Sermayenin küreselleşmesi artıkça insan nüfusunun olduğu tüm yerler kapitalist modernite güçleri açısından önemli hale gelmektedir. Son yıllarda Asya ve Pasifik bölgelerinde çelişki ve rekabetin artmasının temel nedenlerinden biri budur. Çünkü günümüzde sermaye sistemi tüketim üzerinden büyüyüp gelişiyor. Bundan olsa gerek çağımız dünyasına tüketim toplumu denmektedir. Bu doğru bir tanımlamadır. Kapitalist modernite sistemi tüketim toplumu aşamasına geçmiştir. Günümüzde bilim ve teknikteki gelişme sonucunda üretim sorunu çoktan çözülmüştür. Artık üretim sorunu kalmamıştır. Ne var ki bu durum sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor. Tam tersine sorunların en çok olduğu bir süreci yaşamaktayız. Çünkü, hala kapitalist modernite sisteminin hakimiyeti vardır. Kapitalist modernitenin varlığı sorunların çözümünü engelliyor. Öte yandan tüketimin temel sermaye aracı haline gelmesi sorunların insan ve toplum dışına taşırılmasına yol açmıştır. Bu, doğanın tahribi, ekolojinin yıkımı, gezegenimizin yaşanmaz duruma gelmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Temel amaç bizzat tüketimin kendisi olunca doğanın kendisi de dahil her şey daha fazla nesneleştirilmiş oldu. Önder Apo özne ile nesnenin ayrıştırılması ve aradaki farkın derinleştirilmesi üzerinden gelişen uygarlık sisteminin kapitalist modernite sisteminde maksimum derinliğe ulaştığını ve gittikçe öznenin bile nesneleştiği bir aşamaya varacağını belirtmiştir. Şimdi böyle bir aşama yaşanmaktadır. Bu tabi ki daha fazla çelişki, rekabet, çatışma ve savaş olarak yansımasını bulmaktadır. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı biçiminde olmaktadır. Çünkü çelişkiler lokal veya bölgesel değil, evrenseldir. Zaten söz konusu çelişik durum sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır.
Dünyanın en gelişmiş savaş filosu Ortadoğu’dadır
Sistem de her yerde vardır ve dolayısıyla çelişki ve savaş durumu her yere taşınmıştır. Şüphesiz bu çelişkiler belli merkezler üzerinden yürütülüyor. Bu merkezlerden biri de Ortadoğu’dur. Ortadoğu kadim tarihten beri önemli bir merkez olagelmiştir. Bundan dolayı da çelişki ve çatışmaların merkezlerinden biri olmuştur. Şimdi de böyle bir konumu vardır. Tüketim toplumu aşamasında çelişki ve rekabetin Asya gibi başka yerlerde de artması Ortadoğu’nun öneminin azaldığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine Ortadoğu’nun önemi daha da artmıştır. Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler böyle bir tartışmanın yanlışlığını ortaya koyması bakımından da önemlidir.
Önder Apo günümüzde tüm çelişki ve çatışmaların Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında olduğunu belirtmiştir. Bunu en iyi ortaya koyan Ortadoğu’da cereyan eden son gelişmelerdir. Eğer böyle olmasaydı dünyanın en gelişmiş savaş sistemleri Ortadoğu’ya getirilmezdi. Şu an dünyanın en gelişmiş savaş filosu Ortadoğu’dadır. Filistin’deki gelişmeler ortaya çıkınca ABD en büyük savaş gemisini Ortadoğu’ya getirdi. İkincisinin de getirileceği belirtiliyor. Aynı şekilde İngiltere’nin de deniz filosunu Ortadoğu’ya getireceği söylenmektedir. ABD’nin en büyük deniz gemisi demek dünyanın en büyük deniz filosu demektir. Bu ciddi bir savaş tutumu demektir. Bunun sadece İsrail’in Gazze’ye ve Hamas’a karşı yapacağı savaş için olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Şüphesiz İsrail’in varlığı ve güvenliği ABD ve NATO için çok önemlidir. Sırf bunun için de olsa bunlar yapılabilecek şeylerdir. Bununla birlikte İsrail devletinin varlığı ve güvenlik sorunu bölgesel bir meseledir. Sadece üzerinde kurulu coğrafyayı değil, bir bütün Ortadoğu’yu ilgilendirmektedir. Tarihsel Arap-Yahudi sorununun yeniden tırmanmasına ve Filistin sorununun ortaya çıkmasına yol açan İsrail devletinin kurulması, kapitalist modernite güçlerinin Ortadoğu politikalarıyla yakından bağlantılıdır. Çünkü; Ortadoğu’daki kurulu düzenin temel ayaklarından biri İsrail devletinin varlığı ve güvenliğidir. Bunun ilk sonucu Filistin sorunudur. Filistin sorununun başlangıcından günümüze kadar tüm Ortadoğu’yu ilgilendiren bir sorun olması işte bu durumdan dolayıdır. Hamas’ın yaptığı eylemler ve akabinde İsrail’in Gazze ve bölgeye yönelik başlattığı saldırılar bu gerçeği bir kez daha doğrulamıştır. Bu gelişmelerin nasıl sonuçlanacağı henüz bilinememektedir. Şimdi herkes bunu tartışmakta ve olayların nasıl sonuçlanacağını veya neye evirileceğini kestirmeye çalışmaktadır. Şüphesiz şu an bunu kestirmek zordur. Gittikçe yayılan bir savaş mı yoksa sınırları belirlenmiş çatışmalarla süren bir süreç mi olacağı bilinememektedir. Fakat kapitalist modernite güçleri arasında gittikçe derinleşen çelişkiler ve sistemin derinleşen krizi, gelişmelerin, Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında cereyan edeceğini göstermektedir. Ortaya konulan tutumlar da bunu göstermektedir. Öte yandan bu durum sadece Ortadoğu’da yaşanmamaktadır. Dünyanın başka yerlerinde de süreç böyle gelişmektedir. Ukrayna savaşı buna örnektir. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla Üçüncü Dünya Savaşı ilk kez Ortadoğu sınırlarının dışına çıkmıştır. Fakat şimdi yaşanan gelişmeler savaşın merkezinin tekrar Ortadoğu olacağına işaret etmektedir. Aslında Ortadoğu savaşın merkezi olmayı hep sürdürmüştür. Bu süreç kesintiye uğramamıştı. Yüz yıldır Kurdistan’da ve Filistin’de kesintisiz bir savaş vardır. Bu iki sorun üzerinden tüm bölge sürekli savaş alanı olmuştur. Şimdi yeni olan kapitalist modernitenin tüketim toplumu aşamasına varması ve bunun yol açtığı sonuçlardır. Buna göre çıkarmamız gereken temel sonuç Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’nun yanı sıra dünyanın başka bölgelerinde de yoğunlaşacağı ve sürecin bu temelde gelişeceğidir.
