PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan ile yapılan röportajın ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz.
-Türkiye ve Kuzey Kurdistan’da gerçekleşen seçimler ardından, sistem içi muhalefet ile demokratik muhalefet arasında yerel seçim öncesi bir iç tartışma süreci başladı. Gelinen aşamada sistem içi muhalefetin gündemlerini ve konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Halk toplantıları ardından örgüt içi toplantı ve konferanslarla özeleştiri sürecini sürdüren demokratik siyasetin faşizm, tecrit, savaş politikası ve bu krizler altında ezilen toplumsal kesimleri mücadeleye sevk etmesi nasıl bir siyaset tarzı ve temposu ile mümkündür?
Duran Kalkan: 14 ve 28 Mayıs Tarihli Seçimler Önemliydi. Seçimler ardından özellikle başarılı olamayan bazı çevreler; “Seçimler o kadar da önemli değildi, her şey seçimle olmaz. Hile yapıldı, her şey önceden ayarlanmıştı, devrimci mücadele seçime indirgenemez” gibi ifadelerle önemini azaltmaya çalışmış olsa da 14 ve 28 Mayıs tarihli Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Seçimi önemliydi. Önemi şuradan geliyordu: Diğer bütün ideolojik, siyasi, askeri mücadelelerin nasıl seyredeceğinin adeta bir deneyden geçirilmesi, bir belirginliğe kavuşturulmasını ifade ediyordu. Kısaca bunlar için bir dönemeçti. Bu bakımdan önemliydi. Dolayısıyla seçimden başarılı çıkamayanlar ağır sarsıntı yaşayacaklardı. Örneğin Tayyip Erdoğan yönetimden düşürülseydi kim bilir başına neler gelirdi. Daha öyle bir sonuç ortaya çıkmadan bazı CHP’li çevreler nasıl ve nerede yargılanacağı konusunda projeler oluşturmaya, tartışmalar yürütmeye bile başlamışlardı. Öyle bir durumda Tayyip Erdoğan yönetiminden neredeyse iz kalmayacak, AKP paramparça olacaktı.
Seçim hile ve zorla da olsa, önceden belirlenmiş de olsa iktidarı başkalarına vermedikleri için Tayyip Erdoğan ayaktadır, AKP varlığını sürdürüyor, MHP, Cumhur İttifakı hala varlık gösteriyor. Bunu değiştirecek olan güç muhalefetti. Böyle bir sistemi, iktidarı değiştirmek, kısmen ondan farklı bir iktidar olmak için güç birliğinin gerekli olduğunu gördüler. Bu temelde çeşitli partiler ilişkiler, ittifaklar geliştirdiler. CHP etrafında oluşan Altılı Masa İttifakı bu anlamda önemli ve anlamlıydı. Topluma bir mesaj veriyordu. Tayyip Erdoğan yönetimi gibi bir kişi diktatörlüğünü değil, en azından bir oligarşik ittifakın yönetimini, sekiz-on kişilik bir grubun yönetimini ortaya çıkartacağız mesajı veriyordu, ki insanlar o ortamda kendi çıkarlarının da gözetilebileceğini, Türkiye’nin sorunlarının biraz daha iyi tartışılabileceğini, çeşitli alternatif düşüncelerin geliştirilip yeni politikaların ortaya çıkartılabileceğini umut ediyordu. Demokratik demeyelim ama Tayyip Erdoğan yönetimine göre daha çoğulcu bir yönetim şekli ortaya çıkacaktı. Bunu herkes önemsedi. Siyaseti doğru okuyan devrimci-demokratik güçler de bunu önemsediler.
Şu temelde önemsediler: Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin kişisel, faşist diktatörlüklerini yıkabilmek ve Türkiye’de gerçek bir demokratik ve dönüşümü yaratabilmek için bu muhalefet eden çoğulcu güçlerle seçim dayanışması içerisinde olmak fayda getirebilir diye düşündüler. Bu yanlış bir taktik değildi. Bunu bir taktik, bir politik uygulama olarak görmek lazım. Bu siyasi mücadele açısından yanlış değildi. Kuşkusuz demokratik siyasetin, AKP-MHP faşizmini kendi başına yenme gücü olsaydı böyle bir dayanışmaya gerek kalmazdı. O zaman kendi gücünü kullansın, faşist diktatörlüğü yıksın, demokratik devrimi gerçekleştirip Türkiye’yi Kürt özgürlüğü temelinde demokratikleştirsin diye bir taktik planlama geliştirilebilirdi. Fakat demokratik siyasetin, genel devrimci-demokratik hareketin böyle bir gücü yoktu. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan yönetimi yıkılmazsa mevcut diktatörlük derinleşerek devam edecekti. O halde bir geçiş dönemi olarak bu Altılı Masa İttifakı’na rol biçmek, onları teşvik etmek, yönlendirmek AKP-MHP diktatörlüğüne karşı daha etkili bir mücadeleye teşvik etmek hatalı değildi. Böyle bir taktik yaklaşım doğruydu.
Fakat şunları değerlendirmek lazım: İktidardan düşüşü kendi ölümü gören Tayyip Erdoğan kişiliği, iktidarı bir seçimle, çatışmasız bir şekilde başkasına devredecek miydi? Kürt soykırım savaşını her türlü yöntemle, topyekûn saldırıyla yürüten ve adeta Kürt direnişi karşısında çöküş sancıları yaşayan faşist-sömürgeci-soykırımcı TC zihniyet ve siyaseti böyle bir dönemde yönetim değişikliğine izin verecek miydi? Bunlar kolay gerçekleşebilecek durumlar değildi.
