Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne ilişkin PKK Yürütme Komite üyesi Duran Kalkan ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
CPT’nin İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemine arka çıkan tutumu ve sonrasında TC Adalet Bakanı’nın yaptığı skandal açıklama ve bunun hemen akabinde Önder Apo’ya üç ay disiplin cezası verilmesinin arkasında nasıl bir oyun, zihniyet ve sistem gerçekliği var? Bu temelde gelişen Küresel Özgürlük Kampanyası’nın etkileri ve yaşanan yetmezlikler nelerdir?
Duran Kalkan: Öncelikle tarihi İmralı direnişini geliştiren Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Bilindiği gibi İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemini uluslararası komplo saldırısı ortaya çıkardı. 9 Ekim 1998 tarihinde başlayan ve 15 Şubat 1999 tarihinde yeni bir boyut kazanan söz konusu uluslararası komplo saldırısı, Kürt toplumuna dayatılan soykırımcı zihniyet ve siyasetin, bunların ortaya çıkardığı sistemin bir saldırısıdır.
Soykırımcı zihniyet ve sistem ise Birinci Dünya Savaşı ardından, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla ortaya çıkartılmıştır. Bu antlaşmayla Kurdistan’ın dörde parçalanması, Kürt toplumunun her türlü demokratik, siyasi haklarından mahrum kılınması, dolayısıyla Kürtlerin yok sayılıp yok edilmesi süreci başlatılmıştır. Aynı zamanda Ortadoğu’da TC ulus devlet sistemi kabul edilmiş ve bu temelde Kürt soykırımını öngören bir ulus-devlet sistemi yaratılmaya çalışılmıştır.
Aslında Birinci Dünya Savaşı’yla ortaya çıkartılan küresel kapitalist hegemonya, kendisini bu temelde şekillendirmiştir. Bu şekillenme iki dünya savaşının geliştiği o zaman aralığında “Cemiyet-i Akvam” isimli kurumla sürdürülmeye çalışılmış, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da “Birleşmiş Milletler” (BM) adıyla bunu yeni bir kurum olarak tanımlamışlardır. Adı “Birleşmiş Milletler” olmasına rağmen, daha çok ‘Birleşmiş Devletler’ anlamına gelmektedir. Çünkü yerkürede var olan devletler kendilerini bu kurumda bir araya getirerek dünya üzerindeki devlet egemenliğini bu biçimde sağlamışlardır.
Böyle bir küresel hegemonyanın Ortadoğu yapılanması TC ve İran ulus-devlet modelleri üzerinden geliştirilmiş ve bu yapılanmada Kürtler inkar edilerek imha edilme sürecine alınmışlardır. Kuşkusuz böyle bir zihniyet ve siyasete karşı ilk andan itibaren dört parça Kurdistan’da itirazlar, direnişler, isyanlar gelişmiştir. Daha Kemalist zihniyet kendisini örgütlemeye, Ankara’da siyasi açıdan kurumlaştırmaya çalıştığında Koçgirî Kürtleri özerklik istemişlerdir. Lozan Antlaşması’ndan sonra da direnişler büyüyerek sürmüştür; 1925’te Şeyh Sait öncülüğünde, 1930’larda Serhat’ta, yine Dersîm’de 1937-‘38’de Seyit Rıza öncülüğünde söz konusu soykırım zihniyet ve siyasetine karşı Kürt direnişleri gelişmiştir. Bu direnişler sadece TC ulus-devletinin egemenliği altındaki Kurdistan’da değil, diğer Kurdistan parçalarında da gelişme göstermiştir. 1930’larda Doğu Kurdistan’da gelişen Simko Şikakî direnişi buna örnektir. İkinci Dünya Savaşı ardından ise Doğu Kurdistan’da gelişen “Mahabad Kürt Cumhuriyeti” ve bu temelde verilen direniş Kurdistan’ın en etkili ulusal direnişlerinden birisi olmuştur. Başûrê Kurdistan’da ise Birinci Dünya Savaşı ardından İngiliz işgaline karşı Şêx Mahmûd Berzencî öncülüğünde önemli bir direniş geliştirilmiş, bu temelde “Kurdistan Krallığı” ilanına kadar gidilmiştir. Kurdistan’ın bu parçasında hemen hemen direnişler hiç bitmemiştir. Sonuç olarak Kürtler, Birinci Dünya Savaşı ardından Lozan Antlaşması’yla ortaya çıkartılan Kürt inkarı ve imhasına karşı, parça parça da olsa siyasi tutum geliştirmiş, direniş yürütmüşlerdir. Yani bu küresel inkar ve imha sistemini, onun zihniyet ve siyasetini öyle olduğu gibi kabul etmemiş, ona karşı direnmişlerdir.
İkinci husus ise söz konusu direnişler ne düzeyde gelişmiş olurlarsa olsunlar sonunda hepsi yenilmiş ve ezilmişlerdir. Başarılı bir siyasi sonuç alamamışlardır. Kuşkusuz böyle bir sonucun parçalı gelişim, ideolojik, örgütsel zayıflık, önderlik yetersizliği, stratejik ve taktik yetersizlikler, tarz yetersizlikleri gibi birçok nedeni vardır. Amacımız burada bunun nedenlerini incelemek değil, sonucu ifade etmektir ki sonucun da yenilgi ve ezilme olduğu bilinen bir gerçektir. En son hareketler düzeyinde Barzani öncülüğündeki KDP’nin yenilgisi olarak tarihe geçen 1975 Cezayir Anlaşması’yla bu tarihi süreç sonuçlanmış, Kurdistan’da yeni bir döneme adım atılmıştır.
Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde yeni sürece adım atılmıştır
1973’ten itibaren Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde bir aydın gençlik hareketi olarak bu yeni sürece adım atılmıştır. Öncelikle bu geleneksel direnme hareketlerinin yenilip ezilmesinin sonuçlarını değerlendirmiş, Kurdistan, Ortadoğu ve dünyadaki gelişmeler çerçevesinde kendisini yeni bir direnme hareketi olarak ortaya koymuştur. Önceki direnişlerin bütün hata ve eksikliklerini devrimci eleştiriye tabi tutup onları aşma temelinde kendisini örgütlemiş ve geliştirmiştir. Bu hareket, 1977 Mayıs’ından sonra “Devrimci İntikam Çizgisi” temelinde adım adım yeni bir silahlı direniş sürecini geliştirmiştir. 1978’de kendisini “PKK” ismiyle partileştirmiştir. Partileşmeye paralel, ‘78’de geliştirdiği Hilvan direnişi, yine 1979’da geliştirdiği Siverek direnişiyle Kurdistan’ın en etkili ideolojik ve siyasi hareketi haline gelmeyi başarmıştır. 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi karşısında bir yandan Amed Zindanı’nda tarihin en görkemli zindan direnişini geliştirirken diğer yandan Lübnan-Filistin sahasında 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı direnme temelinde kapsamlı ideolojik, siyasi ve askeri hazırlık çalışmaları yürütmüştür. Bu çalışmaları 1982 güzünden itibaren yeniden Kuzey Kurdistan’a taşırmış, 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle TC faşist sömürgeci, soykırımcı zihniyet ve egemenliğine karşı Türkiye’nin demokratikleşmesini öngören yeni bir Kürt özgürlük direnişini başlatmıştır.
Bu direnişin gelişimi önceki direnişlerden farklı olmuş, önceki direnişlerin bütün hata ve eksikliklerini değerlendirip onları aşma temelinde kendisini geliştirmiş ve giderek Kurdistan’ın diğer parçalarına da yayılıp bir ulusal direnme hareketi düzeyine ulaşmıştır. 1990’a gelindiğinde kadınlar öncülüğünde Kuzey Kurdistan’da söz konusu gerilla direnişi bir ulusal diriliş devrimine dönüşmüş, serhildanlar sürecine girilmiştir. Gelişen bu durum diğer Kurdistan parçalarını ve yurtdışındaki Kürt kitlelerini de derinden etkilemiş, bilinçlendirip örgütleyerek harekete geçirmeyi başarmıştır. Bu Hareket, Avrupa’daki Kürtlerin büyük çoğunluğunu etrafında toplayarak desteklerini alabilmiştir. Rojava Kürtleri ise Filistin direnişiyle ilişkide köprü olma özelliğini görmüş ve direnişe en çok destek veren bir konuma ulaşmıştır. Daha da önemlisi TC sisteminin bu şekilde sarsılması, Ortadoğu’daki ulus-devlet sistemini de temelden sarsmıştır. 1990’ların başında dünyada yaşanan gelişmeler bilinmektedir. Sovyet Birliği’nin çözüldüğü ve çöktüğü süreçtir. Tek süper güç olarak ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” adıyla küresel imparatorluk kurma hayalleri içine girdiği süreçtir. Bunu gerçekleştirebilmek için 2 Ağustos’ta Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’e saldırısını teşvik etmiştir. Ardından da ABD, bugüne kadar gelen ve günümüzde Hindistan-Basra Körfezi-Suudi Arabistan-İsrail-Doğu Akdeniz-Kıbrıs üzerinden Yunanistan’a bağlanan Yeni Bir Enerji Yolu Projesi olarak somutlaşan bir siyasi-askeri hegemonyayı geliştirmek üzere yeni bir dünya savaşına öncülük etmiştir.
Bu durumun Irak üzerinde yarattığı sarsıntı Güney Kurdistan’da önemli bir boşluk yaratmış, Özgürlük Hareketi’nin gelişimi için önemli bir zemin ortaya çıkartmıştır. Küresel kapitalist hegemonyanın ABD-İsrail-İngiltere öncülüğü bu durumu kendileri için ciddi bir tehdit ve tehlike olarak görüp günümüze kadar süren ve esasında Güney Kurdistan’ı PKK’ye kapatmayı ve PKK hareketine karşı savaşmayı esas alan şimdiki Hewlêr yönetimini ortaya çıkartmışlardır. Çünkü Kuzey Kurdistan’daki halk serhildanları, Güney Kurdistan’daki boşlukla birleşince PKK’nin “Botan-Behdinan Savaş Hükümeti” olarak tanımladığı kurtarılmış bir Kurdistan yaratma projesi için son derece elverişli bir zemin ortaya çıkmıştı. İşte bu zemini ortadan kaldırmak, Kürt Özgürlük Hareketi’ni bastırmak, böylece Lozan Antlaşması’yla somutlaşan Kürt soykırımını devam ettirmek üzere Güney Kurdistan yönetimini örgütlemiş ve bu temelde PKK hareketini Kuzey Kurdistan’da kuşatmayı ve tasfiye etmeyi planlamıştır.
Bu temelde BM ve NATO örgütlenmelerinin TC üzerinden PKK’yi tasfiye etmek için ’90’lı yıllarda yönelttikleri tüm saldırılar, Önder Apo öncülüğündeki mücadele ve gerilla direnişiyle kırılınca küresel kapitalist sistem bu durumu aşabilmek için doğrudan Önder Apo’nun imhasını hedefleyen uluslararası komplo saldırısını kararlaştırıp planlamıştır. 9 Ekim 1998’den itibaren de bunu pratiğe geçirmiştir.
Aslında komplo, 15 Şubat 1999’a kadar Önder Apo’yu kim vurduya getirerek sonuç almak istemiş, bu saldırı başarılı olamayınca Önderliğin imhası temelinde kendisini 15 Şubat 1999 komplosu olarak yeniden planlayıp örgütlemiştir. Bu çerçevede de Kenya’dan Önder Apo’yu kaçırıp TC Devleti’ne teslim etmiştir.
İşte İmralı sistemi söz konusu güçler tarafından uluslararası komplo saldırısının başarıya ulaştırılması amacıyla örgütlendirilen böyle bir imha sistemidir. Aslında bu, fiziki olarak imha edilemeyen Önder Apo’nun, İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi içerisinde idamla imha edilmek istenmesidir. Önder Apo’nun ve halkımızın direnişi karşısında bu da başarılamayınca bu sefer İmralı çürütme politikası temelinde ideolojik, siyasi ve örgütsel bakımdan Önderliğin imhası öngörülmüştür.