Kürt ve Filistin sorununun çözümü kadar Yahudi halkının sorununun doğru ve kalıcı çözümü de önemlidir
Ortadoğu’daki kurulu düzenin temel ayaklarından biri de hiç şüphesiz Kürt soykırımına dayalı siyasettir. Filistin sorunu, Ortadoğu’daki düzen ve cereyan eden yeni gelişmeler ele alınırken bu gerçeği dikkate almak gerekiyor. Aksi halde sorunların kökeni, gelişmelerin niteliği ve dolayısıyla da ortaya çıkacak sonuçlar doğru anlaşılamaz. Gelişmelerin seyri de ancak bunun kavranmasıyla anlaşılabilir. Kurdistan’da ve Filistin’de kurulan düzen gerçekte Ortadoğu’daki kurulu düzeni ifade etmektedir. Ortadoğu’daki düzen her iki halkın soykırıma uğratılması temelinde kurulmuştur. Bundandır ki Kurdistan ve Filistin’de yaşanan olumlu ve olumsuz gelişmeler tüm bölgeyi etkilemektedir. Her iki halkın mücadelesi ve özgürlüğe yakınlaşması Ortadoğu’daki soykırımcı sömürgeci düzeni sarsarken, tersi durum bunun derinleşmesine yol açmaktadır. Öte yandan bir Ortadoğu gerçeği olarak Yahudi halkının varlığı ve sorunu da vardır. Bu da Ortadoğu’nun önemli bir gerçeğidir. Yahudi halkının varlığı ve sorunu görmezden gelinemez, inkar edilemez. En az Kürt ve Filistin sorununun çözümü kadar Yahudi halkının sorununun doğru ve kalıcı çözümü de çok önemlidir. Ortadoğu’da kapitalist modernitenin çıkarlarına dayalı geliştirilen düzenin değiştirilmesi ve bundan sonraki sürecin demokratik temelde gelişmesi, egemenlik ve sömürü ilişkilerinin aşılarak halkların özgürce bir arada ve eşitçe yaşaması bununla olabilir. Böyle bir perspektifle Kürt, Arap ve Yahudi sorununa bakmak önemlidir. Diğer yaklaşımların tümü kesinlikle hatalı ve eksiktir. Arap milliyetçiliği (antisemitizm bağlamında) sorunu Yahudilerin Ortadoğu’ya dönüşünde, Yahudi milliyetçiliği (Siyonizm) ise sorunu Arapların varlığı olarak görmektedir. Buna göre birinin varlığı için diğerinin yok olması gerekmektedir. Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. Milliyetçilik ve ulus devletçi zihniyetin sonucu olan bu yaklaşımlar bugüne kadar sorunların daha da derinleşmesinden başka sonuç vermemiştir. Bunca acılı kayıpların nedeni bu yaklaşımlardır. Öte yandan devletçi zihniyetin ve onun ulus-devlet versiyonunun bir sonucu olarak gelişen bu yaklaşım tek seçenek olarak sunulmaktadır. Fakat gerçekte halkların tek seçeneği bu değildir. Böyle bir tarihsel okuma da tamamen yanlış ve temelsizdir. Sorunu ne Yahudilerin Ortadoğu’ya dönüşü ne de Filistinlilerin varlığı olarak görmek doğrudur. Önder Apo tarihin köklerine inerek Arap ve Yahudi sorunu da dahil tüm sorunların temelinde yatan gerçekliği tarihsel gelişimi içerisinde ortaya koymuştur. Önder Apo’nun geliştirdiği bu yeni tarih okuması son derece bilimseldir. Toplumsal gerçekliği doğru ortaya koyan bir niteliğe sahiptir. Önder Apo’nun devletçi paradigmayı aşan, tarihsel gelişmeleri toplumcu paradigma bakışıyla ele alan bu yeni tarih okuması en çok da Ortadoğu’daki sorunların çözümü açısından önemlidir.
Tarihsel Arap-Yahudi sorunu devletçi uygarlığın gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Birbirinden ayrı olarak Arap ve Yahudi sorunu da devletçi uygarlığın gelişmesinin bir sonucudur. Önder Apo bunu tarihsel gelişimi içerisinde genişçe ele almıştır. Bunun tarihte Horitler ile Amoritler arasında yaşanan çelişkiyle bağını ortaya koymuştur. Bunlar önemlidir ve bunları bilmeden veya dikkate almadan günümüzde yaşanan sorunların niteliğini anlamak ve çözümünü sağlamak mümkün değildir. Zaten böyle yaklaşıldığı için sorunlara çözüm geliştirilemiyor, sorunların daha da derinleşmesine yol açılıyor. Böyle yaklaşıldığı için derinleşen sorunlardan biri de Arap-Yahudi sorunu olmuştur. Arap-Yahudi sorununa bugüne kadar mevcut bakışın dışında bir yaklaşım olmamıştır. Birbirinin düşmanı olarak konumlanan güçler kapitalist modernite zihniyetiyle, onun ulus devlet anlayışıyla sorunu çözme konusunda ortaklaşmışlardır. Çünkü ikisinin de zihniyeti kapitalist modernite ve onun ulus- devlet anlayışından mustariptir. Halbuki günümüzde İsrail-Filistin sorunu olarak karşımıza çıkan Arap-Yahudi sorununun temelinde ulus devletçi zihniyet ve yaklaşım vardır. Arap ve Yahudi halkının yaşadığı kadim coğrafyalarda ulus devletler kurma yaklaşımı bu sorunun esas nedenidir. Bu yaklaşım aşılmadan bu sorunun çözümü mümkün olmaz. Aslında sadece İsrail-Filistin sorununun çözümünde değil, başta Kürt sorunu olmak üzere Ortadoğu’daki tüm sorunların çözümü için bunun olması şarttır.
Filistin sorununun ortaya çıkması
Kürt sorununun ortaya çıkması gibi Filistin sorununun ortaya çıkması da kapitalist modernitenin Ortadoğu politikalarının bir sonucu olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte kapitalist modernite güçlerinin Ortadoğu’ya yaklaşımı bir imparatorluk olan Osmanlı devletini parçalamak ve kendilerine bağımlı ulus devletler yaratmak olmuştur. Osmanlı devletinin Almanya’yla kurduğu ittifak bu sürecin gelişmesini önleyememiştir. Almanya’nın Birinci Dünya Savaş’ından yenilgiyle çıkması üzerine İngiltere ve Fransa dünyayı ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmişlerdir. Ortadoğu’da ağırlıklı olarak İngiltere’nin etkisi ve denetimi gelişmiştir. Ortadoğu coğrafyası bağımlı devletler biçiminde olabildiğince parçalanmıştır. Kurdistan dört ulus devlet arasında parçalanmış ve Kürt halkı soykırım sürecine alınmıştır. Türk devletiyle kapitalist modernite güçlerinin yaptığı mutabakatla bu olmuştur. Bununla bir taraftan Kürt halkı soykırıma tabi tutulmuş diğer taraftan da Türk, Arap ve Fars ulus devletleri bağımlı kılınmıştır. Kapitalist modernite güçleri bu yöntemi çıkarları açısından uygun görmüşlerdir. Ermeniler, Süryaniler gibi birçok halkın kırımı ve tasfiyesi de bu süreçte ve böyle bir yaklaşımın sonucunda olmuştur. Arap-Yahudi sorununun tekrardan baş göstermesi ve Filistin sorununun ortaya çıkması da bu sürecin bir sonucudur. Şüphesiz her birinin özgün yönleri de vardır. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Yahudi halkının Ortadoğu’ya dönüşü ve akabinde gelişen sürecin bu yönünü görmek gerekiyor. Avrupa’da kapitalist modernitenin gelişmesiyle birlikte Yahudi halkına yönelik pogromlar (katliamlar) da artmıştır. Bunun sonucunda Yahudiler arasında kadim toprakları olarak gördükleri Ortadoğu’ya yerleşme ve burada kendilerine ait bir devlet kurma fikri gelişmiştir. Bunun karşılaşacağı engelleri ortadan kaldırmak için kapitalist modernite güçlerinin desteğini sağlama yoluna başvurmuşlardır. Bu da sorunlu durumun ortaya çıkmasının esas nedeni olmuştur. O dönemde İngiltere Ortadoğu’yu kendisine daha fazla bağımlı kılmak için dinamikleri birbiriyle dengeleme yoluna başvuruyordu. Bu kapitalist modernite sisteminin ve emperyalizmin başvurduğu klasik bir yöntemdir. Buna kısaca dengeleme ve böl-yönet politikası denmektedir. İngiltere’nin Ortadoğu meselesine ve Arap sorununa yaklaşımında Yahudi halkının içerisinde bulunduğu durumu kullandığını söylemek yanlış olmaz. Kapitalist modernite güçlerinin yaklaşımının temelinde çıkar ilişkisi vardır ve o zaman da bu kaygılarla hareket etmiştir. Şüphesiz bunun daha geniş meseleleri de içerisinde barındıran bir zemini de vardır. Örneğin İngiltere o dönemde Rusya’daki pogromlardan kaçarak Amerika’ya giden Yahudilerin ABD’yle geliştirdiği ilişkiler sonucunda ABD’nin savaşta Almanya’yı destekleyeceğinden çekinmiş ve bunun olmaması için kendisiyle ilişkide olan Yahudilerle iyi geçinmeye ve Yahudi sorunuyla daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya, Almanya’ya karşı İngiltere’nin yanında yer almıştır. Bu dönemde Yahudi pogromlarının en çok olduğu yer ise Rusya olmuştur. Neticede bu gerçekleşmemiş, savaşta İngiltere galip gelmiştir. Rusya’da ise Ekim Devrimi gelişmiştir. Fakat Yahudi halkı esas olarak Naziler döneminde büyük katliam ve soykırıma maruz kalmıştır. Bunun sonucunda Yahudilerin Ortadoğu’ya gelişi artmıştır. Arap- Yahudi çelişki ve çatışması da tüm bu süreçlerle birlikte gittikçe artmıştır. İsrail ulus devletinin kurulmasıyla bu ayyuka çıkmış ve derinleşerek günümüze kadar gelmiştir.
