Önderliğimizin özgürlüğü ne kadar yakınsa halkımızın özgürlüğü de o kadar yakındır. Bu anlamda Kürt halkı tarihinin hem en zorlu hem de özgürlüğe en yakın günlerini yaşamaktadır. Bir yandan küresel güçlerin Ortadoğu üzerindeki savaşları ve bunun mücadelemize yansımaları, diğer yandan Önderliğimizin başlattığı ve tüm halkımızın yükselttiği özgürlük direnişi karşı karşıya bulunmaktadır. Bu koşullar içerisinde Önder Apo’nun geliştirdiği tarihi direniş tavrını ne kadar doğru anlarsak sürece de o kadar doğru yanıt verebiliriz.
Önderliğimiz ekseninde gelişen sürecin birçok boyutu bulunmaktadır. En başta reddedilmesi gereken yanılgılı bir yaklaşımı ortaya koymak gerekiyor. Önderliğe yönelik saldırıyı sadece 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana avukat görüşmesinin yaptırılmaması şeklinde bir tecrit uygulaması olarak algılamak, meseleyi oldukça basitleştirip herhangi bir tutukluya yaklaşım derecesine indirdiği gibi tarihi, siyasi, ulusal, onursal boyutlarını perdeleyen bir yaklaşımdır. Tecrit, izolasyon gibi uluslararası hukukta yer etmiş kavramlarla, sadece cezaevi koşullarını ele alan bir yaklaşım içine düşülmektedir. Kaldı ki, uluslararası yasalar tecrit-izolasyon konusunda tam bir egemenlikçi tutuma sahiptir. Şöyle ki, bir hapishanede tutuklu olan kişi belli bir süreyle başka hiçbir insanla görüştürülmüyorsa bunun adına izolasyon denilip karşı çıkılmaktadır. İmralı’ya Önderlik dışında beş tutuklunun daha götürülmesi ve iç görüşmelerinin yaptırılması Türk devleti açısından uluslararası yasaları karşılamanın argümanı olarak kullanılmıştır. Mevcut hukuktan bu ölçüler ötesinde çok şey beklenemeyeceği açıktır. Önderliğe hiçbir hukuki ölçünün de uygulanmadığını, hatta mevcut hukuk düzenlemelerinin bile Önderliğin koşullarını ağırlaştırmak amacıyla değiştirildiğini biliyoruz. O halde soruna tecrit mantığıyla yaklaşmanın hukuktan medet uman ve gerçekleri örtbas eden bir tuzak olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.
Önderliğimizin tutulduğu koşullar elbette önemlidir, fakat ne Önderliğe ve mücadelemize saldırı düzeyini ne de karşısında geliştirilen direnişi anlamaya/anlatmaya yetmeyecek kavram ve yaklaşımlardır. Önderliğe yaklaşımı Kürt halkına yaklaşım olarak algılıyoruz ve bunun birebir böyle olduğunu geçtiğimiz yıllar yeterince kanıtladığı gibi günümüzde daha çarpıcı bir gerçeklik olarak yaşanmaktadır. Tecrit, bu yaklaşımın sadece şeklen görünen bir boyutudur. Üstelik Önderliğimizin hapishanede olması baştan beri zaten bir tecrit anlamına gelmektedir. Tecridin derinleştirilmesinden bahsediyoruz, fakat aile-avukat görüşmesinin yaptırılması da tecridi bitirmez. Meseleyi tecrit sorunu şeklinde ele almak, sanki tecrit kalktığında sorun bitecekmiş gibi bir yaklaşımı doğurmaktadır. Tecridin derinleştirilmesiyle Önderlik ve hareket üzerinde baskı kurularak tasfiye planlarını hayata geçirebilecekleri bir düzeye çekmeyi hedefleseler de Önderliğimiz bütün kozları ellerinden alarak bu şekilde ve bu koşullarda avukat ve aile görüşmesinin de anlamsız olduğunu ortaya koymuş; direniş hattına çekilmiştir. Ancak bu direnişin tecride karşı bir duruşla sınırlı olmadığını önemle belirtmek gerekir. Direniş, halkımızın özgürlüğünü sağlamaya dönük bir direniştir. Bunun için halkımız Önderliğin tecridine son verilmesini değil, özgürlüğünü talep etmektedir.
