buradadır. Bir kurtuluş imkânı vardır ve bu da Kürt özgürlüğü temelindeki demokratikleşmededir. Artık başka hiçbir şekilde Türkiye için kurtuluş imkânı kalmamıştır.
O halde Türkiye’nin gerçek sahipleri, kadınları, gençleri, işçi ve emekçileri, aydın ve sanatçıları TC’nin içinde bulunduğu vahim durumu görmeliler. Yani “tecrit ve baskı Abdullah Öcalan’a var, Kürtler eziliyor, şimdi bize bir şey denmiyor, biz de böylece yaşar gideriz” dememeliler. Bugün Kürt’e olana ses çıkarmazsan yarın sen başkaları tarafından çok daha ağır bir durumla karşı karşıya gelirsin. Ama işte o zaman da yanında kimseyi bulamazsın. Kimsenin elini tutmasını, sana destek vermesini sağlayamazsın. Faşizmin saldırısı karşısında antifaşist-demokratik duruşun bütün ülkelerde yaşadığı ders ve deneyim bunu ifade ediyor. O halde bunlardan ders çıkartmayı bilmek lazım. “Baskı, katliam, asimilasyon, soykırım bana gelmiyorsa, ben katledilmiyorsam diğerleri beni ilgilendirmez, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” denmemeli. Böyle diyenler yarın her şeyi kaybederler. O zaman da yanlarında kendilerine destek verecek hiç kimseyi bulamazlar. Bu açıdan Türkiye’nin bir silkinip kendine gelmesi lazım. Türkiye zihniyetinin, entelektüel yapısının ciddi olması, bir tarihsel bilince sahip olması, gerçekleri iyi görmesi ve doğru tartışıp doğru sonuçlara ulaşması lazım. Bu açıdan da AKP-MHP faşizminin Türkiye’yi sürüklediği uçuruma karşı bir gün bile gecikmeden elbirliği ederek antifaşist özgürlük ve demokrasi mücadelesini, antifaşist savaşı tüm cephelerde geliştirmesi gerekli.
AKP ile MHP’nin ne gücü var? Demokratik-sol-sosyalist güçlerin, aydın ve sanatçıların, gençlik ve kadın örgütlerinin zayıflığından dolayı Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan gibi kişilikler böyle etkinlik kazandı. Sosyalistler Türkiye’de devrimci eylemlerle halka öncülük ettiklerinde bu ırkçı faşist güruhun iki tane taraftarı yoktu. Ama şimdi devrimci-demokratik, antifaşist mücadelenin zayıflatılması, antifaşist örgütlenmelerin zayıf kılınması sonucunda Türkiye’nin en zayıf olan, kırk yıl önce gerçekten de iki kişiyi bir araya getiremeyen güçleri, şimdi Türkiye’yi 20 yıl yöneten haline geldiler. Türkiye’nin sahibi oldular. En çok söz söyleyen konumuna geldiler. Bu olması gereken bir durum değildir. Bu faşist iktidar, kendi gücüyle bu düzeye gelmedi. Irkçı, milliyetçi, şoven, soykırımcı, Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetin toplum üzerinde yarattığı manipülasyon ve etkilerden dolayı bu düzeye geldi.
O halde bu etkileri eleştirecek, boşa çıkartacak aydın, siyasetçi, sanatçı nerede? Niye görevine sahip çıkmadı? Niye zamanında rolünü oynamadı? Niye toplumu, kadınları, gençleri, işçi ve emekçileri bu faşist-ırkçı-milliyetçi-şoven zihniyet ve siyasete teslim ettiler? Bu sorular temelinde elbette kendilerini sorgulayacaklar. Kendileri sorgulamazlarsa yaşadıklarını tarih sorgulayıp onları mahkûm edecektir. Eğer tarih tarafından mahkûm edilmek ve yakın gelecekte çok olumsuz olaylarla karşılaşmak istemiyorlarsa bugün akıllarını başlarına toplamalılar. Tarih bilinci edinmeliler, gerçekleri görmeliler. Kürt halkının Türkiye demokrasisi için yürüttüğü mücadelenin anlam ve değerini bilerek onunla birleşip ona minnet duyup, birlik olup, bu faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti Türkiye’den def etmeyi, Türkiye’yi, Türkiye toplumunu, halklarını bu zihniyet ve siyasetten kurtarmayı mutlaka gerçekleştirmeliler.
