Doğanın adaleti her canlıya özgürce yaşama hakkını sunuyordu. Bu canlı renkler, bu cıvıltılı sesler, bu içten içe kaynayan yaşam sevinci, bu kutsal yasanın yaratımıydı. Oysa insanlar binlerce yıldır bu yasayı unutmuşlardı. Onun için binlerce yıldır güzellikleri göremez olmuşlardı. Yasayı unutunca, yaşam insanlar için bitmek bilmez bir kış mevsimine dönmüştü. Mayıs günlerinde bile insanlar kışı yaşar olmuşlardı. Kış; hak edilmeyen zorluklar, acılar, kayboluşlar, işkenceler… Yalnızlık, korku ve savaşlardı. Bir mayıs günüydü, ama biz hala kışı yaşıyorduk. Kışa karşı savaşıyorduk, ama kış bazen bizi bir anda kuşatıyordu. Mayıs ortasında kış günlerini yaşıyorduk, binlerce yıldır.
Böyle bir günde, hava henüz kararmaya başlamıştı ki, ormanlık arazideki yeni noktamızdan ayrılmak üzere yola koyulduk. Altı kişilik grubumuzda benim dışımda bir bayan arkadaş daha vardı. Silahlarımız omzumuzda, kefiyelerimiz boynumuzda koşar adımlarla vadiye doğru iniyorduk. Ayaklarımızın altında bahar yağmurlarıyla ıslanmış eski palamut ağacı yaprakları ikide bir kayıp düşmemize neden oluyordu. Toprağı sıkı sıkıya örten sarı zeminin bu kadar kaygan olması hızımızı kesemiyordu. Neşe içinde, düşe kalka, her düştüğümüzde şakalaşarak çocuk kalan ruhumuzu dışa vurarak, doğanın adaletini kendimizde duyumsamaya çalışarak ilerliyorduk. Vadiye indiğimizde hava artık kararmıştı. Gökyüzünde hızla hareket eden kara bulutların arasında arada bir görülen minik yıldızlar, bize acele etmemiz gerektiğini söylüyordu. Çünkü bulutlar birbirine ulaştığında artık yağmur ve karanlıkla boğuşarak yürümek zorunda kalacaktık. Oysa ulaşmamız gereken köye kadar bir buçuk saat daha yürümemiz gerekiyordu.
Yine de kendimize güvenerek yürüyorduk. Sayısız gece, yağmur ve karanlıkta yol bulmak, dizlerimize kadar çamurlara batıp çıkmak, el ele tutuşarak yürümek zorunda kalmış, bu acımasız saldırıları gençliğimizle yenmiştik. Yine öyle olacaktı. Gençlik de tıpkı bahar gibi güzel, direngen ve özlenendi; tıpkı mayıs gibi kışı yenmeyi bilirdi.
Peş peşe ama mesafeli yürüyorduk
Yalnız bu kez gece köye ulaşması gereken dört yeni savaşçıyı da birlikte getirecektik. Esas zorlanacak olan dağın ve gökyüzünün çıplak saldırısına yabancı olan yeni arkadaşlardı. Böyle bir gecede ilk kez dağlık arazide yürümek zorunda kalmaları gerçekten de talihsizlikti. Üstelik sabah olmadan noktaya ulaşmamız için hızlı yürümemiz gerekecekti.
Peş peşe ve birbirimize birer adım mesafede yürüyorduk. Hiç mola vermeden ve hızlı yürüdüğümüz için sırtımız terden sırılsıklam olmuştu. Sırt çantalarımızın altını bile ıslatan terimiz, durduğumuz anda buz gibi yapışıyordu. Köpek seslerini duyunca köye yaklaştığımızı anladık. Bu dağ köyünde bir iki ailenin dışında herkes metropollere kaçmıştı. Diğer evlerde yalnızca ihtiyar bir iki çift kalıyordu. Önümüzdeki küçük tepeyi de aşınca köy evlerinin pencerelerinden sızan gaz lambalarının solgun ışığını gördük. Biz yaklaştıkça köpek sesleri giderek arttı.