Önderlik gerçekliği halkımızın özgürlüğüyle özdeşleşmiş bir gerçekliktir
Önderlik hapishane koşulları için direnişe geçmemiştir ki tecridi dillendirmekle sınırlı bir anlayışa olumlu bakılabilsin! Kaldı ki bu koşulları değerlendirirken Önderlik ilkesel tutumunu şu şekilde belirlemiştir: “İmralı’daki yaşamın benim için sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç, irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiştir. Tersine daha rafine, estetikle beslenmiş, güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe daha doğru iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Kapitalist modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim.”
Tecrit algısı ve yaklaşımı Önderliğin hapishanede tutulmasını normalleştirmek gibi bir tehlikeyi içinde taşımaktadır. Hapishane koşullarının iyileştirilmesi, tecridin kaldırılması gibi taleplerle Önderlik direnişinden çok uzağa düşüldüğünü açıkça belirtmek gerekir. Önderlik ne tecrit için, ne de hapishane koşulları için direnişe geçmiştir. Ortada bir soykırım uygulaması vardır ve tüm iyi niyetli diyalog çabalarına rağmen soykırımda ısrar edilmiştir; Önderlik buna karşı tarihsel bir hamle başlatmıştır.
Önderliğimiz soykırım rejimine karşı gerek savunmalarıyla gerekse aldığı tutumla en büyük özgürlük eylemini gerçekleştirirken bunu tecride karşı bir duruşla ifadelendirmek, bilinç körlüğünün göstergesidir. Bu kadar sığ bir yaklaşım Önderliğin direnişini ve yaşadığımız tarihi süreci, yüzeysel, anlamdan yoksun, bireysel, basit temelde ele almaya yol açmaktadır. Önderlik direnişine her cepheden aynı yanıtın verilmemesinin altında yatan asıl sebep de, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bu türden, tarih-toplum bilincinden ve Önderlik gerçeğinden uzak yaklaşımlardır.
Önderlik direnişini tecride karşı tavır olarak yorumlayan her kesimin aynı iyi niyeti taşımadığını da görmek gerekir. İmralı direnişini baştan beri Önderliğin kendi şahsı için geliştirdiği tutumlar olarak lanse etmeye çalışan çevreler bulunmaktadır. Önderlik gerçeğini ters yüz ederek sonuç almaya çalışan tayfaların girişimleri kesinlikle uluslararası komplo güçlerinden bağımsız değildir.
Önderliğimiz uluslararası komployu boşa çıkarmak adına ilk barış çağrısını yaptığında “idamdan korktuğu için bunu yaptı” diyerek ahlaksızca saldırılar içerisine girenler bugün de çeşitli manipülasyonlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu tür özel psikolojik savaş çarpıtmalarını da göz önünde bulundurarak hem Önderliğe yöneltilen saldırıların kişisel olmadığını, hem de Önderlik direnişi şahsında bir halkın direnişinin temsil edildiğinin derin bilinci ve hassasiyetiyle hareket etmek gerekir.
15 Şubat uluslararası korsanlık eylemiyle Önderliğimiz esir alındığında geliştirdiği tavrın ancak çok büyük tarihi önderlerde görülebilecek bir tavır olduğunu, gören gözler, duyan yürekler kabul etmişlerdir. Önder Apo’nun “kayada gül olup açmak” şeklinde adlandırdığı, umuda hiç yer vermeyen bir süreçte mücadelemizin ilk adımlarının atılmasında olduğu gibi, İmralı sürecinde de Önderliksel duruş kendisini en üst düzeyde kanıtlamıştır. Bu süreci tanımlarken Önderliğimiz şu ifadeyi kullandı: “Ben kaybettim, fakat halkım kazanacak!” Yani esareti pahasına halkımıza özgürlüğü kazandıracak yolu seçmişti. Halkımız da bu gerçeği anlamakta gecikmedi, Önderliğin esaretini kendi esareti olarak algıladı ve direnişini canı pahasına sahiplendi.