Yahudi halkının Avrupa’daki pogromlardan kaçarak Ortadoğu’ya gelmeleri esasında doğru ve gerekli bir adımdı. Çünkü Yahudi toplumunun kendisiyle bulaşacağı ve gelişimini sağlayacağı yer Ortadoğu’dur. Ortadoğu dışında Yahudi halkının toplum olarak gelişimlerini sağlamaları ve varlıklarını korumaları mümkün değildir. Önder Apo bunun tarihsel, toplumsal ve güncel tahlilini yaparak böyle olduğunu belirtmektedir. Fakat Yahudi halkının Ortadoğu’ya dönüşünün ulus devletçi zihniyetle tasarlanması ve sürecin böyle yürütülmek istenmesi tam tersi sonuçların doğmasına yol açmıştır. Ulus-devletçi zihniyetin yanı sıra tarihsel dinci ve hatta kabileci anlayışların da olması karşıtlığı daha da derinleştirmiştir. Böylece bırakalım Yahudi halkının varlık sorununu aşması ve gelişimini sağlayacak koşullara kavuşması, eskisinden de daha tehlikeli bir durumu yaşamasına yol açılmıştır. Süreci böyle özetlemek mümkündür. Yahudi halkının tarihsel serüveni ve bugün Filistin halkının maruz kaldığı soykırım süreci, devletçi zihniyetle yapılan tasarımların yol açtığı sonuçları göstermesi bakımından öğreticidir. Buna ibret vericidir demek daha doğru olur. Çünkü son derece acılı bir durum söz konusudur. Yahudi halkı Avrupa’da maruz kaldığı katliamlardan dolayı Ortadoğu’ya, Filistin topraklarına gelmiştir. Yahudilerin soykırımla sonuçlanan katliamlara maruz kalmasının nedeni ise devletçi uygarlıktır. Onun kapitalist modernite versiyonu ve ulus-devlet anlayışıdır. Ne var ki aynı zihniyetten dolayı Filistin halkı katliama ve soykırıma uğramaktadır. Bu gerçekten de ders çıkarılması gereken ibret verici bir durumdur. Herhalde bunun kadar ibret verici ve öğretici başka bir tarihsel olay yoktur.
Ulus-devletçi yaklaşım sorunları ağırlaştırmaktadır
Ulus-devletle sorunların çözülemeyeceği, daha da ağırlaştığı en iyi Arap-Yahudi sorununda görmek mümkündür. Kürt sorununun yaratılması ve çözümsüz kalması da ulus-devlet yaklaşımının bir sonucudur. Ortadoğu’daki diğer sorunların temelinde de ulus-devletçi anlayış vardır. Ortadoğu’da ulus-devletçi anlayış aşılamadığından sorunların çözümü mümkün olamamıştır. Neredeyse hiçbir sorun çözülememiş ve gelişme de sağlanamamıştır. İsrail-Filistin sorununda görüldüğü gibi her an tüm bölgeyi savaşa çekecek düzeyde ağır sorunlar yaşanmaktadır. Aynı şey Kürt sorunu açısından da geçerlidir. Soykırımcı sömürgeci Türk devletinin ulus-devletçi anlayıştan kaynaklanan Kürt düşmanı zihniyeti ve bu yönlü politikaları Ortadoğu’yu bir çatışma, savaş ve soykırım ortamına sürüklemektedir. Böyle bir durumun varlığı gerçekte hiçbir gelişmenin olmadığını, gelişme olarak yansıtılanların tamamen biçimsel olduğunu kanıtlamaktadır. Öte yandan kapitalist modernite güçlerinin sürekli olarak Ortadoğu’ya müdahil olmaları, çıkarlarına göre Ortadoğu’yu dizayn edip yönetmeleri de bu zihniyetin bir sonucudur. Zaten ulus-devlet temelinde Ortadoğu’yu dizayn eden kapitalist modernite güçleri olmuştur. Bu düzenek hala işlemektedir. Eğer bir değişim olmuşsa o da küresel sermaye sisteminin ihtiyaçları temelinde ABD ve NATO’nun bazı rejimlere müdahalesi biçiminde olmuştur. Bu da niteliksel bir değişimi ifade etmez. Ulus-devletçilik Ortadoğu’da baskın düşünce ve siyaset olmaya devam ediyor.
Filistin sorununun geldiği aşama bakımından ulus-devletçi yaklaşımın payı belirleyicidir. Yahudi milliyetçiliğine karşı Arap milliyetçiliği sorunu çözemediği gibi daha da ağırlaştırmıştır. Öyle ki, bir taraftan fanatikçe bir yaklaşım içerisinde olurken, koşullar değiştiğinde, tersi bir tutum içerisine girebilmiştir. Arap ulus-devletlerinin Filistin halkının davasını her zaman savunma tutumunda olmamaları Filistin davasına en çok zarar veren faktör olmuştur. Özellikle sorunun başlangıç aşamasında böyle olmuştur. İsrail devletinin resmen kurulmasıyla, Arap ulus-devletleri, İsrail’e karşı radikal bir tutum almışlardır. Fakat zamanla İsrail’e karşıtlık ve Filistin davasına yaklaşım politik bir biçim kazanmıştır. Önce Nasırcılık, daha sonra Baas partilerinin Suriye ve Irak’ta iktidara gelmesiyle birlikte İsrail sorunu ve Filistin davası politik bir rekabete dönüşmüştür. Arap ulus-devletlerinin bu yaklaşımı Filistin hareketinin bağımsız bir çizgide gelişmesini de engellemiş veya zorlaştırmıştır. Şüphesiz İsrail-Filistin sorunu konusunda her şeyi aynılaştıran bir yaklaşım yanlıştır. Olay ve olguları tarihsel gelişimleri içerisinde birbiriyle bağlantılı ve iç içe ele almak hakikatin anlaşılması bakımından önemlidir. Fakat bu her şeyi aynılaştırmak biçiminde olmamalı. Filistin sorununu ortaya çıkaran İsrail devletinin zihniyeti ve politikalarıdır. Tıpkı Türk devleti gibi İsrail devleti de soykırımcı bir zihniyetten mustariptir. Türk devleti Kürt halkına nasıl yaklaşıyorsa İsrail devleti de Filistin halkına öyle yaklaşmaktadır. Türk devleti varlığını Kürt soykırımına dayandırarak kurgulamaktadır. İsrail devleti de aynı şekilde varlığını Filistin halkının soykırıma uğraması ve ortadan kaldırılması üzerine kurmuştur. Arap milliyetçiliğine dayalı yaklaşım ise bu zihniyeti daha da perçinlemiştir. Bu iki milliyetçilik karşılıklı olarak birbirini beslemiştir. Yahudi milliyetçiliği Filistin’in tümüyle İsrail’e ait kılınmasını ve bunun için Arapların ortadan kaldırılmasını; Arap milliyetçiliği de Filistin’de Arap egemenliğinin kurulmasını ve bunun olması için İsrail’in yok edilmesini ön görmektedir. Geleneksel milliyetçilik ve dincilikle bezenen bu iki ulus devletçi yaklaşımın ulaştığı nokta çatışmanın derinleşmesi karşısında sorunun iyice çözümsüz kılınması ve Filistin halkının soykırıma uğratılması olmuştur.