Seçim değil de yaşananlar bir savaş gibiydi
O halde 14 ve 28 olayları sadece bir seçim değil de, çok yönlü ve çok derin bir mücadele olarak görülüp ona göre iyi planlanarak doğru yürütülmesi gerekirdi. Her söz yerinde söylenmeliydi, her pratik adım yerinde atılmalıydı. En son söylenecek söz en başta söylenmemeliydi. En son atılacak adım en başta atılmamalıydı. Fakat böyle hatalar oldu. Yani iyi yönetmek gerekiyordu. Aynı bir meydan muhaberesini yönetir gibi bu seçim sürecinin yönetilmesi lazımdı. Adeta bir meydan savaşını idare eden komutan gibi hiçbir hata yapmadan her sözü ve adımı yerinde, zamanında söyleyip atma temelinde yönetilmesi gerekiyordu. Çünkü kolay değildi. Karşıdaki öyle seçimle, kolaylıkla iktidarı verecek, başını giyotine uzatacak değildi. Saddam Hüseyin dahil bütün diktatörlüklerin düşüşünden ders çıkartmıştı. Düştüğü zaman başına nelerin geleceğini biliyordu. Çünkü kendi yaptıklarını biliyordu. O halde düşmemek için her şeyi yapacaktı. Zaten “yönetimi bunlara vermeyiz” diye bunu açıktan söylüyorlardı. Bir sürü çete örgütlemişlerdi. “Gerekirse savaşırız, iç savaş geliştiririz” diyorlardı. O bakımdan bir seçim değil, aslında bir savaş gibiydi. Öyle görülüp öyle ele alınması, ilişki-ittifaklarının, tarzının, planlanmasının ve pratikleştirilmesinin buna göre yürütülmesi gerekirdi. Burada hatalar oldu. Böyle bir yaklaşım gelişmedi. Böyle bir stratejik hâkimiyet ve taktik uygulama pratikte görülemedi. Pratik yürütmede çok hatalar oldu. En son söylenecek sözler en başta söylendi. En son gösterilecek tutumlar en başta gösterildi. Dolayısıyla karşı tarafa kozlar verildi. O da buna göre tutumlar geliştirdi.
Öyle bir seçim süreciyle Tayyip Erdoğan faşist diktatörlüğünü yıkmak zor bir işti. Ama gerçekleşmez, başarılamaz değildi. Çok tecrit olmuştu, kendi içinde çelişkiliydi. Muhalefeti çok fazlaydı ve dünyada da değişmesini isteyen çoktu. İyi yönetilseydi sonuç alma ihtimali de vardı. Yüzde yüz sonuç alınırdı diye bir şey söylenemez ama bir ihtimal Tayyip Erdoğan yönetiminin yıkılması gerçeği de vardı. Hiç ihtimal yoktu denilemez. Öyle denilirse o zaman niye böyle seçime girildi, niye bu kadar söz söylendi, değerlendirme yapıldı diye sormak gerekir.
Tabii sonraki yaşananları doğru anlamak için o sürece ilişkin bu değerlendirmeleri yapmak lazım. Böyle bir bakış açısına, analiz gücüne sahip olamazsak seçimden sonra yaşananları doğru ve yeterli anlayamayız. Dolayısıyla süreci yine başarıyla yürütemeyiz. Nitekim Altılı Masa muhalefetinde, yani o restorasyoncu zihniyet yapılanmasının ittifakında bunu gördük. O düzeyde olmasa da demokratik siyaset cephesinde de bunu gördük. Emek Özgürlük İttifakı, yine HDP çevreleri Altılı Masa İttifakı’nın içine düştüğü duruma düşmediler ama sarsıntı yaşadılar. Eleştiri-özeleştiri sürecini doğru ve yeterli anlama, bunu istekle ve derinlikli bir biçimde yürütme, çok güçlü sonuçlar alma noktası tam gerçekleşmedi gibi. Kuşkusuz biz ayrıntılarını bilemiyoruz ama birçok değerlendirme sonucun böyle olduğunu ifade ediyor.
Peki, bu neden oldu? Demek ki süreç doğru anlaşılmamış. 14 ve 28 Mayıs seçimi denen mücadele sürecinin tarihi önemi kavranamamış. Burada Tayyip Erdoğan yönetimini düşürememenin tarih açısından, özgürlükçü ve demokratik gelişim açısından, halklar ve kadın özgürlüğü açısından felaket düzeyinde rol oynayacağı önceden yeterince görülüp anlaşılmamış. Hâlbuki bunlar bilinmeliydi. Bilinebilseydi tabii süreç çok daha az hatayla yürütülebilir ve dolayısıyla başarı kazanılabilirdi.
Başarı kazanamamak sürecin mücadele karakterinin yeterince anlaşılmadığını gösteriyor. O anlayış kıtlığı seçim sonrası yaşanan başarısızlık ortamında çok daha fazla öne çıktı; Altılı Masa dağıldı, CHP kendi içinde paramparça oldu. Birkaç hafta önce Kılıçdaroğlu’na alkış tutan, onu elleri üzerinde gezdirenler birdenbire Kılıçdaroğlu’nu sert eleştiren hale geldiler. CHP’de başkanlık sorunu gündeme geldi ve hala tartışılıyor.
TC’nin tüm yaptıklarından CHP sorumludur
Gerçekten CHP’deki değişim önemlidir. “Türkiye’nin değişmesi için CHP’nin değişmesi gerekli” diye bir slogan atıyorlar. Ben kişi olarak buna katılıyorum. Bu çok doğru bir slogan. Bu yüz yıllık TC’nin tüm yaptıklarından CHP sorumludur. Hala bu faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset en tutucu temelde sürdürülüyorsa bunda CHP’nin bu biçimde varlığını korumasının payı büyüktür. Bugün yönetimi AKP-MHP yürütürken bile, bu sistemi, onun zihniyet ve siyasetini CHP koruyor. O nedenle Türkiye’nin değişmesi için gerçekten de CHP’nin değişmesi lazım.
CHP ya bu faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti bırakacak, Kürt düşmanlığından vazgeçecek, ulus devlet faşist zihniyetinden uzaklaşacak, demokratikleşme yönünde değişim yaşayacak ya da parçalanıp gidecek. Türkiye o zaman kurtulur. Türkiye’nin önü açılır. Kuşkusuz böyle bir şey kendi başına Türkiye’yi kurtarmaz ama ayak bağları ortadan kalkar. Yenilenmenin, değişimin ve mümkünse demokratikleşmenin önü açılır.
