GİRİŞ
Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır.
Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerekçeler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin de kör olduğunu anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasılını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Anlam işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yararlanacak ve yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin, yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgameş gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu, dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın kulu; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla birlikte, saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla, onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürüşünü, öldüklerinde onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşimalardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslararası sistemine kadar Kürt olgusu, bir kıskaç içinde hep teslim alınmak ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınmasında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azıcık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurmalar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlıkla terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere girerler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çembersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tekrarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az değildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini basit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düşmek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıydı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların, sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sürede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaşçısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacaktı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi. Her şey ticari ve inceltilmiş anlamıyla siyasi olarak kaç paraya gelinebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve onun ilk ve ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ideolojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifadesinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillendiren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, siyasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kardeşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yaklaşımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişe yaşamamıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşamamışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Korkunç bağırıp çağırmama rağmen, en akıllısı bile, kendisi için çok gerekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edinip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıldı. Ama lanetlice, kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu. Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı duruma sokma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinden, yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb. çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk. Çünkü içinde dost geçinenler var, gafil yoldaşlar var. Kürt halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulmadık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket ortamın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü krallarının oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgürlük, ya kralın öldürülme töreni”dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; varolan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursan, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana, atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neronların solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı, 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
KOMPLOLAR TARİHİ VE ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER
a- İlkçağ Komploculuğu ve Aldatan Mitolojiler
Komploculuk esasta bir sınıflı toplum olgusudur. Sert sınıf baskısı ve sömürüye karşı direnme durumundaki toplum güçlerini ince ve kaba yöntemlerle etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır. İki yöntem hep geçerlidir: İdeolojik yanıltma ve kaba baskı sistemleri. Yerine göre biri veya diğeri, daha çok da iki yöntem birlikte uygulanmaktadır. İdeolojik sistem yeterince inandırıcı ve aldatıcı rolünü oynayıp düzeni sürdürürse, öncelikle tercih edilmektedir. Yetmeyince, muhalif doğup kendi inanç sistemini dayatınca, sert baskı dönemi son yöntem olarak ve tüm araçlarını devreye sokarak sonuç almaya çalışılmaktadır.
Bu işi ilk ortaya çıkaran ve tarihe hediye eden, diğer birçok ilkte olduğu gibi yine Sümer uygarlığıdır. Tapınakta başarılmaya çalışılan en önemli iş, sömürü sisteminin insanlığa nasıl en iyi düzen olarak kabul ettirileceğine ilişkindir. Sümer rahiplerinin yarattıkları mitoloji, bu yönde belki de insanlığın başına örülen en büyük komplodur. Öyle bir düşünce biçimi yaratılmaktadır ki, etkisi altına giren tüm insanlar adeta anadan doğma bir kul kesilmektedir. Her tarafı kuşatan tanrılar insan zihnine egemen kılınarak ve insanlar tanrılarının birer gönüllü hizmetkarı haline getirilerek, tarihte bilinen en büyük toplumsal çarpıtma ve sınıflaşma geçerli ve kabul edilebilir kılınmaktadır. Sümer rahipler, gök düzeninin tanrılarını sistemleştirip kendilerini yeryüzü temsilcileri ve daha sonra bizzat tanrı-krallar olarak ilan etmekte; efendileri en büyük dokunulmazlık içinde birer ilahi gerçeklik olarak yansıtıp zihinlere egemen kılmaktadırlar. Tarih, bir anlamda bu ilk ve en büyük yutturmaca ve komplonun somut koşullara göre dönüşüm geçirmesi, yerleşmesi ve tüm toplumlara yayılmasının hikayeleri ve rivayetleri biçiminde bir gelişme olarak şekillenecektir. Tabii egemenler ve sömürücülerin tarihi olarak.
Sümer tapınağını bu anlamda ilk komplo karargahı olarak da değerlendirmek gerçekçidir. Tanrılar ve kullarının mitolojik ifadeleri, bu konuda en çok incelenmesi ve çözümlenmesi gereken hususlardır. Özellikle tanrıların koordinatörü ve akıl hocası olarak Enki’yi çözmek hayli öğreticidir. Enki, adeta komploların tatlı bilgesidir. Tapınakta gerçekleştirilen komplonun en önemli bir parçası da kadın cinsinin düşürülmesidir. Sınıfsallıkla cinsel ayrımın iç içe gelişimine ilişkin en çarpıcı anlatımlar, Sümer mitolojisinin önemli bir özelliğidir. İlk sınıflı toplumu gerçekleştirmeleri açısından, bu mitolojik özellik, kadının cins olarak düşürülmesiyle en eski sınıflaşmaya tabi tutulduğu biçimindeki değerlendirme doğrulanmış olmaktadır. İki bin yıllık egemenlik dönemlerinde cins ve sınıf köleliğinin oluşumu mitolojide ayna gibi yansımaktadır. Kadın daha yeni düşürülmeye çalışıldığı için, eski gücünün ne olduğu da dolaylı olarak anlaşılmaktadır. Mitolojide kadına yönelik aldatmacalar en çok tanrı Enki’yle dağ tanrıçası Ninhursag ve O’nun daha sonra ehlileşerek dönüşüm geçiren biçimi olan İnanna arasındaki kavga ve uzlaşmalarda görülmektedir. Neolitik dönemin tanrıçası, adım adım Enki’nin sembolize ettiği erkek egemen toplum tarafından adeta yutturulmaktadır. Fakat İnanna’nın kolay teslim olmayan, akıl dolu mücadelesi de hayranlık uyandırmaktadır.
Sonunda genel olarak insan köleliğiyle kadının cins köleliğinin başlangıç noktası olarak, Sümer toplumunda rahip tapınaklarında ve kral saraylarında gerçekleşmesi, uygarlık tarihinin en temel buluşu olarak zafer kazanıyor. Kadın cinsinin, kendisinin düşürülmesi yetmiyormuş gibi daha sonra sistemin sürdürülmesinde en temel düşürme araçlarından biri olarak kullanılmasına sıra gelecektir. Tapınağa seçilerek ve eğitilerek doldurulan kızlar, düzen erkeklerinin avlanmasında en etkili malzeme olarak rol oynayacaklardır. Toplum böylelikle hem tapınağın yönetimine girer, hem de düşürülen tarafından düşürülür. En alçak komplo ilkin böyle düzenlenmektedir. İlk defa tapınakta iki cinsin köpeksiliği düzene muazzam güç vermektedir. Daha sonra bu sistem tapınaktan ilk geneleve taşınır. Tarihte ilk genelevin kültür ve inanç merkezi olarak ünlü Nippur kentinde kurulduğunu görmekteyiz. Musakkattin denilen genelev, artık tüm toplumun kirletildiği bir batakhane rolü oynamaktadır. Toplum, düşürülen cins ve köle sınıfıyla bu bataklıkta bir daha çıkamamacasına debelenecektir. Hani şairin “başım bir daha beladan kurtulamadı” dediği tuzak, özünde bu düşürülüşte en çarpıcı ifadesini bulmaktadır. Hem tanrıçadan, hem doğal özgür insandan intikam alınmıştır. Erkek egemen toplumun efendileri tanrılaşırken, kulları önce tapınakta, sonra kerhanede bir daha başını beladan kurtaramayacak kadar bataklıkta boğdurulacaklardır. Uygarlık tarihi aslında bu iki kurumun gelişmesi olarak kendini sürdürecektir. Rahip tapınağı, havra, kilise, cami vb. kurumlara dönüşürken; kerhane, özel ev, genelev, hanedan ev, köylü evi, kentli evi biçiminde ayrışarak sürüp gidecektir.