Özgürlük mücadelesinde verilen binlerce şehit, halkın tüm katliamlara, sürgünlere, işkencelere, tutuklamalara ve her türlü zorbalıklara rağmen sonuna dek Önderlikle beraber direniş yolunu seçmesi ve en son olarak uluslararası komplo karşısında bedenlerini ateşe veren yüzlerce halk evladının kanıtladığı gerçeklik, Önderlik gerçekliğinin halk özgürlüğüyle iç içe geçtiği, onunla tamamen özdeşleşmiş olduğudur.
Bugün Kürdistan’ın dört parçasında ve tüm dünyada direniş ısrarını sürdüren milyonlarca halkın özgürlüğünün Önderliğimizin özgürlüğüyle özdeşleşmiş olmasını da herkes anlamak durumundadır. Kimi aydın ukalası veya milliyetçi çevrelerin “bir halkın özgürlüğünü bir kişinin özgürlüğüne bağlayamazsınız!” türünden geliştirdiği söylemler, sadece Önderlik ve halk gerçekliğini tanımamalarından ileri gelmemekte, Önderliğin toplumcu ve özgürlükçü çizgisine tepkiden ileri gelmektedir. Önderlik, bu çevrelerin halkı kullanarak, halkın değerlerini, inançlarını, güven ve umutlarını satarak egemenlerle işbirliği temelinde çıkarlarını güvenceye almalarının önüne geçmiş, Kürdistan’da gerçek bir halk iradeleşmesini ortaya çıkarmıştır. Önderlik düşmanlığının arka planında bunlar vardır.
Önderlik direnişi sadece egemenlere karşı bir direniş değil, işbirlikçi tasfiyeci çizgiye karşı olduğu kadar yetersiz yoldaşlığı da yeterli hale getirmenin direnişidir. Bu temelde halk özgürlük iradesinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar örgütlü ve bilinçli bir şekilde ortaya çıkması, Önderlik gerçekliğinden bağımsız ele alınamaz.
Tüm dünya birleşip saldırıya geçtiğinde Önderlik, İmralı esaretini bir özgürlük destanına dönüştürmeyi bildi. İmralı kayalıklarına çivilenmeyi Prometheus’un kaderine benzetirken öngörü ve direnişiyle yenilgili tarihi özgürlük tarihine dönüştürdü. Prometheus’un Yunancadaki anlamı olan “hızlı düşünen-ileriyi gören”, Önderlik şahsında temel bir özelliğe dönüşmüş ve zorba ilahların son soykırım saldırısına karşı halkımızı koruyacak tedbirleri geliştirmesini sağlamıştır. Özgürlük manifestosu olan savunmalar, bu tedbirlerin en tarihsel olanıydı.
Önderliğimiz tarihi savunmalarını geliştirdiğinde “komplo kaybedecek, özgürlük kazanacak” şiarıyla yeni paradigmanın ışığında gelişecek direniş sürecinin zaferini müjdeliyordu. Kapitalist sömürgeci modernitenin Kürt halkına uyguladığı soykırım rejimini çözümlediği ve bundan kurtuluşun yolunu gösterdiği son savunması, Önderliğe karşı saldırının kilit anahtarı olmuştur. Önderlik son savunmasını tamamlayıp verdiğinde “savunmayı okudular ve tavır aldılar!” dedi. İşte son bir buçuk yıldır gelişen sürecin derin anlamı ancak bu cümleyle çözümlenebilir. Süreci kesinlikle bu savunmadan bağımsız ele almamak gerekir. Savunmanın önemi, soykırım güçlerini tüm yönleriyle deşifre etmesinden ileri gelmektedir.