Özgür Kürdistan’ın bölgesel ve küresel rolü
Bu konuyu Türkiye özgüllüğünde önceki başlık altında açıkça ifade ettik. Türkiye’nin birliği ve demokrasisi Kürt özgürlüğüne bağlı. Dolayısıyla Özgür Kürdistan Demokratik Türkiye’nin temel bir direği, ayağı konumundadır. Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. Böyle olduğu gibi Özgür Kürdistan aynı zamanda Demokratik Suriye’nin ve Demokratik Irak’ın da bir ayağı, direğidir. Yine Demokratik İslami İran’ın da bir ayağı, direğidir. Dolayısıyla Türkiye’yi, Suriye’yi, Irak’ı, İran’ı, yani Türki, İran-i ve Arabi bütün toplulukların demokratikleşmesini sağlayacak temel alan Kürt özgürlüğüdür. Önder Apo bunu çok güzel formüle etti. “Demokratik Ortadoğu Özgür Kürdistan” dedi. Kürdistan’ın özgürlüğü bütün Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin anahtarı konumunda. Dolayısıyla Demokratik Ortadoğu Birliği’nin, Halkların Demokratik Ortadoğu Konfederalizmini oluşturmanın yolu kesinlikle özgür Kürdistan’dan, Kürt özgürlüğünden geçiyor.
Tabii Ortadoğu’nun demokratik devrimini gerçekleştirmesi bütün dünyada güçlü bir demokratikleşmenin yaşanması, kadın özgürlüğü temelinde özgür yaşamın gerçekleşmesi, insanlığın özgürlüğe ve demokrasiye ulaşmasını ifade ediyor. Neden? Çünkü 19’uncu yüzyılın sonundan bu yana dünyada yaşanan bu kadar savaşın altında Ortadoğu üzerindeki mücadele var. Ortadoğu’nun imkânlarını, zenginliklerini sömürebilmek, paylaşabilmek için yürütülen savaşlar bu kadar tahribata yol açtı. Bunun da merkezinde Kürdistan’ın bölünmesi ve Kürt toplumunun yok sayılarak yok edilmek üzere bir soykırıma tabii tutulması, onun zihniyet ve siyaseti var. Eğer bu zihniyet ve siyaset kırılırsa, Türkiye, Arabistan ve İran’da Kürtlerin özgürlüğünü öngören bir zihniyet ve siyaset hâkim hale gelirse Ortadoğu demokratikleşir, Ortadoğu halklarının Demokratik Konfederal Birliğine ulaşılır. Kuşkusuz bu da bütün dünyanın demokratikleşmesine öncülük yapma anlamına gelecektir. O halde özgür Kürdistan ya da Kürt özgürlüğü hem bölgesel demokrasinin ve demokratik birliğin temelidir, hem de küresel demokratikleşmenin öncüsü ve temeli olma konumundadır. O halde Kürt özgürlüğünün bölgesel ve küresel düzeydeki önemini, demokratikleşmedeki belirleyici rolünü kesinlikle doğru görmemiz, doğru anlamamız gerekli.
Önder Apo baştan beri PKK’yi inşa ederken ve 15 Ağustos Atılımı temelinde Kürt özgürlük savaşını geliştirirken bu çizgiyi esas aldı. Bu savaşı Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi savaşı ve mücadelesi olarak gördü. Özgür Kürtlüğü ve Kürdistan’ı hep böyle bir demokratikleşme kilidi olarak ele aldı, değerlendirdi. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni bu temelde şekillendirdi. Zihniyetini, duygularını, stratejik-taktik ilişki ve ittifaklarını, mücadele tarzını, birlik anlayışını tamamen buna göre oluşturdu.