Feodal ve kapitalist toplum, Sümer toplumunun çocuğudur; temel genlerini buradan almışlardır. Tapınak ve saray komploculuğunun halis biçimleri ilkin ve orijinal olarak Sümer toplumunda gerçekleştirilmiştir. Tarihin en önemli icatları dememiz boşuna değildir.
Ne acıdır ki, Sümer komploculuğunun dışa yönelik ilk uygulamalarının da, bağrından kopup geldikleri ve ilk defa kendi dilleriyle Kurti (Kur=Dağ, ‘ti’ ekiyle dağlılar oluyor) diye adlandırdıkları Kürt etnik gruplarına karşı geliştirildiği gözlemlenmektedir. İnsanlığın ilk yazılı destanı olan Gılgameş Destanı’nda bu konuyu izlemek hayli ilginç ve çarpıcıdır. Gılgameş’in kendisi ilk şehir devletlerinden olan Uruk’un kahraman kralıdır. Kentin orman kerestesi başta olmak üzere, maden ve taşlarına olan ihtiyacı, Gılgameş’i orman seferlerine zorlamaktadır. Bunun için ormanı iyi tanıyan bir yardımcıya ihtiyacı vardır. Yol gösterici ve işbirlikçi olarak Enkidu’yu bu amaçla dağda ormanda bulup avlar. Hem de tapınak fahişelerini kullanarak. Destanın önemli bir kısmı bu konuyla ilgilidir: İşbirlikçinin kadın cinselliğiyle düşürülmesi. Tapınağın iyi eğitilmiş kızları bu işte son derece etkilidir. Enkidu’yu kısa sürede dağdan indirip kente alıştırırlar. Bir daha da başını beladan kaldıramaz Enkidular. Artık orman ülkesinin fethedilmesinin kilidi elde edilmiştir. Dağda avlanan keklik, diğer keklikleri avlamada kullanılacak kafese konulmuştur.
Gılgameş meşhur dağ seferindeki en yakın dağ olarak Zagroslara doğru yürüdüğünde, oradan devşirdiği Enkidu’yu da beraberinde götürmektedir. Enkidu’nun ilk işbirlikçi Kürdü temsil ettiği, destanın akışından gayet iyi anlaşılmaktadır. Enkidu Gılgameş’i ormanın dağ ülkesi sahipleri üzerine götürmektedir. Kendi kavmini avlayacaktır. Dağda ilk buldukları, orman bekçisi dedikleri ve canavar gibi gösterdikleri Huvava, aslında aşiret şefidir. Yurdunu savunmaktadır. Fakat daha örgütlü ve etkili silahlara sahip olan Gılgameş’e yenilmekten kurtulamayacaktır. Tarihe geçen ilk Kürt özgürlük savaşçısı böylece esir alınacaktır. Gılgameş Huvava’yı da işbirlikçi olarak bırakmak ister. Ama egemenliğini kaybetmemek istediği veya yerinden olmaktan korktuğu için, alternatifi olmasın diye Gılgameş’i, onu öldürmeye razı eder. Gılgameş Huvava’yı öldürerek kanlı süreci başlatır. Destan aslında bu yönlü uzun süren diyalektik bir ilişki ve çelişkiyi işlemektedir. Dağ-ova, aşiret-kent, kral-asi, yurtsever-işbirlikçi ve buna benzer motifler, kuşaktan kuşağa yayılan hikayeleri destanlaştırmaktadır. Konumuz açısından önemli olan, insanlığın ilk yazılı destanında Kürdün acıklı hikayesinin üstü örtülü olarak geçmiş olması, tarihlerinin komployla başlatılmasıdır. Kendi içlerinden düşürülmüş bir işbirlikçi olmadan asla girilemeyecek yurtları, kent toplumunda çoğunlukla kadın cinselliğiyle düşürülen hainlerinin yol göstericiliğiyle düşürülmektedir. O günden bu güne bu tarih yoğunlaşarak ve yaygınlaşarak sürüp gelişecektir. Ağacı düşüren, kendi içinde türeyen kurtçuklarıdır. Tarihin belli başlı dönüm noktalarında hep bu tipler karşımıza çıkacaktır. Hurri-Mitanni devletinin düşürülüşünde işbirlikçi, prens Matizawa’dır. Med Hanedanı’nın düşürülüşünde Persli yeğen Kuros başrolü oynar.
Tarihte iz bırakan tüm olaylarda komplolar sırıtmaya devam eder. Anadolu üzerinden uygarlık değerlerini Avrupa kıtasına taşımada baş rolü oynayan Troya’nın düşürülüşü yine komployladır. Kahraman Hektor Troya’yı savunmaktadır. Kent bir türlü düşürülememektedir. İlyada Destanı’nda Homeros bu anı tüm acılı sahneleri içinde anlatmaktadır. Yeni yükselen Helen üst sınıfının tanrısı baba Zeus ve alnından yarattığı Athenna, bu işi ancak komployla halledebileceklerini akıl ederler. Athenna Hektor’un kardeşi Deiphobo’nun kılığına girerek, Akhileos karşısında savaşı kazanacağına ikna ederek, Hektor’u yanlış yer ve zamanda savaşa tahrik eder. Hektor öldürülür, Troya düşürülür. Anadolu’nun kapısı ardına kadar Helenlere açılır. Üç bin yıllık Helen egemenlik ve kültür dönemi başlar. Batı’nın Doğu’ya, Avrupa’nın Asya’ya karşı üstünlüğünde, yine temelinde kadın cinselliğinin kullanılmasına dayanan komplolar önemli rol oynar. Mitolojik dil gerçeği olduğu gibi anlatmaz. Ama yaygınca ve adeta en önemli bir olgu haline gelmiş süreçleri de dile getiren önemli bir tarihsel kaynaktır. Her efsanenin altında bir gerçek vardır sözü bu anlamda çok doğrudur.