Halk mücadelesini terörizmle yaftalayan, kendini demokrasi havarisi sayan sistemin tüm hilelerinin ve soykırımcı karakterinin açığa çıkarılması, maskesinin düşürülmesi, soykırım kıskacına karşı halk özgürlüğünden zerrece taviz verilmemesi Önderliğimizin hedef yapılmasının asıl sebebidir. Savunmadaki bir paragraf durumu özetlemeye yetmektedir: “Kapitalist modernitenin yenilenmiş bu Leviathan’ı, Kürtler söz konusu olduğunda en görünmez kılıklara girmekte, her tür ikilemler inşa etmekte ve gittikçe yoğunlaşan kültürel soykırımı “ilerlemecilik” adı altında sunabilmektedir. Kürt kültürel soykırımının şüphesiz Ortadoğu kökenli merkezi uygarlık sisteminde köklü nedenleri vardır. Sadece kapitalist moderniteye bağlanamaz. Ama Batı Avrupa kökenli kapitalist modern hegemonyanın son iki yüz yıllık rolünü açıklığa kavuşturmadan ne Kürt gerçekliğini, ne de kangren halini almış Kürt sorununu kavramlaştırabilir ve kuramlaştırabiliriz. Osmanlı imparatorluk geleneğinin kalıntıları üzerinde Türk gerçekliğiyle ancak dar iktidarcılık bağlamında ilişkisi kurulabilecek olan ve Türk’ten çok her tür iktidar hastası milliyetsizlerden inşa edilen “Beyaz Türk Faşist” elitinin Türk halkı da dahil, tüm Ortadoğu halk kültürleri üzerinde bir soykırım makinesi gibi çalıştırılmasından, başta İngiltere olmak üzere Alman, Fransız ve diğer önde gelen Avrupalı hegemonik güçlerin sorumluluğu belirleyicidir.” Tarihte nasılsa günümüzde de hegemonik güçlerin Kürt halkına biçtiği paye soykırımdan geçirmek, soykırım sürecini tamamlamaktır.
Önder Apo Kürt halkına kültürel soykırım uygulandığını çok kapsamlı tarihsel verilerle çözümleyip halkta ve öncü mücadele güçlerinde yeni bir bilinç ve duyarlılık düzeyini oluşturmuştur. Soykırımın deşifre edilmesinin önemi de buradan ileri gelmektedir. Çünkü soykırıma uğratılacak halklar, uygulanan yöntemler nedeniyle soykırımdan geçtiğinin farkında bile olmazlar. Soykırımın farkında olmamak soykırım rejiminin başarısını belirleyen temel unsurdur. Soykırımın ve açık-örtülü yöntemlerinin farkında olmak ise onu boşa çıkarmanın temel koşuludur. Savunmanın taşıdığı önem öncelikle burada aranmalıdır.
Önder APO soykırımın farkında olmayan halk gerçekliğini bilinç ve örgütle donatarak soykırıma karşı direnen bir halk haline getirmiştir. Bunca mücadeleye rağmen soykırımın farkında olmayan herkesi “öldürülürken bile niye öldürüldüğünüzü bilmiyorsunuz!” diyerek uyarıyordu. Örneğin siyasi soykırım operasyonları geliştirilirken başlangıçta bunun AKP’nin hareketimize bir mesajı olduğunu ve devamının gelmeyeceğini düşünen kadrolarımız az değildi. Öte yandan ikiyüzlü söylemlerle halkta beklentili ruh hali oluşturulmaya çalışılıyordu. Soykırım görünmez kılıflara bürünerek sürdürülürken bunun farkında olmamak, direniş ruhunu öldürecek bir tutumdu. Direniş ruhunu yok etmek soykırımın temel hedefidir. Çünkü direniş ruhu yaşadıkça soykırım tam sonuca gidemez. Ortada bir imha ve tasfiye planı varken ve soykırım rejimi tam sonuca gitmek için hamleler geliştirirken bunu görmeyen yaklaşımlar karşısında Önderlik direnişi tam anlamıyla uyarıcı olmuştur. Kimi mücadele alanlarının darbelenmesinin veya zayıf duruş göstermesinin sebebi, karşı karşıya olunan tehlikenin görülmemesidir; yani, ortada bir soykırım olduğuna inanılmamış, buna göre bir tutum sahibi olunmamıştır. Hem savunmalar hem de direniş tutumu soykırımcı zihniyetin kendini gizleyerek sürdürmesinin önüne geçmiş, her alanda direniş çizgisini netleştirmiştir.