Tabii herkes ister ki zihniyet ve siyaset değişimi olsun ama o yönlü bir tartışma çok görülmüyor. Açıktan kimse bunu konuşamıyor, tartışamıyor. Sezgin Tanrıkulu iki söz söyledi, en büyük saldırı CHP’deki arkadaşlarından geldi. Kendi içerisinde tartışma, düşünce ve konuşma özgürlüğü yok. Resmi ideolojiye ve siyasete karşı çıkanları linç ediyorlar. Dolayısıyla insanda çok umut var olamıyor. CHP gerçekten Kürt düşmanı faşist-soykırımcı-sömürgeci zihniyet ve siyaseti değiştirebilir veya ondan kopabilir mi? Kopması istenir ama çok zor görünüyor. En azından mevcut tartışmalar bu düzeyde değil. Daha çok sen-ben kavgası var, yine faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyeti neden daha iyi uygulayamadık, niye bu zihniyet ve siyasetin uygulayıcısı biz olamadık da yönetim Tayyip Erdoğan da kaldı diye tartışma yürütüyorlar. Hâlbuki biz bu zihniyet ve siyasetten kopalım tartışması yapmaları lazım. Ama öyle yapmıyorlar. Dolayısıyla çok içerikli değildir. Eğer gerçekten de zihniyet ve siyaset değiştiremeyecekse CHP’nin parçalanması daha iyidir. Hiç olmazsa Türkiye’de değişim ve dönüşümün önü açılır. Bir biçimde CHP değişmeli. Ya zihniyet ve siyasetini değiştirmeli ya da parçalanıp engel olmaktan çıkmalı. CHP değişirse Türkiye değişir. Diğer güçlerin hepsi sarsılır. Değişim sürecine girerler.
Altılı Masa İttifakı iyi bir sınav vermedi
Altılı Masa’da yer alan diğer partiler için ise gerçekten bazı şeyler ayıp oldu. Eğer basına yansıdığı şeyleri söyleyip öyle davrandılarsa çok ayıp ettiler. Toplumun beklentilerine de cevap vermediler. Çok faydacı, menfaatçi, çıkarcı davrandıkları ortaya çıktı. O kadar toplantı yaptılar, Kılıçdaroğlu’nu o kadar el üstünde tuttular, herkesten önce Cumhurbaşkanlığına önerdiler, ondan sonra kaybedince de herkesten önce Kılıçdaroğlu’na yumruğu onlar vurdu. Kazandıklarını alıp ayrılıp gittiler. Hâlbuki dost zor günde belli olur. Dostluklar zor anda sınanırlar. Dolayısıyla Altılı Masa İttifakı iyi bir sınav veremedi. CHP de veremedi, diğer partiler de veremedi. AKP’den kopan bazı partiler ve kişilikler ağır başlılıklarıyla biraz topluma umut veriyor gibi göründüler ama altılı masa pratiğine sahip çıkmayarak, dolayısıyla neden ve nereden kaybedildi, bu nasıl düzeltilmeli arayışına girmek yerine kendi kabuklarına çekilmeleri, kaptıklarını götürmeleri, ittifaka her türlü söz söylemeleri çok basit, çıkarcı durumda olduklarını gösteriyor. Onlar bu toplumu yönetemezler. Devlet gücü haline de gelemezler. Öyle görülüyor ki mevcut yaklaşımlarıyla Tayyip Erdoğan kadar bile olamayacaklar. O bakımdan iyi bir sınav vermediler. Hata yaptılar ve izledikleri politikayla ortaya çıkardıkları destek gücünü de büyük ölçüde kaybettiler.
Demokratik siyaset için de genel çerçeveyi ifade ettim. Bu süreçte başarılı olamamak iyi yönetememekten kaynaklandı. İyi yönetememek de sürecin önemini, seçim denenen mücadelenin içeriğini ve çerçevesini doğru ve yeterli anlamamaktan kaynaklandı. Anlam kıtlığı seçim sonrası süreci de yeterince çözümleyip ifade edemedi. Dolayısıyla ona karşı yeterli tutum içine giremedi. Bazıları ilk andan itibaren çok doğru olarak “eleştiri-özeleştiri süreci başlatıyoruz. Halkla tartışacağız, bir yenilenme ve yeniden yapılanma oluşturacağız. Hata ve eksikliklerimizi bulup gidereceğiz” dediler. Bu çok doğruydu, iyiydi, anlamlıydı. Fakat etkili bir biçimde bunu söyleyenler bile süreci tam yönetemediler. Tam anlamadıkları ortaya çıktı. Derin bir özeleştirel yaklaşım geliştiremedikleri görüldü. Derin bir kavrayış içinde olmadıkları anlaşıldı.
Bir de tabii bu sürece yoğun bir saldırı oldu. Özellikle AKP-MHP çevreleri, MİT, kontrgerilla çevreleri, yine KDP, Kürt ilkel milliyetçi, küçük burjuva milliyetçi çevreler bu sürece yoğun bir saldırı yönelttiler. Eleştiri-özeleştiri sürecini tersine çevirmek, bir düzeltme ve yeniden yapılanma pratiği haline getirmek yerine, bir yıkılma, dağılma pratiğine dönüştürmek istediler. Aslında HDP, Yeşil Sol Parti zihniyetini, siyasetini, misyonunu ortadan kaldırmaya çalıştılar.
Düşman olsun, yine milliyetçi çevreler olsun, bunlar kendilerini maskeleyerek, yüzlerini gizleyerek devrimci, sosyalist, demokratik çevreler içine giriyorlar. Aslında o maskeleri düşürüp yüzlerini iyi açığa çıkarmak lazım. Bu yaklaşımları onların kim olduğunu, gerçek çizgilerinin ne olduğunu ortaya çıkardı.
Tabii onlara karşı da etkili bir mücadele yürütmek gerekiyordu. Bunun da rolü HDP-Yeşil Sol Parti zihniyetini, siyasetini, misyonunu doğru anlamak, Kürt özgürlük hareketiyle Türkiye demokrasi hareketinin ortak demokratik siyasi yapılanmasının Kürt özgürlüğünü sağlayacak, Türkiye’yi demokratikleştirecek yegâne güç olduğunu, dolayısıyla da mevcut faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetin alternatifi olduğunu, kendini bu temelde alternatif görüp ona göre örgütleyip geliştirmesi gerektiğini daha iyi propaganda edebilir, daha geniş değerlendirebilirlerdi. Yine bu ilkeleri ve bu temelde yürütülen çabaları daha iyi sahiplenebilirlerdi. Bu çerçevede de nerede, nasıl hata yaptıklarını, eksiklik gösterdiklerini daha iyi açığa çıkartıp kendilerini düzeltip yeniden yapılandırabilirlerdi.