Klasik çağın en çok bilinen ünlü komplosu Julius Sezar’ın öldürülmesidir. Rol oynayanların önemli bir kısmı yakın çevresidir. Güya Roma’yı Sezar’ın diktatörlüğünden kurtaracaklar. Komploda en acılı rolü yeğen Brutus’un oynaması, bu işin bir kuralını bir kez daha karşımıza çıkarmaktadır. Bir kişinin, bir partinin, bir halkın en yakınından bazıları elde edilmedikçe, komplolar kolay kolay başarıya ulaşmaz. Sezar komplosu, daha sonra zincirleme birçok imparator ve kralın başına gelecektir. İktidar ve komplo birbirine çok bağımlıdır. En az açık savaşlar kadar iktidar olaylarında rol oynar. Son bir örneği de İbraniler ve İsrail tarihiyle ilgili vermek öğretici olacaktır. İncil’de geçmektedir: İbrani kabileleri, Musa’dan sonra bugünkü Filistin-İsrail’de kentleri düşürmeye çalışırken, kent içinde fahişe Rahav’ı kullanırlar; ayrıca İsrail oğulları kendilerini toptan tanrıları olan Yehova’nın seçilmiş kavmi ve ajanları olarak değerlendirirler. İsraillilerde ajanlık, tanrının kendilerine bahşettiği bir meslektir. Bu açıdan ajanlıkta dünya çapında güçlüdürler. Nitekim Hz. İsa’yı ele veren, baş kahine bağlı olan on ikinci havari Yehuda İskaryot’tur. Bütün tarihçiler, eğer İsa yakalanıp çarmıha gerilmemiş olsaydı, Hıristiyanlık diye bir dinin ortaya çıkmayacağında hemfikirdirler. Bir komplonun umduğunun tersine tarihsel bir gelişmeye katkıda bulunmasında, İsa’nın yakalatılması kadar etkileyici bir örneğine az rastlanılmıştır.
Sınıflı toplumun ve ilkçağın bu lanetli olgusunun sömürü ve iktidarıyla bağı çok somut anlaşılmalıdır. Komplo kötü niyetten veya tanrıların insanları sevmemesinden kaynaklanmamaktadır. Kötü ahlaklı insanların bir oyunu da değildir. Etle tırnak kadar sömürü toplumunun yapısına bağlı bir iktidar mekanizmasıdır. İktidarın görünen yüzü değil, görünmeyen yüzü daha önemlidir. Gerçek iktidar halktan, toplumdan gizlenmiş yüzde oynanır. Bu oyunun adı ise çoğunlukla komploculuktur.
Kürt toplum olgusunda daha ilkçağda derinliğine kök salmış bir özellik olarak ağacın kurdu, rolünü oynamaktadır. Kurtçuklar çoktur ve yaşamak için toplumsal varlığın kendisi olan ağacı her tarafından kemirmek zorundadırlar. Kürt trajedisi ve onun folklorik ifadesi olarak acılı destanları, hep bu yönlü ihanetleri ve zaafları boşuna işlemezler. Çünkü toplumu, özgürlük ağacının bağrındaki kurt kemirmektedir. Bu da yaşamın hepten acılı geçmesi demektir. Destanı, türküsü bunu feryat etmektedir.
Komploculuk ortaçağ koşullarında daha da azgınlaşacaktır. Artan sömürü olanakları ve yaygınlaşan iktidar odakları, komploculuğun sanatını ve ustalığını geliştireceklerdir.
b- Ortaçağ ve Dinsel Maskeli Komploculuk
Bir düşünce biçimi olarak dinin eleştirilmemesi, İslam dünyası için büyük bir eksikliktir. Kaba din inkarcılığı ne kadar gerçekliği dışlıyorsa, mümince bağlılık da o kadar gerçekler dünyasından koparmaktadır. Ortadoğu toplumlarında bilimsel düşüncenin gelişmeyişinde, İslam dinine yaklaşımın büyük payı vardır. Din, ilkçağ mitologyasının dönüşümden geçirilip katı inanç kuralları olarak sunulmasıdır; gelişen toplumun doğa ve kendi gerçekliği hakkında vardığı düşüncelerin genel toplamıdır. Geçmiş, şimdiki ve gelecek hakkındaki inançları ve hayallerini oluşturmaktadır. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte iktidar, devlet ve krallık olgularının yansıtılması, en çok tek tanrılı dinsel düşüncede ifadesini bulmuştur. Bu kurumlar kendini zihinlere egemen kılmak istediklerinde önce mitoloji, bu yetersiz kaldığında, tek tanrılı dinlerde bu ihtiyacı gidermeye çalışmışlardır. Tanrılar bu durumlarda doğa kuvvetlerinin yansımasından çok, toplumsal güçlerin yansımasını oluştururlar. Emreden yönetici sınıfın, kralın manevi gücünü sembolize etmektedirler. Toplumun genel tanımından yönetici sınıf ve kralın tanımlanmasına doğru bir anlam kaymasına yol açarlar. Tanrının kendisi ezici bir biçimde yönetici sınıfın ve onun tekleşmiş otoritesi olarak sultanın en büyük yardımcısı olmaktadır. Sınıfsal ve siyasal özelliklerini ve sıfatlarını çoğaltmakta, yetkinleştirmektedir. Doğanın, evrenin ve bir bütün olarak toplumun tanımlanması olarak tanrı ise, felsefi ve bilimsel düşüncenin varlığına bağlı olarak teorik kuramlarla bütünleşmeye doğru gitmektedir.
Bu ayrımı şunun için yapıyoruz: Bir komplolar çağı olan ortaçağ, tüm cinayetlerini, iktidar oyunlarını ve hatta çıplak sömürüsünü tanrı adına yaptığını iddia etmektedir. Dinsel örtü ve tanrı, bütün toplumsal sömürü ve baskıların gerekçesi yapılmaktadır. Her şey Allah ve din içindir. Halbuki bu iki sözcüğün içi açıldığında, içinde her türlü baskı, iktidar, sömürü ve kandırmanın gizli olduğu görülecektir. Kurulan yeni ideolojik biçim olarak din, ilkçağ mitolojisinden çok daha tehlikeli ve tutsak edici bir rol oynamaktadır. Mitolojide varolan esneklik ortadan kaldırılmıştır. Din kurallarına ve inanç kalıplarına mutlak inanç şarttır. Böylelikle insanda özgürlük namına kalan kırıntılar da ortadan kaldırılmaktadır. Sert ve uygulamalı cezaların baskısı altına girmektedir. Özgür insanın tasfiyesi, ortaçağın din yoluyla başardığı en önemli tarihsel eylemdir. Bunda yeni dinin daha eski dinsel biçimlerin tasfiyesiyle oynadığı ilerleyici ve aydınlatıcı rol inkar edilmemektedir. Ama getirdiği ve yol açtığı karanlıkları görmemek de, özgür insana saygısızlık ve onu inkar etmek demektir.
