Cemal Şerik
Mart, yaşadığımız coğrafyada acıların, sevinçlerin, coşkuların, katliamların iç içe yaşandığı tarihi bir ay oluyor. 21 Mart; kadim halklar için yeni bir yıla girişin, gece ile gündüzün eşitlendiği, doğanın canlanarak yaşama durduğu, baharın başladığı günün de adı oluyor. Halklar yükledikleri bu anlama bağlı kalarak Mart ayını son gününe varıncaya kadar birer bayram günleri haline getiriyor; şölenlerle, şenliklerle kutluyor ve yeni başlangıçların köprüsü yapıyor. Roma İmparatorluğunun yükseliş dönemine kadar da 21 Mart eski dünya (Asya-Afrika-Avrupa) hakları için böyle bir anlam ifade ediyordu. 1912 yılında 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edilmesi de Mart ayını daha derin ve anlamlı kılıyor; toplumsal ve evrensel anlamını daha da güçlendiriyor ve böylece Newroz ruhuyla 8 Mart coşkusu buluşmuş oluyor.
Mart ayı insanlık tarihinde ve yaşamında böylesine anlamlı ve belirgin özellikleriyle yer edinirken; daha sonraları halkların tarihine, yaşamına kara leke olarak düşen; nefret ve tiksintiyle karşıladıkları olayların yaşanmasına da tanıklık ediyor. Kürdistan ve Türkiye halkları böylesine tezatlık taşıyan yeni bir Mart ayını daha karşılıyor. Bu yönüyle de Mart ayı aynı zamanda bu iki karşıtlık arasında mücadelenin daha şiddetli yaşanacağı bir tarihin de başlangıcı oluyor.
Halklar, kadınlar, gençler, devrimciler, demokratlar, sosyalistler için 21 ve 8 Mart böyle bir anlam ifade ederken; 12-16-30-31 Mart vb günler de Mart ayının sayfalarına katliamlar olarak geçen tarihi günler oluyor. Bu katliamlarla da emperyalist, sömürgeci, faşist, gerici güçler; kapitalist modernite sistemi kendi egemenlik ve hegemonyasını güçlendermek ve sağlama almak istiyor.
12 Mart 1971 askeri faşist darbesi ile doruğa ulaşan, Kürdistan ve Türkiye halklarının tarihine birer kara leke olarak geçen katlimalar, saldırılar çoğunlukla Mart ayında yaşanmıştır. Ve bu, bir tesadüf değildir. Türkiye’de 12 Mart 1971 günü yapılan askeri faşist darbenin böyle bir özelliği var. Öyle ki, askeri faşist muhtıranın verildiği günün 12. gün olarak belirlenmesi bile bir tesadüf olmaktan öte son derece bilinçli olarak seçilmiştir. Kendi itiraflarına göre de 12. günün seçilmesi askeri tabirle “hedefi on iki’den vurmak” anlamına gelmektedir.
12 Mart askeri faşist darbesi Türkiye’de NATO’cu generaller tarafından yapılmıştır. Hedefinde Türkiye ve Kürdistan halkları; sosyalist, devrimci ve demokratik güçler vardı. 12 Mart’la birlikte yaşanan saldırılar da bunu göstermektedir. Binlerce genç işkence tezgahlarından geçirilerek zindanlara doldurulmuş, onlarca genç kurşunlanarak katledilmiş, idam sehbaları kurulmuş, Kürdistan dağları, köyleri, kasabaları komandolarla, jandarmalarla doldurulmuş ve halk tam bir zulüm cenderesi altına alınmıştı. Türkiye’de grevler, gösteriler yasaklanmış, sendikalar, dernekler kapatılmış; bu baskılarla halk adeta nefes alamaz hale getirilmek istenmiştir. Böylece Türkiye ve Kürdistan, sömürgeci soykırımcı TC devleti tarafından her yönüyle halklar üzerinde kurulu faşist bir diktatörlük haline getirilme sürecine alınmıştı.
Bu yönüyle de 12 Mart sadece halklara, sosyalist, devrimci, demokratik güçlere karşı başlatılan bir imha, sindirme saldırısının adı değil; aynı zamanda oligarşik devlet yapılanmasının faşistleştirilmesi yönünde atılan en güçlü adımlardan biri olma özelliği de taşımaktadır. TC devleti’nin içerisine girdiği bu faşistleştirilme süreci; Ortadoğu’da ve yine İkinci Dünya Savaşı sonrası Dünyada yaşanan konjektörle ilintiliydi.
1960 yıllar kapitalist modernite sistem için kabus yılları haline gelmişti. Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinde yaşanan ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri, yeni-sömürgelerde ekonomik, siyasal krizin vardığı boyutlar ve Batı-Avrupa’nın kapitalist devletlerin yaşadığı iç siyasal sorunlar ile sömürgelerde yükselen anti-sömürgeci mücadele yanında dünyada yaşanan petrol krizi ve 68 Gençlik Hareketleri dünya ve Ortadoğu için yeni bir sürece girildiğinin de bir göstergesi olmuştu. NATO’cu generaller tarafından 12 Mart askeri faşist muhtırası, dünyada böylesi gelişmelerin yaşandığı bir ortamda verilmişti ve bu ABD’nin ‘Yeni Dünya Düzeni’ adını verdiği, tümüyle kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı yeniden biçimlendirme arayış ve politiklarından bağımsız değildi.
Hatırlanacağı gibi 1971 yılı Dolar’ın “kağıt altın” olarak kabul edildiği yılın adı olmuştu. Bunun anlamı ise; Dolar’ın serbest kalarak, evrensel bir para haline gelmesiydi. Bu pazar-para ilişkisinde, paranın dolaşımında, kontrol ve hakimiyetinde yeni bir dönemin başlaması anlamına gelmekteydi. Böylece dünyanın ve Ortadoğu’nun 1970 sonrasında nasıl bir güzergah izleyeceği belirlenmiş olmaktaydı. 12 Mart askeri faşist darbesi de bu genel projenin bir parçası olarak tarihteki yerini almış ve rolünü oynamıştı. TC’nin siyasal olarak yönünün belirlendiği istikamet de bunu doğrulamıştır.