Şimdi bu durumu Kürt gençleri, kadınları, işçi ve emekçileri, dört parça Kürdistan’daki Kürt halkı büyük ölçüde anladı, bunun bilincine vardı, buna katıldı ve bu temelde fedaileşti. On binlerce şehit veren, elli yılı aşan bir özgürlük mücadelesini yaratan büyük bir özgürlük yürüyüşü ortaya çıktı. Bu oldukça önemli bir durumdur. Kürtler bunun gerisine düşmemeli.
Kürt milliyetçiliğinin, Barzaniciliğin etkisiyle Kürt küçük burjuvalarının ilkesiz, kemiksiz, reformist, teslimiyetçi düşüncelerinin etkisiyle bu özgürlükçü ve demokratik çizgiden hiçbir Kürt, Kürt kadını ve genci, işçi ve emekçisi asla vazgeçmemeli. Bu tür eğilimlere karşı sonuna kadar ideolojik mücadele yürütmeli. Bu temelde Apocu özgürlük ve demokrasi ideolojisini iyi anlamalı, iyi özümsemeli, kadın özgürlüğüne ve toplumsal ekolojiye dayalı demokratik toplumcu paradigmayı bütün boyutlarıyla iyi özümseyip onu yaşayan, yaşatan, bu temelde toplumsal inşaları geliştirip mücadele yürüten bir çizgide olunmalı. Kürt’ü güç yapan, Kürt’ü büyüten, Kürt’ü dünyaya tanıtan, Kürt’ü onurlandıran, şereflendiren, insanlık ailesinin yüz akı haline getiren, öncüsü kılan kesinlikle bu çizgi ve bu temelde kahramanca yürütülen özgürlük mücadelesidir. Kürt gerillasının Zap’ta, Metîna’da, bütün Medya Savunma Alanları’nda, Kürdistan’ın dört bir yanında kahramanca geliştirdiği mücadeledir. Bu gerçeği her zaman iyi bilmeli ve hiçbir zaman unutmamalıyız. Ama bunu bu düzeyde diğer toplumlara taşırmayı da iyi bilmeliyiz. En başta Türkiye olmak üzere Irak’a, Suriye’ye, İran’a, bütün Ortadoğu’ya ve dünyanın dört bir yanına taşırabilmeliyiz. Önder Apo’yu doğru anlayan ve doğru uygulayan olduğumuz gibi, doğru temsil eden, başka halklara, toplumlara da doğru taşıran olmalıyız. Bu konuda özellikle yurtdışındaki Kürtlere büyük bir görev, sorumluluk düşüyor. Hepsi Kürt halkının, Apocu çizginin, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin elçisi konumundadır. Kendilerini birer elçi, birer diplomat gibi görmeliler. Diğer toplumlara Kürt gerçeğini, özgürlük mücadelesini doğru çizgi temelinde yeterince tanıtmak için kendilerini görevli bilmeliler ve bu görev temelinde de herkes pratikleşmeli.
Dikkat edilirse Önderlik savunmaları temelinde Apocu çizgi ve özgürlük mücadelesinin sonuçları dünya halkları, işçi ve emekçileriyle, kadın ve gençleriyle paylaşıldığında, bu temelde çalışma yürütüldüğünde çok büyük gelişmeler sağlanıyor. İnsanlar bundan çok etkileniyorlar. Eğilim, ilgi duyuyorlar, benimseyip katılıyorlar. Dikkat edelim Rojava’da DAİŞ karşısında gelişen savaşa ne kadar genç kadın-erkek gelip katıldı, en zor koşullarda savaşarak kahramanca şehit düştü?