Dikkat edilirse Lozan Antlaşması’yla oluşturulan “Kürt halkını yok sayıp yok etme zihniyet ve sistemi”, 1998’de Önder Apo’nun imhasını hedefleyen uluslararası komplo saldırısıyla güvenceye alınmak ve sürdürülmek istenmiş, bu da 15 Şubat 1999’dan itibaren İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi temelinde sürdürülmek istenmiştir. Dolayısıyla İmralı, Kürt soykırım zihniyet ve siyasetinin hayata geçirilmeye çalışıldığı bir sistemdir. Aslında 15 Şubat 1999’dan sonra Kürt soykırım saldırısı İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi temelinde yürütülmüş ve yönetilmiştir.
Sistemin Kürt varlığını ve özgürlüğünü tanımaktan başka bir şansı yoktur
Önder Apo 9 Ekim 1998’de dayatılan fiziki imhayı doğru hareket tarzıyla ve sezgileriyle boşa çıkartıp başarısız kıldığı gibi, 15 Şubat 1999 komplosuyla geliştirilen idam saldırısını da komployu tahlil ederek, bu temelde Türkiye ortamını uyararak boşa çıkartıp başarısız kılmayı sağlamıştır. Ardından dayatılan İmralı çürütme politikasına karşı, bir yandan geliştirdiği benzersiz direnişle, diğer yandan paradigma değişimi temelinde ortaya koyduğu yeni zihniyet, ideolojik-politik çizgi ve pratik mücadele hattıyla İmralı saldırısını boşa çıkartıp yenilgiye uğratmayı, bu temelde İmralı mücadelesini kazanmayı başarmıştır. İdeolojik-politik-örgütsel çerçevede gelişen bu mücadelenin kaybedeni Kürt soykırımcı zihniyet ve siyaseti olmuş, kazananı ise Önder Apo’nun temsil ettiği Kürt özgürlüğü ve Türkiye demokratikleşmesi, onun zihniyet ve siyaseti olmuştur.
Şimdi bütün bunları burada, bu biçimde kısaca özetlememizin temel nedeni günümüzde yaşanan olayların doğru anlaşılması içindir. Peki, bu doğru anlaşılma nasıl olacak? Geriye dönüp bu sürece baktığımızda net olarak şu ortaya çıkıyor: Uluslararası komplo saldırısı ve İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemiyle Kürtlere yüzyıldır dayatılan soykırımcı zihniyet ve siyaset başarılı olamamış, Önder Apo’nun geliştirdiği direniş ve özgürlük mücadelesi karşısında boşa çıkıp yenilgiye uğramıştır.
Dolayısıyla yenilgi almış, başarısız bir saldırı hareketi durumundadır. Bu açıdan Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Kürtlere karşı soykırımcı saldırı yürütmek, bununla sonuç almak imkansız hale gelmiştir. Çünkü böyle bir saldırının en keskin uç noktası uluslararası komplo saldırısı ve İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemidir. Küresel soykırımcı zihniyet ve siyaset, bu saldırılarla da başarılı olamayıp yenilgi alınca yapabileceği daha farklı bir saldırı yoktur. Bu yüzden sistemin Kürt varlığını ve özgürlüğünü tanımak, Kürt toplumunun özgürlükçü, demokratik iradesine saygı göstermekten başka bir çıkış yolu yoktur.
Dikkat edilirse bu çerçevede İmralı sistemini sürdürmenin, Önder Apo’yu İmralı sistemi altında tutmanın bir anlamı, vereceği bir sonuç, ortaya çıkartacağı bir gelişme kalmamıştır. İdeolojik ve siyasi açıdan durum budur. İmralı mücadelesinde soykırımcı zihniyet ve siyaset kaybetmiş, özgürlükçü, demokratik zihniyet ve siyaset zafer kazanmıştır. O halde böyle bir sistemi sürdürmenin Önder Apo’yu İmralı koşullarında tutmanın hiçbir anlamı ve dayanağı kalmamıştır.
Diğer yandan hukuki açıdan da Önder Apo’yu İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi içerisinde tutmanın imkanları giderek ortadan kalkmıştır. Yürütülen mücadele, ortaya çıkan gerçekler uluslararası komplo saldırısının ne kadar hukuk dışı olduğunu herkese göstermiştir. Bunun sonucunda yürütülen hukuk mücadelesiyle 12 yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Önder Apo’nun yeniden yargılanması gerektiği kararını almak zorunda kalmıştır. Böyle bir yeniden yargılanmanın İmralı mahkemesinin verdiği kararı bozacağı, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kavuşmasının önünü açacağı açıktır. İşte bunu önlemek için uluslararası komplo saldırısını ve İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemini ortaya çıkartan küresel gericilik, bir araya gelip yol, yöntem aramıştır. Bu nedenle çeşitli gerekçelerle AİHM’in kararını uygulamaya koymamışladır. Türkiye ve Avrupa Konseyi üzerinden çeşitli hile ve oyunlara başvurarak AİHM kararının uygulanmasını engellemişlerdir. Buna rağmen süreç ilerlemiş İmralı sistemi 25’inci yılını doldurur hale gelmiştir.
İmralı sistemi bir uluslararası sistemdir, BM ve Avrupa Birliği sistemidir. Dolayısıyla burada Avrupa Birliği Hukuku’nun işlemesi gerekir. Avrupa Birliği Hukuku’na göre de en ağır cezaların bile en geç 25’inci yılda yeniden görülmesi şarttır. 25’inci yıldan sonra geçen her yıl için yeniden yargılanma gereklidir. Dolayısıyla 12’inci yılda AİHM’in Önder Apo’nun yeniden yargılanmasına ilişkin aldığı kararı uygulamayan güçler bu sefer 25’inci yılda yeniden yargılanma kararını uygulama zorunluluğu ile yüz yüze gelmişlerdir. Sonuç olarak AİHM’in kararını hile ve oyun ile boşa çıkarttıkları gibi, 25’inci yıl ve sonrasındaki yeniden yargılanmaları, dolayısıyla Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kavuşmasını engellemek için de çeşitli hukuki hileler aramış, söz konusu uyduruk disiplin cezalarını böyle bir durumu engellemenin oyun ve hile yöntemleri olarak bulmuşlardır.
Sorun Önder Apo ve Kürtler olunca CPT hiçbir yetkisini kullanmıyor
CPT’nin açıklamalarında bunu net olarak gördük. Bir yandan kendisini yürütmenin uzantısı olan bir kurum olarak ortaya koydu. Bu yürütme Avrupa Konseyi ve onun içindeki devletlerdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yani AKP-MHP faşist diktatörlüğü de bunun içindedir. CPT kendisini Tayyip Erdoğan yönetimine bağlı bir kurum olarak ilan etmek zorunda kaldı. Çünkü görevini yerine getirmedi.
Diğer yandan CPT’nin böyle olmadığı söyleniyor. Aslında başka konularda yetkileri var. Bu yetkilerini işkenceyi önleme anlamında, sorunların çözümü anlamında kullanıyor. Ama sorun Önder Apo ve Kürtler olunca CPT hiçbir yetkisini kullanmıyor.
Hep TC Devleti’nden, Avrupa Konseyi’nin siyasetinden yana tutum koydu, siyasi tutum geliştirdi. Dolayısıyla Türkiye’ye, Avrupa Konseyi’ne hem AİHM’in aldığı yeniden yargılanma kararının uygulanmasını dayatmadı hem de 25’inci yılda Önder Apo’un yeniden yargılanma kararının gereğini Türkiye ve Avrupa Konseyi’nin önüne bir şart olarak koymadı.
CPT yöneticileri AİHM’in görevini yerine getirmediğini söylüyor. Bu doğru. AİHM aldığı yeniden yargılanma kararını uygulamadı, ya da uygulatmadı. Halbuki üst mahkeme olarak dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nindir. Her şeyi bu CPT yöneticileri AİHM’in görevini yerine getirmediğini söylüyor. Bu doğru. AİHM aldığı yeniden yargılanma kararını uygulamadı, ya da uygulatmadı. Halbuki üst mahkeme olarak dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nindir. Her şeyi bu mahkemenin denetlemesi ve yaptırması gerekiyordu. Fakat yapmadı. CPT de yapması için dayatıcı olmadı.
Tayyip Erdoğan yönetiminin Adalet Bakanı işte böyle bir uluslararası sisteme, Avrupa Konseyi’ne, onun CPT ve AİHM gibi kurumlarına dayanarak söz konusu alçakça, hakaret dolu, dalga geçmeyi içeren sözlerini söyledi. Ona Adalet Bakanı demek de, onun sözlerini ciddiye almak, cevap vermek de anlamlı değildir. Çünkü gerçekten hukuk ve insanlıkla hiçbir alakası olmayan açıklamalardır. Göz göre göre somut gerçekliği ortadan kaldıran yüzde yüzü yalan olan sözleri yüzü bile kızarmadan, herkesin gözlerinin içine bakarak rahatlıkla söyleyebilmektedir. Çünkü o bir soykırımcıdır, bir sömürgecidir, faşisttir, Kürt düşmanıdır. Öyle bir kişiden de ancak bunlar beklenir.
Fakat şu soruları sormak gerekiyor, böyle bir kişi bu kadar yalanı, herkesin önünde açık bir biçimde nasıl söyleyebiliyor? Böyle bir söz söyleme cüretini, gücünü nereden alıyor, neye, kime dayanarak bunu yapıyor? Kuşkusuz, bunu uluslararası soykırımcı zihniyet ve siyasete dayanarak yapıyor. Avrupa Konseyi, CPT ve AİHM etrafında geliştirilen tutuma dayanarak yapıyor. BM devlet sistemi bu durumu onaylıyor. TC bakanı da böyle bir zihniyet ve sisteme dayandığı için rahatlıkla insanlıkla alay edercesine böyle konuşabiliyor.
Son olarak üç aylık yeni bir disiplin cezası verildiği basına yansıdı. Avukatlar bunu ifade ettiler. Bunların Önder Apo ile görüşmeleri engellemek için yapıldığı ifade ediliyor. Bir yönüyle doğru. Ama bu doğrunun sadece bir yönü oluyor. Esas olarak bu disiplin cezaları Önder Apo’nun yeniden yargılanmasını, dolayısıyla fiziki özgürlüğüne kavuşmasını engellemek için bir oyun, hile olarak ortaya konulup geliştiriliyor. Aslında bununla hukuka kılıf uyduruluyor. İşte 25 Mart 2021 tarihinde kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı kısa telefon konuşmasında Önder Apo’nun “Niye avukatlarım gelmiyor, bu durumda hepiniz suç işliyorsunuz” demesi bunu ifade ediyordu. Avukatlarıyla görüşüp söz konusu hile ve oyunlara karşı hukuk mücadelesi yürüterek 25’inci yılda ve sonrasında yeniden yargılanma hakkını kullanmak istiyordu. “Avukatlarım gelsin, onlarla görüşeceğim, konuşacağım, planlayacağım işlerim var” diyordu. Ama avukatların gidişini engellediler. Bu biçimde geliştirilen oyunları dışarıda yürüttüğümüz mücadele ile de bozamadık.