HDP-Yeşil Sol Parti çizgisinin kendisini yeniden yapılandırması bir başarıdır
Basına yansıdığı kadarıyla bu yönlü önemli bir çalışma yapıldı, tartışma ve toplantılar oldu. Fakat bu süreçte gelişen saldırılardan dolayı bu biraz sancılı oldu. Eleştiri-özeleştiri, düzeltme ve yeniden yapılanma da yetersizlikler olduysa biraz da bu saldırıların zamanında görülüp yeterince göğüslenememesi buna neden oldu. Ama bütün bunlara rağmen demokratik siyasetin yine de ciddi bir yenilenme, yeniden yapılanma oluşturduğunu görüyoruz. Altılı Masa İttifakı’nın yaşadıklarına göre demokratik siyasetin durumu tabii ki iyi bir durumdur, bir başarı durumudur. Ne kadar köklü, derin, inançlı olduklarını, bir çizgi, anlayış sahibi olduklarını ortaya koyuyor. Altılı Masa’nın pratiği ise ne kadar çıkarcı, imkân peşinde koştuklarını gösterdi. Ama demokratik siyaset öyle mi? Kuşkusuz değil. Aralarında çok köklü fark var. Bu anlamda sancılı geçti. Belki biraz eksikliği, yetersizliği olmuştur ama HDP-Yeşil Sol Parti çizgisinin gerçekleştirdiği eleştiri-özeleştiri süreci, düzeltme ve yeniden yapılanma sürecinin tamamlandığının ilan edilmesi ve bu temelde bir yeniden yapılanmaya gitmeleri elbette büyük bir başarıdır. Hem de böyle bir saldırı ortamında bunu yapmaları daha da önemli ve bu başarılarını büyütüyor. Bu gerçek görülmeli. Mevcut yeniden yapılanma temelinde artık o başarısızlığın yarattığı ruhsal, psikolojik etkilenmeleri, umutsuzluk ve karamsarlıkları bir tarafa iterek yeniden yapılanmanın, değişim-dönüşümün, düzeltmenin ortaya çıkardığı ruhla, güçle, moralle, inançla etkili bir mücadele içerisine girmeliler. Toplumun beklentisi bu yöndedir. Kürt toplumunun da, Türkiye demokratik halk çevrelerinin de beklentisi kesinlikle bu yönlüdür. Bunun için de tabii ki Türkiye’nin temel sorunlarını görecekler. Onlara karşı kendi demokratik çözümlerini ortaya koyacaklar.
Bir faşist diktatörlük var. İmralı’daki sadece tecrit değil, İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemini görecekler. Bu temelde Kürtler üzerinde uygulanan soykırım, asimilasyon görülecek. Bu soykırım zihniyet ve siyasetini ortaya çıkardığı savaş ve saldırı görülecek. Bunların yol açtığı krizler görülecek. Krizlerin giderilmesi, faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyetin yıkılması, savaşın sona erdirilmesi için bu faşizm, soykırım, tecrit, savaş politikası yürüten güce karşı etkili ve topyekûn bir direniş mücadelesi yürütecekler. Demokratik mücadele yöntemlerini en ileri düzeyde geliştirecekler. Devrimci mücadeleye, gerilla direnişine karşı çıkmayacaklar. Mümkünse destek verecekler, doğru anlamaya çalışacaklar ama hiçbir biçimde karşı çıkmayacaklar.
Gerçekten yaşananları doğru anlamak, felsefi ve ideolojik bakış açılarını yeterli geliştirmek, stratejik bakış açılarını, çizgilerini doğru oluşturmak ve günlük tarz-tempoyu etkili geliştirmek gerekecek.
Tabii zayıflıklar var. Biz bir devrimci hareket olarak buradan dersler çıkarttık. Kendimizi düzeltiyoruz. Tarz ve tempomuzu geliştirmeye, yeterli kılmaya çalışıyoruz. Umut ediyoruz bütün devrimci hareketler böyle olurlar. Demokratik siyaset de kendisini böyle bir düzeye getirir. Son olarak şunu ifade edebilirim: Kendini bu biçimde yenileyenler, düzeltenler toplumdan destek görürler, mücadele edebilirler, faşizme alternatif olurlar, güç sahibi haline gelirler. Öyle yapamayanlar yok olup gidecekler. CHP’nin yaşadığı gibi bir kör dövüş içerisinde bitişe mahkûm olacaklar. Böyle olmak istemeyenler için tek yol var, o da süreci doğru anlamak, doğru ve yeterli programlayıp planlamak, stratejik çizgi hâkimiyetini, stratejik yönetimi doğru oluşturmak günlük, taktik uygulamaları yaratıcı tarz, kazanımcı üslup ve yüksek tempoyla yürütmektir. Herkesi, bütün devrimci-demokratik çevreleri böyle bir güç olmaya çağırıyoruz. Her zaman bu temelde çağrı yaptık ve şimdi de bu çağrımızı yapıyoruz.
Elbette sorunların üzerinden atlamamak, yüzeysel yaklaşmamak gerekli. Derin ele alıp çözümleyerek geçmek gerekiyor ama çok fazla zamana yaymak da olmaz. Geç kalmak da kaybetmeyi getirebilir. O bakımdan zaman altın değerinde, hiç kimse zamanı hor kullanmasın. Faşizm kendini yapılandırdı, saldırılarını peş peşe geliştiriyor. O halde devrimci-demokratik güçler de artık değişim-düzeltme ve yeniden yapılanma süreçlerini tamamlayarak kendilerini yeni tarzla aktif bir antifaşist, demokratik devrim savaşı ve mücadelesi içerisine çekmeliler. Bu konuda gecikme olmamalı.