İşte şimdi dönüp sormalıyız, 10 Ekim’den bu yana Önder Apo’nun fiziksel özgürlüğünü hedefleyen Küresel Özgürlük Hamlemize ne kadar güçlü, etkili katılıyorlar? Oysa biraz iyi taşınır, anlatılırsa gerçekten de dünya arayış içerisinde, kadınlar, gençler, işçi ve emekçiler, kapitalist modernite sistemi altında ezilen, bunalan tüm halk kesimleri büyük bir arayış içerisinde. Kurtuluşu ve özgürlüğü arıyorlar. Bunalımdalar, çürüyüş halindeler. Sistem onları yok ediyor. Bunlar için kurtuluşu geliştirecek olan Apocu özgürlük çizgisidir. Bütün ezilenlere kurtuluş yolunu gösteriyor.
O halde Önder Apo’nun demokratik modernite paradigması herkese hitap ediyor. Kadın özgürlükçü ekolojik demokratik toplumcu çizgi, ahlaki ve politik toplum çizgisi herkese hitap ediyor, her sorunu çözüyor. Tüm ezilenler için kurtuluş yolunu, özgürlük yolunu gösteriyor. Bu nedenle bizim de bu çizgiyi herkese taşıyabilmemiz, ulaştırabilmemiz lazım. Kürdistan’la, kendi mücadelemizle sınırlı kalmamalıyız, dünyaya açılmalıyız. Bir Dünya Özgürlük ve Demokrasi Hareketi haline gelmeliyiz. Sadece ülkeyi değil, bölgeyi de aşıp küresel bir özgürlük hareketi, küresel bir demokratikleşme hareketi, küresel bir demokratik konfederalizm hareketi, demokratik devrimci mücadele gücü haline gelmeliyiz. Bütün halkları, ezilenleri bu mücadeleye çekmeliyiz.
Herkes şunu söyledi: Önder Apo’nun özgürlüğü hepimizin özgürlüğüdür. İmralı işkence, tecrit sistemine karşı çıkma, hepimiz üzerindeki küresel kapitalist modernite baskısına, sömürüsüne, zulmüne, tecridine, işkencesine karşı çıkmadır. O halde bu gerçekleri iyi taşıdığımız ölçüde bir bölgesel ve küresel hareket konumuna gelebiliriz. Bu da küresel düzeyde Kürt soykırımını öngören zihniyet ve siyasete karşı küresel düzeyde halkların özgürlüğünü, özgür yaşamını ve Demokratik Konfederal Birliği’ni, onun zihniyet ve siyasetini ortaya çıkarır. Mücadeleyi ancak bu temelde yürütürsek sömürgeci-soykırımcı saldırıları kırabilir, aşabiliriz. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni yenilmez hale getirebiliriz. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni zafer çizgisinde yürüterek Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşme gücü, tüm insanlığın özgürleşme ve demokratikleşme adımı haline getirebiliriz ki bu Kürdistan’ı da kurtarır, insanlığı da özgür ve demokratik yaşama çeker. Yine ancak bu temelde 3’üncü Dünya Savaşı’ndan çıkabiliriz.
Demek ki 3’üncü Dünya Savaşı’ndan çıkışın, onun kriz ve kaosundan kurtuluşun gerçek alternatifi Kürt özgürlüğü temelinde Demokratik Türkiye, Demokratik Ortadoğu ve Dünya Demokratik Konfederalizmi yolunda ilerlemedir. Bu temelde bilinç, örgütlülük ve eylemi geliştirmedir. Kuşkusuz Uluslararası Komplo’yu tümden yenilgiye uğratacak, komploya yol açan zihniyet ve siyaseti yenecek olan da budur. Dolayısıyla 9 Ekim Uluslararası Komplosu’na karşı yürüteceğimiz en doğru ve etkili mücadeleyi de ancak bu temelde geliştirip başarıya ulaştırabiliriz. Bunlar temelinde dünya savaş ve komplo gerçeğini doğru anlayan, bu savaşa ve komploya karşı halkların özgürlüğü ve demokrasisi için Kürt özgürlüğü temelinde bölgesel ve küresel düzeyde özgür yaşama katılan, bunun için mücadele eden herkesi selamlıyor, mücadelelerinde üstün başarılar diliyoruz.
– Bitti –