Özellikle gericileşen döneminde dini dogma, toplumun üstünde tümüyle bir komplo sistemi geliştirmektedir. İslamiyet’te Muaviye ve Abbasi hanedanlıklarıyla başlayan bu dönem hayli ibret vericidir. Muaviye’nin kendisi yenilgiye doğru gittiğinde, Kuran’ı mızrağın ucuna takarak savaşı durdurur. Ama sonra tüm Ehli-Beyt’in azgın katliamcısı olur. Belki de hiçbir dinin tarihinde İslamiyet’te olduğu kadar komplo yoktur. Dört Halife’den üçü komployla katledilmişlerdir. On iki İmamların başına gelenlerin çoğu komplodur. İslamiyet bir de bunun kuralını belirlemiştir. Takiyyecilik kavram olarak komploculuğun ta kendisidir. Bu ilkenin uygulanmasıyla sayısız cinayet işlenmiştir.
Bu, din ideolojisinin özüyle ilgili bir olaydır. Kendi dışını kafir ilan ettikten ve insanları böylesine sert ayrımlara tabi tuttuktan sonra, onları tasfiye etmenin tüm yollarını da tanrı adına yücelik ve en büyük erdem olarak takdim etmektedir. O zaman ortaçağ boydan boya savaş ağalarıyla dolar. Ortaçağın Allah’ı, tek varlık ve birlik olarak, kendisine hiç ortaklık-şeriklik kabul etmemektedir. Aslında mutlak saltanata doğru gidiş vardır. Allah’ın varlığı ve birliğinin, sultanın iradesini en yüce varlık ve birlik olarak sembolize etmekten öteye pratik bir değeri yoktur. Sultan otoritesinin tekliği, Allah’ın kesin birliğini gerektirmektedir. Saltanat ideolojik olarak böyle güç kazandıktan sonra, düşürmeyecek bir insan bırakmayacaktır. Ancak insanlar dağların doruklarında, mistik tarikatlarda veya açık isyanlarda özgürlüklerini korumaya çalışacaklardır. Allah’ın kulu olmak artık en önemli erdem sayılmaktadır. Ana tanrıçamızın adeta soluğu kesilmiştir.
Ortaçağ tanrısının nazarında kadın eksik bir yaratıktır. Erkeğin çok silik bir eki durumuna indirgenmiştir. Cins köleliği en anlamsız biçimlere vardırılmıştır. Kadın sınırsız bir biçimde erkeğe sunulmuş bir hediyedir. İnsan olarak değil, mal olarak istendiği kadar alınabilir ve kullanılabilir. Bu komployu insanlığın başına geçirmekte diğer tüm ortaçağ dinleri birbirleriyle adeta yarış halindedir. İlk çağa rahmet okunacak bir duruma gelinmiştir. Hıristiyanlıkta engizisyon, İslam’da içtihat kapısının kapanması, insanın zihni yapısı üzerinde en kapsamlı terör durumundadır. Diğer yandan saray komploculuğu en gelişkin çağını yaşamaktadır. Tapınaktaki iman sarayda komployla neticelenmektedir. İkisi birbirini doğurmaktadır.
Ortaçağ toplumunda din kökenine dayanan egemenlik geliştikçe, halkların kendi özgür kimliklerine ilişkin yabancılaşması artacaktır. Egemenlerin nitel ve nicel gelişimi, yeni dinsel ideolojiyle bütünleşmeleri, halkı yalnız başına kendi etnik kültürel varlığıyla yaşamak zorunda bırakacaktır. Kendi egemenleri halkın anlamadığı tanrısal kimliklerin taşıyıcıları olarak aldatıcı rol oynamaktadır. Yeni ideolojik kimlikle sömürü ve iktidar rayına oturtulmakta, derinliğine ve genişliğine yayılmaktadır. Halkın tepkisi, resmi dini bozma ve artan Batıni mezhepler biçimindedir. Halk uğradığı komploya karşı tarikat adı altında hep yeni yollar arayacaktır. Tarikat, zaten yol anlamında, eksik olmayan çıkışların adı olmaktadır. Kürt halkının ortaçağda başına örülen çorap din örtüsü biçimindedir. İlkçağdan kalma işbirlikçilik, hızla yeni dinle bütünleşerek yabancılığını daha da derinleştirmekte, sultanların en iyi bendeleri rolünü oynamaktadırlar. Halk ise direnişini çok sayıda mezhep ve tarikatlar yoluyla sergileyecektir. Ortaçağ uygarlığının etrafında ördüğü duvarlarla doğal bir hapishane yaşamına girecektir.
Şahlarla sultanlar arasında yer kapmaya çalışan egemenlerin tüm yaptıkları, ihanetin içselleştirilmesidir. Komploculuğa zemin kazandırılmaktadır. Halkın birliğini ve dirliğini çoktan unutan egemenler, kısır etnik ve dini çatışmalarla yaşamı komplolara uğramaktan ibaret bir hale getireceklerdir. Birbirlerinin kuyusunu kazıma en üstten, sultanlık ailesinden en altta gulamın, köylünün içine kadar işleyecektir. Feodal ahlakın doğal bir sonucu, ihanetin kurumsallaşmasıdır.
Tüm Ortadoğu halklarının ortaçağda yaşadıkları yabancılaşma, Sümer rahip kültürünün en son ve en gerici ideolojik araçlarındaki dönüşümle ilgilidir. Bu kültürün üçüncü türevi olarak dinciliğin resmi Sünni biçimi, halkları kısır bir döngü içinde kendi kendileriyle her düzeyde savaşır konumunda bırakmaktadır. Bundan da yararlanan, bir avuç saray çevresi ve işbirlikçileriyle hiçbir ilkesi olmayan savaş ağalarıdır.