Tayyip Erdoğan’a nefes aldıran süreç bozuldu
– Kurdistan, Ortadoğu ve dünyada önemli gelişmeler yaşanıyor. Yazın yapılan NATO zirvesi ardından, Faşist şef Erdoğan Soçi’de Putin ile görüştü, Erdoğan’ın görüşmeden umduğunu bulamadığı yorumları yapıldı. Yine Eylül ayında yapılan G20 zirvesine Çin ve Rusya alt düzeyde temsilcilerle katıldı. Bu toplantının ardından çıkan sonuçlar ve gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Duran Kalkan: Gerçekten de 2023 yazında ve güzünde uluslararası düzeyde yaşanan toplantılar önem arz ediyor. Örneğin NATO zirvesi önemliydi. Türkiye’deki seçimler ardından gerçekleşiyordu. Ukrayna savaşı vardı. İsveç ve Finlandiya’nın adaylık konusu vardı. Bu noktada dar, anti demokratik, çıkarcı yaklaşımlar NATO zirvesine damgasını vurdu. Ukrayna mücadelesinden kısmen yararlanmak için İsveç’in NATO’ya girmesi karşılığında Tayyip Erdoğan yönetiminin faşist-soykırımcı Kürt düşmanı anlayış ve politikalarına prim verdiler. Ona destek olup suni teneffüs yaptırdılar. Kısa bir süre de olsa yıkılmasını önlediler. Oysa Kürtlerin ve Türkiye halklarının, kadınların mücadelesiyle yıkım noktasına gelmiş olan faşizm çökecekti. Ayakta tuttular. Bu uzun süreli değildir. Onların ki çıkar hesabıdır. Bugün çıkarları böyle oldu, yarın farklı olursa Tayyip Erdoğan yönetimine verdikleri desteğin on katı zarar da verirler. Zaten hızla o destek de değişti. Aralarındaki çelişkiler giderek daha fazla artıyor.
Astana görüşmelerinde Kazakistan tutum aldı. “Biz artık ev sahipliği yapmayacağız” dedi. Tayyip Erdoğan’a nefes aldıran süreç orada bozuldu. Putin yönetimiyle yapılan son görüşme de sonuç verici olacak değildi. Çünkü artık Tayyip Erdoğan cambazlığı yürümüyor. Böyle beş-on ipte birden oynayan cambazlık yürümez hale geldi. Çünkü çeşitli taraflar kendi çıkarlarını daha fazla dayatıyorlar. Kendilerine göre zorlukları var, onları aşmak için destek istiyorlar. Tayyip Erdoğan ise tersine onlardan destek istiyordu. Böylece kim kime destek verecek belli olmadı. Sonuç alacak bir şeyi kalmadı. Putin Yönetimi’nin ciddi muhasebe yaptığı söyleniyor. Bu şimdi basına yansıyor. Putin yönetimi, Tayyip Erdoğan yönetimine son dönemde verdiği destekle tarihi hata yaptığını ifade ediyormuş. Ne kadar doğru bilemeyiz ama insan değerlendirdiğinde bir gerçek payı da görülüyor. Bir zamanlar biraz karşılıklı birbirlerini kullandılar. Artık kullanamaz hale geldiler. Bu sefer karşıtlaşacaklar. Çıkar çelişki ve çatışmasının sonucu budur. Başka yere gitmez.
Bu son G-20 zirvesi ise bu tür gelişmeleri çok daha fazla açığa çıkardı. Aslında küresel düzeyde devlet siyasetleri ve daha çok da tekeller arası süren mücadelenin nasıl seyrettiğini, ne tür yeni ilişki ve çelişkilerin belirginlik kazandığını gösterdi. İlginçtir bu durum bir süredir tartışılıyordu. Çin’in ortaya attığı “Bir kuşak bir yol Projesi” diye bir teori vardı. Bu Enerji yollarının yeniden yapılandırılması arayışını ifade ediyordu ki gerçekten Orta Doğu ve Ukrayna savaşında da enerji kaynaklarına sahip olmak kadar, enerji yolları üzerinde etkinlik kurma ve sahip olma arayışında önemli bir rol oynuyor. Bu savaşların önemli bir gerekçesi de budur. Ukrayna savaşı başladığında da biz temel bir neden olarak bunu belirtmiştik. Mevcut gelişmeler bu görüşümüzü bir anlamda doğruladı. Ukrayna yönetiminin durumu burada etkili oldu. Ukrayna da bu enerji yolları anlamında önemli bir konuma sahip. Dolayısıyla bu alanda kimin etkili olacağı konusu önemliydi. Savaş biraz da ondan dolayı oldu. Tek neden değil ama şimdi anlaşılıyor ki çok önemli bir neden.
Yine Orta Doğu’da yaşanan savaşlar, Afganistan ve Irak savaşları, ardından ABD’nin Afganistan’dan çekilişi, NATO zirvesi ardından geçen yıldan bu yana Orta Doğu’da yapılan görüşmeler, ABD-İsrail görüşmeleri, yine Suudi merkezli gelişen görüşmeler ki Suudi Arabistan Amerika, Çin ve İran ile görüştü. İsrail Yunanistan ile Arap devletleriyle görüşüyor ve bu temelde bölgede çok aktif bir politika yürütüyor.
Son G-20 toplantısı ardından netleşen enerji yolları, bu anlamda ulaşılan ittifaklar açıklandı. Bu oldukça önemli. Bu temelde iki yoldan bahsediliyor: Bir tanesi Çin-Rusya üzerinden Karadeniz’in kuzeyine ve oradan da Avrupa’ya giden yol. Bu tamamıyla kara yoludur. İşte Ukrayna Savaşı aynı zamanda bu yolda kimin etkinliğinin olacağı savaşıdır. O yolun açılabilmesi tabii bu savaşın da sonuçlanmasını getirecek. Demek ki mevcut Ukrayna Savaşı biraz da orada açılacak enerji yolunun belirginleşmesi, o yolda kimlerin ne kadar pay sahibi olacağının netleştirilmesi savaşıdır. Anlaşmalar olursa savaş bitecek. Anlaşma olamadığı sürece de çıkar çatışması olacak.