71 sonrası gelişen devrimci örgütlenmeler
12 Mart askeri faşist darbesi, Türkiye ve Kürdistan halklarına, devrimci, demokratik, sosyalist güçlere karşı yürüttüğü saldırılarla belirlediği hedeflere önemli oranda ulaşmıştı. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın da içerisinde yer aldığı onlarca devrimci öncüyü katlederek, yüzlercesini zindanlara almış; örgütleri önemli oranda darbeleyerek, toplum üzerinde hedeflediği korku atmosferini geliştirmişti. Ardından da darbe sonrasında yeniden parlementoculuk oyunu oynanmasında bir sakınca görmemişti. Fakat bu, askerin siyasetten, iktidarı kontrol altında tutmaktan vazgeçmesi anlamına gelmiyordu; önceden olduğu gibi, asıl güç olarak iktidar üzerindeki ağırlığını korumaya devam etti. Darbe sonrası 14 Ekim 1973 yılında yapılan genel seçimler sonrasında CHP-MSP koalisyon hükümeti döneminde, Kıbrıs işgal ve ilhak saldırısıyla içerisine girilen savaşta bunun bir göstergesiydi.
Ancak her ne kadar cuntacı faşist generaller iktidar üzerindeki ağırlığını korumuş olsalar da aynı ağırlığı toplum ve gençlik üzerinde kalıcı bir hale getirememişlerdi. 12 Mart sonrasında daha çokta öğrenci gençlik içerisinde devrimci fikirler ve örgütlenmeler bir çığ gibi büyüme başladı. Toplum, yaratılan korku psikolojisini kısa sürede üzerinden attı. Bu yönüyle de 12 Mart askeri faşist darbesini yapan NATO’cu faşist generaller amacına ulaşamamış olduklarını görmekte gecikmediler. O andan itibaren yaşanan devrimci toplumsal kabarış karşısında kontrgerilla ve kontrol altında tutulan sivil faşist güçler devreye konularak saldırıya geçildi. Bununla 12 Mart darbecileri hedefledikleri amaç doğrultusunda hareket ettiler. Ve yeni bir darbenin koşullarını hazırlamaya başladılar. Kontrgerilla saldırıları, faşist terörü de bu hedefe ulaşmanın vazgeçilmez aracı olarak kullandılar. Çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek, öğrenci, işçi, memur, köylü, esnaf, gazeteci, akademisyen, yazar, sendikacı, sanatcı, savcı ve emniyet müdürüne varıncaya kadar binlerce insan suikastler, işkenceler, cinayetler ve toplu katliamlara uğradı. 19-25 Aralık 1978’de gerçekleştirilen Maraş katliamıyla da 12 Eylül 1980 askerfi faşist darbesini gerçekleştirdiler. Böylece NATO’cu cuntacı faşist generaller 12 Mart darbesiyle ulaşmak istedikleri ama yarım bıraktıklarını sonradan fark ettikeri hedeflerine yine başka bir ayın 12’sinde yani 12 Eylül’de yaptıkları darbeyle ulaşma olanağını elde etmiş oldular. Ve böylece 12 Eylül darbesi 12 Mart askeri faşist darbesinin tamamlayanı oldu.
Gazi Katliamı
Gazi Katliamı, Mart ayında işlenen ve takvim sayfalarına ‘Kanlı Gazi Katliamı’ olarak geçecekti. Gazi Katliamı 12 Mart darbesine benzer yöntemlerle gerçekleştirilmişti. 12 Mart mimarlarının kullandıkları kontrgerilla yöntemleri kullanılmış ve eski yöntemler yeniden sahnedeki yerlerini almış; eski kişilere, kurumlara aynı roller verilmişti.
12 Mart 1995 yılında İstenbul-Gazi mahallesi yaşanan katliam böyle bir özelliğe sahipti. Turgut Özal’ın şüpheli ölümünün ardında iktidar koltuğuna oturan; Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar çete kliği ilk icraatına faaili belli cinayetlerle başlamış, gazeteleri, dergileri bombalayarak yoluna devam etmişti. Sansür-sürgün yasalarıyla, Madımak’tan başlayarak alanı ve kapsamı genişletilen kitlesel katliamlar; Kürdistan’ın Anadolu il sınırları, metropollere taşırılmıştı. Bir nevi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 arası yıllarda sergilenen oyun yeniden sahneye konulmuş; kullanılan kişiler ve argümanlara varıncaya kadar sanki tarih tekkerür ediyormuş gibi her kes rolünü yeniden almıştı. Alevi ve Kürt düşmanlığı körüklenmeye başlanmıştı. Zaten 2 Temmuz 1993 Sivas-Madımak Katliamı da böyle bir anlam ifade ediyordu.Yine 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yılları arasın olduğu gibi toplum içerisinde bilinen-tanınan; aydın, siyasetçi, yazar, profosör, gazeteci vb toplumun önde gelen onlarca insanı ard arda katledildi. Hızını alamayan çete kliği, devletin değişik kurumlarında kendine hizmet etmiş asker, memur, generallerini dahi öldürmekten geri durmadı. 12 Mart 1995’de İstanbul-Gazi mahallesinde gerçekleştirilen katliam da bu kirli oyunun bir parçası olarak sahneye konuldu.