Kürt halkı bu olguyu en derinliğine ve dört çevreden kuşatılmış olarak yaşamaya mahkum kılınmış, arenalık bir halk durumuna getirilmiştir. Nasıl ki, arenaya atılan ilk Hıristiyanlar aslanlara parçalatılıyorsa, Kürt halkının ortaçağdaki gerçekliği de baştan sona ve tümüyle saray işbirlikçileriyle savaş ağalarının pençeleri altında parçalatılmaktır. Demirci Kawa efsanesindeki Dehak’ın her gün iki Kürt gencinin kafatasını parçalayıp beynini yiyerek ancak yaşamını sağlıklı olarak sürdürebileceği hususu da, özünde bu halk gerçekliğini dile getirmektedir. Gerçekten içini doldurmuş Dehaklar, Nemrutlar, onların ideolojik ve fiili memur ve askerleri, her gün halkın beynini, yani özgür düşüncesini ve kültürel varlığını, yani üretim olanaklarını elinden alıp yiyerek yaşamlarını sürdürmektedir. Dehak tarihin eski döneminde olup biten biri değildir. Hem sayıları hem işbirlikçileri artmış olarak, bunlar yalnız günde iki gencimizin değil, tüm gençlerimizin ve halkın beynini her an yiyip durmaktadır. Günümüze doğru yoğunlaşmış ve yaygınlaşmış olarak, karşımızda aç akbabalar ve leş kargaları gibi durmaktadır. Ortaçağın, resmi dindarlığın, Sünni İslamcılığın ideolojik ve pratik aldatmaca ve komploculuğunun kapitalist komploculuğa mirasını bu biçimde tanımlayıp karikatürleştirmek, gerçeğe saygımızın bir gereğidir.
c- Kapitalist Milliyetçilik ve Faşizm En Gelişmiş Komploculuktur
Milliyetçiliğin ve doğal kapitalist milliyetçiliğin uzantısı olarak faşizm ideolojisinin özgünlüğünü anlamak için, yurtseverlik ve kültürseverlikten ayırt etmek gerekir. Etnik topluluk, milliyet ve ulus olarak, binlerce yıl emek harcanarak açılmış ve yurt haline getirilmiş toprağı sevmek ve bağlanmak, kutsal bir değer ifade eder. Bu değerden, yani yurtseverlikten yoksun bir insan en çok yabancılaşmış, yaşamın kutsallığından uzaklaşmış ve lanetlenme sürecindeki insandır. Eğer bir topluluk bu duruma uğramışsa, o topluluk, en günahkar, lanete uğramış ve buna layık olan bir topluluktur. Anayurttan kaçış, doğduğu toprakları hor görme ve terk ediş, anaya, ana tanrıça kültürüne ihanet demektir. Zorunlu göç ve ekonomik nedenlerle anayurdu terk etme, ama kalbinde sürekli ana toprak sevdasını saklama, bütün yüce duygu ve düşüncelerin temelidir. Bu sevdası olmayanların tüm duygu ve düşünceleri kirli ve tehlikelidir. Ahlakı bozuk ve saldırgandır. İnsanlığı mahfeden kesim, ister şoven milliyetçilik ister kozmopolitçilik biçiminde şekillenmiş olsun, bu tarz topluluklardan oluşmaktadır. Bu toplulukların özünde toprakseverlik, yurtseverlik, kültürseverlik yoktur. Milliyetçilikleri ve kozmopolitlikleri bir madalyonun iki yüzü gibidir ve aynı parayı ifade etmektedir.
Kapitalist milliyetçilik, laiklik hareketiyle zayıflayan dinsel ideolojinin yerini tutan yeni din rolündedir. Aralarındaki fark, milliyetçiliğin bazı yeni bilimsel kavramları temel almasıdır. Ulus, devlet, toplum ve yönetim anlayışlarında ortaya çıkan son bilimsel verilerden yararlanmaya çalışmaktadır. Aşiret şovenizmiyle ümmet, yani aynı dinden olan cemaat şovenizminden farklı, ama aralarında oldukça bağlılıklar bulunan çağdaş bir şovenizm türüdür. Şovenizm, toplulukların doğdukları günden beri kendi gerçekliklerine verdikleri anlam ve tapınma duygusu olarak tanımlanabilir. İlkel komünal dönemde klanların kendilerini totem denilen sembollerle tanımlamaları, daha sonra topluluk geliştikçe sürekli değişim geçirip yeni tanımlamalara kavuşacaktır. Neolitik toplum, daha gelişkin anaerkil toplum, ana tanrıça dinine yol açacaktır. Ana ve kadın merkezli bir tapınma gelişir. Toplumda dişil özellikler egemenlik kazanır. Kadın tanrıçalar bu gerçeği sembolize ederler.
Köleci toplumun hakim olgusu devlettir. Devlet; toplumun sembollerini, anlam tanımlamalarını geliştiren tapınak etrafında oluşmakta, öneminden ötürü sürekli yüceltilmektedir. Etrafında gelişen hakim sınıf, elde ettiği eskiden hayali bile mümkün olmayan yepyeni ayrıcalıklarını sembolize etmeye ve topluma egemen yeni din olarak sunmaya çalışacaktır. Mitoloji, bu çabaların en gelişkin ifadesi olarak düzenlenmektedir. Özünde sınıflı toplumu gizlemeye, yeni hakim sınıfı ve onun devletini en doğal ve kutsal varlık olarak sembolize eden kavramlarla üstün kılmaya çalışmaktadır. Toplumun emekçi kesimlerinin ise sadece hizmetçilik için yaratıldıkları, her tür cezaya müstahak oldukları ve hor görülmeleri gerektiği yine bu mitolojilerin temel bir işlevidir. Sonuçta egemen ideoloji, duygu ve aşırı biçimi olarak din gibi de anlaşılması gereken şovenizm tarzında, topluma egemen olarak en büyük gerçeklik rolüne bürünmektedir. Toplumun tüm düşünce ve duygularını bu mitolojik şovenizm işgal etmektedir. Bu durum hakim sınıfa muazzam yönetim gücü kazandırmaktadır. Dolayısıyla tapınakların önemi artar. Kurulan her kent devletinin ilk işi, kutsal bir mekan olarak görkemli bir tapınak kurmaktır. Tapınak kadar yönetimi rahatlatan başka önemli bir kurum yoktur. Cezaevi, genelev, sanat evleri de önemlidir. Ama rolleri hiçbir zaman tapınak seviyesine ulaşmaz.
Ümmet, ortaçağın dini toplumudur. Günümüzün millet anlayışıyla eş tutulmaktadır. Ümmetin ideolojisi dinidir. İslam toplumu, Hıristiyan toplumu, Musevi toplumu aynı zamanda İslam, Hıristiyan ve Yahudi milletlerini oluşturmaktadır. İdeolojik bir yapılanmadır. Yahudiler dışında etnik birlikler yoktur. Fakat üst sınıf dini olmaları nedeniyle aralarında etnik farklılıklar da gelişmektedir. Dinsel taassup, şovenizmin Arapça’sıdır. Özü gereği, bilime saygıyı esas almayan tüm ideolojilerde, özellikle dinsel karakterlilerde taassup egemendir. Köken olarak Sümer ve Mısır orijinlerine dayanırlar. Fakat toplum ve mekan değiştikçe, dönüşüm geçirerek orijinaliyle bağları yokmuş gibi bir durum doğar. Hatta benzer yönlerini örtbas etmek için orijinali inkar etmek bir kuraldır. Aksi halde kendilerini yeni ve farklı olarak kabul ettirmeleri zorlaşır.