Arap ulus-devletlerinin Filistin davasını gerçek anlamda sahiplenmeyişi ve soruna çözüm getirememesi Filistin hareketinin gelişmesi açısından olumlu bir etkisi olmuştur. 1967 yılında Arap ulus-devletlerinin İsrail karşısında yaşadığı yenilgiden sonra Filistin hareketi güçlenmeye ve Filistin davasını gerçek anlamda sahiplenerek Filistin halkının kurtuluşu için mücadele vermeye başlamıştır. Bu tarihten sonra Filistin halkının mücadelesi güçlenmeye ve tüm dünyada tanınır duruma gelmiştir. Ortadoğu’da ve tüm dünyada Filistin hareketi ve Filistin halkının mücadelesi halklar tarafından destek görmeye başlamıştır. Ortadoğu’dan ve dünyadan birçok insan Filistin hareketinin saflarında Filistin halkının davası için mücadeleye katılmıştır. Şüphesiz Filistin davasının bölgede ve dünyada destek görmesinin temelinde Filistin hareketinin ağırlıklı olarak sosyalist görüşe sahip olması yatmaktadır. Başta Sovyetler olmak üzere birçok sosyalist ülkeden ve hareketten destek almıştır. Bilindiği gibi PKK de Filistin hareketinin bulunduğu sahalara gitmiş ve Filistin hareketiyle dayanışma içerisinde faaliyetlerde bulunmuştur. Bu süreçte PKK kuruluş aşamasını henüz yeni tamamlamasına rağmen İsrail’in Beyrut’a yaptığı saldırıda cephede savaşmış ve bir gerilla hareketi olarak ilk şehitlerini burada vermiştir. Kürt özgürlük hareketinin kurduğu bu ilişki Filistin ve Kurdistan halkının günümüze kadar dayanışma içerisinde olmasını sağlamıştır.
Dincilik ve liberalizmle Filistin hareketinin tasfiyesi hedeflendi
Şimdi Hamas’ın yaptığı eylemler sonrası gündeme giren İsrail-Filistin sorunu üzerine tartışmalar yürütülüyor. Kimileri Hamas’ın yöntemlerini yanlış bulup mahkum ederken kimileri de bunu yanlış bulmakla birlikte buna yol açanın İsrail’in izlediği politikalar olduğunu belirtmektedir. Yoğun bir dezenformasyonla her şey ana ve olaya sıkıştırılarak gerçeklik öteleniyor. ABD, Sovyetlerin Ortadoğu üzerindeki etkisini sınırlandırmak ve demokratik halk hareketlerini zayıflatmak için dinci ideolojiyi geliştirmiş ve bu ideolojiyle gelişen hareketleri desteklemiştir. Bu politika 1977 yılında “Yeşil Kuşak Projesi” adıyla ABD’nin yasal tasarıları haline gelmiş ve uygulanmıştır. Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesiyle resmiyete dökülen bu politikayla dinci ideolojiye dayalı hareketler sosyalist ve demokratik hareketlerin zayıflatılması karşısında geliştirilip desteklenmişlerdir. Bununla Sovyetlerin Ortadoğu’da etkisinin zayıflatılması amaçlanmıştır. Çünkü sosyalist ve demokratik halk hareketleri geliştikçe Ortadoğu’da ABD ve NATO’nun etkisi azalıyordu. Sovyetler de bu hareketlerle ilişkilenerek ve onları destekleyerek Ortadoğu üzerinde etkisini artırıyordu. ABD, NATO ve diğer kapitalist modernite güçleri buna karşı Ortadoğu’da dinci ideolojileri destekleme yoluna başvurmuşlardır. Ortadoğu’da dinci ideolojinin ve hareketlerin gelişmesi bu temelde olmuştur. Afganistan’da daha sonra radikal dinci gruplar olarak teşhir edilen El Kaide ve Taliban hareketleri bu kapsamda ABD ve NATO tarafından desteklenip geliştirilen örgütler olmuştur. Bilindiği gibi Usame bin Ladin, Suudi kraliyet ailesinin bir üyesidir. Halk üzerinde etkili olması açısından ABD’nin istemiyle Suudi kraliyet ailesinin bir üyesi olarak kendisine örgüt kurdurulmuş ve Afganistan’a gönderilip Taliban ile birlikte Sovyetlere karşı savaştırılmıştır. Taliban da Pakistan’da CIA tarafından kurulup eğitilip Afganistan’da Sovyetlere karşı savaştırılmıştır. Sovyetler Afganistan’dan çıkmak durumunda kalmıştır. Bu örgütler ise Afganistan’da devlet yönetimini ele geçirmişlerdir. El Kaide ve Taliban en çok bilinen hareketlerdir, fakat Ortadoğu’daki tüm dinci hareketler bu politika kapsamında, ABD ve NATO tarafından kurulmuş ve desteklenip geliştirilmiştir. Pakistan ve Afganistan’ın yanı sıra İran, Irak, Suriye, Kurdistan, Türkiye, Lübnan, Filistin, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde dinci ideolojiye dayalı hareketler geliştirilip desteklenmiştir. Sovyetlerin dağılması ve dünyada sosyalist hareketlerin zayıflaması sonucu dinci ideolojiye dayalı hareketler de misyonlarını tamamlamışlardır. Bu süreçten sonra ABD küresel sermayeyle uyumlu olacak şekilde “Ilımlı İslam” projesi geliştirmiştir. Taliban gibi devlet iktidarını ele geçiren bazı hareketler böyle bir dönüşüm sürecine girmeyip bağımsız bir güç olarak kalma tutumuna girince ABD’nin hedefi haline gelmişlerdir.
Hamas da bu kapsamda Filistin hareketinin zayıflatılması amacıyla ABD ve İsrail tarafından kurulup desteklenmiştir. Bu desteğe dayanarak Hamas varlık kazanmıştır. Bilindiği gibi Hamas İhvan hareketinin bir parçası olarak gelişmiştir. İhvanı Müslim’in denen yapı ise ABD ve NATO tarafından desteklenen ve yönlendirilen bir örgüttür. Diğer dinci hareketler gibi İhvan-ı Müslim’in de sosyalist hareketle olan ilişkilerinden ötürü Arap milliyetçiliğine ve Arap bağımsızlık hareketlerine karşı faaliyetlerde bulunmuş, temel amaç olarak sosyalizmin gelişmesini engellemek olarak belirlemiştir. ABD, İsrail ve NATO’ya karşı bir tutumları olmadığı gibi, onların desteğine dayanarak var olmuştur. Filistin hareketinin zayıflatılması amacıyla, Hamas, İhvan hareketinin bir kolu olacak şekilde CIA ve Mossad tarafından Filistin’e yerleştirilmiştir. Hamas’a biçilen misyon bu olmuştur. Bugün Hamas’ın İsrail devletiyle çatışıyor olması misyonunu tamamlamasından ötürüdür. Bunun El Kaide veya Taliban’ın ABD’yle çatışmasından bir farkı yoktur. Dinci ideoloji bir misyon temelinde, ABD, İsrail ve NATO tarafından geliştirilmiştir. Sovyetlerin dağılması ve demokratik halk hareketlerinin görece zayıflamasından sonra bu ideolojiyle gelişen hareketler misyonlarını tamamlamışlardır. Bundan sonra oynayacakları herhangi bir rol yoktur. Olsa olsa ancak çatıştıkları güçlerle, yani ABD, İsrail ve NATO’yla çelişki içerisinde olan güçlerin politikaları doğrultusunda hareket edebilirler. Çünkü bu hareketler istihbarat örgütlerince kurulup geliştirilmişlerdir. Hamas’ı da böyle anlamak gerekiyor. Dolayısıyla Hamas’ın Filistin halkının kurtuluşu ve özgürlüğü için oynayacağı herhangi bir rol yoktur. Olması da mümkün değildir.