Adeta herkes böyle bir hile ve oyunun suç ortağı haline getirildi. Bunu görmemiz gerekli. Şimdi 25’inci yıldan sonraki her yılda da Önder Apo’nun yeniden yargılanması gerekir. Dolayısıyla bunu engellemek için durmadan, sürekli uyduruk disiplin cezaları verecekler. Hukuku kılıfına uyduruyorlar. Sözde İmralı’yı yürüten mahkeme disiplin cezası veriyor, bu şekilde “söz konusu kişi için olumsuz bir tablo çiziliyor. Dolayısıyla yeniden yargılanmasına gerek yok. Zaten biz yargıladık ve ceza verdik. Siz de onaylayın” diyor. AİHM de, CPT de, Avrupa Konseyi ve bütün ilgili kurumlar da bunu böyle kabul ediyor. Elbirliğiyle böyle bir oyunu ortaya çıkardılar. Şimdi de birlikte sürdürüyorlar. 25’inci yılda Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kavuşmasını engellediler. Bunu sonraki yıllarda da bu biçimde sürdürmeye çalışacaklar.
Dikkat edilirse ideolojik-siyasi olarak İmralı’da Önder Apo’yu tutmalarının hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Yenilmişlerdir. Önder Apo kazanmıştır. Yaptıkları tek şey bu yenilginin intikamını almaktır. Sadistçe intikam almak üzere bu tecridi, baskıyı uyguluyorlar.
Diğer yandan hukuki olarak da Önder Apo’yu İmralı’da tutmalarının imkânı kalmadı. Avrupa hukukunun gereklerine göre Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kavuşması gerekiyor. Bunu engellemek için de bu sözde disiplin cezalarını gündeme getiriyorlar. Onunla kendi hukuklarına hile yapıyor, kılıf uyduruyorlar. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kavuşmasını engelliyor ve daha fazla da engellemek istiyorlar. Hukuki olarak İmralı gerçeğini bütün dünyada teşhir etmenin imkanı, fırsatı çok fazla var.
Hareket ve halk olarak, bütün dünyanın demokratik, devrimci insanlığı olarak bu gerçekliği görmemiz ve 10 Ekim 2023 tarihinde başlatılan “Önder Apo’ya Özgürlük Kürt Sorununa Siyasi Çözüm” küresel hamlesiyle bu oyun ve hileleri boşa çıkartarak Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlayacak Küresel Özgürlük Hamlesi’ni yaygınlıkta geliştirmemiz gerekiyor. Aslında bu hile ve oyunları zamanında görüp onları boşa çıkartacak bir hukuki ve siyasi mücadele düzeyi ortaya çıkartamadık. Evet, 10 Ekim tarihinde ilan edilen küresel özgürlük kampanyası önemli gelişmeler sağladı. Küresel düzeyde yayıldı. Belli bir duyarlılık oluşturdu. Büyük bir güç ortaya çıkardı. Fakat bir yanıyla geç kalmış bir tutum ve mücadeleydi. Daha önce geliştirilmesi gerekiyordu.
Diğer yandan bu mücadelenin hukuki boyutu çok zayıftır. Çünkü küresel düzeyde İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemini teşhir edecek hukuki çalışmalar az yapılıyor. Halbuki İmralı gerçeğinin hiçbir hukukla her hangi bir alakası yoktur. İdeolojik, siyasi eğilimi ne olursa olsun en kolay teşhir edilecek, herkesin karşı çıkmasını sağlayacak alan hukuki alandır. Hiç kimse böyle bir durumu hukuka sığdıramaz. Dolayısıyla kabul edemez. Eğer yeminli Kürt ve insanlık düşmanı değilse, soykırımcı zihniyet ve siyaseti esas almıyorsa kesinlikle öyle davranamaz. Bir nebze demokrasiye inancı ve bağlılığı olan hiç kimse İmralı gerçeğini kabul edemez. Bu bakımdan hukuki olarak İmralı gerçeğini bütün dünyada teşhir etmenin imkanı, fırsatı her şeyden daha fazladır. Onun için koşullar da uygundur.
Bu yönlü gelişme sağlatamadık. Hem söz konusu hile ve oyunu zamanında görüp hukuki ve siyasi mücadele ile aşamadık, hem de önemli gelişmeler sağlamış olsa da Küresel Özgürlük Hamlemiz hala bu düzeye ulaşmadı. Belli bir gelişimi var fakat bu hile ve oyunları boşa çıkartmak için yeterli olmuyor. Çok açık ki küresel kapitalist modernite sistemi, yani Kürt soykırımcı zihniyet ve siyaset, her türlü hile ve oyunu yaparak Kürt soykırımını gerçekleştirmekte kararlı. Önder Apo’nun imhası, Kürt soykırımının sağlanması için her türlü saldırıyı yapacak. Bu durumda her şey buna karşı mücadele ile kazanılacak. O halde bu mücadeleyi hem çok bütünlüklü, hukuki, ideolojik, siyasi, örgütsel açıdan yapmalıyız, hem de çok daha yaygın yöntemlerle geliştirmeliyiz. Son derece zengin kılmalıyız. Bunun kabul edilecek bir yanı kalmadı.
Açık bir şekilde hile ve oyunlarla Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü gasp ediliyor. İmralı sistemi sürdürülüyor. Buna insanlar alıştırılmak isteniyor. Bunu tümden reddetmeliyiz. Herkesin reddetmesini sağlamalıyız. Sözün bittiği yerdeyiz ve görülüyor ki bu hile, oyun ancak daha büyük mücadele geliştirilerek ortadan kaldırılabilir, yok edilebilir.
Gün mücadele ve kıyameti koparma günüdür. Herkesin olduğu her yerde yapabileceği ne varsa hepsini azami düzeyde yapması, bu hukuksuzluğa, ahlaksızlığa karşı çıkması gerekiyor. Küresel Özgürlük Hamlemizin böyle bir düzeye ulaşması, böyle bir yaygınlık ve etkinlik kazanması, çok yönlü hale gelmesi gerekir. Dolayısıyla daha fazla teşhir etmeliyiz. Daha çok ayağa kalkma yaşanmalı. İmralı uygulaması daha iyi teşhir edilmeli, herkese gösterilmeli. Özellikle de Kuzey’de, Kurdistan’ın her tarafında bu sistem ve düzenle olan tüm bağlar kopartılarak mevcut hile ve oyun boşa çıkartılmalıdır.
Bu konularda şimdiye kadar bir tecrübe oluştu. Belli bir birikim, olumlu gelişmeler elde edildi. Onların derslerini çıkartıyoruz. Yine ciddi hata ve eksikliklerimiz de var. Şimdi bu dersler temelinde özeleştiriyle mücadeleyi daha etkili ve yeterli hale getirmeliyiz. Bunun için de hukuki, siyasi ve ideolojik mücadeleyi her yerde, her alanda çok zengin yöntemlerle süreklileştirmeliyiz. Bu hile ve oyunu en ileri düzeyde teşhir ederek uygulanamaz hale getiren bir mücadelenin sahibi olmalıyız. Gün bu anlamda mücadele etme günü, ayağa kalkma, kıyameti koparma günüdür.
Ben bu vesileyle mücadele eden herkesi bir kere daha selamlıyorum. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm halkımızı, Türkiye ve Ortadoğu’nun halklarını, tüm insanlığı, tüm sosyalist, demokratik, özgürlükçü insanlığı, kadın ve gençlik hareketlerini kendi özgürlükleri için, yaşanabilir demokratik bir dünya ortaya çıkartabilmek için mücadeleyi büyütmeye çağırıyorum. Bu temelde İmralı sisteminin faşist-soykırımcı karakteri görülerek Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün herkes için bir özgür ve demokratik yaşama ulaşma olduğunun bilincine varılmalı, Küresel Özgürlük Hamlemiz, etkin, bilinçli ve örgütlü bir şekilde geliştirilmelidir.
16 Nisan’da TC’nin Metîna’ya dönük geliştirdiği yeni saldırı dalgasından sonra, Tayyip Erdoğan’ın “Kalkınma Yolu Projesi’ni” gündemleştirdiği ve birçok anlaşmanın imzalandığı Bağdat ve Hewlêr ziyaretleri oldu. TC’nin, Irak ziyaretinin sonuçları ne olur? Bu ‘Yol Projesi” nedir, diğer güçler bunun neresinde? İlk defa bir TC Cumhurbaşkanının Hewlêr’i ziyareti ve yapılan abartılı karşılama törenini nasıl görmek lazım?
AKP hükümeti Irak gezisinden istediğini tam olarak alamadı, amaç ve planlarına ulaşamadı
Duran Kalkan: Tayyip Erdoğan’ın 22 Nisan günü Bağdat’a ve Hewlêr’e yaptığı ziyaret birçok bakımdan tartışma konusu oldu. Hemen hemen herkes her konuda görüş belirtti. Hareketimiz de bu konuda birçok değerlendirmede bulundu. Aslında anlaşılmayan ve de bilinmeyen çok fazla bir şey yok. Fakat hali hazırda pratik olarak ortaya çıkmış bir sonuç da söz konusu değil. Hala bir şeyler olacak diye propaganda ediliyor, beklenti yaratılıyor. Fakat ortaya bir sonuç da çıkmıyor. Ne olacağı sorusu belirsiz kılınarak adeta herkes beklemede tutuluyor. Belki de bu biçimde karşı taraf inisiyatifsiz kılınarak etkisiz hale getirilmek isteniyor.
Tayyip Erdoğan hükümetinin yarısını Bağdat’a götürdü. Irak yönetimiyle çok sayıda anlaşmanın imzalandığı da kamuoyuna duyuruldu. Söz konusu anlaşmalar içerisinde “Kalkınma Yolu Projesi” adıyla Basra Körfezi’nden Türkiye’ye ulaşan yeni bir ticaret yolunun yapılmasına karar verildiği konusu öne çıktı. Bunu yeni bir enerji yolu olarak tanımlayanlar da var. Fakat böyle bakmamak gerekiyor.
Evet, Tayyip Erdoğan yönetiminin, ABD öncülüğünde oluşturulan Hindistan-Suudi Arabistan-İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üzeri belirlenen enerji yoluna alternatif enerji yolları oluşturmaya çalıştığı biliniyor. Fakat Azerbaycan-Ermenistan üzerinden oluşturmak istediği yol boşa çıkartıldı, etkisiz kılındı. Gazze üzerinden söz konusu enerji yolunu sabote etmeye dönük Tayyip Erdoğan’ın ve Hamas’ın girişimine karşı da sert bir savaş ve saldırı durumu ortaya çıkartıldı. Dolayısıyla Türkiye yönetiminin Irak üzerinden böyle bir enerji yolu örgütleyebileceğini sanmıyoruz. Buna herkesten önce Irak yönetimi dahil olmaz. Çünkü Irak yönetimi, ABD ve İran politikalarına göre hareket ediyor ki böyle bir yolu ABD ve İran kabul etmez. Nitekim Kuveyt ve benzeri bazı Arap devletleri böyle bir yol projesi içinde olmadıklarını söylediler.
Kısaca ifade etmek gerekirse zaten Türkiye ile Irak arasında önemli bir ticaret hacmi var. Bunu çok daha ilerletebilirler. Her iki devletin de buna ihtiyacı var. Bunun için gerekli yolları da var. Dolayısıyla bu yol projesini yeni bir enerji yolu projesi gibi görmemek lazım. Eğer öyle yapılmak istenirse herkes buna karşı çıkar. ABD’den İran’a, İsrail’den Avrupa’ya, Suudi Arabistan’a kadar herkes karşı çıkar. Hem kimse buna destek vermez, hem de bu bir savaş nedenine dönüşür. Dolayısıyla öyle bir durumu Irak yönetiminin kabul etmesi zordur. Gerçi Irak, Dicle ve Fırat sularını alamamaktan dolayı çok ciddi bir su sıkıntısı çekiyor. Çok aşırı bir zorlanma yaşıyor. Bu bilinen bir durum. Bunu aşmak için birçok taviz vermek zorunda. Acaba böyle bir su karşılığında bu düzeyde bir taviz vermeyi göze alabilir mi? İnsan çok olumlu bakamıyor. Çünkü böyle bir proje kendisi için farklı felaketler yaratır. Su ihtiyacını karşılamak isterken farklı felaketlerle karşı karşıya gelebilir. Bunları hesap etmesi gerekir.