Milliyetçiliğin de dayandığı tarihsel zemin aynıdır. Farklı olan yanı, kapitalist üretim koşullarının yarattığı pazardan ötürü, ulusal gerçekliğin öne çıkmasıdır. Kabile, aşiret totemi yerine ulus totemi, yani milliyetçilik tanrısı veya dini yer almaktadır. Daha geniş ümmetten ulusal dine, milliyetçiliğe geçilmektedir. Milliyetçilik klasik anlamda din değildir. Ama aralarındaki ilişkiler çok nettir. Üretim koşullarında ve bilimsel alanlardaki gelişmeler, yeni dinsel çıkışın milliyetçilik rengine bürünmesini gerekli kılmaktadır.
Her dinsel çıkışta olduğu gibi, milliyetçiliğin de ilk çıkış dönemlerinde ilerici bir rol oynaması mümkündür. Geleneksel ümmetçiliğin pençesinde kimliğini yitiren halklar, milliyetçiliğin etkisiyle kültürel canlanmayı yaşadıklarında, bu rolün olumlu olduğu açıktır. Zaten hızlı bir gelişim göstermesinin temelinde de bu olgu yatmaktadır. Fakat kapitalizmin gericileşmesi ve sömürgeciliğe yönelmesi, milliyetçiğin de şoven bir özellik kazanarak diğer ulusal varlıkları küçük görmesine yol açmaktadır. Bu durumda milliyetçilik ezilen bir ulusun, halkın ideolojisi olmaktan çıkıp, yayılma sürecindeki güçlerin egemenlik aleti olur. Demagojik bir güç olarak her tür komplonun, kavganın ve savaşın gerekçesi yapılır. Toplumu kolay etkilemesi ve demagojisinin güçlü olması komplocu etkisini güçlendirmektedir. Örneğin Hitler ve Mussolini’de bu özellikler belirgindir. Alman milliyetçiliğiyle tarihin en büyük komplosuna kalkışılabilmektedir. Yahudi milliyetçiliğinin de benzer yönleri güçlüdür. Allah tarafından seçilmiş kavim olarak yaratıldıklarına inanılmaktadır. Bu inanç şovenizme, diğer tüm insan toplumlarının kendilerinden daha aşağıda görülmesine yol açmaktadır. Bütün bu şovenizmlerin özünde “benim totemim seninkinden değerlidir” anlayışı yatmaktadır. Dolayısıyla ilkelliğe dayandıkları açıktır. Milliyetçiliğin çağdaş olması, ilkelliğe dayanmadığı anlamına gelmez. Sadece ilkelliğin, totemizmin çağdaş biçimi olduğunu gösterir; tıpkı dinlerin üstünlük arayışları gibi. Yine ilkçağlarda çok yaygın olduğu gibi “benim putum seninkinden üstündür” anlayışını yansıtmaktadır. Milliyetçiliğin dinsel karakterinden bahsederken, bu hususları kast ediyoruz ve bunlar doğru tespitlerdir.
Yurtseverlik ve kültürel varlığa dayalı ulus anlayışının, bu tutumdan nitelikçe farklı ve hatta zıt olduğunu iyi kavramak gerekir. İyi bir yurtsever olmak ve kültürel varlıklara saygılı olmak, doğru bir hümanizm anlayışının da temelidir. Tersine, yurtseverlik duygusunu ve kültürel varlıklara saygısını yitiren insan, tarihten ve dolayısıyla toplumsal gerçeklikten kopmuş demektir. Gerçeklikten kopan insan, örgüt ve topluluklardan her tür tehlike beklenebilir. Bunların anlamlı değer üretmeleri ve ifade etmeleri zordur.
Milliyetçiliğin komployla bağını kurmak zor değildir. Hitler II. Dünya Savaşı’nı hazırladığında, tümüyle komplo yöntemlerine başvuracaktır. İktidara gelişinde, savaşı başlatışında temel yöntem hep komplolar biçiminde gelişecektir. İster içte toplumu aldatmak, ister dışta yayılmacılığını örtbas etmek için milliyetçi komplo silahına sarılacaktır. Komplo ucuz yönetmenin en etkili silahıdır. Sümer rahiplerinin şahane mitoloji işi, halen ürünlerini milliyetçilik biçiminde vermeye devam etmektedir. Bu ürünlerin bir sonraki devamı reel sosyalist ideolojidir. Hatta reel sosyalizm Sümer tapınak ideolojisine daha çok benzemektedir. Yoğun bir devlet-toplum ideolojisi olarak, ikisi de devlet sosyalizmini, diğer bir deyişle köleliğini teşkil etmektedir. Devlet varoldukça, onun etrafındaki her üretim biçimi Sümerlerden tutalım Sovyetlere kadar aynı özü temsil etmekten kurtulamaz. Toplum üzerinde aynı köleleştirici etkiyi yaratmaktan geri kalmaz. Devlet ve sosyalizm, sınıfsal anlamda bir arada olamaz. Biri oldu mu, diğeri olmaz veya köklü dönüşüm geçirmek durumundadır. Reel sosyalizmin, devlet sosyalizminde ısrar ettikçe toplum üzerinde nasıl bir komplo, oyun rejimi olduğu, çözülüş sürecinde inanılması zor bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliğin de temelinde Sümer rahip tarzı devlet yatmaktadır. İdeolojik olarak da yine hepsinin temelinde Sümer rahip mitolojisi yatmaktadır.
Sümer rahip mitolojisiyle reel sosyalizmin ideolojik kalıpları arasındaki farklar öze ilişkin olmayıp biçimseldir. Bu kökenli tüm ideolojiler toplum ve birey üzerinde kolay yönetim için aldatmaya dayalı zihni, duygusal egemenlik peşindedir. Birisinin diğerinden daha çok bilim ve felsefeyi kullanması, temel ve aynı olan işlevini ortadan kaldırmamaktadır. Hatta bilimi en çok kullanan ideoloji hepsinden daha tehlikeli olmaktadır. Sümer mitolojisi, hiçbir zaman Hitler faşizminden daha tahripkar olamamıştır. Milliyetçi ideoloji, çağımızın kanseridir. İster şovenizm, ister sosyal-şovenizm biçiminde olsun, etkisi altına aldığı her toplumu ölümcül bir hastalığa düşürür. Çaresi, azını veya çoğunu kullanmak değildir; kökten vazgeçmektir. Bu tarz düşünce ve duygu biçimlerinden sadece vazgeçmek değil, onlara karşı mücadele etmek gerekir. Bu hastalığa tutulan bir düşünce ve ruh dünyası, ancak yoğun bir arındırma mücadelesi verdikçe kendini ve toplumu selamete kavuşturabilir. Bunun yolu da tutarlı bir yurtseverlik, kültürel varlıklara saygı ve derinden bir insanseverlik, hümanizmdir.