İstanbul-Gazi mahallesi; sosyalist, devrimci, demokrat, yurtsever, işçi vemekçilerin, yoğunlukla da Alevi ve Kürtlerin yaşadığı bir mahalleydi. Bu yönleriyle kontrgerillanın, faşist çetelerin hedefleri arasındaydı ve kontrgerillanın yaptığı planlama ve hazırladığı unsurlar tarafından 12 Mart 1995 günü doğrudan saldırının hedefi oldu. Kontraların gaspettikleri taksinin şaförünü katlettikleri otomatik silahlarla kahvehaneleri tarayarak bir kişiyi katletmesi ve onlarca kişiyi yaralamasıyla başlayan ve polisin tahrik ve saldırılarılarıyla da tırmanan, daha sonra çevre semtleri ve 1 Mayıs mahallesine sıçrayan ve günlerce süren çatışmalara neden olan bu saldırılarda onlarca insan yaşamını yitirdi ve yaralandı.
Gazi katlimında en dikkat çekici yönü: Hayri Kozakçıoğlu’nun İstanbul Valisi, Nejdet Menzir’in İstanbul Emniyet Müdürü, Mehmet Ağar’ın ise Emniyet Genel Müdürü olduğu bir dönemde bu katliamın gerçekleşmesiydi. Yine bu katliamda Abdullah Çatlı’nın adının da duyulmaya başlamış olmasıydı. Daha doğrusu bunların bir araya getirilmesiydi. Bunların hepside özel eğitilmiş ve hazırlanmış olan birer özel-kirli savaş görevlisi ve kontrgerilla elemanıydı. Hayri Kozakçıoğlu daha önce Diyarbakır “Olağanüstü Hal Bölge Valiliği” (Sömürge genel valiliği olarak okuyun) görevini yürütmüştü; Nejdet Menzir’de Olağanüstü Hal Bölge Emniyet Müdürü olarak görev yürütmüştü. Ayrıca Sakarya, Koceli gibi yerlerde emniyet müdürlüğü yapmıştı. Bu kentler; kontrgerilla faailiyetlerinin faal olduğu, kaybedilen insanların, işkence yapılan, kurşunlanan aslında failleri belli olanların bulunduğu bir alandı. Bu bölge, uyuşturucu, fuhuş, kara para aklama, çetelerin, mafyanın, silah kaçakçılığının, yeraltı devlet baronlarının çiftlik gibi kullandığı bir mekan haline gelmişti. Yürütülen tüm bu kirli işlerin koordinatörlüğünü Mehmet Ağar yapmış ve dışarıyla olan bağlantılarını O kurmuştu. Abdullah Çatlı ise, özel savaş rejiminin ihtiyaç duyduğunda kirli işlerini yerine getiren bir tetikçi olarak rol oynamıştı. Abdullah Çatlı’nın adı da daha çok 1976 yılı sonlarından itibaren duyulmaya başlanmıştı. O süreçlerde Ankara ve çevre illerde işlenen Balgat, Piyangotepe, Bahçelievler, Tepecik vb toplu katliamların yaşandığı süreçte popiler olmuştu. 12 Eylül 1980 sonrasındaysa MİT’in yurt dışı cinayet ve kirli işlerinde daha çok da Ermeni Hareketlerine ve sol devrimci güçlere karşı yürütülen saldırılarda tetikçi olarak kullanılmıştı.
Tüm bu kişiliklerin aynı süreçte İstanbul’da olmaları bir tesadüf olmadığı gibi; Gazi Katliamı’nın ne anlama geldiğinin de bir göstergesiydi. 90’lı yıllar 12 Eylül sömürgeci faşist diktatörlüğün tüm bastırma ve sindirme çabalarına, ragmen; sol, devrimci, demokratik güçlerin yeniden örgütlenme ve mücadele arayışlarına girmelerini engelleyememişti. Başta Diyarbakir 5 Nolu’da PKK’li tutsakların zindan direnişleri ve 15 Ağustos gerilla hamlesi ve bunun kesintisiz, istikrarlı ve katlanarak açığa çıkardığı gelişmeler toplumsal devrimci dinamikleri tetikleyerek harekete geçirmişti. Bunun bir sonucu olarak da sosyalist, devrimci, demokratik güçler de üzerlerine serpilmiş olan ölü toprağını atmaya ve ayağa kalkmaya başladılar. 1989 ve sonrasında yaşanan toplumsal hareketler de bunun bir sonucuydu. 15 Ağustos’un vurduğu darbenin sarsıntısını yaşamaya devam etmekte olan 12 Eylül cuntasını gerçekleştiren NATO’cu generallerin kaçan uykularını kabusa dönüştüren de bu yaşananlar olmuştu. O zamana kadar; Kürdistan ve Türkiye halklarının, sosyalist, devrimci demokrasi güçlerinin mücadele birliğinin önüne çıkardığı engeller böylece fiiliyatta aşılmıştı. Yaşanan bu gelişmeler karşısında faşist darbeciler yine harekete geçmişlerdi. Turgut Özal’ın şüpheli ölümü ve ardından başlayan cinayetler, provokasyonlar ve kitlesel katliamlar yaşanmaya başlanmıştı. Gazi’de özel savaş görevlilerinin, kontrgerilla elemanlarının, Abdullah Çatlı gibi faşist katillerin bir aradalığı böyle bir gerçekliği anlatıyordu.