Eski İpek Yolu tarihten siliniyor
Diğer bir yol ise Hindistan’dan Suudi Arabistan’a, oradan Ürdün üzerinden İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a Doğu Akdeniz üzerinden giden ikinci bir yol oluyor. Bunun hem karayolu hem de denizyolu kısımları var. Haritası belirlenmiş, netleştirilmiş. Bir süreden bu yana söz konusu devletlerin kendi aralarında görüşmeleri vardı. Bu G-20 ardından ittifaka varıldı, ilan edildi. Hindistan, Çin ile de birleştiriliyor. Böylece Çin hem Karadeniz’in kuzeyinden bir karayolu hem de Hindistan, Suudi Arabistan, İsrail ve Doğu Akdeniz üzerinden kara ve deniz yollarından oluşan ikinci bir yolla kendisini Avrupa’ya bağlamış oluyor. Çeşitli diğer enerji kaynaklarının hepsinin bu yollara bağlanacağı, böylece enerjinin bu yollar üzerinden taşınacağı ifade ediliyor.
Peki, bunun anlamı nedir? Tarihi olarak çok söylenen, üzerinde çok şey ifade edilen İpek Yolu’nun artık yok oluşunun imzalanması oluyor. Avrupa’dan gelip boğazlardan geçerek Türkiye’den İran-Afganistan üzerinden Çin’e giden binlerce yıl kervan ticaretlerine hizmet etmiş tarihi ipek yolunun artık ortadan kalktığı, tarihsel rolünü ve önemini kaybettiği anlamına geliyor. İpek Yolu yok oluyor. Onun yerine Karadeniz’in kuzeyi ile Hindistan, Suudi Arabistan, İsrail ve Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya giden iki yol oluşuyor. Eski ipek yolunun yerini şimdi bu iki yolun alacağı belirtiliyor. Dolayısıyla eski İpek Yolu tarihten siliniyor.
Bu ne anlama geliyor? İpek Yolu’nun geçtiği topraklar ticaretteki önemlerini, aktivitelerini kaybediyorlar. Artık ticaret yolu olmayacaklar. Dolayısıyla ticaretten kazanç sağlayamayacaklar. Bunun başında da Türkiye geliyor. Şunu iyi biliyoruz: TC Devleti, Türk egemen sınıfları hep stratejik konum pazarlamasıyla şimdiye kadar kendilerini ayakta tuttular. Hep boğazları pazarladılar. Boğazların stratejik öneminden söz ettiler. Bu stratejik önem işte bu ticaret yolunun geçmesiydi. Türkiye’nin stratejik konumu ipek yolunun Türkiye’den geçmesiyle oluşuyordu. Fakat şimdi bu ipek yolu ortadan kalkıyor. Türkiye artık Asya’yı Avrupa’ya bağlayan ticaret ve enerji yoluna ev sahipliği yapamayacak. O yüzden eskiden beri söylenen stratejik önemi ortadan kalkacak. Buradan pay alamayacak hale gelecek ve Türkiye büyük zarar görecek. Ekonomik olarak da, siyasi, kültürel ilişkiler olarak da en geri duruma düşecek.
Kürtsüz Türklüğün sonu çöküştür
Şimdi G-20 ardından Türkiye’nin içine düştüğü durum budur. AKP basını bunu gizlemek için her türlü şeyi yapıyor. Tayyip Erdoğan boşa çıkartırız diyor, provokasyonlara giriyor. Türkiye’den geçmeyen yolları kabul etmeyeceğiz diyor ama sadece kendisi söylüyor, kendisi duyuyor. Oysa atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Bu da Tayyip Erdoğan’ın sözüydü. Başkaları çoktan atı almış ve geçmiş durumda. Herkes ittifakını kurmuş, Türkiye bunun dışında kalmış. Tarihi konumunu, stratejik önemini kaybetmiş.
Neden bu hale geldi? TC Devleti’nin ve AKP-MHP faşist diktatörlüğünün izlediği politikalar nedeniyle, Kürt düşmanı faşist-soykırımcı-sömürgeci zihniyet nedeniyle bu hale geldi. Bu zihniyet ve siyaset savaşı ve çatışmayı dayattı. Tabii ticaret istikrar istiyor. Enerji yolları istikrarlı ortamdan geçiyor. Hiç kimse çatışma ortamına yatırım yapmıyor. Beş kuruş bile vermek istemiyor. TC Devleti’nin Kürt düşmanı faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti, bunun AKP-MHP faşizmi tarafından Rojava’nın ve Başûr’un işgali biçiminde işgal saldırıları olarak pratikleştirilmesi Türkiye’yi tarihi önemini, stratejik konumunu kaybeder hale getirdi. Türkiye’yi çökertti. Kürtleri yok edeceğiz derken Kürtsüz öngörülen Türklüğün kendisi çöktü. Kendisi en büyük zararı gördü.
Buradan ne sonuç çıkıyor? Demek ki Kürtsüz Türklüğün sonu çöküştür. 10’uncu yüz yıldan bu yana tarihe bakalım, Türkmenlerin ve Osmanlı Hanedanı’nın, TC’nin tarihini gözden geçirelim, her türlü gelişme her şeyden önce Kürtlerin desteğiyle oldu. Sen şimdi bu kadar Kürt düşmanlığı yaparsan, Kürtleri bu kadar yok sayar, soykırıma uğratırsan, Kurdistan’ı bu kadar savaş alanı haline getirirsen her şeyi kaybedersin. Çünkü sen Kurdistan üzerinden var oldun. Şimdi Kurdistan’ı yok ediyorsan kendin de yok olursun. Bu ayağına sıkmak gibi bir şey.
Biz hep söyledik. Önder Apo binlerce sayfa yazdı. O kadar konuştu, uyardı. Bu zihniyet ve siyaset size felaket getirir dedi. AKP yönetimini uyardı. MHP’nin anlayışı ve siyaseti ile Türkiye felakete gider dedi. Fakat TC yönetimi, AKP’liler ne yaptı? MHP’ye, DAİŞ’e, KDP’ye dayandılar. MHP-DAİŞ-KDP-Hİzbul Kontra’nın AKP’yi getirdiği nokta bu oldu. Sıfırı tüketir hale geldi. Türkiye’yi de tarihi önemini kaybeder hale getirdi. Bu işin içinden nasıl çıkacaklar görelim bakalım! Kürtleri yok edeceğiz diyorlar, saldırı üstüne saldırı yapıyorlar. Siz saldırın, yok edin bakalım sonuçları size nasıl yansıyor? İşte böyle yansıyor. Bu daha da fazla yansıyacak. Kürt ile kavga Türk’ü bitirecek. Bu kavga siyasetini yürütenler Kürt düşmanıdırlar, Kürt düşmanı oldukları kadar Türk düşmanıdırlar da. Herkesin bunu görmesi gerekiyor. Fakat Türkiye toplumu Milliyetçi-şoven propagandanın zehri altında adeta beyinsizleşmiş. Doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramıyor, çıkarı nerede göremiyor. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan yönetimine karşı çıkamadı. AKP’nin MHP ve KDP ile ittifakına karşı çıkamadı, DAİŞ’e ev sahipliği yapmasına karşı çıkamadı. Bir demokratik tutum ve muhalefet geliştiremedi.
Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli de Türkiye’yi tarihsel önemini kaybeden stratejik konumunu artık pazarlayamaz hale gelen bir çöküş noktasına getirdi. Felaket işte buydu. Hareketimiz hep AKP-MHP zihniyet ve siyaseti Türkiye’yi felakete götürür dedi. Sesini kimseye duyuramadı ama felaket şimdi başlıyor ve sonuçları bundan sonra yaşanacak. Herkes bunu görecek. Zarardan dönebilecekler mi bilemeyiz. Dönemedikleri ölçüde zararın kuyusuna batarak aslında kendi kendilerini yok edecekler.
Her yerde birer ulus devlet diktatörlüğü oluşturdular
– Kapitalist modernite güçlerinin hegemonya savaşı Afrika’da sıcak çatışmalar (Sudan) ve askeri darbeler (geçen yıllardaki Mali ve Burkina Faso’daki darbeler ardında bu yıl Nijer ve Gabon’da) şeklinde devam ediyor. Bu gelişmeler Üçüncü Dünya Savaşı’nın gidişatını ve Ortadoğu’daki dengeleri nasıl etkileyebilir?
Duran Kalkan: Afrika’da yaşananlar ulus devlet zihniyet ve siyasetinin nasıl bir felaket ve çöküş olduğu, darbeler, krizler ve diktatörlüklerle ancak geçici bir süre ayakta tutulabildiği gerçeğini gösteriyor. Şunu iyi değerlendirmemiz lazım: Bu kapitalist modernitenin geliştirdiği ulus devlet sistemi bir felaket sistemidir. Bütün insanlık için, tüm halklar, dünya için bir felakettir.
Tabii sermaye için ise çıkar getiren, kazanç sağlayan bir yöntem oldu. Böyle kazanç sağlayabilmek için dünyayı, bütün coğrafyaları paramparça ettiler. Her yere birer ulus devlet diktatörlüğü kurdular. Toplumları parçaladılar, birbiriyle çelişki ve çatışma içerisinde her yerde ulus devlet diktatörlükleri oluşturdular. Bunları çeliştirip çatıştırarak oralardan sömürü sağladılar, kazanç elde ettiler, oraları yağmaladılar. Tekelci sermayenin yağma ve talanı, sömürüsü için, çıkar elde etmesi için bu siyaset önemli oldu. Bunun gereği olarak da bölüp parçaladılar. Her yere birer ulus devlet, parçalama, çelişki ve çatıştırma getirdiler.
Geçmişten beri deniliyor ya bu emperyalizmin bilinen, genel politikası; böl, parçala, çatıştır ve yönet. Yani o çelişki ve çatışmalardan yararlanarak oraları sömür ve çıkar sağla. Bunu her yere dayattılar. Kara Afrika’sını, Orta Doğu’yu ve toplumları paramparça ettiler. Kurdistan’ı bile dört parçaya, Arabistan’ı 22 parçaya böldüler. Kendi içinde çatışsınlar diye farklı farklı toplulukları bir araya getirip bir ulus devlet kurdular.
Şimdi bu ulus devlet sistemleri kendi içlerinde ve bir de kendi çevreleriyle çatışıyorlar. Mevcut kapitalist modernite sistemi ve zihniyeti tarafından dünyada tümüyle bir çelişki ve çatışma düzeni kurulmuş. Buradan besleniyor. Bu çelişki ve çatışmalarla kendi egemenliğini sürdürüyor, çıkarını sağlıyor, sömürü yapıyor, yağma ve talan da bulunuyor. Fakat şimdi bu iç çelişki ve çatışmalar da, iç ve çevre çelişki-çatışmaları çok ileri gidiyor. Bir çıkar sağlamak için bu kurulmuş ama kolay yönetilemiyor. İç ve dış çatışmaya gidiyor ve birbirleriyle çatışıyorlar.
Orta Doğu ve Afrika’da bir sürü devlet birbiriyle çatışma halinde. Bir de kendi içlerinde çatışma halindeler. Çünkü ya çok ağır bir baskı ve sömürü uyguluyor, toplum dayanamaz hale geliyor, işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler ayaklanıyor. Ya da farklı topluluklardan oluşturulmuş bir sistem var ve baskın olan topluluk, diğer toplulukları soykırıma uğratmak isteyince öbür topluluklar karşı çıkıyor, mücadeleye giriyor, çatışmalar çıkıyor. Bu sefer darbeler, faşist diktatörlükler gündeme geliyor. Erkek egemen baskı ve zihniyet kadın üzerinde her türlü zulmü uygular hale geliyor.
Şimdi şu söylenebilir: Emperyalizmin böl-parçala, çatıştır-yönet politikası çatırdıyor, tutmuyor, yürümüyor. Savaş olmadan, faşizm olmadan, darbe olmadan yürümüyor. Askeri darbeler, faşist diktatörlükler, özel savaş saldırıları sürekli sınır çatışmaları ile yürüyor. İşte Üçüncü Dünya Savaşı budur. Zaten kapitalist modernitenin kendisi savaş demek. Sistem, böyle bir savaş üzerine kurulmuş. 20’nci yüzyılda Birinci ve İkinci Dünya Savaşı diye büyük savaşlar yaptılar, şuanda mevcut nükleer silahlardan dolayı böyle savaş da yapamıyorlar. O zaman geriye ne kalıyor? Yerel savaşlar, bölgesel savaşlar, iç savaşlar, darbeler, diktatörlükler, sınır çatışmaları, bölge çatışmaları kalıyor. Irak’ta oldu, Afganistan’da oldu, Ukrayna ve başka bazı alanlarda oluyor.