İkinci olarak, Önderlik bu savunmayla küresel güçlerin Ortadoğu ve Kürt halkı üzerindeki hesaplarını açığa çıkardığı gibi özgürlük eğilimini bunların karşısına dikmiştir. Önderliğimizin direnişi, Ortadoğu kaosunda boğulmak istenen halk direnişini bu kaostan özgürlüğe çıkarma direnişidir. Bu direniş, NATO merkezli uluslararası komplo güçlerinin saldırılarına karşı halkımızın öz savunma bilinciyle donanmasını ve Batı Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi yerinde, zamanında doğru hamleler geliştirebilmesini sağlamıştır.
Önderliğimiz yazdığı savunmanın soykırıma karşı bir direniş savunması olduğunu ifade etmekle beraber savunmanın pratikleşmesini de, girdiği direniş tutumuyla kendisi başlatmıştır. Diyalog sürecinde çözüm için devlete oldukça makul öneriler sunan ve bunu bir protokol olarak önlerine koyan Önderlik, diyalogu bile tasfiye amacıyla kullanmak isteyen AKP devletine dur demiş, gerekli koşullar sağlanmadan görüşmeyeceğini beyan ederek direniş eylemine girmiştir. Önderliğin kırka yakın avukatının tutuklanması da doğrudan Önderlik üzerinde baskı oluşturmayı amaçlamıştır. Fakat Önderliğin ilkesel tutumu hiçbir baskının sonuç alamayacağını ortaya koymuştur. Küresel güçler nazarında halk direnişlerini tasfiye etmenin bir yöntemi de diyalog kurarak kendi çizgisine çekmedir. Bunun için geliştirdikleri tez “terörizmle mücadelede, liderle masaya oturuldu mu bir daha masadan kalkmak istemez” şeklindedir, dolayısıyla bu araç kullanılarak tasfiye dayatılabilir. Önderlik tutumu ne öyle basit görüşme, ne de görüşmeleri kendi yaşamı için kullanma şeklindedir. Diyaloga, görüşmelere büyük değer biçtiği gibi tasfiyeci yaklaşımlar karşısında da en ileri düzeyde tavır geliştirmiş, tezlerini yerle bir etmiş ve karşılarında tarihi bir Önderlik olduğunu göstererek çözüm olacaksa bunun onurlu yolunu ortaya koymuştur.
“Yaşam ya olacaksa özgür olacak ya da hiç olmayacak!” sözünü söylediği gibi, tavrını da bu temelde geliştiren Önderliğimizin direnişini siyasi, ahlaki, onursal ve ulusal bir direniş olarak görmek gerekir.
Önderliğin geliştirdiği direniş, hareketimiz saflarında da Devrimci halk savaşı çizgisinde netleşmeyi ve üst düzeyde bir kararlaşmayı sağlamıştır. Önderlik görüşmelere çıktıkça hareketimizin her eyleminin talimatını kendisi vermiş denilerek üstüne gidilmiş, hücre cezalarına tabi tutulmuş, avukatlarına davalar açılmıştır. Oysa Önderliğin rolü hep barış çizgisinin geliştirilmesi ve çözümün muhataplığı şeklinde olmuştur. Buna rağmen Önderliğimiz üzerinde baskı kuran anlayış, tasfiyeci emellerinden vazgeçmemiştir. Önderliğe, halka ve tüm güçlerimize tasfiyeyi dayatan anlayış karşısında direnişten başka seçenek kalmayınca gerilla tarihi bir rol üstlendi. Şimdi görüldü ki, bir buçuk yıldır görüşme olmadığı halde, uluslararası komplo sonrası en büyük eylemsellik dönemi gelişmiştir. Bu anlamda gerillanın sergilediği direniş Önderlik direnişine verilen en büyük yanıt olmuş, devletin güvenlikçi politikalarının iflasını gözler önüne sermiştir. Önderliğe saldırıyla başlattıkları yeni komplo dönemini “terörle mücadele, siyasetle müzakere” biçiminde adlandırıp askeri olarak sonuç alabileceklerini hesaplamışlardı. Gerilla da bunun karşısında çözümün askeri yönden gelişeceğini ortaya koymuş ve bunun gerektirdiği direniş konumunu almış; Önderliksel direnişin, onursal çizginin ve halk özgürlüğünün temsilinde büyük kahramanlıklar sergilemiştir.