Gazi katliamı bu yönleriyle Türkiye ve Kürdistan halklarının birlikte mücadelesine karşı, sömürgeci, soykırımcı faşist TC devletinin kanlı saldırılarından biri olarak tarihe geçerken, aynı zamanda halkların, Kürdistanlı ve Türkiyeli sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların mücadele zemininde birlikteliğinin en güçlü deneyimlerinden biri haline geldi. Birlikte mücadele etmenin, örgütlenmenin ne kadar zorunluluk olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Qamışlo Katliamı
Rojava Kürdistan’ın Qamışlo kentinde 12 Mart 2004 tarihinde provokasyon sonucunda yaşanan ve onlarca Kürdün katledildiği, yaralandığı katliam da kanlı bir tarih olarak tarih sayfalarına geçti. Uluslararası komployla Önder Apo’nun Suriye’den ayrılmasından sonra, TC devleti ile Suriye rejimi arasında ilişkiler gelişmeye başlamıştı. Önder Apo’nun Suriye’den ayrılmasının hemen ardında imzalanan “Adana Mutabakatı” bunun bir göstergesiydi. Ki, Adana Mutabaka’tı sonrasında TC devleti ile üzerinde uzlaşılan konularla ilgili olarak atılan adımların etkileri görülür bir hal aldı. Hafız Esad’ın ölümü sonrasında da bu etki daha belirgin bir görünüm kazandı. Kürt karşıtlığı üzerinden Arap milliyetciliği körüklenmeye başlandı. Bölge devletleriyle anti-Kürt ittifakı temelinde ilişkiler geliştirilerek; ortak hareket arayışları içerisine girildi. Suriye ve Rojava Kürdistan’da Kürtlere yönelik başlatılan operasyonlar da onlarca kişi işkencelerden geçirilerek zindanlara atıldı ve birçok devrimci TC devletine teslim edildi. Rejim, “yasalarında” düzenlemeler yaparak, gerillaya katılanların aileleriyle ilişkiler kurarak geri dönmeleri için çağrılarda bulundu. TC devleti ile ilişkilerini sıkılaştıran Beşar Esad yönetimi, Erdoğan hükümetiyle vardığı mutabakata dayalı ortak planlamalar yaparak hareket eder hale geldi. Ki, Beşar Esad ve Tayip Erdoğan arasındaki ilişki yakın aile dostluğuna dönüştü, birlikte görüntüler vermeye başladılar. Hatta işi ortak bakanlar kurulu toplantısı düzenlemeye, futbol maçları organize etmeye kadar götürdüler.
TC ve Suriye rejimi arasında kurulan sıkı ilişkilerin devam ettiği bir süreçte de 12 Mart 2004 yılında Qamişlo’da iki futbol takımı arasında yapılan musabakada tribünlerde çıkarılan provakosyon sonucu olaylar yaşanmaya başladı; rejim askerlerinin müdahalesiyle de iyice tırmanarak Rojava kentlerinden Serêkaniyê, Hasekê, Amûdê, Efrîn vb iller ile Suriye’nin başkenti Şam’a ve Halep’e kadar yayıldı. Yaşanan bu olaylar esasında Rejim güçlerinin kullandıkları tank, top ve asker kurşunlarıyla elli iki kişi şehit düşerken, yüzlerce insan yaralandı, Bir o kadarı da tutuklanarak işkenceye alındı.
Kürtlerin tarihine Qamişlo Katliamı olarak geçen bu Katliam, Suriye rejiminin Amûdê Sinema, Hesekê zindan Katliamlarının ardından yaşanan kitlesel katliamlar arasında yer aldı.
Beyazıt Öğrenci Katliamı
Tarih sayfalarına Beyazıt Öğrenci Katliamı olarak geçen ve 1978 yılının 16 Mart’ında bombalı ve silahlı saldırı sonucunda yedi öğrencinin yaşamını kaybettiği ve kırk iki öğrencinin yaralandığı; İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde gerçekleştirilen katliam Türkiye Cumhuriyet tarihine kara bir leke olarak geçecekti.
12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin baskı ve korkusunu üzerinden atan devrimci, demokratik hareketler yeniden örgütlenmeye başlamış, faşizme karşı toplumsal muhalefetin hareketliliği canlanmıştı.’Yeni bir dönem’ başlıyordu. 1973’lerin başından itibaren siyasal ve toplumsal olarak yaşananlar Kürdistan ve Türkiyeli; sosyalist, devrimci, demokrat güçler için yeni bir başlangıçtı. Her iki temel güç için içerisine girilen bu yeni süreç, aynı zamanda aralarında çok çetin ve zorlu bir mücadelenin yaşanmasına da tanıklık edecekti. 12 Mart’la birlikte TC devleti yönünü faşist diktatörlüğe doğru vererek, bu temelde yeniden yapılandırma çabasına girerken; Kürdistan ve Türkiyeli sosyalist, devrimci ve demokratik güçler de, devrimci önderler; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’dan devraldıkları devrim mirasını sahiplenerek yola devam edeceklerdi. Bu da, kaçınılmaz olarak devrimciler ile karşı devrimcilerin karşı karşıya gelmelerine neden olacaktı. Bu karşı karşıya gelişler ya doğrudan ya da dolaylı yollardan olacaktı. Özellikle de TC devletinin bir döneme kadar izleyeceği yol, ikinci tercih olacak ve bu temelde kendisi doğrudan sosyalist, devrimci, demokratik güçlere yönelme yerine; el altında tuttuğu, örgütlendirdiği sivil faşist güçleri ve kontrgerillanın yer altı unsurlarını kullanacaktı. Bunun karşısında sosyalist, devrimci, demokratik güçler propaganda ve örgütlenme mücadelesini öne çıkaracaktı. TC devleti bu saldırıları 12 Mart’ta olduğu gibi direkt resmi ordusunu, polisini, özel harekat güçlerini kullanmayacak, onun yerine 1968’de devrimci gençlik harketine karşı “Yeniden Milli Mücadele Hareketi” etrafında bir araya gelmiş olan çeteleri kullanacaktı. Beyazıt Öğrenci katliamı da harekete geçirilen bu tür güçler eliyle gerçekleştirildi.
1973’lerin başlarından itibaren, örgütlenme ve gelişme kaydeden sosyalist, devrimci, demokratik güçlerin karşısına, hemen hemen her yerde MHP etrafında örgütlendirilen sivil faşist güçler çıkarıldı. Bu güçler başta üniversiteler olmak üzere, orta öğrenim kurumlarına, sendikalara, mahallelere, grevlere, gösterilere vb ellerine bomba, silah, bıçak verilerek saldırtıldılar. Bu faşist çetelerin saldırısı sonucunda işçi, öğrenci, aydın, öğretim görevlisi, bilim insanı, siyasetçi, gazeteci hatta devletin savcısı, emniyet müdürleri öldürüldü. Devletin resmi görevlileri olan kontrgerilla unsurlarının da içerisinde yer aldığı, sivil faşist güçlere yaptırılan ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO), Türk İntikam Tugayı (TİT) vb adı verilen bu çeteler eliyle bir dizi katliamlar gerçekleştirildi.