Şimdi Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretinden, Bağdat görüşmelerinden ne aldığı sorusuna cevap verilebilir; Evet, PKK’yi yasaklı örgüt ilan ettirdi. Esas amacı PKK’ye karşı savaşı örgütlemekti. Savaş için Irak ve YNK yönetiminden, KDP gibi destek alabilmekti. Bu yönlü ne kadar imkan elde edebiliyorsa onu sağlamaya çalıştı. Bu konudaki en önemli projesi birleşik kuvvet oluşturma projesiydi. Tayyip Erdoğan yönetiminin, TC-Irak-KDP-YNK ve Türkmen gücünden oluşan Zaxo’dan Silêmanî’ye kadar mevzilenmiş müşterek bir zırhlı güç oluşturma, Medya Savunma Alanları’nı böyle bir güçle Güney’den kuşatmaya alma planı ve projesi vardı. Ama böyle bir güç ve desteği alamadı. Çünkü destek istediği yapıların ne böyle bir destek için güçleri var, ne de Irak ve YNK yönetimlerinin çıkarlarıyla uyuşan bir durum var. Dolayısıyla AKP hükümeti Irak gezisinden istediğini tam olarak alamadı, amaç ve planlarına ulaşamadı. Ama bu yönlü sınırlı destek de aldı. Bir tanesi PKK’yi yasaklı örgüt ilan ettirmesidir. Bu anlamda yeterince istihbarat alabilecek. Diğeri de “tampon bölge” olarak kendi kontrolünde tuttuğu 20 km’lik alandı. Bunu da bir tür onaylattı gibi. Üçüncü nokta ise bu “Kalkınma Yolu Projesi’ni” bir ekonomik kalkınma projesi olarak görmek yerine, söz konusu savaş planlaması içerisinde bir yere oturtmak daha doğru. Böyle bir yol projesinin ekonomik, ticari anlamından çok öyle anlaşılıyor ki askeri anlamı var. PKK’ye karşı yürütülen gerillayı ezme, Medya Savunma Alanları’nı ele geçirme saldırısının bir parçası olarak bu projeyi kullanma amacı var. Böyle değerlendirmek ve anlamak daha doğru. Bu nedenle biz “Kalkınma Yol Projesi” değil de “Savaş yolu projesi” demenin daha doğru olacağını ifade ettik. Gerçekten de böyle bir yola dayanarak birçok imkanı, gücü, malzemeyi Irak içlerine sokacak. Güvenliği için askeri güç, istihbarat birimlerini sokacak. Esas olarak bu askeri istihbarat gücünü Güney Kurdistan’da, Medya Savunma Alanları’nda PKK’ye karşı yürüttüğü imha saldırısında kullanacak. Zaten mevcut haliyle Irak sınırları içerisinde fazlasıyla güç bulunduruyor.
Yetmişten fazla askeri üssünün olduğu söyleniyor ki pratikteki durum bundan fazlasıdır. Şimdi bu projeyle bunu üç-beş kat arttıracak.
Diğer yandan Medya Savunma Alanları’nı, bütün Başûrê Kurdistan’ı böyle bir yol projesiyle güneyden kuşatmış olacak. Bu kuşatma askeri kuşatma olacak ve bu gücü savaşta kullanacak.
Türkiye, Irak’taki askeri gücünü arttırarak savaşı Kuzey’den ve Güney’den yürütmek istiyor
Evet, Irak yönetiminin, YNK ve benzeri güçlerin doğrudan savaşa katılımını, askeri desteğini alamadı ama böyle bir Kalkınma Yolu Projesi adı altında kavramlara hile yaparak alana daha fazla askeri güç sokma, dolayısıyla PKK’ye karşı kullanacağı daha çok askeri gücü Irak’ta bulundurma imkanı elde etmiş görünüyor. PKK’nin yasaklı örgüt olarak kabul edilmesi, hem istihbarat imkanlarını arttırmış olabilir hem de Kalkınma Yolu Projesi adıyla koyacağı askeri, istihbarat gücüyle Irak’taki askeri gücünü daha çok arttırıp savaşı Kuzey ve Güney’den daha etkili yürütür hale gelebilir. Bu projenin böyle bir anlamı ve tanımı var.
Peki, bunun sonuçları ne olur? Savaş Medya Savunma Alanları’ndan çıkar bütün Kurdistan’a yayılır. Hatta bu yoldan dolayı Kurdistan’ı da aşıp tüm Irak’a yayılabilir. Çünkü söz konusu yol Kurdistan’ı kuşatıyor. Kurdistan’ın sınırı üzerinde, bizim “Orta Alan” dediğimiz ve birçok halkın bir arada yaşadığı alanda öngörülüyor. Dolayısıyla buralarda TC’den dolayı savaş tüm alanlara yayılır. Bu Irak için ciddi bir tehlikedir. Diğer yandan TC, PKK’yi bahane ederek Güney Kurdistan’a, Irak’a askeri güç koyuyor. Birçok alana benzer bahaneler yaratarak, özellikle de “teröre karşı mücadele” adı altında işgal gücü koyuyor. Fakat herkes biliyor ki TC girdiği yeri işgal ediyor ve bir daha bu yerlerden çıkmıyor. Dolayısıyla böyle bir projeyle hem ekonomik hem de askeri olarak Irak’ın içlerine, hatta Basra’ya kadar Irak üzerinde denetim sahibi oluyor.
Bir de öngörülen bölgeler TC’nin, “Türkmen Yurdu” olarak tanımladığı bölgelerdir. Türkmen ülkesi diye yarın bu alanda ayrı bir yönetim ilan edebilir. Kuzey Suriye’de birçok alanı böyle aldı. Kıbrıs için böyle dedi ve işgal etti. Böyle bir işgal durumunu Irak’ta da geliştirebilir. Bunlar da Irak için ciddi bir sorun, tehdit ve tehlike olur. Evet, belki su ihtiyacı nedeniyle böyle bir şey yapılmış olabilir ama bunların ciddi bir tehlike oluşturduğu açık. Irak bunu ne kadar kaldırabilir? Böyle bir durum gelişirse Kürtler açısından, Irak açısından, hatta tüm Ortadoğu açısından sonuçları ne olur insan şimdiden kestiremez.
Zaten Irak’ta çatışmalı bir durum var. İstikrar yaratılmadı, sistem kurulamıyor. Böyle bir durum bu istikrarsızlığı, savaş ve çatışma durumunu daha da derinleştirir. DAİŞ ve benzeriçete grupları bu alanlarda daha fazla örgütlenir, TC’ye dayanarak gelişme sağlar ve bu alanlar bir çatışma ve istikrarsızlık kaynağı haline dönüşebilir. Kısaca Irak hiç de hayırlı olmayacak sonuçlarla karşı karşıya.
Tabii bu durum Kürtler açısından da ciddi bir tehlike arz ediyor. Böyle bir yolun “Kalkınma Yolu” olamayacağı Barzani yönetiminin tutumundan da görülüyor. Çünkü Irak-Türkiye ticareti bu yol üzerinden olacaksa bu Barzanileri aç bırakır. Bütün varlıkları Habur kapısının işlemesine dayanıyor, oradan alınan gümrükle oluyor. Böyle bir yol ise Habur kapısını, burada işleyen ticareti sıfıra indirir. Bu durumda Güney Kurdistan ve Barzaniler söz konusu ticaretten mahrum kalır. Ama dikkat edilirse bu yol projesi temelinde Türkiye ve Irak arasında bir anlaşmanın ortaya çıkması için en çok Barzani yönetimi çalıştı. Bu da aslında işin hiç de görüldüğü gibi olmadığını gösteriyor.
Gerçekten de Kalkınma Yolu Projesi yeni bir ticaret yolu olsa, Habur sınır kapısından dolayı en çok Barzaniler zarar görecek. O halde herkesten daha çok Barzanilerin buna karşı çıkması gerekirken, tersine bu anlaşmayı imzalatmak için neden bu kadar çalıştılar? O halde burada bir hile var. Ne tür bir hile olabilir? İşte belirttiğimiz nokta bu hileyi ortaya koyuyor. Adı Kalkınma Yolu ama esasında savaş yoludur. Böylece Güney Kurdistan’ı TC ile kuşattırıyor. Barzaniler, KDP yönetimi kuzeyden bütün dağlarda kendi güvenlik tepelerini Türk Ordusu’na, çetelerine tutturdu. Güneyden de Türk ordusuyla bunu gerçekleştirerek bu alanı tümüyle Türkiye’nin uzantısı olan bir vilayet haline getirmek istiyor olabilirler. İşte İdlib’ten Serêkaniyê’ye kadar TC’nin bu alanda yarattığı çete ortamı gibi bir ortamı, burada KDP ile AKP birlikte yaratmak istiyor olabilir. Her halde bunu bildikleri için Barzaniler karşı çıkmayıp destek verdiler.
Diğer yandan ise bu işten para, avans alıyor olabilirler. Evet, böyle bir durumda Kürtler ticari olarak zarar görecekler ama böyle bir ticaretten Barzanilere belli bir yüzdelik dilim olarak kâr veriliyor olabilir. Dolayısıyla “Kürtler kaybetsin Barzaniler kazansın” şeklinde bir anlaşmaları olabilir. Zaten şimdiye kadar KDP’nin tutumu hep bu oldu. Bu da gösteriyor ki bu Kalkınma Yolu Projesi ekonomik bir içerikten çok askeri bir içeriğe sahip. Böyle görmemiz lazım. Bu tüm Iraklılar için bir felakettir. Kürtler için de öyle. Kesinlikle karşı çıkmak gerekir. Kürt varlığı ve özgürlüğü buna mutlaka karşı çıkar.
Diğer yandan ilk defa bir TC Cumhurbaşkanı Hewlêr’e gidiyor. Tam bilemiyoruz ama bu Hewlêr ziyaretini biraz daha farklı değerlendirmek lazım. Gerçekten Barzanilerin durumu uşaklıktır. Hewlêr ve Güney Kurdistan’ı Türkiye’nin bir vilayeti haline getirmek için canla başla çalışıyorlar. Kendilerinin bu biçimde TC ve onun sermaye sistemiyle bütünleştirmişler. Her hangi bir ulusal düşünceleri, öngörüleri, iradeleri yoktur. Yaptıkları her şey utanç vericidir. Dolayısıyla bunun öyle karşılıklı diplomatik görüşmeyle bir alakası yok. Erdoğan’ın Hewlêr’e gidip Barzaniler ile görüşmesi Barzanilere ne kadar muhtaç olduğunu gösteriyor
Benzer durum Tayyip Erdoğan açısından da geçerli. Öyle şaşaalı bir ziyaret yapmaya çalıştı ama unutmasın ki daha önce TC Devleti, Cumhurbaşkanı düzeyinde görüşmüyordu. Barzanileri onbaşı, çavuş ile idare ediyordu. Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ sürekli “O aşiret ağalarıyla siyasi görüşme mi yapılır” diyordu. Daha dün tutumları buydu. Bunlar hala belleklerimizde canlı olarak yaşıyor. Fakat Tayyip Erdoğan’ın kendisinin bizzat Hewlêr’e gidip Barzanilerin dizinin dibine oturması ne kadar zayıf düştüğünü, Barzanilere ne kadar muhtaç hale geldiğini ortaya koyuyor. Başka bir özelliği yoktur. Putin ile görüşemedi, Alman Cumhurbaşkanı muhalefetle görüştükten sonra kendisiyle görüştü. AKP şakşakçısı basın üzerinden ABD Başkanı ile görüşeceğim diye bir ay propaganda etti. Ama bu da yalan çıktı. Öyle bir şeyin olmadığı açığa çıktı. İşte böyle bir ortamda Hewlêr’de güya gövde gösterisi yaparak, yine Bağdat ziyaretiyle bu durumu kurtarmaya, unutturmaya çalıştı. Evet, Hewlêr’e gittin, orada Türk bayraklarıyla karşılandın ama kimin yanına gittin, nereye gittin? Daha 20 yıl önce Genelkurmay başkanlarının her türlü hakareti yaptığı görüşmeye, sen şimdi ellerini ayaklarını kapanırcasına gittin. Dolayısıyla bu Tayyip Erdoğan açısından da çok olumsuz bir durumdur. Hem Barzanilerin hem de Tayyip Erdoğan’ın ne kadar zayıf bir durumda olduğunu, birbirlerine bu zayıflık nedeniyle bu kadar sarıldıklarını dünya âlem gördü. Sanki bu şekilde tabanlarına moral vermek istediler ama her halde teşhir oldular.