Yeşil Kuşak Projesi kapsamında Kurdistan’da da dinci ideolojiye dayalı örgütler kurulmuştur. Kuzey Kurdistan’da özgürlük çizgisi temelinde hareket gelişince, PKK’ye ve Kurdistan devrimine karşı Hizbullah adıyla dinci bir hareket kurulmuştur. Bu yapı bizzat devlet tarafından yönetilmiştir. Hizbullah adıyla kurulan bu yapının nasıl bir rol oynadığı, binlerce Kürt yurtseverini katlettiği biliniyor. Bugün de bu yapı devlet tarafından kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye NATO üyesi bir devlet olduğundan, dinci hareketler bizzat devlet eliyle kurulmuş ve yönetilmişlerdir. Ortadoğu’da dinci ideolojiye dayalı örgütlerin nasıl ve hangi amaçla kurulduğunu en iyi Türkiye’deki durumda görülüp anlaşılabilir. Türkiye’de dinci ideolojiye dayalı örgütler Komünizmle Mücadele Dernekleri adıyla resmi olarak örgütleniyordu. Bunun giderleri bizzat CIA tarafından karşılanıyordu. Tayyip Erdoğan dahil bugün Türkiye’yi yöneten klik bu derneklerde faaliyet yürüten veya yetişmiş kişilerdir. Fetuhllah Gülen de Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucuları arasında yer alan bir kişidir. 1980 askeri darbesiyle bu ideoloji Kemalist ideolojinin yerine ikame edilmiştir. Artık bu tarihten sonra devletin destekleyip yönettiği bir hareket olmaktan çıkıp bizzat devleti yöneten bir konuma gelmiştir. Bu açıdan dinci ideolojiye dayalı hareketin Türkiye’deki gelişimini bilmek önemlidir.
Oslo süreci Filistin hareketinin tasfiyesi için kurulan bir tuzaktı
Filistin hareketini zayıflatmanın bir diğer yöntemi olarak liberalizm ideolojisinin geliştirilmesi olmuştur. Filistin hareketi içerisinde liberalizm mücadelenin durdurularak diplomasiyle sonuç alma yönteminin esas alınmasıyla gelişmiş ve bunun sonucunda Filistin hareketi etkinliğini yitirmiştir. Dikkatler diplomasiye verilirken hareketin birçok önde gelen kadroları İsrail tarafından hedeflenmiştir. Direnişten uzaklaşıldıkça ve hareketin kadroları vurularak hareket zayıf düşürüldükçe diplomasiye daha fazla sarılma olmuştur. Halbuki Oslo süreci olarak geliştirilen diplomasi süreci Filistin hareketinin tasfiyesi için kurulan bir tuzaktı. Maalesef bu tuzağa düşüldü ve Filistin davası adına bundan çok fazla zarar görüldü. Bilindiği gibi en son Yaser Arafat Ramallah’taki karargaha kapatılmış ve çevresi çözümü ABD politikalarında gören kişilerle kuşatılmıştır. Akabinde de İsrail tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Şüphesiz Filistin hareketinin liberal bir savrulma yaşamasının ideolojik ve siyasi boyutları da vardır. Reel sosyalizm çözüldükten sonra sol, sosyalist ve Marksist ideolojiyi esas alan hareketler ideolojik bir savrulma yaşamışlardır. Zaten Sovyetlerin kendisi dıştan doğrudan bir müdahale olmaksızın, ideolojik nedenlerden dolayı dağılmıştır. Sovyetler böyle bir durumu yaşarken Sovyetlere dayalı gelişen hareketlerin de benzer bir savrulma yaşamaları beklenen bir şey olmuştur. Nitekim tüm dünyada sosyalist ve demokratik hareketler Sovyetlerin dağılmasından olumsuz etkilenmişlerdir. Önder Apo ideolojik dönüşüm ve paradigma değişikliğini gerçekleştirerek PKK’nin böyle bir savrulma yaşamasının önünü almıştır. Sadece bunun önünü almakla da kalmamış, devletçi paradigmadan kopuşu sağlayarak ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı devlet dışı sosyalizm anlayışıyla yeni dönemde eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü üstlenmiştir. Şüphesiz Önder Apo zihniyet devrimi temelinde böyle bir derinleşmeyi yaşamış ve bunu ideolojik politik bir çerçeveye kavuşturmuştur. Eğer Filistin hareketinde de böyle bir dönüşüm yaşansaydı bu durumu yaşamaz ve Filistin hareketi bugünkü durumda olmazdı. Şimdi de ihtiyaç duyulan şey böyle bir dönüşümün yaşanması, ulus-devletçi zihniyetin aşılarak demokratik ulus zihniyetinin esas alınmasıdır.
Ortadoğu’da cereyan eden gelişmelerden en fazla kaygı duyan ve bunu yansıtan güç Türk devleti olmaktadır. Çünkü Türk devleti Ortadoğu’daki dengelerden en fazla etkilenen bir konumda bulunuyor. Yeni gelişmeler dengelerin değişmesine yol açtığından buna gösterdiği tepki normalin üzerinde olmaktadır. Bu, dengelerden yararlanan konumunu kaybetmenin yol açtığı bir kaygıdır. Yoksa herhangi bir ilkeye bağlılığından dolayı değildir bu kaygı. Belki bu durum, yani dengelerden yararlanma yaklaşımı tüm devletler için söz konusu edilebilir; fakat bunun potansiyeli veya imkanı her yerde ve her devlet için aynı değildir. Türkiye’de bunu önceleyen ve faydalı kılan koşullar ve bu koşulları oluşturan jeopolitik ve jeostratejik imkanlar vardır. Türkiye jeopolitik bakımdan önemli bir yere sahiptir. Bu konum Türkiye’yi önemli kılmaktadır. Türk devleti kuruluşundan bugüne kadar bu konumuna dayanarak siyaset yapmış ve siyasetine destek bulmaya çalışmıştır. Bundan önemli sonuçlar almıştır. En başta da Kürt soykırımı politikalarını dışarıdan aldığı destekle yürütebilmiştir. Çünkü Türk devletinin temel politikası Kürt soykırımıdır. Varlığını buna dayandırmıştır. Eğer bugüne kadar bu politikayı sürdürebilmişse dış güçlerden, en başta da ABD ve NATO’dan aldığı destekle bunu yapmıştır. Şimdi de Türk devleti ABD ve NATO’dan aldığı destekle Kürt soykırımı politikalarını yürütebiliyor. Eğer bu destek olmasaydı Türk devleti ne geçmişte ne de günümüzde Kürt soykırımı politikalarını yürütebilirdi. Şüphesiz dış güçler jeopolitik bakımdan arz ettiği önemden dolayı Türkiye’ye bu desteği verme tutumu içerisinde oluyorlar.