Beyazıt Öğrenci katliamı da doğrudan TC devletinin yönlendirmesi altında sosyalist, devrimci ve demokratlara karşı yapılan bir katliam olarak tarihte yerini aldı. Katliam öncesi ulaşan bilgilere rağmen katliama bilinçli olarak göz yumulması veya geçit verilmesi açılan göstermelik mahkemenin de katliamın üstünü örtmekten ve devletin rolünü gizlemekten öte bir anlam ifade etmediği de bunun bir kanıtıydı.
TC devleti sosyalistlere, devrimcilere ve demokratlara karşı Maraş Katlimı’na kadar bu şekilde doğrudan olmayan yol, yöntem ve araçlar kullanarak saldırmaya devam etti. Maraş Katliamı’nın ardından ilan edilen sıkıyönetimle birlikte, doğrudan saldırı dönemini başlattı. Artık o süreçten itibaren sosyalist, devrimci ve demokratik güçlere; aracı, taşeron, fügüran vb kullanmadan doğrudan devletin militarist güçleri saldıracaktı.
Halepçe Soykırımı
16 Mart 1988 tarihinde gerçekleşen Halepçe katliami ise, Mart ayı sayfalarına eklenen bir başka katliam oldu. 1800’lü yılların başlarından itibaren Osmanlı’ya, 20. yüz yıldan itibaren de önce İngiltere ardından da Irak devletine karşı direnen Başûrê Kurdistan halkı, Halepçe soykımıyla hafızalarda silinmeyecek bir katliama tanıklık etti. Ancak bu katliam öncekilerden farklıydı. Saddam Hüseyin rejimi Kürdistan halkının direnişini kimyasal silah kullanarak bastırmaya çalışmıştı. Resmi rakamlara göre 5 binin üstünde, halka göre ise içinde kundaktaki bebeklerin de olduğu 10 binden fazla insan bu katliamda yaşamını yitirmiş ve yaralanmıştı. Sonrasında da zehirli gazın etkileri devam etmişti. Bunun bir sonucu olarak da sakat ve ölü çocuk doğumları yaşanmıştı.
Halepçe soykırımı Saddam rejimi tarafından gerçekleştirilmişti. Fakat bu katliam dünyanın gözü önünde yaşanmıştı ve daha sonra anlaşıldı ki, bu katliamda Saddam rejiminin ortakları vardı. Halepçe’de Almanya Cumhuriyeti’ne ait fabriklarda üretilen kimyasal gazlar kullanılmış ve TC devleti ise kimyasal silah kullanıldığı bilgisini gizlemişti.
Halepçe soykırımı 1986’da başlayan “Enfal Harekatı”nın son halkası olarak tarihe geçmişti. Kürdistan halkı Halepçe’den önce kimyasal gazların kullanıldığı saldırılar yaşamış, katliamlara uğramıştı. 1938 Dersim’de Kürt direnişini bastırmak için soykırımcı TC devleti de kimyasal gazlar kullanmış mağaralara doldurduğu binlerce Kürdü katletmişti. Daha sonraları Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı ve Senato Başkanlığı görevleri yürüten İhsan Sabri Çağlayangil anılarında bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Günümüzde de Kürdistan halkı kimyasal gazların hedefi olmaya devam etmektedir. Bakur ve Başûrê Kurdistan’da soykırımcı TC devleti müttefiklerinden aldığı kimyasal gazları dağlardan gerillaya ve köylerde yoksul halka karşı dünyanın gözleri önünde kullanıyor. Uluslararası sözleşmelere göre yasaklanmasına, kullananlara karşı savaş suçlusu muamelesi yapılacağına dair kesin hükümler olmasına ragmen Türk devleti hala kullanmakta ısrar ediyor. Hatta kullanırken, bu sözleşmlerin altında imzası olanlardan güç ve destek alıyor. Öyle ki, Irak Saddam Hüseyin rejimine askeri müdehalenin yine Suriye kentleri bombardımana tabi tutulurken gerekçe gösterilen kimyasal gaz gerekçesi, Kürdistan’da belgeleri ve sonuçlarıyla gözler önünde olmasına ragmen, görmezden gelinerek dikkate alınmıyor. Adeta TC devletine kimyasal gaz kullanmak hak, Kürtlere karşı kimyasal gaz kullanılması müstahak kabul ediliyor.
Kızıldere Katliamı
30 Mart 1972’de Mahir Çayan ve 9 arkadaşının Kızıldere’de katledilmesinin üzerinden tam yarım yüz yıl geçmiş bulunuyor. 30 Mart 1972 günü Tokat’ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyünde NATO güçlerinin de doğrudan desteği ile TC ordusu içerisinde konumlanmış özel harekat birlikleri (köntrgerilla) tarafından Mahir Çayan ve 9 arkadaşı katledildi. Katledilenler arasında Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) öncü kadrolarıyla birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kadroları da yer almaktaydı. TC Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından haklarında idam kararı verilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın katledilmesini engellemek için Mahir Çayan ve arkadaşları Ordu’nun Ünye ilçesinde bulunan NATO radar üssünü basarak orada görevli biri Kanadalı, diğeri İngiliz vatandaşı olmak üzere iki tekniksiyeni rehine almışlardı. 30 Mart günü Kızıldere köyünde bir ihbar üzerine kaldıkları evde kuşatıldılar.
Kuşatma altındayken Mahir Çayan’a yapılan teslim olun çağrısına Mahir Çayan; “sıradan erleri geri çekin, rütbeliler gelsin, biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” sözleriyle yanıt vermiştir. TC devletinin resmi olarak özel harekat birliklerini kullandığı bu saldırılar esnasında bir kişi sağ kurtulabilmiş, ancak Mahir Çayan’la birlikte dokuz yoldaşı direnerek şehit düşmüşlerdir.