Bu ziyaret sürerken Belçika’nın Medya Haber ve Stêrk TV merkezlerini basması, yine Türkiye ve Kuzey Kurdistan’da basına dönük gelişen saldırıların, Irak ziyareti ve Önderliğe dönük yapılan saldırılarla nasıl bir bağı var? Böylesi bir sürece nasıl gelindi?
Duran Kalkan: Tayyip Erdoğan’ın ziyareti 22 Nisan’da gerçekleşti. 22-23 Nisan gecesi ise Belçika’da Medya Haber ve Stêrk TV merkezleri basıldı. Yine aynı gece İstanbul’dan Amed’e onlarca gazetecinin evi basıldı, gazeteciler gözaltına alındılar. Medya ve Stêrk TV haber merkezleri yağmalandı, talan edildi. Ne arandığı belli olmayan, sadece zarar vermeyi öngören, gözdağı vermeyi içeren bir baskı uygulandı. Bunu herkes gördü. Başka türlü anlamak da mümkün değil. Aynı zamanda da İmralı’da her türlü hile ve baskın yöntemiyle Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün engellenmeye çalışıldığı açık. Dolayısıyla zamanlama olarak da, anlam olarak da bunlar arasında kopmaz bağlar var. Bir planın parçaları. Bu plan Kürt soykırım planıdır. Tayyip Erdoğan yönetiminin daha fazla saldırıyla gerillayı ezme, İmralı baskı ve tecridiyle Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü engelleme, halkı sindirme, PKK’yi tasfiye etme amaçlı saldırı konseptinin birer parçaları. Kesinlikle böyle görmek lazım. Burada öyle sıradan bir bağ yok, ortak bir saldırı konseptinin, bu temelde oluşturulan planın parçaları var. Rolleri de, zamanlamaları da böyledir. Belçika’daki baskınların Fransa yönetimi tarafından istendiği söyleniyor. O ne kadar doğru-yanlış bilemeyiz. O noktada Fransa’nın amaçlarını da bilemeyiz. O tür ayrıntılar olabilir. Fakat böylesi ayrıntılar bizim ifade ettiklerimizi değiştirmez. Genel çerçeveden bakıldığında bütün bunların faşist sömürgeci, soykırımcı topyekun özel savaş saldırı planının birer parçası olduğu çok açık. Peki, bu noktada basının bu biçimde hedeflenmesi böyle bir planlı saldırıda ne anlama geliyor? Kuşkusuz basın kendilerini teşhir ediyor. Hileleri deşifre oluyor. Kendi kamuoylarını da etkileyebiliyor. Hele hele dış dünyayı Kürtlere daha fazla enforme ediyor. Demek ki basının propagandasının AKP-MHP faşist diktatörlüğünün yürüttüğü soykırımcı özel savaş saldırılarını teşhir etme düzeyi gelişkin. Demek ki kitleler üzerinde etkili. Bu gerçeği görüyor ve korkuyorlar. Bunu önlemeye, en aza indirmeye çalışıyorlar.
Tayyip Erdoğan yönetimi daha fazlasını istiyor. Gücü yetse hepsini anında kapattıracak. Nasıl İmralı’dan Önder Apo’nun bir sözünün bile dışarıya çıkmasına izin vermek istemiyorlar, aynı şekilde hiçbir Kürt’ün Kürtlük adına bir kelime konuşmasına ve yazmasına da izin vermek istemezler. Güçleri yetse istedikleri budur. Güçleri yetmediği için yapamıyorlar. Bu durumu başka türlü görmemek lazım. “İşte Kürtler de konuşuyor, yazıyorlar, demek ki AKP-MHP faşizmi de bunu kabul ediyor” dememek lazım. Güçleri yetmediği için bir şey yapamıyorlar. Güçleri yetse hepsini engelleyecekler, yok edecekler, dağıtacaklar. Diğer yandan dönemsel zamanlama açısından da mevcut durumu iyi görmemiz lazım. Yeni soykırımcı saldırılar yapıyorlar, yapmaya hazırlanıyorlar. Bunu ilan ediyorlar. Daha fazla saldıracağız diyorlar. İşte Tayyip Erdoğan “yaza kadar PKK’yi Irak’ta bitireceğiz” vaadinde bulundu. Bunu geçmiş yıllarda da yapıyorlardı, bu yılbaşında da birkaç kez net bir biçimde söyledi. Elli yıldır bitiremediği PKK’yi acaba ne yapacak da bir-iki ay içinde bitirecek diye herkesin gözü merakla Tayyip Erdoğan da. Böyle bir saldırı planları olduğunu tüm kamuoyuna ifade ettiler. Belki de yapacaklar. Çılgınca girişimlerde bulunabilirler. Can havliyle her türlü saldırıyı yapabilirler. Çünkü Tayyip Erdoğan yönetiminin buna ihtiyacı var. İşte AKP-MHP arasındaki çelişkilerden söz ediliyor. Bunları gidermek için ırkçılığı, milliyetçiliği, şovenizmi geliştirmesi, Kürtlere dönük saldırıyı daha fazla arttırması lazım. Yine “uzlaşma arıyoruz” adı altında CHP ile görüşmeler yapıyorlar. CHP’yi yanlarına çekebilmeleri için ellerindeki tek koz Kürt düşmanlığı, Kürt karşıtlığıdır. Kürtler, Türklere karşı büyük bir tehdit oluşturuyor yalanına dayanıyorlar. Halbuki Kürtler, her zaman Türklüğün var oluşuna destek verdiler. Bin yıldır Anadolu’da Türk varlığı kendilerinden daha çok Kürtlere dayandı. Bu düzeyde bir çarpıtma var.
Dolayısıyla böyle bir askeri saldırıya geçmeden önce basını mümkün olduğu kadar zayıflatarak her hangi bir saldırı durumunda devrimci, demokratik, yurtsever propagandanın fazla yapılmamasını, yapacakları katliamların, kullanacakları yasak silahların, taktik nükleer ve kimyasal bombaların teşhirinin fazla yapılmamasının zeminini hazırlıyor olabilirler. Askeri saldırılarını, katliamlarını, savaş suçlarını daha rahat işleyebilmek için basını zayıflatmak, özgür basını darbelemek istiyorlar. Bu anlamda basının duruşu, çalışmaları olumlu ve etkilidir. Bu gerçeği görmek lazım. Bu iyi bir durumdur. Direniş konumu da etkili oldu. Demek ki özgür basın işlev görüyor, rol oynuyor. Bu mutluluk verici bir durum. Bu temelde bir kere daha direnişi selamlıyoruz. Sonuç olarak mevcut durumu iyi anlamalı, faşist sömürgeci, soykırımcı saldırganlığı, onun zihniyet ve siyasetini, katliamlarını, özel savaşın tüm boyutlarını doğru biçimde daha etkili teşhir edebilmeliyiz. Özgür basın, propaganda savaşında sürekli başarılı olmalı ve zafer kazanmalıdır.
2024 yılı Mayıs Şehitler Ayı’nda Önder Apo’ya, şehitler çizgisine dönük küresel düzeyde saldırılar gelişiyor ve bu saldırıların daha da derinleşeceği görülüyor. Gelişen bu saldırıların boşa çıkartılması nasıl bir duruş ve mücadeleyle mümkün?
Duran Kalkan: Büyük devrimci Haki Karer’i şehadetinin 47’nci yıldönümünde saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. Şahsında tüm Kurdistan özgürlük mücadelesi şehitlerini saygı ve sevgiyle anıyorum. Kurdistan Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı olarak 18 Mayıs şehitler gününü yaşıyoruz. Mayıs şehitler ayında bulunuyoruz. Kurdistan özgürlük mücadelesi ilk büyük şehidini 18 Mayıs 1977’de Antep’te verdi. Haki Karer yoldaş faşist soykırımcı özel savaş elemanları tarafından alçakça katledildi. Kurdistan özgürlük mücadelesi bu anıya sahip çıkmanın gereği olarak gelişti. Haki Karer yoldaşın şehadetinin birinci yıldönümünde -19 Mayıs 1978 de- Halil Çavgun yoldaş şehit düştü. Hilvan direnişi Halil Çavgun’un anısına gelişti. PKK’lileşmeyi ortaya çıkardı. Zindan direnişini, Mazlum direnişçiliğini 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’na bağlayan Ferhat Kurtay öncülüğündeki Dörtlerin 17 Mayıs 1982 direnişi oldu. O da ilhamını, zamanını Haki Karer yoldaşın şehadetinden aldı. Ondan sonra her Mayıs, mücadelenin daha da geliştirildiği bir aya dönüştü. Mayısın her gününde şehitler verildi ve böylelikle Mayıs ayı, şehitler ayı haline geldi. Hareketimiz, şehitler hareketine dönüştü. Önder Apo “Şehitler PKK’lidir, PKK biçiminde yaşıyorlar” dedi. Yine PKK’yi yöneten bir şehitler ordusu olduğunu” söyledi. Önderlik gerçeğini bu şehadet çizgisi oluşturdu.
Mayıs ayı Türkiye devrimci hareketi açısından da önemli bir ay oluyor. 18 Mayıs İbrahim Kaypakkaya’nın da şehadet yıldönümü oluyor. 1973 yılının 18 Mayıs’ında Amed’te işkencede katledildi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972’de Ankara’da idam edildiler. 31 Mayıs’ta Sinan Cemgil ve arkadaşları Nurhaklarda çatışmada şehit düştüler. Diğer yandan 9 Mayıs’ta değerli dostumuz Ulaş Bayraktaroğlu Reqa Savaşı’nda kahramanca gösterdiği etkinlik içerisinde şehit düştü. İbrahim Kaypakkaya şahsında tüm Türkiye devrim şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum. Şehitleri anmak onları doğru anlamak ve başarılı uygulamaktır. Bu da Apocu çizgiyi doğru anlamak ve başarılı uygulamak anlamına geliyor. Bu bakımdan şehitleri anmanın ve doğru sahiplenmenin iki yöntemi var; birincisi bu çizgiyi doğru anlamaktır. Bunun için kendini şehitler çizgisinde sürekli eleştirel-özeleştirel sorgulamadan geçirmek, yenilemek, düzeltmek, geliştirmektir. İkincisi ise bu çizgiyi doğru uygulamaktır. Şehitlerin anılarını mücadelede yaşatmaktır. Eylemde yaşatmaktır. Amaçlarını başarmak için daha büyük bir mücadele gücü olmaktır. Şehitleri doğru uygulamak, şehitler çizgisinde kendini eğitmek, örgütlemek ve eylemli kılmak demektir. O halde bu şehitler ayında bunu çok daha fazla yapacağız.