Türk devletine destek veren güçlerin başında bir de İsrail gelmektedir. Zaten Türkiye İsrail’e olan olumlu yaklaşımından dolayı ABD ve NATO tarafından bu kadar desteklenmiştir. Bugün bu desteğin devam ediyor olması da bu ilişkinin sürmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla İsrail’in desteği Türk devleti açısından çok önemlidir. İsrail’in uluslararası komplodaki rolü, bu önemi açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü uluslararası komplo Kürt soykırımı politikaları kapsamında Türk devletine en üst düzeyde verilmiş bir destektir. Uluslararası komplo bir ABD-İsrail planıydı. Bu plan NATO’nun koordinasyonuyla gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan İsrail ile ilişkiler Türk devleti için çok önemlidir. Bu ilişkinin bozulması demek Türk devletinin dış güçlerden aldığı desteğin tehlikeye girmesi anlamına gelmektedir. Türk devletinin İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı saldırılar karşısında sınırlı bir tepki beyanıyla yetinmesi ve daha ileri adımlar atma tutumuna girmemesi bununla bağlantılıdır. Dikkat edilirse Türk devleti gelişmelerden son derece kaygılıdır. Bu kaygısını açıkça yansıtmaktadır. Fakat tepkisi çok sınırlı ve cılızdır. Bu iyi anlaşılırsa, Türk devletinin siyaseti ve karakteri bakımından her şey açıklığa kavuşmuş olacaktır. Bazıları Türk devletinin siyasetini ve karakterini bilmediğinden Tayyip Erdoğan’ın bu durum karşısında çok fazla sert tepki göstereceğini ve bir şekilde durumu değiştirecek hamleler yapacağını bekliyordu. Tabi böyle bir durum yoktur. Türkiye’de özel savaş çok fazla önde olduğundan gerçeklerin anlaşılması zorlaşıyor. Türk devletinin bir özelliği de özel savaşı çok fazla kullanması ve bununla algıları etkilemesidir. Son yıllarda, özellikle faşist AKP-MHP iktidarıyla birlikte bu oldukça artmıştır. Fakat milliyetçilik, şovenizm ve faşizmle beslenen bir baskı iklimi yaratıldığından bu meseleler açıkça ve gereğince ele alınıp tartışılmıyor. Bu konuda Türkiye kamuoyu ve Türkiye aydınları çok yetersiz kalıyor. Bir yerde özel savaşın ve algı oluşturma stratejilerinin yoğunlukla kullanılması topluma verilen değerin azlığının bir sonucu ve göstergesidir. Fakat Türkiye toplumu bu konuda aydınlatılamıyor ve bu cendereden çıkarılamıyor. Şimdi toplumun önemli bir çoğunluğu Tayyip Erdoğan’ın temel kaygısının Filistin halkının geleceği olduğunu ve bunun için çabaladığını, hatta Tayyip Erdoğan Gazze’deymiş gibi düşünebiliyor. Toplumu böyle düşündürten özel savaş merkezinin faaliyetleridir. Bu iktidarı elinde tutanlar tarafından bir başarı olarak görülüp sunuluyor, fakat gerçekte bir toplum için bu bir başarı değil, bir düşüşü ifade eder.
İsrail’in Filistin’e yönelik izlediği politika NATO’nun bir stratejisidir
Türk devleti dünyanın iki kutba bölündüğü ve iki kutup arasında kümelenmenin olduğu bir süreçte kuruldu. Türkiye bu siyasi konjonktürden çok faydalanmıştır. Hiçbir devletin faydalanmadığı kadar Türk devleti bundan faydalanmıştır. Devletin kuruluşu sürecinde politik davranarak her iki bloktan yararlanmıştır. 1930’larda kutuplar keskinleşip İkinci Dünya Savaşı sürecine girilince Türk devleti daha sonra NATO olarak şekillenecek olan ABD’nin başını çektiği kapitalist modernite bloğu içerisindeki yerini almıştır. NATO kurulunca Türkiye NATO’ya üye olmuştur. Bilindiği gibi bundan sonraki süreçte dünya siyasetini belirleyen ve buna göre stratejiler geliştiren güç NATO olmuştur. İsrail’in kuruluşu da NATO’nun bir kararı ve stratejisidir. Sadece İsrail’in kuruluşu değil, Ortadoğu’ya yönelik tüm politikaların şekillendiği merkezdir. Dolayısıyla İsrail’in Filistin’e yönelik izlediği politika NATO’nun bir stratejisidir ve NATO desteğiyle olmaktadır. Eğer ABD ve NATO desteği olmasaydı İsrail bu politikayı yürütemezdi. Tıpkı Kürt soykırımı politikalarında olduğu gibi Filistin’in soykırımdan geçirilmesi politikası da NATO desteği olmadan mümkün olamazdı. Görüldüğü gibi Türk devleti ve İsrail birçok bakımdan şaşırtıcı derecede birbirine benzemektedir.
Türkiye hem jeopolitik konumu hem de NATO üyesi olmasından ötürü devletler arası çelişkilerden fayda sağlamaktadır. Bundan dolayı Türkiye devletler arasında çelişkilerin yumuşamasını istememektedir. Çünkü çelişkiler yumuşayınca kendisine olan ihtiyaç azalmaktadır. Türkiye’nin böyle bir özelliği ve yaklaşımı vardır. Türkiye’nin yararlandığı çelişkilerden biri ABD ile Sovyetler arasındaki çelişki olmuştur. Soğuk savaş sürecinde bundan son derece faydalanmıştır. NATO’dan tam destek alarak politikalarını sürdürmüştür. Sovyetler dağıldıktan sonra da bu destek devam etmiştir. Çünkü dünya yeni bir sürece, Üçüncü Dünya Savaşı sürecine girmiştir ve Sovyetler dağılmasına rağmen NATO varlığını korumaya devam etmiştir. Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen uluslararası komplo da Türkiye’ye verilen desteğin bir sonucudur. Bu aynı zamanda Türk devletinin ABD ve NATO politikaları kapsamında hareket etmesinin bir karşılığı olmuştur. Çünkü Ortadoğu’ya yönelik tüm müdahaleler ABD ve NATO politikaları biçiminde olmaktadır. Sovyetler dağıldıktan sonra ise bu politikalar Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında olmaktadır. Türkiye ABD ve NATO’nun politikaları doğrultusunda hareket ettiğinden bu desteği almaya devam etmektedir. Öte yandan Rusya-Ukrayna savaşından da Türkiye son derece yararlanmıştır. Çünkü bu savaş devletler arasındaki çelişkileri arttırmıştır. ABD ve Rusya, Rusya ve Avrupa ilişkileri bu durumdan dolayı gerilmiştir. Gerginleşen bu ortamdan Türkiye hem bir NATO üyesi olarak faydalanmış hem de Rusya’yla da ilişkilerini sürdürerek Rusya’dan ekonomik ve siyasi destek alabilmiştir. Bu çelişik bir durum olsa da Rusya içerisinde bulunduğu şartlardan dolayı NATO üyesi olmasına rağmen Türkiye yönetimine destek vermiştir.
Türkiye’nin en çok yararlandığı çelişkilerden biri de İsrail ile Arap devletleri arasındaki çelişki olmuştur. Bilindiği gibi İsrail devleti kurulduktan sonra ABD ve NATO’nun Ortadoğu politikasının temel boyutlarından biri İsrail devletinin güvenliği olmuştur. Bu politikanın önemli ayaklarından biri ise Türk devletinin varlığı ve desteği olmuştur. Zaten İsrail’i tanıyan devletlerin başında Türkiye gelmiştir. İsrail devletinin resmi siyaseti Filistin halkını soykırımdan geçirerek tümüyle Yahudiliğe dayalı bir devlet kurmaktır. Bu aynı zamanda ABD ve NATO’nun bir siyasetidir. Türk devletine verilen rol Ortadoğu’da İsrail’in bu siyasetini desteklemektir. Öte yandan böyle bir siyaset Yahudiler ile Araplar arasında sonu gelmez bir savaşın başlaması demektir. Nitekim süreç böyle gelişmiştir. Yahudilerin Filistin topraklarına gelişinden günümüze kadar bu çatışmalı durum devam etmiştir. Şimdi yaşanan olaylar da elbette bu sürecin bir parçası ve devamıdır. Türk devleti İsrail devletiyle Arap devletleri arasındaki bu çatışmalı durumdan son derece yararlanmıştır. İsrail’in yanında yer alarak İsrail, ABD ve NATO’dan destek almıştır. Hatta İsrail ile çatışmalı durumda olan Arap devletlerinden bile yer yer destek alabilmiştir. Şüphesiz Türk devleti tüm bu desteklerle Kürt soykırımı politikalarını yürütmüştür. Zaten Kürt soykırımı politikalarına destek almak için bu ilişkilere girmiştir. Türk devletinin NATO’ya girmesinin nedeni de Kürt soykırımıdır. Dünyada veya bölgede siyasi ilişkileri gerginleştiren bazı olaylar yaşandığında bazıları Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğini veya çıkması gerektiğini belirtiyorlar. Bunu belirtenler çoğunlukla iktidar çevresindeki kişiler olmaktadır. Bunlar temeli olmayan söylemlerdir. Türk devleti asla NATO’dan ayrılmaz. NATO olmadan Kürt soykırımı politikalarını yürütemeyeceğini çok iyi bilmektedir. Bunu herkes bilir.