Kürt halkı ilk ve ortaçağların mitolojik ve dini kapanından henüz kurtulmamış iken, hatta boğuşur durumdayken, kendini son iki yüzyıldır milliyetçi komplonun tuzaklarıyla karşı karşıya buldu. Yağmurdan kaçayım derken, tam da doluya, boraya tutulmuştur. İçinden ve dışından boy veren milliyetçi odaklar katline ferman dizmekte birbirleriyle yarışacaklardır. En dıştan İngiliz, Fransız ve Alman milliyetçilikleriyle işbirlikçileri olan ve daha yakın çevre oluşturan Türk, Fars ve Arap milliyetçilikleri yetmiyormuş gibi, kendi içinde de Ermeni, Asuri ve kendi ilkel milliyetçilerinin oyun ve komplolarıyla karşılaşacaktır. Hangisiyle baş edebilir ki? Felaket çağı hiç olmadık biçimde doludizgin üzerinde oynamaktadır. Hakim milliyetçilikler “Sen ancak Türk, Fars, Arap olabilirsin” derken, azınlık milliyetçileri, “buranın asıl sahibi biziz” diyecekler. Büyük ulus milliyetçiliklerinin gözü hep “koz olarak nerede ve ne zaman kullanabiliriz?” hesabı üstündedir. İlkel yerli milliyetçilik ise, elde kalan son mal gibi beş paraya satma derdindedir. Bir halk bundan daha ağır bir felaketle karşılaşamaz. Tarihte belki de hiç örneği görülmeyen bir lanetliliğe uğranılmıştır.
Milliyetçi komplo dönemini birkaç aşamada daha iyi gösterebiliriz:
1) 1800–1940 dönemi: Beylikler, aşiret reisleri ve şeyhler tarafından temsil edilen ve cılız ilkel bir yerel milliyetçiliğin etkisi görülen bu dönemde oyun içinde oyun vardır. İngiliz emperyalizmi bölgede kendine bağlı işbirlikçi yönetici ve tabanlar peşindedir. Hıristiyan azınlıkları, Arapları ve İran’ın güneyini kendine bağlamak için böl-yönet politikasını devreye geçirmiştir. Kışkırtılan Kürt beylikleri, aşiretleri ve şeyhleri hem Osmanlı ve İran yönetimini, hem de Ermeni ve Asur Hıristiyan azınlığını zorlamaktadır. Bundan yararlanan İngiltere, Osmanlı ve İran yönetimini daha çok kendine bağlayıp, Ermeni ve Süryanilerin de himayecisi kesilir. Kabak Kürtlerin başında patlar. Ne kadar isyan, o kadar yeniden işgal, istila ve sürgün demektir. İsyancı önderler ya katledilir ya da kendilerine bağlanır. Halk ise ne olup bittiğini bile anlamamıştır. Kendini her tarafta kuşatılmışlık ve talan içinde bulmaktadır. Güney’de Süleymaniyeli Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı’ndan (1806), 1938’de Kuzey Kürdistan’da Dersim Abasan aşiret reisi Seyit Rıza İsyanı’na kadar ardı arkası kesilmeyen plansız ve örgütsüz ayaklanmalar Kürt halkına pahalıya mal olur. Ne kadar kayıp verildiği bile hesaplanamamaktadır. Ayaklanmalar herhangi bir plan, strateji ve örgüt anlayışına dayanmamaktadır. Etrafında yoğun komplolar oynanmaktadır. Her ilgili güç kendine göre yarar ve çıkar peşindeyken, ortada bir Kürt beyni yoktur. Beyleri çok, ama beyinleri yoktur. Halk bu durum karşısında can derdinden başka bir seçeneğe sahip değildir. Daha da parçalanmak, zorla iskan, rençberler haline gelme gibi dağıtılmış bir toplum görünümündedir. Kendi hakim sınıfları hiçbir sorunuyla ilgilenmemektedir. Geleneksel, kişisel ve ailevi çıkarları peşindedir.
Ortadoğu’da yeni yükselen bağımlı Türk, Arap ve İran milliyetçiliği, Kürt ilkel milliyetçiliğine göre birçok avantaja sahiptir. Ellerinde ilkel de olsa devlet güçleri vardır. Güçlü milliyetçi partilere sahiptirler. Küçük-burjuva milliyetçi sınıf gelişmektedir. Kürt ilkel milliyetçi odakları çok cılızdır. Geleneksel aşiret kuvvetleri güçlerini yitirmişlerdir. Geçmişin güçlü beylikleri ortadan kaldırılmıştır. Bu dönemin sonlarına geldiğimizde, milliyetçi komplonun kurbanları tarihlerinin en acılı ve tasfiye süreciyle karşı karşıya bulunmaktadır. Ermeni milliyetçi hareketi yoğun katliamlardan sonra ana toprakların büyük kısmını terk edip, tarihi bir diasporaya uğrayacaktır. Yine tarihin en eski halklarından olan Asurilerin kaderi aynı olacaktır. Katliam ve göçlerle diasporalık bir halk durumuna geleceklerdir. Rumlar üç bin yıllık yerleşim alanları olan Anadolu’yu benzer biçimde terk edecekler, Kürtler ise çok sayıda mecburi iskanları yaşamakla birlikte, dağılmış toplum olarak ancak fiziki olarak yerlerinde kalacaktır. Belki de Müslümanlığın tek hayrı, bu yerinde kalma olacaktır.
Aslında diğer halkların da durumu pek parlak değildir. Türk, Arap, İran ve diğer Müslüman halklar savaşlarda tükene tükene en yoksul durumlarını yaşamaktadırlar. Özellikle İttihat ve Terakki milliyetçiliği, Ortadoğu halklarının milyonlarca evladını savaşlarda kırarak, bölgede en geniş yıkımların sorumlusu olmuştur. Arap-İsrail milliyetçiliği mayalanma halindedir. Bölgenin ufku üzerinde milliyetçilik kara bir bulut gibi peydahlanıp dolanmaktadır. Bu dönemde böylelikle tarihin en eski halklarından birkaçı tasfiye olurken, Kürtler en yaralı halk durumundadır. Diğer Türk, İran, Arap halkları en perişan halde yaşamaktadırlar. Milliyetçiliğin halklara mirası bu acı, kanlı ve tasfiyeli gerçeklikler olmuştur.