Dar ulusal bakış açısını aşmalıyız
Böyle bir girişten sonra soru çerçevesinde şunları belirtebiliriz: Biz bir Önderlik ve şehitler hareketiyiz. Kurdistan Özgürlük Hareketi böyle bir hareket. Apocu hareket kesinlikle bir Önderlik ve şehitler hareketidir. Önderlik ve şehitler hareketi olmak demek yeni bir yol çizmek, yeni doğrular ortaya koymak, onları temsil etmek ve pratikleştirmek demektir. Bu doğrular herkes içindir. Sadece Kürtler için değil, bütün halklar içindir. Sadece bir sınıf için değil, tüm ezilenler için, tüm kadınlar ve gençler içindir. Tüm ezilen insanlık içindir. Öncelikle Önderlik ve şehitler hareketi demek, bu Hareketin zihniyet yapısının, ideolojik, politik çizgisinin bütün insanlığa taşırılması, ulaştırılması demektir; kadınlar, gençler, işçi ve emekçiler başta olmak üzere tüm ezilenlere ulaştırılması, dünyanın her tarafına yayılması demektir. Bir defa Önderlik Hareketi olmak bunu gerektiriyor. Mensuplarına böyle bir somut görev ve somutluk yüklüyor. O halde tüm devrimci ve yurtseverler olarak hepimizin Önderlik ve şehitler çizgisini doğru anlamanın, başarılı uygulamanın yanında, bunu dünyanın dört bir yanına doğru ve yeterli bir biçimde yayma görev ve sorumluluğu var. Bunu zaman kaybetmeden etkili ve yeterli bir düzeyde yapabilmeliyiz. Her zaman böyle bir görev ve sorumluluğumuzun olduğunu bilmeli ve bunu başarıyla yerine getirmeliyiz. Bu konularda eksiklikler, yetersizlikler, zayıflıklar var. Bu konuda bir sürü imkan ve fırsat var.
Önder Apo düşüncelerini bu kadar yazılı hale getirdi. İmralı koşullarında bulunmasına rağmen bir hazine gibi elimize verdi. Bu büyük hazine ve değeri çok az işletiyor, zayıf kullanıyoruz. Kendimizi sadece Kurdistan’la, Kürt toplumuyla, Kürt kadınları ve gençleriyle sınırlı tutmamalıyız. Bütün Ortadoğu, dünya halkları ve insanlığa karşı kendimizi sorumlu görmeliyiz. Önderlik düşüncelerinin herkes için olduğunu ve herkese götürülmesi gerektiğini bilmeliyiz. Apocu militanlar, yurtseverler ancak böyle yaptığı zaman bunun gereğini yerine getirmiş olur. Başka türlü Apocu, devrimci ve yurtsever olmak mümkün değil. O halde dar ulusal bakış açısını aşmalıyız. Bölgesel ve küresel bakış açımız olmalı. Kuşkusuz Kurdistan’da da, Kürt kadınları ve gençleri düzeyinde de devrimci görevleri en ileri düzeyde yapmayı esas almalıyız. Fakat sadece bununla yetinmemeliyiz. Kendimizi bütün halkalara karşı, dünyanın bütün kadınlarına ve gençlerine karşı, tüm insanlığa karşı sorumlu görmeliyiz. Onları Önderlik ve şehitler çizgisinde bilinçlendirebilmek, Önder Apo ve şehitler gerçeğimizi onlara doğru taşırabilmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıyız. Programlı, örgütlü çalışmalıyız. Seferberlik düzeyinde çaba harcamalıyız. Böyle bir görevle görevli olduğumuzu, Önderlik hareketi olmanın bize böyle bir görev ve sorumluluk yüklediğini her zaman iyi bilmeli ve gereğini de her zaman başarıyla yerine getirmeliyiz.
Diğer yandan eğer böyle bir gelişme olursa; Önderlik düşünceleri, zihniyeti, çizgisi, demokratik modernite paradigması giderek tüm kadınlara, gençlere, ezilenlere, işçi ve emekçilere ulaşır ve bu temelde bir bilinçlenme, örgütlenme yaratılırsa o zaman beş bin yıllık iktidar ve devlet sistemine ve beş yüz yıllık küresel kapitalist modernite sistemine karşı alternatif bir demokratik uygarlık, alternatif bir demokratik modernite sistemi, arayışı gelişir. Bu da mevcut baskıcı, sömürücü, faşist, soykırımcı iktidar, devlet sistem ve zihniyeti için en büyük tehlikedir. Elbette bu güçler böyle bir gelişmeyi, alternatif bir yaşam ve toplum gelişimini kendileri için tehlike görürler ve onu engellemek için her türlü çabayı harcarlar. Çünkü insanları aldatabilmek, egemenliklerini sürdürebilmek için kendilerini alternatifsiz kılmaları lazım. Biliyorlar ki haksızlar, baskı ve zulüm uyguluyorlar. Her zaman alternatif karşıt yaratıyorlar. Bilinçlenip örgütlenmek onların yok olmasını getirecek. Onlar bilinçlenip örgütlenmeyi engelleyerek ancak kendi baskı, sömürü ve zulüm düzenlerini ayakta tutup sürdürebiliyorlar.
Bunun için böyle bir gelişmeyi, yeni Önderlik paradigmamız olan Demokratik, Ekolojik Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması’nın insanlığa yayılmasını istemiyorlar. Çünkü bütün insanlığı kucaklayacak olan bu alternatifi kendilerinin yok oluşu olarak görüyorlar. O açıdan da gelişmemesi için daha şimdiden her türlü saldırıyı yapıyorlar. Bütün ilişki kanallarını koparmaya çalışıyorlar.
Bunun için dünyanın dört bir yanında toplantılar yapıp PKK’ye karşı kararlar alıyorlar. Bunlar Önder Apo’ya karşı uluslararası komployu BM düzeyinde örgütleyip yürüttüler. İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi bir küresel sistem. NATO öncülüğünde ve BM içindeki devletler tarafından yürütülüyor. Mevcut sistem daha o zamandan bunu gördü ve böyle bir saldırıyı yürüttü. Şimdi de bu saldırı durumunu geliştirerek sürdürmek istiyorlar. Her yerde PKK’yi terör listelerine koyuyorlar. En büyük terör örgütü diyorlar. Tehlike diyorlar. PKKK’li olmayı en büyük suç sayıyorlar. Her yerde PKK’li tutuklayıp yargılıyorlar.
PKK’liyim diyenler kendilerine hiçbir şey yapmıyorlar. Dikkat edelim hiçbir pratik karşılıkları yok. Siyasi, askeri karşıtlıkları ya da mücadeleleri yok. Ama buna rağmen PKK’yi en büyük tehlike görüyor, en azgın terör örgütü sayıyor, ilan ediyor ve böylece elbirliğiyle her türlü yöntemi kullanarak PKK’ye saldırıyorlar. PKK’nin önünü kapatmaya, gelişimini engellemeye çalışıyorlar. Bu gerçeği görmek lazım, bilmek gerekli. Bu büyük bir ideolojik, siyasi mücadelenin var olduğunu gösteriyor. Çünkü iki alternatif sistem ve zihniyet var. Kapitalist moderniteye alternatif olan sistem, demokratik modernite sistemidir. Devletçi uygarlığa alternatif demokratik uygarlıktır. Dolayısıyla demokratik uygarlık zihniyetinin gelişmesini engellemek istiyorlar. Demokratik modernite bilincinin, örgütlülüğü ve eyleminin ortaya çıkmasını, yayılmasını istemiyorlar. Bunlar gelişirse kendilerinin yok olacağını hesaplıyorlar. Böyle bir dünya savaşı var. İki modernite, iki uygarlık savaşı var. Devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık, kapitalist modernite ile demokratik modernite dünya çapında bir çatışma, savaş halinde. Bunun ekseninde zihniyet savaşı, ideolojik savaş var. Ama aynı zamanda bu yerel alanlarda parça parça da olsa siyasi-askeri mücadeleye de dönüşüyor.
Demokratik modernite bilinci örgütü ve eylemini geliştirmeliyiz
Bu noktada demokratik modernite alternatifinin geliştirilmesi temelinde bilinç, örgüt, eylem ortaya çıkartmak istediğimizde, buna karşı kapitalist modernite güçlerinin her türlü yöntemle saldıracağını, bu saldırıların sürekli derinleşeceğini, azgınlaşacağını bilmemiz lazım. O halde buna göre tedbirlerimiz olmalı. Bunları boşa çıkartacak bir tarzın sahibi olmalıyız. Doğru, uygun yöntemler bulmalıyız. Öyle rastgele, dümdüz, kaba kuvvetle hiçbir şeyi hesaba katmadan devrimci çalışma yürütülemez, demokratik modernite bilinci, örgütü ve eylemi geliştirilemez.
Dikkatli olmak lazım. Bu saldırılar açıktan devlet güçleri tarafından geliyor. Siyasi boyutta oluyor. Engel, yasak koyuyorlar. Tutukluyorlar, ceza veriyorlar. Ama bu saldırıların diğer bir boyutu da ideolojiktir, zihinseldir. Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik üzerinde temellenen kapitalist modernite liberalizmini, demokratik modernite bilincinin yayılmaması, gelişmemesi için seferberlik halinde bize karşı saldırıda kullanıyorlar. Bir yandan doğru bilinç edinmeyi saptırmaya çalışıyorlar. Diğer yandan ise sürekli toplum kırım halinde her türlü propaganda araçlarını, basını kullanarak, sporu, sanatı, seksi kullanarak insanları bireyci, maddiyatçı yaşam içinde tüketip düşünemez, doğruyu göremez, özgür yaşamı bilemez ve ona ulaşamaz hale getirmek istiyorlar. Hem saptırıcı saldırılar var hem de engelleyici, yok edici saldırılar var.
Bu maddi pratik engelleyiciliğe karşı pratik tedbirlerimizi geliştirmeliyiz. Ama bu ideolojik, zihinsel saldırılara karşı ise çok daha etkili, yöntemli, üsluplu, sonuç alıcı bir ideolojik mücadelenin yürütücüsü olabilmeliyiz. Bunun için bütün olayları, gelişmeleri demokratik modernite çizgisinde değerlendirmeye, eleştiri-özeleştiriye tabii tutmalıyız. Demokratik sosyalizm çizgisini, ekolojik bilinci, kadın özgürlük bilincini, özgür birey demokratik komün yaşamını her yerde geliştirmeliyiz. Bunun doğru bir yaşam olduğunu herkese mutlaka gösterebilmeliyiz. Bunun için de daha fazla ideolojik mücadeleye ihtiyaç var.
Bize saldırı yönelten ideolojilerin nasıl bir baskı, sömürü, zulüm içerdiklerini anı anına bütün insanlığa gösterebilmemiz lazım. “Canım konuşsunlar, yazsınlar, bundan bir şey olmaz” dememek lazım. Hepsini dikkate, ciddiye almalıyız. Hepsine cevap vermeliyiz. Sadece onlara cevap vermemeliyiz. Onlar saldırmasa bile varlıklarını yanlış görüp yanlışlarını, insanlık ve yaşam hakikatine uygun olmayan yanlarını eleştirerek doğruları insanlığa, topluma taşımalıyız. Bu çok önemli bir durum. Bir yandan kendi yaşamımızla, duruşumuzla bu doğruları; demokratik sosyalizmin ilkelerini, özgür yaşam ve demokratik komün ilkelerini, ahlaki-politik toplum ilkelerini hayata geçireceğiz, yaşayacağız, yaşatacağız. Diğer yandan ise ideolojik mücadele yürüteceğiz. Çok yönlü ve yaygın bir ideolojik mücadele içinde olacağız. Herkes bunu yapacak. Her kadro, her kurum, her organ, tüm devrimci yurtseverler, demokratlar kendilerini bununla görevli ve sorumlu görecekler. Böyle yaparsak saldırıları kırarız. Kendimizi geliştirmenin yol, yöntemini buluruz. Henüz daha zayıfken hemen karşıt hale gelip öyle kolay ezilen bir duruma düşmemeliyiz. Tersine, doğru, yerinde ve zamanında hareket ederek saldırıları daha baştan boşa çıkartmayı, dolayısıyla demokratik modernite alternatifinin gelişip yayılmasını sağlayabiliriz. Duruşumuz ve mücadelemiz böyle olmalı.