Komutan arkadaş fısıltıyla mevzilenmemizi söyledi. Hepimiz kayalıkların arasına uygun bir biçimde mevzilendik. İki arkadaş köye düşman olup olmadığını kontrol etmek için önden gidecekti ve biz ani bir temas durumunda o arkadaşların savunmasını yaparak geri çekilmelerini sağlayacaktık. Bu arada yağmur hafiften çiselemeye başladı. Sert bir rüzgar vücudumuza dolanıyor, içimize dek işliyordu. On dakika kadar dişlerimiz birbirine vurarak titremeyi durdurmak için kaslarımızı kaskatı yaparak bekledik.
Arkadaşların köye girdiğini çılgınlaşan köpek seslerinden anladık. Uzaktaki bir düşman birliği bu köpek seslerinden köye yabancıların girdiğini rahatlıkla anlayabilirdi. Bu ıssız dağ köyüne akşamın bu saatlerinde gerilladan başka kim uğrardı ki? Köpeklerin çevreye yaydığı bu tehlikeli mesaj hepimizde huzursuzluğa neden oluyordu. Biraz sonra seslerinden sakinleşmeye başladıklarını anladık. Gözlerimizi kırpmadan solgun ışığa doğru bakıyor, bizi çağıracak olan işareti bekliyorduk. Karanlıkta yanıp sönen bir çakmak bize köyde bir tehlikenin olmadığını söyledi. Hemen mevzilerimizden çıkıp köy yoluna girdik. Köy evine yaklaştığımızda ev sahibi yaşlı adamın iki arkadaşla birlikte bizi dışarıda beklediğini gördük.
Evin kapısı ardına kadar açıktı ve solgun ışığın içinden küçük bir kız çocuğunun silueti görülüyordu. Biraz daha dikkatli bakınca sarı saçlarının dağınıklığı, üzerindeki yırtık elbisesi ve çorapsız kirli ayakları belirginleşti. Sakince kapının eşiğinde durmuş, aşina gözlerle bizi izliyordu. Bu dağınık saçlar, bu yırtık elbise, bu yalın ayaklar kış mevsimince kuşatılmış yaşamının izleriydi. Karanlığın içindeki bizlere, yani kendi kaderine inanılmaz bir umutla bakıyordu.
İhtiyarla merhabalaşarak tek tek içeriye girdik. Küçük kız, ilk giren arkadaşın kucağında mutlu gülücükler saçarak içeriye girmişti bile. Başını ince bir tülbentle örten annesinin kara gözleri ürkek bakıyordu. “Hoş geldiniz” diyen cılız sesi, anlamsız kılınan, hiçleştirilen varlığının farkında olan ölgün bir sesti. Bu ölgün ses ve ürkek bakışlar da kış mevsiminin izlerini taşıyordu.
Odadaki toprak zemin tertemiz süpürülmüştü. Odayı bir baştan diğerine kaplayan sedire oturan yeni arkadaşlar bizi görünce ayağa kalktılar. Merhabalaştık. Dört köşe bir masanın kenarındaki kürsülere oturarak silahlarımızı elimizi uzattığımızda alabileceğimiz mesafede, uygun bir yere dayadık. Karşıdaki şöminede yanan ateşin ısısı odayı sıcacık yapmıştı. Ateşin üzerinde ağzına kadar dolu olan çaydanlık fokurduyordu. Küçük kızın annesi çayı demlerken, gözlerim yeni gelen arkadaşlara takıldı. Dört arkadaş sedirin üzerine suçlu çocuklar gibi oturmuşlar, çekingen, ama umutlu, hayran bakışlarla bizi izliyorlardı.