Bu sistemden kurtulumak gerekir
Diğer yandan iç çatışmalar oluyor, darbeler gelişiyor. Tabii Afrika’nın payına her ikisi de düşüyor. Hem devletler birbiriyle çatışma halindeler hem de mevcut devletler halklara karşı saldırı ve savaş halindeler. Kendilerini ayakta tutabilmek için halklar üzerinde baskı uygulayarak ayakta kalıyor, başka devletlerle savaşabilmek için askeri darbelere ve faşist diktatörlüklere yöneliyorlar. Kuşkusuz bu darbelerin, faşist diktatörlüklerin, erkek egemen zihniyet ve siyasetinden kaynaklanan saldırıların sorumlusu küresel kapitalist modernite sistemidir. Bu sistemin zihniyeti, siyaseti ve mantığıdır, onun yürüttüğü Üçüncü Dünya Savaşı’dır. Düşük yoğunluklu savaşlarla, bölgesel ve yerel çatışmalarla Üçüncü Dünya Savaşı’nı sürdürüyorlar. Mevcut kriz ve kaos ortamında kendilerini yaşatmaya çalışıyorlar. Zaten kaostan çıkma, krizi aşma güçleri yok. Halkların demokrasi hareketiyle bunun aşılmasından da korkuyor, onun da önünü alıyorlar. Kendilerini birer kriz yönetimi olarak ortaya çıkarıyorlar. Kaos içerisinde bu tür darbelerle, faşist diktatörlüklerle, yerel savaşlarla kriz ve çatışma içerisinde yönetimlerini sağlayarak sömürü sistemlerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Bunun nereye kadar gideceğini, sonunda ne tür çatışmalara yol açacağını önümüzdeki süreç gösterecek.
Şu görülüyor: Artık kapitalist modernite sistemini bu dünya, bu insanlık kaldıramıyor. Bu çıkar, sömürü, talan, savaş politikalarıyla toplum ayakta kalamıyor. Doğa da kendini koruyamıyor. Doğal olayların bu kadar felaket yaratması toplumsal felaketlerle içi içe gidiyor. Bakın depremler oluyor. Yine Libya’da barajlar patladı ve Libya ortadan kalktı. Kaddafi’nin ahı tuttu diyelim. Kaddafi’ye öyle yapanların başına neler geldi. Önce savaşla bölüp parçaladılar, sonra o kadar emekle geliştirilmiş yapıları yok ettiler. Şimdi ufak bir doğal afet her tarafı patlatıyor. Hiçbir depremin veremeyeceği ağır bir zarar ortaya çıkardı. Zaten yaz mı kış mı belli değil. Kar ne zaman yağacak, yağmur ne zaman yağacak belli olmuyor. Yaz ortasında yağmur yağıyor, dolu vuruyor. Biraz yağmur yağınca bakıyorsun sel her tarafı götürüyor. Dolayısıyla artık doğa da dayanamıyor. Doğa ile toplumun sorunları ortak.
Ekolojik hareket ile kadın özgürlüğüne dayalı toplumsal hareket etle tırnak gibi iç içe ve her ikisi de bu kapitalist modernite sistemine alternatiftir. İki hareket bu kapitalist modernite sistemini yıkmadan insanlık kurtulamayacak. Parça parça ve tek başına kurtuluş yok. Doğayı bu yağma ve talandan, endüstriyalizm saldırısından, emperyalist talandan koruyamazsak hiçbir yaşam ve özgürlük olamaz. Kadın özgürlüğü temelinde, toplumsal özgürlük ve toplumsal demokrasi gelişmezse doğal çevreyi koruyamayız, ekolojik yaşayamayız. Bu yağma ve talanı önleyemeyiz. Bu sömürü düzenine son veremeyiz. Doğaya ve topluma dönük bu saldırıların hepsi kapitalist modernite sisteminden kaynaklı.
Peki, çare nedir? Çare, bu kapitalist modernite sisteminin doğa ve toplum düşmanlığına karşı bilinçlenip örgütlenip mücadele etmektir. Hem de böyle küresel bir demokrasi mücadelesini geliştirmek, bilinç ve örgüt olarak var etmek, en ileri düzeye çıkartmak. Başka türlü olmaz. Toplumsal demokrasi hareketini kadın özgürlüğü temelinde, ekolojik devrimi doğanın, çevrenin korunması temelinde geliştirilmeden ve bunları birleştirerek gerçek bir yağma ve talan barbarlığı olan bu kapitalist modernite sistemini daraltıp sınırlandırarak bu zihniyet ve siyaseti etkisiz kılma gerçekleşmeden kurtuluş ve çare yoktur.
O halde bütün bunlar için çare arayanlar kendilerini özgürlük ve demokrasi mücadelesine, ekoloji mücadelesine yöneltecekler. Bunun başka yolu yoktur. Dolayısıyla çatışmalar yerel ve bölgesel oluyor ama zararı herkes görüyor, bütün dengeleri altüst ediyor. Hiçbir yerde artık bu sistem taşınamıyor, sürdürülemiyor. Artık çöküş noktasına gelmiş. Tek çare bu sistemden kurtuluş, onun aşılmasıdır. Onun da alternatifi kadın özgürlüğüne ve toplumsal ekolojiye dayalı demokratik toplumdur, demokratik konfederalizm sistemidir, demokratik ulus düzenidir. Yani demokratik modernite inşasının gerçekleşmesidir. Önder Apo bunları yıllar öncesinden İmralı gibi bir ortamda değerlendirdi, çözümledi. Hem olumsuz gidişin tehlikelerini gösterdi, hem de çözüm yollarını, çareyi ortaya koydu. Herkesi de bu çare temelinde kendini çözüm gücü haline getirmeye çağırdı.
Biz de çağrı yapıyor ve bu temelde Önder Apo’yu doğru inceleyelim, doğru ve yeterli anlayalım, başarılı ve hep birlikte uygulayalım diyoruz. Bizi kurtuluşa götürecek, bu dünyayı yaşanır kılacak tek yol budur. Bu temelde herkesi doğru düşünmeye ve pratikleşmeye davet ediyoruz.