Son zamanlarda İsrail’in İran’a ve sonrasında İran’ın İsrail’e dönük saldırıları gelişti. İsrail, neden İran’ın Şam Konsolosluğu’nu vurdu. TC, İran-İsrail gerginliğinde nerede duruyor. Mevcut durumun Kürt ve Filistin halklarına dönük kırım saldırılarıyla bir bağlantısı var mıdır?
Duran Kalkan: Son dönemde yaşanan İran-İsrail gerginliği ve çatışmasını doğru anlayıp doğru cevaplayabilmek için öncelikle Gazze’de yaşanan savaşın doğru ve yeterli anlaşılması gerekir. 7 Ekim 2023’te başlatılan Gazze Savaşı bir çıkar çatışmasıdır. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Bir yandan ABD, İsrail ve İngiltere, bütün Avrupa Birliği öncülüğünde geliştirilmek istenen Hindistan-Suudi Arabistan-İsrail-Kıbrıs-Yunanistan enerji yolu projesi var ki bu güçler böyle bir enerji yolu oluşturabilmek için çok yönlü çalışma yürütüyorlar. Bu çalışmanın bir teknik boyutu, bir de güvenlik boyutu var. Kendileri açısından bu alanı tam bir askeri denetim altına almak, güvenlikli kılmak istiyorlar. İşte Gazze’deki durum, Hamas’ın varlığı bu proje için tehdit oluşturuyordu. Dolayısıyla kendi yol güvenliklerini sağlamak için Gazze’yi denetim altına alıp işgal etmek, Hamas’ı etkisiz kılma gereği duydular ve bu savaşı başlattılar. Savaşı hazırlayan, başlatanlar bu enerji yolu projesine öncülük edenlerdir. Bunun başında öncü düzeyde ABD ve İsrail var.
Bir de bu enerji yolunun ekonomik olarak kendisine zarar verdiğini, dolayısıyla bu yol projesini işlemez kılmak isteyen taraflar var. Örneğin TC Devleti, bugünkü AKP-MHP faşist diktatörlüğü bunun başında geliyor. Çünkü kendileri bu yoldan dışlandılar. TC, AKP-MHP faşist diktatörlüğü, bütün enerji yollarının Anadolu’dan, boğazlardan geçeceğini düşünüyordu. Geçmişte İpek Yolu böyleydi. Rusya ile geliştirdikleri ilişkileri de biraz buna dayanıyordu. Putin kaç defa Türkiye enerji yollarının merkezi olmalı diye açıklama yaptı. Türkiye ile ilişkilerini bu çerçevede oluşturuyorlardı.
Fakat bu en az yüz yıllık bir savaş demek; Birinci Dünya Savaşı Berlin-Bağdat-Basra demiryolu projesi nedeniyle oldu. Almanya, Osmanlı üzerinden böyle bir ticaret yolu oluşturarak Basra Körfezi’nin ticaretini ele geçirmek istedi. İngiltere ve Fransa’da savaş açıp Basra Körfezi’ni askeri olarak denetime alıp Alman-Osmanlı yol projesini boşa çıkardılar. Ukrayna Savaşı da enerji yolu temelinde gelişen bir savaştır. Ruslar ve Çinliler güçlerini birleştirip çevreyi örgütleyerek Ukrayna üzerinden Avrupa’ya enerji ve ticaret yolu oluşturmak istediler. Fakat ABD, Ukrayna Savaşı ile buna müdahale edip bu projeyi boşa çıkardı.
Yeni bir Ortadoğu yeni bir dünya kapitalist modernite sistemini şekillendirmek istiyorlar
Öyle anlaşılıyor ki ABD, daha 1990’da Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından böyle bir enerji yolu oluşturmak ve güvenlikli bölge yaratmak için Körfez Krizi ve Savaşı’yla Körfez’e müdahale etmiş. Dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı da bu yol projesi üzerinden gelişen bir savaş oluyor. Bütün dünya savaşları böyledir. Birinci Dünya Savaşı bu yol projesi üzerinden başladı. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler bu yolu Karadeniz’in kuzeyinden Kafkasya’ya, oradan da Hindistan’a ulaştırmak istedi ama başaramadı. Şimdi açığa çıktı ki Üçüncü Dünya Savaşı’nı da ABD, “Yeni Dünya Düzeni” adı altındaki projesiyle Hindistan-Suudi Arabistan-İsrail-Kıbrıs-Yunanistan yol projesi olarak şekillendirmek istiyor. Böylece yeni bir Ortadoğu, yeni bir dünya kapitalist modernite sistemini şekillendirmek istiyor.
Dikkat edelim küresel kapitalist hegemonya bu Avrupa, Asya ticareti üzerinde oluşuyor, enerji ticareti üzerinde şekilleniyor. Dünya savaşları bunun için çıktı. Dünyanın yeniden paylaşımı bu temelde yaşanıyor. Hindistan yolu meselesi aslında Büyük İskender’den bugüne gelen bir meseledir. İnsan oraya kadar da götürebilir.
Şimdi Hindistan’da böyle bir yol projesi ilan edilince ilk açıktan karşı çıkan Tayyip Erdoğan’ın kendisi oldu. Bunu boşa çıkartmak için hemen Karabağ Savaşı’nı çıkarttılar. Azerbaycan’dan Türkiye’ye bir kara yolu açmak istediler. Bu İran ve İsrail tarafından engellendi. Şimdi bunun Irak üzerinde “Kalkınma Yolu Projesi’yle” yapılmak istendiği söyleniyor. Buna çok ihtimal vermiyoruz. Bu Sultan Abdulhamit’in yoluydu. Almanlarla, İngilizlerle, Ruslarla, Fransızlarla yapılan uzun müzakereden sonra Abdulhamit bu yol projesini Almanya’ya verdi ve Birinci Dünya Savaşı’nın gelişmesine yol açtı.
Kuşkusuz şimdi de Tayyip Erdoğan böyle bir şeyi arzuluyor. Ama yapamaz, zordur. Bir yandan alternatif enerji yolları oluşturarak bu yol projesini boşa çıkartmaya çalışıyor, diğer yandan da Hamas üzerinden Gazze’yi savaş alanı haline getirip o hattı güvenliksiz kılarak bu projeyi boşa çıkartmak istiyor. Bu bakımdan da Gazze Savaşı’nın iki boyutu var; birincisi ABD-İsrail boyutudur. Bunlar yol temizliği yapmak istiyorlar. Planladıkları enerji yolunu güvenlikli kılmak istiyorlar. Bir de AKP Türkiye-Hamas cephesi var. Onlar da burayı güvenliksiz kılarak bu yol projesini daha baştan boşa çıkartmak istiyorlar. Hamas’ın İsrail’e saldırması bu temelde oldu. Zaten bunu ABD ve İsrail istiyor ve de bekliyordu. Fırsatı bulunca da Hamas’ı yok etmek ve Gazze’yi ele geçirmek için Gazze’ye dönük bu işgal savaşını başlattılar.
Erdoğan, İran’ı tahrik ederek İsrail’e karşı savaşa sokmaya çalıştı
Aylardır bu çıkar çatışması, yol açma, ya da yolu engelleme çatışması sürüyor. Olan Gazze halkına oldu. Ölü sayısı neredeyse 40 bine yaklaştı. Milyonlarca insan sürüldü. Gazze halkı katliama uğradı. Dikkat edelim iktidar ve devlet güçleri enerji yolu üzerinde çıkar kavgası yürütüyorlar. Bu Gazze, Filistin halkının kanı üzerinde oluyor. Kan döken, yerinden yurdundan olan, soykırıma uğrayan Gazze halkı, Filistin halkı oluyor. Burada alçakça bir oyun var. Soykırım yürüten bir çıkar savaşı var. Nitekim Birinci Dünya Savaşı içerisinde Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı, Rum ve Kürt soykırımı bu temelde gelişti. Görülüyor ki bu çıkar savaşları çok tehlikeli. Çünkü bazılarının soykırıma uğratılması temelinde gelişiyorlar. Abdulhamit’in başlattığı yol projesi de bu kadar halkın soykırıma uğramasına yol açtı. Şimdi de söz konusu enerji yolu projesi üzerindeki kavga, çıkar çatışması Gazze halkının, Filistin halkının soykırımıyla sürüyor. Öyle farklı güçler üzerinden hamaset edebiyatı yapmamak lazım. İşin özüne doğru ve yeterli bakabilmek gerekir.
Şimdi böyle bir savaş, çatışmalı durum var. Tayyip Erdoğan yönetimi Hamas saldırınca Filistin zora girer bu proje bozulur diye düşünüyordu. Onun için saldırttı. Ama öyle olmadığını, tersine böyle bir saldırının İsrail’in, ABD’nin isteği ve beklentisi olduğunu görünce bunu hemen engellemeye, Hamas’ı korumaya çalıştı. Fakat ona da fırsat vermediler. Dolayısıyla daha en başta oyunun ABD ve İsrail tarafından yürütülmüş olduğunu görüyoruz. Tayyip Erdoğan da, Hamas da ona hizmet etti.
Evet, filler tepişiyor karıncalar eziliyor. Gazze ve Filistin halkının durumu budur. Dikkat edilirse bu iş öyle kolay yürümedi. İsrail’in Gazze’yi işgal etmesi kolay gerçekleşmiyor. Hamas’a destek veren karşıt güçler var. Bir direnç, çatışma var. Söz konusu İran-İsrail gerginliği ve çatışması da böyle bir gelişme ortamında oldu.
Aslında süreci Tayyip Erdoğan başlattı. Gizli ya da açık böyle bir saldırıyı ondan başlatmasını ABD ve İsrail istedi. Belki de Tayyip Erdoğan başta bunu anlayamadı. O kendine göre sabote edeceğini sanıyordu. Her halde birileri ona “sen Hamas’ı harekete geçirirsen sabote ettirirsin” dedi ve o da öyle sandı. Nasıl ki Saddam Hüseyin Kuveyt’e girdiğinde Kuveyt’in hazinesini alacağını sanıyorduysa aynı şeyi Tayyip Erdoğan’a da yaşattılar.
Tabii iki tarafı da örgütleyen güç, aynı olunca rahatlıkla bu işler yürütülebiliyor. Putin-Zelenski kavgası da biraz böyle oldu. Bütün bunların arkasında tek bir el var. Buna dikkat edelim, görelim. Tayyip Erdoğan, AKP-MHP yönetimi, tuzağa düştüğünü, Hamas saldırısıyla söz konusu enerji yolunu sabote edemeyeceğini görünce bu sefer İsrail’e karşı savaş cephesini genişletme arayışına girdi. Bir yandan ateşkes ve barış arayışı, diğer yandan İsrail’e karşı savaş cephesini geliştirme arayışı içinde oldu.
Peki, İsrail’e karşı Gazze’yi, Filistin’i desteklemek üzere savaşa çekilebilecek en muhtemel güç hangisiydi? Kuşkusuz İran’dı ve TC de buna soyundu. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan yönetimi İsrail ile İran arasında savaş çıkartmak için sürekli tahriklerde bulundu. Bu temelde daha baştan sürekli Hamas’ın İran tarafından desteklendiğini, dolayısıyla Hamas saldırısının arkasında İran’ın olduğu yönünde çok yoğun bir propaganda yürüttüler. Bütün bu propagandaların arkasında Tayyip Erdoğan yönetimi vardı. Aslında kendisi yaptı ama durum olumsuz olunca kendisini gizlemek için İran’ı öne sürdü. Dolayısıyla İran’ı tahrik ederek İsrail’e karşı savaşa sokmaya çalıştı. Tayyip Erdoğan yönetiminin Gazze Savaşı başladıktan sonraki stratejisi buraya oturdu. Bir yandan Hamas’ı kurtarmak için ateşkes peşinde koştu, diğer yandan da İran’ı savaşa sokmak için bütün gücüyle çalıştı. İran üzerinde her türlü etkide bulundular. Tahrik ettiler, görüşmeler yaptılar, DAİŞ ile saldırı yaptılar. İran bu işleri yapıyor diye her tarafa yaydılar. Bunların hepsini AKP-MHP yönetimi organize etti. İran ve etkisindeki güçlerin İsrail ile çatışmaya girmesini, savaşın yayılmasını çok fazla tahrik ettiler. Dolayısıyla bu şekilde hem Hamas kurtulmuş olacaktı, hem de yol projesi sabote olacaktı.