Bu sürecin büyük şehitleri Rüstem, Alişer, Çiçek, Simko, Rubar, Xebat, Êrîş, Andok, Rojîn yoldaşlar şahsında direniş dalga dalga yayılarak dört parça Kürdistan’ı kapsamıştır. Aynı şekilde halkımız şehitlerini bütün görkemliliğiyle sahiplenmiş, tüm baskılara rağmen direnişten vazgeçmemiştir. Legal alanlardaki siyasi soykırım operasyonları ve baskılar karşısında da direniş hattında tavır sergilenmiş; sindirme ve teslim alma çabaları ters tepmiş, direniş iradesinin daha da pekişmesi dışında sonuç yaratmamıştır. Roboski’de, Kortek’te uçaklarla halkı katleden devlet hem meşruiyetini yitirmiş, hem de acizliğini, iflasını ilan etmiştir. Sömürgeciliğin iflası karşısında şimdi yapılması gereken dört parçada ulusal birlik esprisiyle tüm güçlerin direniş hattına çekilmesini ve 21. yüzyılda halkımızın özgür statüsünü kendi eliyle tayin etmesini sağlamaktır.
Direnişin ulusal karakteri, Kürdistani olan her gücün; her etnik, dini, mezhepsel, kültürel inanç, düşünce ve örgütlenmenin demokratik ulusal çizgide birleştirilmesini ve dost güçlerle aynı anlayış temelinde bir zeminde örgütlenmeyi gerektirir. Dar ve grupsal yaklaşımlar aşılarak ulusal direniş ve toplumsal inşa çalışmalarında demokratik ölçüler yakalandığında soykırım rejimi ve küresel güçlerin emperyalist emelleri boşa çıkarılabilecektir. Bunun için örgütlenmeye önem vermek kadar Önderliğin direnişinin anlamını ve özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğunu tüm çevrelere kavratmalı, toplumsal bilinçte ve reflekste temel ölçü haline getirmeliyiz.
Her direniş önderliksel çizgide gelişmek durumundadır
En son olarak hapishanelerdeki yoldaşlarımız süresiz açlık grevi eylemiyle 14 Temmuz zindan direniş geleneğine ve Önderlik direnişine yeni bir halka eklemişlerdir. Êrîş ve Andok yoldaşların fedai çizgide oluşturdukları dönem ölçüsü, zindan direnişleriyle kitleselleşmiştir. Bundan sonra her direniş artık Önderliksel çizgide gelişmek durumundadır. “Yaşam olacaksa özgürce olacak” denilerek net bir çizgide direnilecektir. Bundan aşağısı, can çekişen sömürgeciliğe prim vermek olur.
Sömürgeci zihniyet ve politikaların iflasını sağlayan gerçek güç, Önderliğin geliştirdiği özgürlük direnişi ve onun etkileridir. Tüm yetersizliklerine rağmen hareket ve halk olarak geliştirdiğimiz direnişte ısrar etmenin, özgürlüğü yaratacak yegane tutum olduğu ortaya çıkmıştır. Artık özgürlüğü yaratma zamanıdır. Direniş gücünü özgürlüğü yaratacak kadar yükseltme zamanıdır. Önderliğin özgürlüğünden başka bir gelişme direniş önünde engel olamaz. Aldatıcı, hileli yollar kapatılmıştır. Önderliğin özgürlüğünden başka bir ölçü tanınmayacaktır.