Kızıldere Katliamı Türkiye ve Kürdistan devrimci mücadele tarihinde birçok yönüyle bir dönüm noktası oldu. Soykırımcı TC devletine karşı ancak silahlı mücadele ile karşı konularak, zafere ulaşılabileceği, bunun dışında bir beklentinin ancak hayal olabileceği, Kızıldere Direnişi ile açığa çıkmış oldu. Açığa çıkan bir diğer sonuç ise THKP-C ile THKO öncü kadrolarının birlikte savaşarak devrimci yoldaşlığın örneğini sergileyerek gösterdikleri, devrimin ancak sosyalist, demokratik güçlerin birliği ile gerçekleşebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu tarihsel iki sonuç, tüm sol ve sosyalistlere, devrimci ve demokratlara yapılan doğrudan, açık bir çağrıdır. Günümüzde de mutlaka esas alınması, gereklerinin yerine getirilmesi gereken bir mirastır.
Bu çağrı doğru olduğu kadar mutlaka gereklerinin yerine getirilmesi de bir o kadar zorunlu ve gereklidir. 1973’ün başlarından itibaren örgütlenme ve propaganda çalışmalarını yoğunlaştıran sosyalist, devrimci ve demokratik güçlere karşı saldırıya geçen devlet kontrolündeki faşist güçlere karşı üniversitelerde, sendiklarda, mahallerde yürütülen birlikte ortak mücadele ve dayanışma da bunun kanıtıdır. Ki, ne zaman bu ortak ruhdan uzaklaşılmaya başlanmış o zaman Türk devleti ajan-provakatörler eliyle devrimcilerin mevzilerine daha bir pervasiz saldırmış, devrimci ve demokratik güçleri çok daha fazla etkisiz kılmış, hatta tahrik etmiş, suni sorunlar yaratarak bir araya gelmenin yollarını kapatmaya çalışmış, ortak mücadele edilemez noktasına getirmek istemiştir.
Eğer 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi öncesinde sosyalist, devrimci, demokratik güçler asgari düzeyde bile bir direniş cephesi oluşturulabilseydi; askeri faşist cuntanın önünü kesmiş olacak ve bugün Türkiye ile Kürdistan’da siyasal ortam çok daha farklı olacaktı. Mahir Çayan ve yoldaşları Kızıldere Direnişiyle bunun nasıl sağlanabileceğinin, başarabileceğinin yolunu göstermişti. Şimdi de bu yolu esas almak ve Kızılderenin mirasını yaşatmak Türkiye ve Kürdistan halklarının geleceğini belirleyecek olan bir çağrı olma özelliğine sahiptir ve önemini korumaya devam etmektedir. Bu çağrıyı esas olmak sol sosyalist, devrimci, demokratların boynunun borcudur.
Qazi Muhammed ve Yoldaşlarının İdamı
Mart ayının son sayfasına ekelenen bir başka katliam ise Qazî Mihemed’in 31 Mart 1947 günü Mahabat Çarçıra meydanında yoldaşları; Başbakan Hacı Baba Şeyh ve Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Seyfi Kadı ile birlikte idam edilerek katledilmesi oldu.
Çarçıra meydanı Mahabad merkezli Kürdistan Cumhuriyeti’nin 22 Ocak 1946 yılında Qazî Muhammed tarafından ilan edildiği meydanın adıydı. Bu ilanın yapılmasının ardından 14 ay sonra, 31 Mart 1947 yılında Qazî Mihemed ile iki yoldaşı idam edilmiş oluyordu. Bu şekilde Qazî Mihemed ve yoldaşlarının idamı, Kürdistan Cumhuriyeti’nin ilanının gerçekleştirildiği yerde yapılarak Kürdistan halkına da, “başladığı yerde bitiririz” mesajı verilmek istenmişti. Sömürgeciler tarafından bugünde Kürdistan halkına; “bundan sonra onlar gibi başkaldırır, devlet kurmaya çalışırsanız sizin başınıza geleceklerde aynen böyle olacaktır” mesajı verilmiştir. Genç-Palu-Hani Direnişi bastırıldıktan sonra Şeyh Sait ve yoldaşlarının Amed Dağ Kapı Meydanı’ndaki idamlarıyla verilen mesaj da benzeri bir anlam ifade etmişti. Önder Apo’ya karşı uygulamaya konan 15 Şubat tarihi ile Genç-Palu-Hani Direnişinin yine Önder Apo’ya verilen idam kararının da Şeyh Sait ve yoldaşlarının katledildiği güne denk getirilmesi bir tesadüf olmaktan daha çok böyle bir gerçeklliğin ifadesi oluyor.
Kürdistan Cumhuriyeti’nin yıkılmasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ordusununun İran topraklarından çekilmesinin önemli bir rolü olmuştu. SSCB ordu birliklerinin çekilmesini fırsat bilen İran Şahlık rejimi ordusunu bu genç Cumhuriyetin üzerine sürerek yeniden Rojhilatê Kurdistan topraklarını işgal etmişti. Bu işgalle birlikte de yüzlerce yıl sonra ilk defa Kürdistan adıyla kurulan bir Kürt devletinin varlığına son vermiş oluyordu. Böyle de olsa kullanılan yaygın ismiyle Kürdistan Mahabad Cumhuriyeti 14 aylık ömrü içerisinde kendini siyasal bir yapılanış içerisine alarak; eğitim, kültür vb alanlarda belirli adımlar atmayı başararak, halkın desteğini alma gücüne erişmiş, diğer parçalardaki ve yurt dışında yaşamak zorunda bırakılmış olan Kürtler için ufuk açıcı bir rol oynamış ve destek görmüştü. Başta İran olmak üzere diğer sömürgeci devletleri; TC, Irak ve Suriye devletlerini korkutan da bu gerçeklik olmuştur. Onun içindir ki, Kürdistan Cumhuriyeti’nin işgalinde TC başta olmak üzere diğer sömürgeci devletler tam destek vermiştir. Öyle ki, İran ordusu Kürdistan Cumhuriyeti’ni işgal etmek için harekete geçtiğinde TC de ordusuyla devlet sınırlarına güç kaydırmıştır.