Son İran-İsrail gerginliği ve çatışması, somut olarak İsrail yönetiminin Suriye’de İranlı generalleri vurmasıyla başladı. Netenyahu yönetimi bunu başlattı. Neden Netenyahu yönetimi Şam Konsolosluğu’na böyle bir saldırı yapma ihtiyacı duydu? Çünkü Gazze Savaşı’nda zorlanıyordu. Ateşkes dayatmaları vardı. Ateşkes istemlerini boşa çıkartması gerekiyordu. Gazze’yi daha fazla işgal edebilmesi için daha fazla asker, daha fazla teknik güç kullanması lazımdı. Bunun için de zemin gerekiyordu. Nasıl ilk savaşı başlatmak için bir zemin hazırdı ve bu zemini Tayyip Erdoğan tarafından yönlendirilen Hamas oluşturduysa, şimdi de Gazze’ye saldırıyı arttırabilmesi için bir gerekçeye, zemine ihtiyacı vardı. Bunun için İran gerginliğini kullanmak istedi. Zaten bu temelde istihbarat alınca da bu fırsatı kullandı ve İran’ın Şam Konsolosluğunu vurdu. Çünkü hem İsrail hem de İran fırsat bulduklarında birbirlerine karşı bu tür eylemler içine giriyorlar. O düzeyde bir karşıtlıkları vardır. Tabii burada fırsattan çok Netanyahu yönetimi bu saldırıyı Gazze’ye dönük işgal saldırılarını, katliamları daha çok arttırabilecek bir gerekçe yaratmak, zemin ve fırsat bulmak için yaptı. İran da ona karşı cevap verdi. İsrail İran’a cevap verdi ama İsrail’in İran’a dönük yaptığı misilleme çok zayıftı. Çünkü Şam Konsolosluğu’na o saldırıyı öyle bir misilleme için yapmadı. İki amacı vardı; birincisi oradaki generalleri vurmak.
Zaten onu başardı. İkincisi ise esas olarak Gazze işgalini daha da derinleştirmek için zemin ve gerekçe yaratmaktı, onu da fazlasıyla buldu. Netenyahu yönetimi, İran bizimle savaşa girdi diyerek bütün barış taleplerini boşa çıkardı. Barış girişimlerine karşı çıktı. Bütün barış arayışlarını etkisiz kıldı, Diğer yandan ise saldırılarını daha çok arttırarak sınırdaki Refah kentine kadar götürdü. İşgali, katliamları daha fazla arttırdı. Kendisine fırsat, gerekçe oluşturdu ve bunları da yaptı. Dolayısıyla son İran-İsrail gerginliği böyle bir ortamda oluştu.
Türkiye’nin tahriki vardır. Amaçlarını belirttik. Netenyahu yönetiminin tahriki var. Onun da amacını belirttik. Aslında o amacına ulaşmış oldu. Dolayısıyla dikkat edelim İran’ın saldırısına çok basit bir misilleme yaptı. Sadece “istersem yaparım” demek için o misillemeyi yaptı. Başka bir anlama gelmedi. Çünkü onun için o misilleme değil, esas Gazze saldırısı için zemin oluşmasıydı ve onu elde etti. Saldırılarını daha çok arttırıp işgali daha çok derinleştirdi, genişletti. İran da bunu anladı. Netenyahu yönetimi ve Türkiye yönetiminin kendisine yönelik tahrik çalışmalarını gördü. Baştan itibaren dikkatli yaklaşıyordu, basiretli duruyordu. İran bu durumların bilincindeydi. Tutumuyla böyle ucuz yaklaşan herkesi yanılttı. Aynı şey bu saldırı sürecinde de oldu. Şam Konsolosluğu’na yöneltilen saldırının amacını anladı, ona göre bir cevap verdi. Bu anlamda İran’ın İsrail’e misillemesi, İsrail’e darbe vurmak ya da Gazze savaşına destek vermek değil de, kendi iç tabanına mesaj, moral vermek üzere yapılan bir propaganda saldırısıydı. Gösteri yaptı. Kendi gücünü ortaya koymaya çalıştı. Bununla dünyaya da bir görüntü verdi ama esas İran içindeki topluma görüntü verdi. “Bakın bizim bu kadar gücümüz var, Siyonist düşmanı vuruyoruz” diye propagandasını yaptırdı.
Zaten bunu yoğun bir propagandaya dönüştürdüler. İran içinde günlerce kutlama yaptılar. Mevcut yönetim içerdeki muhalefeti bastırdı. Hoşnutsuzlukları giderdi, toplum üzerindeki etkinliğini ve egemenliğini geliştirdi. Bunu sağlamak için o saldırıyı yaptı. Zaten ABD, misilleme istemiyoruz diye hem İsrail’i hem İran’ı uyardı. İran da eylemini yapar yapmaz “Bu tek bir misillemeydi ve bitti. İsrail ile bir savaşımız yok” dedi. Bütün bunlar da işin gerçeğini gösteriyor. Gazze üzerindeki savaşın bir sonucuydular.
Arap-İsrail uzlaşmasıyla kapitalist modernite sistemi yeni bir Ortadoğu yaratmak istiyor
Bilinmeli ki Gazze üzerindeki savaş, kavga Birinci Dünya Savaşı’na dayanıyor. Asya’nın kaynaklarını, enerjisini Avrupa’ya taşımayı, Avrupa mallarını Asya’da pazarlamayı hedefleyen bir ticaret yolunun oluşturulması kavgasıydı. Onun için TC yönetimi yüzyıldır hep şunu söyledi: “Biz Asya-Avrupa arasında köprüyüz, ticaret yoluyuz. Stratejik konumumuz buraya dayanıyor.” TC yönetimleri ne olursa olsun bu yolun sonunda boğazlardan geçeceğini düşünüyorlardı. O yüzden çok rahat ve kendilerinden emindiler. Ne zaman ki Hindistan’da mevcut alternatif yol projesi açıklandı işte o zaman şaşkına döndüler. Bütün önem ve beklentilerinin ortadan kalktığını gördüler. Ticaretten dışlandıklarını gördüler. Tayyip Erdoğan yönetimi geliştirdiği Kürt düşmanı, Kürt karşıtı savaşla bu yol projesinden olmuştu. Bu şekilde hem Türkiye’yi hem de kendisini bitirmişti. Türkiye’nin stratejik konumunu, önemini de ortadan kaldırmıştı. Bu şekilde kendi yönetim gücünü de bitirdi. Ama bunun sonsuza kadar süreceğini düşünüyordu. İşte Kürt karşıtlığının, Kürt düşmanlığının, Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetin Türkiye’ye, Türkiye toplumuna getirdiği sonuç budur. Getirdiği felaketin eşiği budur. Her türlü önemini ve konumunu kaybeden noktaya getirdi. Bunun hepsi Kürt düşmanı, sömürgeci, faşist, soykırımcı zihniyet ve politikadan kaynaklanıyor. İttihat ve Terakki de bunu onayladı ve Osmanlı’ya kaybettirdi. TC’yi önceki sistem projesi üzerinden bir süre yürüttüler. Ama kapitalist modernite sistemi şimdi yeni bir yaklaşımla yeni bir proje geliştiriyor.
Lozan ile Kemalist hareketle anlaşıp Türkiye’ye bir rol biçtiler. Ortadoğu’da ulus-devlet sisteminin gelişmesinde model ülke olarak değerlendirilen Türkiye buna dayanarak 100 yıl ayakta kaldı. Şimdi Arap-İsrail uzlaşmasıyla kapitalist modernite sistemi yeni bir Ortadoğu yaratmak istiyor. Böyle bir durum hem İran’ın hem de Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatıyor. Özellikle de Türkiye’nin etkisini zayıflatıyor. Türkiye içinde olduğu, güven duyduğu sistem tarafından dışlanmış oluyor. 100 yıldır sahip olduğu bu avantajını kaybediyor. Bunun verdiği telaş ve korkuyla bu saldırıları yapıyorlar. Dikkatsiz hareket edip saldırdıkça daha çok batağa gömülüyorlar.
Peki, neden öyle oluyor? Çünkü bu durumu ortaya çıkartan nedeni iyi göremiyorlar. Kendilerini bu duruma getiren, sistem içinde böyle bir dışlanmaya yol açan kesinlikle Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetleridir. Dikkat edelim Osmanlı, hem Kürtleri hem de Ermenileri kavmi necip olarak tanımlamıştı. Öyle olduğu zaman Osmanlı bir cihan devleti haline geldi. Ama Ermeni soykırımı, Kürt soykırımı esas alınınca şimdi dünya sisteminden dışlanır hale geldiler. Daha fazla diretir, çatışmaya girerlerse Sevr bile uygulanabilir. Türkiye’yi paramparça ederler. O güvendiği, dayandığı, her zaman yanımda olur dediği sistem kendisini paramparça edebilir. Bunu Türk egemenleri bilmeli. Türkiye’yi seven herkes görmeli.
Bunun için Önder Apo defalarca uyardı. “Yanlış yapıyorsunuz” dedi. “Bu zihniyet ve siyaseti değiştirmezseniz felakete gidersiniz, en büyük zararı siz görürsünüz. Bu uluslararası komplonun bir oyunudur. Komplo Kürtler kadar, Türkiye’ye de dönüktür” dedi. Fakat Tayyip Erdoğan yönetimi, Önderliğin istediği gibi değil, faşist diktatörlükle Kürtleri dışlama temelinde bunu yapmak istedi. Sonuç olarak hem bu amaçlarına ulaşamadılar hem de faşist-sömürgeci-soykırımcı, Kürt düşmanı diktatörlük, Türkiye’yi içinde bulunduğu sistemden de eden, dışlanır bir hale getiren bir konuma düşürdü. Bütün önemini kaybettirdi. Ama Kürt dostluğuna, Kürt özgürlüğüne dayalı demokratik Türkiye aslında sadece Ortadoğu’nun değil, Asya ve Avrupa’nın gerçekten köprüsü, çekim gücü olacaktı. Model ülkesi haline gelecekti. Bütün kadınlar, gençler, işçiler, köylüler, emekçi halklar için model bir örnek haline gelecekti. İşte önlenen budur.
Bunu sözde Tayyip Erdoğan yönetimine destek vererek yapıyorlar ama açığa çıktı ki PKK’yi, Önder Apo’yu, Kürtleri soykırıma uğratmak, imha etmek için TC’ye verilen bütün destek, bütün yönlendirme aslında Türkiye’yi böyle bir felaketin eşiğine getirmek içinmiş. O halde Türkiye toplumu, Türkiye’yi sevenler bu durumu iyi değerlendirsinler. Gerçekten kim dost, kim düşman? Bazı çıkar çevreleri ya da kuş beyinliler bunun hep tersini gösteriyorlar. Kürt’ü düşman, başkalarını dostmuş gibi gösteriyorlar. Tarihe baksınlar gerçeği görsünler. Bu temelde doğru bir anlayış ortaya çıksın.
Şimdi umut ediyoruz, inanıyoruz akıllı insanlar çıkar, bu gerçeği görürler, Türkiye bu durumu daha iyi tartışır. Dolayısıyla bu yanlış zihniyet ve siyaset bırakılır ve demokratikleşme, özgürlükler, Kürt özgürlüğü esas alınır. O zaman Türkiye model olur, örnek olur. Gerçekten de bir uygarlıklar köprüsü haline gelir.