Türk devletinin Rojava’ya saldırısından sonra İsrail’in Gazze’ye saldırısı başladı
7 Ekim 2023 tarihiyle birlikte İsrail’in Gazze ve Filistin’e yönelik başlattığı saldırılar birçok yönüyle Türk devletinin ve AKP-MHP iktidarının iki yüzlü gerçeğini açığa çıkarmıştır. Türk medyasının sorunu bu kadar gündemde tutması biraz da bu iki yüzlülüğün üstünü örtme ihtiyacından gelmektedir. Hatırlanacağı gibi Türk devleti Ankara’da gerçekleşen eylemi bahane ederek Rojava’ya yönelik büyük bir saldırıya girişti. Saldırıdan önce dışişleri ve savunma bakanları Rojava’da artık tüm alt ve üst yapının hedeflerinde oluduğunu ve bu hedeflere yöneleceklerini aleni bir şekilde belirttiler. Ve akabinde Rojava’ya yönelik saldırı başlatıldı. Hava saldırılarıyla belirtildiği gibi tespit edilen tüm yer altı ve yer üstü yapılar bombardıman altına alındı ve vuruldu. Bunlar arasında baraj, enerji tesisleri, hastaneler, okullar, yerleşim yerleri, erzak depoları, petrol rafinerileri, imalathaneler, fabrikalar vb vardı. Onlarca insan bu saldırılarda yaşamını yitirdi. Bu saldırılar hala da devam ediyor. Aslında Türk devleti yıllardır bu saldırıları yapıyor. Bu seferki saldırıların farkı daha yoğun ve şiddetli olmalarıydı. Türk devletinin bu saldırılarından beş gün sonra ise İsrail’in Gazze’ye saldırısı başladı. Türk devleti Rojava’ya yönelik böyle bir tutumdayken hiçbir hicap duymadan Tayyip Erdoğan Gazze’ye olan saldırının durmasını, yerlerin havadan vurulmamasını belirtti. Halbuki Tayyip Erdoğan’ın yaptığı Netanyahu’nunkinden hiçbir farkı yoktur. Hatta birçok yönüyle onunkinden beterdir. Peki, Türk devleti neden bu durumdan kaygıyı duydu ve kendisi Kürtleri katleden bir harekat içerisindeyken nasıl oldu da kamuoyu önünde bunu söyleyebiliyor? Herkes bu iki soruyu sormalı ve bunlara doğru cevabı bulmalıdır. O zaman Türk devletinin, AKP-MHP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın gerçeği ortaya çıkar. Türkiye kamuoyunun içerisinde bulunduğu durum da anlaşılmış olur.
Türk devletinin Hamas’ın eylemleriyle kızışan ve bölgede ne tür sonuçlara yol açacağı bilinmeyen bu durumdan kaygılanmasının tek sebebi oluşacak olası yeni dengelerin Kürt soykırımı politikalarını tehlikeye koyma düşüncesidir. Türk devleti böyle bir ihtimali kaldıracak veya karşılayacak durumda değildir. Hele tüm varlığını Kürt soykırımı üzerinden geliştiren AKP-MHP iktidarı açısından böyle bir durum son derece problem arz edecektir. Bu açıdan bu ihtimal Türk devletini ve AKP-MHP iktidarını fazlasıyla kaygılandırmaktadır. Yoksa televizyon ve medyalarında yansıttıkları gibi Türkiye Gazze ve Filistin halkının yaşadığı acılardan, Filistinlilerin yaşamını yitirmesinden, Filistin halkının yerinden yurdundan olmasından dolayı kaygılanmıyor. Gerçek meramın gizlenerek böyle yansıtılması devlet siyasetinin bir gereğidir sadece. Bu kirli siyaset AKP-MHP iktidarıyla birlikte fazlasıyla gelişmiştir. Türkiye’de neredeyse her şey çarpıtılmakta, küçücük bir şey bile olsa tersyüz edilerek sunulmaktadır. Böylece toplum gerçeğin ne olduğunu bilemez duruma getirilmektedir. İşte bu faşizmin toplumu yönetme biçimidir. Gerçekte ise Türk devletinin kaygısı Kürt soykırımı politikalarıdır. Eğer Türk devleti bu durumun ve bunun yol açacağı sonuçların Kürt soykırımı politikalarını tehlikeye atmayacağını, oluşacak yeni ortamdan bu konuda faydalanabileceğini görse veya kendisine böyle bir taahhütte bulunulsa, bu kaygılı durumu tümüyle ortadan kalkacaktır. Böyle bir durumda çatışma ve savaş durumunun daha fazla gelişmesi için çalışacaktır.
Türk devletinin tutumu hep bu olmuştur. Türk devleti kesinlikle Ortadoğu’da Araplar ile Yahudiler arasındaki çelişkinin bitmesini ve İsrail-Filistin sorununun çözümünü istemez. Nitekim son yıllarda İsrail ile Arap devletleri arasındaki gerginlik yumuşayınca ve aralarında mutabakatlar yapılınca Türk devleti bundan son derece rahatsız olmuştur. Arap devletlerini Filistin davasına ihanet etmekle suçlamıştır. Tabi ki Arap devletleri Filistin davasını sahiplenen bir tutumda olmamışlardır. Fakat Türk devletinin derdi Filistin davası değil, Ortadoğu’da çelişkilerin azalması sonucu kendisine olan ihtiyacın azalması ve bunun da Kürt soykırımı politikalarına olan desteğin kesilmesidir. Şimdi yeniden başlayan gerginlikten Türk devleti rahatsız değildir. Türk devleti bu durumun Kürt soykırımı politikalarına zarar vermeyeceğini bilirse, bunun daha da derinleşmesini ister ve bunun için çalışır. Dolayısıyla Türk devletinin ve AKP-MHP iktidarının bunun olması için çalıştığından şüphe etmemek gerekiyor.