Kürdistan Cumhuriyeti’nin işgali ile Qazî Mihemed ve yoldaşların katli sadece Rojhilatê Kurdistan’da değil tüm Kürdistan parçaları ve yurt dışında yaşamak zorunda bırakılan Kürtler içinde büyük bir tepki uyandırmıştır. Tepki ile sınırlı kalınmamış, davanın sahiplenilmesi istenmiştir. Sahiplenme çağrısı kabul görmüş ve Rojava Kürdistan’ında bu çağrı yaşam bulmuştur.
19 Temmuz 2012 Rojava Devrimi kendi öz gücüne ve dinamiklerine dayanarak o günkü konjonktör içerisinde yaşanmıştı. Onuncu yılını doldurmak üzere olduğu bu günlerde, bu temel dayanaklardan güç alarak devrimi koruma ve geliştirme arayışı içerisinde bulunulmaktadır. Küresel sermaye güçlerinin desteğini alan soykırımıcı TC devletinin işgal ve ilhak saldırılarına, Rusya ve İran gibi devletlerin desteğini alan Kürtler karşısında, savaş halinde olduğu soykırımcı TC devleti ile uzlaşma ve işbirliği halinde olan Suriye rejiminin provakasyonlarına, müdehalelerine ve engellemlerine ragmen bu kararlı yürüyüşüne devam edildiği gibi, büyük gelişmlerde kaydedilmiştir. Rojava Devrimi Onuncu yılına da kat ettiği bu gelişmelerle girmektedir. Rojava Devrimi sağladığı bu başarılarda 14 ay gibi bir süre olan Kürdistan Cumhuriyeti pratiğinde çıkardığı sonuçların önemli bir rolü olmuştur.
Bu yönleriyle Mahabad merkezli Kürdistan Cumhuriyeti’nin ilanı tüm Kürdistan halkı için bir moral kaynağı olduğu gibi, sonrası da çıkarılan dersler sonucunda Özgür Kürdistan idaline ulaşmanın önemli bir kazanımı olarak Kürdistan halkına mal olmuş ve tarihine geçmiştir.
Ulusal Kahramanlık Haftası
Mart ayı sayfalarına yazılan kanlı tarihler aynı zamanda, katliamlara karşı direnişlerin de tarihi anlamına gelmektedir. 12 Mart 1971 askeri faşist darbesine karşı; Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga’nın şehit düştüğü, 31 Mayıs 1971 Nurhak, Hüseyin Cevahir’in yaşamını kaybettiği, Mahir Çayan’ın yaralı tutsak düştüğü, 1 Haziran Maltepe, Ulaş Bardakçı’nın 19 Şubat 1972’de Arnavutköy, Mahir Çayan’ın içerisinde yer aldığı On’ların 30 Mart 1972 Kızıldere, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idam sehpalarındaki, Alihaydar Yılıdız’ın 24 Ocak 1973 Dersim, İbrahim Kaypakaya’nın 18 Mayıs 1973 Diyarbakır işkence hanelerindeki direnişleri tarihe altın harflerle geçmiştir. 12 Mart 1995 Gazi Katliamı’na karşı onlarca kişinin yaşamını kaybettiği ve yaralandığı, günlerce süren, sokak çatışmalarına dönüşen halk direnişleri yaşanmıştır. 12 Mart 2004 yılında Rojava-Qamişlo Katliamı’na karşı, Rojava Kurdistan’ın tamamını ve Şam, Halep gibi Suriye’nin büyük şehirlerini de içerisine alan, sokak çatışmalarına dönüşen ve günlerce süren halk serhidanları yaşanmıştır. 16 Mart 1978 Beyazıt Öğrenci Katliamı’na karşı kitlesel tepkiler verilerek büyük gösteriler düzenlenmiştir. 16 Mart 1988 Halepçe Soykırım saldırsına karşı tüm Kürdistan’da ve uluslararası alanda tepkiler ortaya çıkmış ve tutum belirlenmiştir. 31 Mart 1947’de Rojhilatê Kurdistan’da Mahabad’da idam sehpalarında katledilen Qazî Mihemed ve yoldaşları; Hacı Baba Şeyh ve Muhammed Hüseyin Seyfi Qadı tüm Kürdistan halkının özgür Kürdistan hayaline dönüşmüş, Rojhilat Kürtleri Zagros’larda peşmerge birlikleriyle direnişe geçmiştir. Sadece bunlarla da sınırlı kalınmamıştır. 1992-1993 kan gölüne çevrilen Newroz’ları ve daha nice Martlarda yaşanan katliamlar benzeri bir anlam ifade etmiştir.
PKK Üçüncü Kongresinde kararlaştırılan Mazlum Doğan ve Mahsum Korkmaz’ın şahadetleri arasında kalan günleri; 21-28 Mart’ı içerisine alan haftanın Ulusal Kahramanlık Haftası olarak ilanı ve 12 Mart 2016’da Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin ilanı da katliamlara, soykırımlara karşı yaşanan direnişlerin anlamlaştığı tarihi günler olmuştur.
Kürdistan’da kahramanlıklar Ulusal Kahramanlık Haftası’nın ilanıyla başlamamıştır; onlarca, yüzlerce hatta binlerce yıl öncesinde yaşanmış kahramanlıklar ve bunları yaşamış olan kahramanlar olmuştur; onların içinden tarihe iz bırakanlarda çıkmıştır. Ancak, Ulusal Kahramanlık Haftası, Kürdistan tarihinde yaşanmış olan kahramanların; kahramanlıklarını ve onların tarih ve toplum içerisindeki yerlerini kabul etmekle birlikte; Kürdistan tarihinde bir milad olan ulusal varoluşu direnişleriyle; dirilişe dönüştürenlerin başlattığı bir dönemde ilan edilmiştir. O nedenle de kahramanların kahramanlıklarıyla bir çağı açmış olmalarını anlatmaktadır. Bu yönüyle yaptıkları kahramanlıklarla sınırlı kalmamışlardır; kahramanlıklarının önünü açtığı çağla birlikte anlamlaşmışlardır.