Bir yandan çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da onlarla sohbet ediyorduk. Yeni bir yaşama başlayacak olan arkadaşların gözleri sevinçle parlıyor, heyecanlarını ve toyluklarını her davranışlarında hissettiriyorlardı. Henüz onlar bize, biz onlara yabancıydık, ama sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuş gibi hissediyorduk. Ortak duygular, aynı arayışlar, kaybolmuş yaşamlarımızın peşinden koşuş, bahar özlemiydi bizleri yakınlaştıran. İçlerinden yalnızca bir bayan arkadaş vardı. Küt kesilmiş saçları, uzun boyu ve güzel yüzünde parlayan simsiyah gözleri hemen dikkat çekiyordu. Kot pantolon üzerine kalın bir kazak giymişti. Onun bu pantolonla yürürken zorlanacağını düşündüm. Bizim onlarla sohbetimizi ihtiyar adam, eşi ve gelini de hiç ses çıkarmadan, gülümseyerek dinliyorlardı. Küçük kız ise arkadaşların kucağından inmeden, sevilmenin mutluluğuna varıyordu. Halk, yılların tecrübesiyle kimin nasıl bir devrimci olacağını anlamaya çalışır, tahminler yürütür, bazılarının güçlü bir komutan olacağına, bazılarının zorluklara dayanamayıp ihanet edeceğine inanırdı. Onun için yeni gelenlerin her hareketini tepeden tırnağa dikkatle izliyorlardı. Sonra bir fırsatını bulduklarında komutan arkadaşa gizlice kimin güvenilir, kimin güvenilmez olduğunu söyleyeceklerdi.
Arkama baktığımda kimsenin gelmediğini gördüm
Sohbetimiz dışarıda kopan fırtınanın gürültüsüyle ara sıra kesiliyordu. Çakan şimşekler içerdeki gaz lambasının ölgün ışığıyla alay edercesine aniden pencereye hücum ediyor, hemen geri çekiliyordu. Yeni gelenler bu havada dışarıya çıkma olasılığının imkansız olduğunu sandıklarından rahattılar. Eski gerillalar ise, hiçbir şeyin yapmaları gerekeni yapmalarına engel olamayacağını, olmaması gerektiğini biliyorlardı. Yağmur, kurşun gibi yağıyordu?
Yeni arkadaşları yola çıkarmak için yavaş yavaş hazırlamaya başladık. Önce şaşırdılar, inanmak istemediler, ama bizim kararlılığımızı ve kendimize güvenimizi görünce onlar da güçsüz davranmak istemediler. Saat 22.00 civarıydı. Ev halkıyla vedalaşarak karanlığa daldık. Yol yürüyüşünde yeni arkadaşları eski arkadaşların arasına dağıttık. Yeni gelenlerin eşyalarını ve yarınki erzakımız olan yufka ekmek ve peyniri sırt çantalarımıza yerleştirmiştik. İçimizden birinin kopup, kaybolmaması için birbirimize çok yakın yürüyor, önümüzdekinin ani bir duruşunu fark edemeyecek kadar karanlık olduğundan zaman zaman çarpışıyorduk. Çamurlaşmış toprak yürümemizi zorlaştırıyor, ikide bir kayıp düşüyor, su göletlerine, küçük dereciklere girip çıkarak ilerliyorduk.
Önümde eski bir arkadaş, arkamda ise yeni bayan arkadaş yürüyordu. Önümdekinin çok hızlı yürümesine rağmen, arkamdaki çok yavaş yürüyor ve bağlantıyı sağlama işi bana düşüyordu. Sık sık arkamda yürümeye çalışan yeni arkadaşın elini tutuyor, hızlı yürümesini, grubu koparacağımızı söylüyordum. Fakat bundan daha hızlı yürüyemiyordu. Bu sefer önümdeki arkadaşa öncüye haber göndermesini, yavaş yürümelerini söylüyordum. Nedense grup bir türlü yavaşlamadı. Öncümüz yöre halkından, bu coğrafyayı çok iyi tanıyan, tecrübeli bir arkadaştı. Çok karanlık olmasına rağmen doğru yolda olduğumuzdan emindik. Ara sıra çakan şimşekler önümüzü aydınlatıyordu. Vücudumuz yürüdüğümüz için yağmur ve rüzgara rağmen sıcaktı.