Türkiye’de hakikatler ancak Kürt gerçeği temelinde ortaya çıkarılabilir ve anlaşılabilir
Bu olayların başlamasıyla birlikte Filistin meselesinde AKP-MHP iktidarının samimi olmadığı, toplumu aldattığı biçiminde bir eleştiri gelişmiştir. Türkiyeli bazı aydın ve gazeteciler tarafından bu eleştiri yapılmaktadır. Şüphesiz bu eleştiriler doğrudur; fakat Kürt gerçeğine dokunmadan yapıldığı için yetersiz kalmakta ve gereken etkiyi yaratamamaktadır. Maalesef milliyetçi duyguların etkisinden ve baskıdan dolayı hakikatler bütünlüklü bir şekilde dile getirilemiyor. Bundan dolayı da Türkiye’de olumlu gelişmeler yaratılamıyor. Türkiyeli aydınların, sol, sosyalist, demokratik hareketlerin bu konuda yetersiz kaldıkları açıktır. Buna demokratik siyaset alanı dahildir, çünkü bunu geliştirmek onların da sorumluluğudur. Türkiye’de hakikatler ancak Kürt gerçeği temelinde ortaya çıkarılabilir ve anlaşılabilir. Kürt gerçeğine dokunmadan hakikatler ortaya çıkarılamaz. Hakikatin sözü edilse bile bunun bir etkisi ve sonucu olmaz. Türkiye’de sabahtan akşama kadar AKP-MHP iktidarının, Tayyip Erdoğan’ın, dinci hareketlerin Filistin davası gibi bir dertlerinin olmadığı söylensin, bunun toplum üzerinde önemli bir etkisi olmaz. Çünkü bu durum gizlenmektedir. Herkes bin bir türlü maske takarak Filistin davasına sahip çıkıyor gibi yapabilmektedir. Bunu engellemenin ve değiştirmenin yolu Kürt halkının davasına sahip çıkmak, devleti ve AKP-MHP iktidarını bunun üzerinden eleştirip sorgulamaktır. Faşist şef Tayyip Erdoğan Gazze’ye bombardıman durmalı dediğinde Türkiye’de yüksek bir sesle, o halde sen neden Rojava’yı bombalıyorsun, denseydi, o zaman iktidarın maskesi düşerdi. Türkiye toplumu gerçeği anlar ve durumu buna göre taktir ederdi. Türkiye’de olmayan ve yapılması gereken budur.
Şimdi tüm dünyada ortaya çıkan durumun nasıl sonuçlar yaratacağı tartışmaları yoğunca yapılmaktadır. Fakat bu tartışmalar sorunun temelini ve çözüm yollarını ortaya koymaktan uzaktır. Ağırlıklı olarak ortaya çıkan sonuç ve bundan sonra olabilecekler üzerinden bir tartışma yapılıyor. Halbuki kimin ne yapmak istediği bellidir. Eğer bu pencereden bakılırsa herkes yapmak istediğini gerçekleştirmek için uğraşacak; toplumsal, ekonomik, siyasi ve askeri gücü en fazla olan kendi amaçlarını daha fazla gerçekleştirecektir. Bu rahatlıkla söylenebilir ve bunun belirtilmesi yanlış olmaz. Fakat tüm bunlar var olan sorunları çözebilir mi diye sorulursa, bunun yanıtı hayırdır. Şimdi bu olayda da görüldüğü gibi Ortadoğu’daki dengeler çok hassastır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı böylesi bir süreçte savaş niyetiyle Ortadoğu’daki dengelerle oynamak ucu nereye varacağı kestirilemeyecek bir çatışma sürecine yol açabilir. Ortaya konulan senaryolar bu anlamda kaygı vericidir. İsrail devletinin amacı bellidir. Her adımda Filistin soykırımını daha da geliştirmek istemektedir. Bu ortamı bunun olması için kullanmaya çalıştığı çok açıktır. Halihazırda Gazze’ye yönelik yoğun bir bombardıman yapmaktadır, fakat bununla sınırlı kalıp kalmayacağı bilinememektedir. ABD ve İngiltere savaş gemilerini Ortadoğu’ya getirmiş durumdalar. Bunlar dünyanın en büyük savaş filolarıdır. Öte yandan bu durum üzerine ABD yönetimi büyük bir kaynak ayırdı. Kendi deyimleriyle bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir kaynak talebinde bulunuldu ve bu ABD kongresinde onaylandı. Bu kaynağın önemli bir kısmının Ukrayna’daki savaşa harcanmak istendiği de belirtiliyor. İran ve İran’a yakın bölgeler olan Lübnan ve Suriye’de oluşturduğu yapının varlığı hedef olarak gösteriyor. İran ile olan çelişkiler bilinmektedir. Öte yandan son yıllarda Çin’in Ortadoğu siyasetine ve dengelerine dahil olma durumu vardır. Çok önemli görülen Suudi-İran yakınlaşmasında Çin önemli bir rol oynadı. ABD’nin bu durumda hazzetmediği çok açıktır. Ukrayna üzerinden Rusya savaşın içine çekilmiş. Ortadoğu’da savaş zaten hiç eksik olmamıştır. Şimdi bunu daha da büyütecek bir zemin yaratılmıştır. Türk devleti ise zaten Kürt soykırımını gerçekleştirmek için sorunların derinleşmesini ve çatışmalı bir ortamın olması için çabalamaktadır. Rojava’yı işgal etmek ve oradaki oluşumu, yani demokratik özerklik sistemini ortadan kaldırmak istediği artık herkes tarafından bilinmektedir. Türk devletinin amacı Rojava’yı işgal etmek ve Rojava devrimini tasfiye etmekle de sınırlı değildir. Kürtleri Rojava’dan çıkarmayı amaçlıyor. Diğer parçalarda direnen, özgürlük çizgisinde ısrar eden Kürtleri de Kurdistan’dan çıkarmak istiyor. Böylece nihai hedefi olan Kürt soykırımını gerçekleştirmek istiyor. Şimdi ortaya çıkan bu durumu bunun için kullanmak istiyor.
Çözüm demokratik ulusun geliştirilmesidir
Kapitalist modernitenin içerisinde bulunduğu durum budur. Savaşın derinleşmesi dışında kapitalist modernitenin başvurduğu başka bir yol olmamıştır şimdiye kadar. O halde halkların bu gerçeğe göre kendilerini örgütlemeleri ve mücadelelerini geliştirmeleri gerekiyor. Elbette sorunları çözecek olan devletler değil, demokratik toplumsal mücadelelerdir. Devlet ve ulus-devlet zihniyetiyle Ortadoğu’da sorunları çözmenin imkanı yoktur. Bugün başta Filistin ve Kürt sorunu olmak üzere Ortadoğu’daki tüm sorunların temelinde devletçi zihniyet ve onun ulus-devlet versiyonu vardır. Çözüm ancak bunun aşılarak, bunun yerine demokratik ulusun geliştirilmesiyle olabilir. Demokratik ulus, ulus-devletin her türlü tekçi anlayışının aşılarak toplumun demokratik sistemine dayalı bir yaşam ve çözüm yöntemidir. Ortadoğu’da ihtiyacı duyulan böyle bir yaşam anlayışının ve çözüm sisteminin geliştirilmesidir. Önder Apo demokratik ulus anlayışını ortaya koyarken bunu Ortadoğu sorunlarının çözümü amacıyla yapmıştır. O halde Ortadoğu’nun en temel sorunlarından olan Filistin sorunu için demokratik ulus çözümünü düşünmemiz ve bunun olması için mücadele etmemiz gerekmektedir.
Kürt halkı on yıllardır özgürlük mücadelesi veriyor. Uluslararası komploya karşı geliştirdiği mücadele ve Önder Apo’nun geliştirdiği yeni zihniyet ve paradigmayla bugün bunu uluslararası düzeye taşımıştır. Bunun başta Filistin halkının mücadelesi olmak üzere Ortadoğu’da ve dünyada özgürlük ve demokrasi mücadeleleriyle daha güçlü birlik ve dayanışmanın sağlanmasıyla sorunların gerçek çözümünü ortaya çıkaracak sonuçlar yaratılabilir. Yahudi halkının resmi devlet zihniyetine karşı geliştirdiği demokratik mücadele de çok önemlidir. Tüm savaş ve soykırım tamtamlarına rağmen Yahudi halkı içerisinde bu düşüncenin ve mücadelenin gelişiyor olması son derece önemlidir. Bunun yanında diğer Ortadoğu halklarının mücadelesi vardır. Tüm bunların demokratik ulus ve halkların kardeşliği perspektifiyle geliştireceği dayanışma ve ortak mücadeleyle sorunların aşılması mümkün olacaktır.