Mazlum Doğan’ın ve Mahsum Korkmaz’ın şahadetleri böyle bir anlam ifade etmektedir. Mazlum Doğan’ın yaktığı “üç kibrit çöpü” sadece içerisinde tutulduğu hücreyi değil; Diyarabakır Zindanı’nın duvarlarını aşarak dağları aydınlatmış; Mahsum Korkmaz’da dağlara şavkını vuran bu direniş ateşinin aydınlığında yürüyerek gerilla mücadelesinin öncülüğünü üstlenmiştir. Diyarbakır Zindan direnişiyle yediği darbeyle yenilgiyi tadan 12 Eylül sömürgeci askeri faşist cuntası, 15 Ağustos Gerilla Hamlesiyle de kaçınılmaz sonunun ne olduğunu görmüştür. Bu ise, Kürdistan halk tarihine Diriliş anı olarak kaydedilmiştir. Böylece Kürdistan’da kahramanlar, sadece kahramanlıklar yaparak değil, kahramanlıklarıyla bir çağın; Kürdistan’da kahramanlar çağının da başlatıcısı olmuşlardır. Mazlum Doğan ve Mahsum Korkmaz’ın şahadetleri Kürdistan halk tarihinde böyle bir anlam ifade etmiştir. Öncesinde de yaşanmış olan kahramanları ve onların kahramanlıklarını da içerisine alan bu anlam, aynı zamanda sonrasında da Kürdistan’da şehit ve şahadet kavramının en belirgin ve doğru anlamı olarak belleklerde, hafızalarda yer edinmiştir.
HDBH ya da Halkların Birleşik Devrim Hareketi
12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle karartılmaya çalışılan Türkiye ve Kürdistan halklarının geleceğinin, aydınlıktan yana çevrilmesi için ilk birleşik mücadeleyi, Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların, İbrahim Kaypakkayaların şahsında o dönemin devrimci öncüleri ve örgütleri başlatmışlardı. Sonrasında da onların yolunda ısrar edenler onlardan devraldıkları mirası koruma kararlığı içerisinde yürüyüşü sürdürmeye çalışsalar da engeller ve zorluklarla karşılaşmışlar, büyük bedeller ödemişlerdir. Sonrasında Mart ayında yaşanan katliamlara bunlar da eklenmiştir.
12 Mart 1971 askeri faşist diktaörlüğüne karşı direnen devrimci önderlerden devralınan miras, sadece yürünen bu yolda karşılaşılacak olan zorluklar ve ödenen bedeller değildir. Kuşkusuz bedeller ödemeyi de göze almak gerkiyordu. Fakat bununla birlikte bıraktıkları miraslarda vardı. Nasıl mücadele edileceği, yol ve yöntem izleneceği, dost ve düşman kavramı da vardı. Onlarla mücadele ederlerken şahadete ulaşmışlardı. Düşmana karşı mücadele ise, onun zoruna karşı devrimci zoru gerektiriyordu. Diğer mücadele biçimleride kullanılacak yöntem ve izlenecek yollar arasında olsa da devrimci çözüm esas olanıydı. En önemlisi de bu mücadelede devrimci, demokratik güçlerin birlikteliği gerekmekteydi; bu birlik sağlanmadan halkı devrime taşımanın olanağı yoktu. Kızıldere Direnişi de bunun somut bir göstergesiydi.
Kızıldere’de devrimci eylem birliği, yoldaşlığı en üst safhada yaşanmıştı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamını engellemek için THKP-C ve THKO öncü kadroları birlikte eyleme geçmişler ve şahadeti kucaklamışlardı. Onların yolunda gidenlerin izlemesi gereken yolda sosyalist, devrimci örgütler arasında böyle bir birliğin sağlanmasıydı. Pratik süreçlerde bunu doğrulamıştı. Devrimciler biraraya geldiklerinde, birleştiklerinde faşist güçleri geriletiliyor ve darbe vuruluyordu. Bu birlik sağlanamadığında kayıplar veriliyordu. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi öncesinde sağlanamayan birlik böyle vahim ve bir o kadar da derslerle dolu sonuçlar ortaya çıkarmıştı.
İşte bu gerçeklerden harektele 12 Mart 2016 yılında Halkların Birleşik Devrim Hareketi ilan edildi. Türkiye ve Kürdistan devrim tarihinden çıkarılan dersler sonucunda ve Kızıldere direniş şehitlerinin anısana bağlılık, onların bıraktığı mirasın sahiplenilmesi anlamında ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürdistan’ın özgürleşmesi temelinde HBDH devrimci mücadele yürütüyor. Altı yıldır bu miras mücadele edilerek yaşatılıyor. Ulaş Adalı, Ulaş Bayraktar, Atakan Mahir, Delal Amed, Sinan Dersim gibi öncülerini kaybetme pahasına da olsa büyük bir kararlılık ve ısrarla bu mücadele sürdürülüyor. Ulusal Kahramanlık Haftasında ifadeye kavuşan ve HBDH’nin ilanıyla birlikte devralınan bu miras burada kesişerek ortak bir anlama dönüşmüştür. Asıl olanda bunun anlaşılması ve gösterdiği yolda yürünmesidir. Bu başarıldığında Mart ayı sayfalarına yazılan ve bundan sonra da yazılmaya devam edecek olan, katliamları yapanlardan hesap sormak, mücadeleyi büyütmek ve katliamcı rejimleri yenilgiye uğratmak mümkün olacaktır. Ve böyle yürünürse direnişin, varolmanın ve özgürlüğün tarihi birlikte yazılır.