Bir ara önümdeki arkadaşın uzaklaştığını fark ettim. Arkamdaki arkadaşa hızlı yürümesini, benden kopmamasını söyleyerek gruba yetişmek için hızlandım. Bir ara arkama baktığımda kimsenin gelmediğini gördüm. Ama önümdekileri durdurmak daha önemliydi. Onun için hızlanmayı tercih ettim. Neredeyse koşarak ilerliyordum. Islık çalarak, arkadaşın ismini seslenerek durdurmaya çalışıyordum. Ama kimse sesimi duymadı. Bir ara yolun ikiye ayrıldığını fark ettim. Çok karanlık olduğu için izler fark edilmiyordu. Şansımı denemekten başka çarem yoktu. Karşıdaki yola girdim ve koşmaya başladım. Kimse yoktu. Birden ayaklarıma küçük çalılar dolandı. Eğilip baktığımda bunların doğal ağaçlar olmadığını, özenle birbirine geçirilerek yapılmış çitler olduğunu fark ettim. Öyleyse bu bir bahçe veya tarlayı çevreleyen çitlerdi. Öyleyse köye yakındı ve ben yanlış yöne sapmıştım. İçime tuhaf bir korku girdi. Çevrede doğanın ürkütücü uğultusundan başka hiçbir ses yoktu ve ben şimdi yapayalnızdım. Hemen geldiğim yoldan geriye döndüm. Bu sefer bütün gücümle koştum, arkadaşlara yetişmek için. İçimde henüz grubun arkasında yürüyenlere yetişebileceğim umudu vardı. Yol ayrımının olduğu yere gelince durup bekledim. Ancak kimsecikler yoktu. Gerçekle aniden yüzleşmenin dehşetiyle donup kalmıştım. Bütün gücümle mantıklı düşünmeye çalıştım. Gerillada bir kural vardı: Koptuğum yerde arkadaşları bekleyecektim. Belki de benim koptuğumu fark etmemişlerdi bile. Bir taşın üzerine oturup bekledim. Ben de henüz bir yıldır gerilladaydım ve coğrafyaya hakim değildim. Buradan ayrılırsam kaybolma ihtimalim yüksekti. En iyisi burada beklemekti. Nasıl olsa arkadaşlar fark edince geri dönerler ve geldiğimiz yolu takip ederek beni ararlar.
‘Kusura bakma fark etmedik!’
İlk kez tek başıma kalıyordum ve içimdeki tarifsiz sıkıntıya anlam verecek gücüm yoktu. Karanlık, soğuk, yağmur, çamur, çaresizlik, bilinçsizlik; koca bir tarihin gerçek yüzü tarafından kuşatılmış gibiydim. Silahımı farkında olmadan sıkı sıkıya kavrayıp göğsüme bastırdım. Bir kaya dibine büzülerek oturdum. Rüzgarın savurduğu yağmur vücudumu döverken, kefiyemi sadece gözlerim dışarıda kalacak biçimde başıma sıkıca bağladım. Hareket edemeyecek kadar yorulmuştum ve durduğum için vücudum giderek soğuyordu. Silahımı bacaklarımın üzerine yatırmış, iki büklüm olmuştum. Bir yandan nefesimle ısınmaya çalışırken, bir yandan da seslere dikkat ediyor, en ufak bir sesi kaçırmamaya çalışıyordum. Uyumamalıydım. Yoksa arkadaşlar gelse de beni göremezler, geçip giderlerdi. Bu fırsatı kaçırırsam belki de günlerce tek başıma arazide kalmak ve onları aramak zorundaydım. Ya gelmezlerse, ya kaybolduğumu çok geç fark ederlerse ne olacaktı?