2) 1940–1975 KDP’ler dönemi: II. Dünya Savaşı’nın koşullarından yararlanarak güç kazanmak, çıkar elde etmek derdinde olan Kürt üst tabakası, dünya çapındaki gelişmelerden etkilenerek, nihayet kendini otonomi peşinde burjuva milliyetçi bir örgüt olarak ilan etmeye çalışır. Katılan çevreler feodal ve küçük-burjuva sınıfından oluşmaktadır. Feodal güçlerin ağırlığı hakimdir. Modern milliyetçi bir örgütlenmeyi başaramazlar. Önceleri dünya çapında prestiji yükselen Sovyet bloğuna dayanarak otonomi elde etmek isterler. Fakat sınıf yapıları gereği, bölgenin en eski emperyalist gücü İngiltere ve ABD’nin etkisine girmeleri kaçınılmazdır. Taze güç olarak İsrail’in denetimine de girerler. Emperyalizm, bu dönemde yükselen reel sosyalist işbirlikçi partiler ve radikal sol milliyetçi akımlardan çekindiği için, Kürt potansiyelinin kontrolünü KDP adlı partilere vermeyi çıkarları için daha uygun bulmaktadır. KDP’ler adeta devrimci enerjinin yutulması için paratoner görevi görürler. Kürt halkının bağrında yeşerecek bir devrimci hareketi çıkarlarına hiç uygun bulmayacaklardır. KDP’leri en ehil araç olarak hem Kürtleri terbiye etmek ve kontrol altında tutmak, hem de komşu ülkeleri Kürt sorunu konusunda denetimde tutmak ve yararlanmak için koruma altına alırlar. Kürt halkının ulusal uyanış döneminde başında eski aşiret, bey ailelerinden burjuva efendiler hazırlamak istemektedir. Yeni komplonun özü, yapay olarak oluşturulmuş burjuva efendilerle Kürtleri denetim altında bulundurmaya dayanmaktadır. Kendilerinden ve işbirlikçilerinden hesap soracak devrimci halk önderliğinden yoksun bırakmak da, bu komplocu yaklaşımın en önemli amaçlarından biridir.
Nitekim İran Kürtlerinin devrimci önderi Süleyman Muini, Türkiye Kürtlerinin devrimci sol önderi Sait Kırmızıtoprak ve daha çok sayıda devrimci militan, Barzani önderliğinde gelişen komplolarla katledilir. Bağımsız devrimci bir önder ve örgütün ortaya çıkmaması için, tüm Kürdistan parçalarında adeta ajanlık biçiminde faaliyetlerle kelle avcılığı yaptılar. Bu dönemde dünya çapında devrimci önderlikler ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelesinde başarılı örnekler sundukları halde, KDP’ler yönetiminin başrol oynadığı komplolar nedeniyle devrimci yurtsever bir Kürt önderliği oluşamamıştır. Oyun ve komploların asıl hedefi, Kürt halkının sahte Kürtçü KDP’lerin kontrolü altında bırakılması, bunun için de devrimci-yurtsever Kürt önder ve örgütlülüğünden yoksun bırakılmasıdır. Bunun doğal bir parçası olarak reel sosyalist örgütlenmenin de etkisiz bırakılmasıdır. Kendilerine biçilen rolün en önemli bir amacı da budur.
Yani bu yaklaşımı “yurtsever demokratik görevi ne kendim yaparım, ne de kimseye yaptırırım” şeklinde özetlemek de mümkündür. Kürt işbirlikçiliğinin kendine has bazı özellikleri vardır. Sadece bir gücün emrini yerine getirmekle yetinmezler. Kendilerinden hesap sorabilecek olası güçleri her tür komployla düşmanlarından önce tasfiye etmeyi en öncelikli görev bilirler. Ortadoğu’nun en gerici unsurları olmaları, bu yapısal özelliklerinden ötürüdür. PKK ile savaşımları bu yapısal özellikleriyle bağlantılıdır. PKK ile girdikleri savaşın temel nedeni de, içyüzlerinin deşifre edilmesi halinde, halka hesap vermeden -ki verecek durumda da değiller- duydukları korkudur. Kürt halkının bin yıllık komplocu zihniyet ve güçlerinden kurtulması, bu savaşın sonuçlarının doğru değerlendirilmesi ve özgürlük tercihinin doğru yapılmasıyla yakından bağlantılıdır.
3) 1975–2000 dönemi: Bu dönem, PKK ve özgürlüğün şafak vaktidir. Denilebilir ki, hiçbir toplumsal hareket PKK kadar içinden ve dışından komplo ve ihanete uğramış değildir. Milliyetçi ve sosyal-şoven ideolojilerle yürütülen savaş bu dönemin temel özelliğidir. Esas hedef halkın önderlik ihtiyacına cevap olmakla ilişkilidir. Tarihte ilk defa Kürt halkının kontrolünü elden kaçırdıklarını gördüklerinden, dünya çapında politik oyunlara giriştiler. İdeolojik cephede verilen mücadele, halka giden ve ona önderlik edecek gücün kimliğini ve nasıl olması gerektiğini belirleyecektir.
Bölgesel hakim ulus milliyetçilikleri, bu dönemde geleneksel işbirlikçi Kürt unsurları yedek bir güç olarak hep yanlarında beslemeye devam edeceklerdir. Halk üzerindeki ortaçağ kalıntısı zihniyetin egemenliğini daha çok tarikatlar yoluyla sürdürmeye güç vereceklerdir. Etkili olduğu oranda, düzen partileri başta olmak üzere tüm çağdaş siyasi, sosyal, ekonomik, sportif ve sanatsal kurumları halkın özgür zihniyet kazanmasını önlemek için güdümlü ve baştan çıkarıcı, yozlaştırıcı amaçlarla kullanacaklardır. Halkın olası özgür zihniyet birliğinin bu yönlü hakim ulus milliyetçiliğiyle, yerel ilkel milliyetçiliğin çok yönlü komploculuğuyla boşa çıkarılması en çok çaba harcadıkları öncelikli amaçlarıdır.
Global güçler olarak ABD ve AB gibileri ise, Kürt kozuyla bölgede ne kadar etkinlik kurabileceklerini hesaplamakta ve buna göre politika yürütmektedirler. PKK etrafında dünya çapındaki komplo zinciri tamamlandığında, tarihsel ve güncel güçler Kürt olgusu etrafında böyle dizilmiş ve leş kargaları gibi gagalarını nereye ve nasıl vuracaklarıyla meşgul olmaktaydılar.