Önderlik direnişini derinliğine anlamak ve yanıt olmak için Önderliğin savunmasını iyi anlamak gerekir. Halen savunmaları okumayan yurtsever ve çalışanların, sürece doğru karşılık vermeleri beklenemeyeceği gibi, İmralı koşullarında savunmaları hazırlayan Önderlik emeklerine de saygılı bir tutum olmadığı bilinmelidir. Yine kendisini savunmalar ekseninde yenilemeyen, üretken kılmayan kadronun direnişi de yarım kalmaya mahkumdur. Önderlik halkımız üzerindeki soykırımı ortadan kaldırmak için kendini feda ederken kadronun günü ve anı nasıl yaşadığı sorgulamaya değerdir. Bu sürecin en yetmez kadrosu, Önderliğin savunmaları temelinde yoğunlaşmayan ve bu temelde inisiyatif almayan kadrodur. Özgürlük ahlakına ters olan bir duruş içinde olunmak istenmiyorsa kendi sorunlarını bir yana bırakma, aşma, Önderlik gündemine girme ve direnişi yükseltme görevlerine çok güçlü sahip çıkılmalıdır.
Önderlik direnişine kendi bedenini yakarak yanıt veren değerli şehitlerimiz, belki eylemleriyle özgür yaşam ilkesini en ileri düzeyde savundular fakat duygusal yaklaşımın ağır bastığı bu tür eylemlerin Önderliği de zorladığı göz önünde bulundurulması gerekir. Önderlik kendini yakma eylemini en son olarak şu şekilde değerlendirmiştir: “Muş-Bulanık’ta 18 yaşındaki Evrim Demir, 14 Temmuz’un yıldönümünde barış için bedenini ateşe vermiş, hayatını kaybetmiş. Üzüldüm keşke olmasaydı. Daha önce de söylemiştim. Bu tür yakma eylemlerini tasvip etmiyorum. Bu tür eylemler beni derinden etkiliyor. Beni çok zorlayan eylemlerdir. Bu eylemler karşısında kendimi çaresiz hissediyorum. Tekrar söylüyorum. Bu tarz kendini yakma eylemleri asla tasvip etmediğim eylemlerdir. Bununla beraber Evrim arkadaşın eyleminin derinliğine saygı duyuyorum. Büyük anlam veriyorum. Önünde saygıyla eğiliyorum. Halkımıza düşen, bu büyük değerleri asla unutmamaktır, hep yaşatmaktır. Ancak rica ediyorum, bu tür kendini yakma eylemlerine girişmesinler. Bu tür eylemlerin sayısı 100’ü buldu. 15 Şubat yıldönümünde de dört gerilla arkadaş bu şekilde eylem yaparak kendilerini feda etmişlerdi. Evrim arkadaş, sanırım mektubunda benim de adımı anmış. Ben gerçekten bu eylemin büyüklüğü karşısında eziliyorum. Bu tür eylemler yerine kendilerini özgürce ifade etme olanaklarını yaratmalılar ve yaşayarak mücadelelerini yükseltmeliler.”
Sürecin görev ve sorumlulukları, fedai ruh ve kararlılık kadar yaratıcı ve inisiyatifli tarzları ve bir o kadar da hızlı olmayı gerektiriyor. Eskiden aylara sığdırılan işleri günlere, günlere sığdırılan işleri saatlere sığdırarak zamanın hızını kazanmalıyız. Dördüncü dönemin temel özelliği ve tarzı, kimseden beklemeden doğru kararlara ulaşmak ve bu temelde hızlı-inisiyatifli hareket etmektir. Dili ise radikaldir; hataya, esnemeye, kendiliğindenciliğe, kendine göreliğe, idareciliğe ve dengeciliğe geçit vermez. İdeolojik mücadelede radikal olunduğu ölçüde direniş düzeyi yükselir ve sonuç alıcı hale gelir. Önderliğin direnişi de siyasal ve ulusal olduğu kadar ideolojik bir direniştir. Buna anlam verdiğimizde tüm örgüt, yaşam ve eylem tutumumuzda gereli olan radikal düzeyi sağlayabiliriz.
Önderlik direnişini ruhta, düşüncede, tarzda, eylemde ve yaşamda temsil ettiğimizde halk olarak çoktan hak ettiğimiz özgürlüğü kazanacağımızdan ve Önder APO ile özgürlük temelinde buluşacağımızdan kuşku yoktur.