Silahımı düşündüm. Şu anda beni koruyacak olan tek şey bu demir parçasıydı. Göğsüme batıp duran bu soğuk ve sert demir parçasına bu kadar muhtaç olmak canımı sıktı. Şarjörümde ise sadece on beş adet mermi vardı. Eyalette cephane sıkıntısı olduğundan ancak bu kadar mermi vermişlerdi. Kafamda bir sürü soru belirmiş, bütün olasılıkları düşünüyordum. Yarın düşman araziye çıksa izlerimizi fark eder miydi? Acaba yağmur tüm izleri silmiş miydi? İzleri takip ederlerse direkt üzerime geleceklerdi ve ben on beş adet mermiyle ne kadar savaşabilirdim ki? Bir dakika mı? İki dakika mı? Böyle bir gecede tek başına dağda olmak bir genç kız için neyi anlatıyordu? Kendime acımalı mıydım? Yoksa bu kış mevsimine karşı yiğitçe savaşmalı mıydım? O küçük kızın umutlu gözleri için bunları yaşamak zorunda değil miydim? Bu acımasız kış binlerce yıldır insanların yaşamlarına saldırmıyor muydu? Sıcacık evinden bu karanlığa dalıp, bu meydan okuma yüreğini ısıtmak için değil miydi? Kadın için yaşam hep böyle soğuk, korkutucu ve yalnızlık yüklü olmamış mıydı? Her şey, savaş yıllarının bu mayıs gecesine sıkıştırılmış, üzerime geliyordu. Bilmediğim geçmişimi, şu anda her duygusunu iliklerimde hissederek yaşıyordum. Bu kaybolmuşluk, bu hiçlik dört bin yıllık yaşamın özetiydi sanki. Yaşamın en güzel mevsimi Mayıs’ın gerçek tadına hiç varamamış olmak, çiçek mevsiminin kan mevsimine dönüştüğünü görmek, mayıs ortasında kışı yaşamak nedendir? Tıpkı şimdi benim dakikaları sayarak güneşi beklediğim gibi, insanlar kışın bitmesini beklemişler, hiç bitmeyecek sanmışlardı. İnsanlar tıpkı benim gibi böyle yaşamın kıyısında titreyerek beklemişlerdi. Tıpkı benim gibi silaha muhtaç kalmışlardı ve silahtan kurtulmadıkça Mayıs tadında yaşamayacaklardı.
İşte nihayet hava aydınlanıyordu. Soğuktan kaskatı kesilen vücudumu hareket ettirmekte zorlanıyordum. Patika yolun üst kısmındaki küçük kaya parçalarının arasına gizlenmiştim. Yoldan geçen biri yanıma kadar gelmeden beni göremezdi. Yavaş yavaş yükselen güneşin ışınları vücuduma mucizevi dokunuşlar yapıyordu. Gökyüzü sanki dün geceden hiç haberi yokmuş gibi masmavi ve berraktı. O kadar üşümüştüm ki, bu sıcak dokunuşlar tüm kaslarımı gevşetiyor, ağır bir uyku vücudumu yavaş yavaş sarıyordu. Bilincimin reddetmesine rağmen uykuya teslim olma istemi daha etkiliydi. Göz kapaklarımı açamıyordum, açmak istemiyordum. Savaştan çıkmış gibi yorgun ve kafamdaki bütün kaygılardan kaçmak istiyordum. Bu arada gelen bir sesle yarı ölümün etkisinden sıyrıldım. Evet, benim adımı sesleniyorlardı. Demek, nihayet beni aramaya gelmişlerdi. Taşların arasından kafamı uzatarak aşağıya baktım. İki arkadaş silahlarının üzerini kefiyeleriyle pelerin gibi örtmüşler, sabahın bu saatinde açıkça dolaşıyorlardı. Bu kadar rahat dolaştıklarına göre demek keşif yapmışlardı ve çevrede düşman yoktu.
“Heval” diye seslendim. “Buradayım!” Sevinçle bana doğru gelmeye başladılar. Ben de onlara doğru sallana sallana ilerledim. Onlar çocuk gibi sevinçli, ben çocuk gibi küskündüm. Küskünlüğüm onlara mıydı, bir geceye sıkıştırılmış tarihime miydi? Bana nasıl kaybolduğumu sordular… içimden hangisini soruyorlar acaba diye düşündüm. Sonra;
“Bilmiyorum” dedim.
Gülerek; “kusura bakma, fark etmedik” dediler.
“Bütün sorun da o değil mi?” dedim.
Anlamadılar. Şakalaşarak teselli etmeye çalıştılar. Fark edilmemenin kırıcılığını, varlığı yokluğu belli olmamanın acısını, hiçleştirilmiş gerçeğimin dün geceki acısız tekrarını nereden bileceklerdi. Ve ben nasıl anlatacaktım?
Yıllar önce, savaşın en şiddetli günlerinde yaşanmış sıradan bir mayıs günüydü bu. Ve her mayıs gerçek arayıcılarının kanıyla yıkanmıştı. Mayıs güzelliği kanın gölgesinde kalmıştı. Peki ya bugün? Silahların sustuğu, barış olasılığının güçlendiği bu mayısı kendi tadında ruhumuzda çiçekler açarak yaşayabilecek miyiz? Çiçeklerin gölgesinde doğanın adaletine ulaşabilecek miyiz?