Türk devleti ile Suriye devletinin ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur. Şam’ın tarihte belirgin bir yere sahip olduğu tartışmasızdır. İslamiyet’in doğuşuyla birlikte bu daha da artmıştır. Türk devleti ise henüz yüzyıllık bile değildir. Fakat Türklerin Orta Asya’dan göç etmeleri,1. Selçuklu devleti ve ardından bugünkü Türkiye topraklarına yerleşmeleri onları Ortadoğu’nun geleceğinin şekillenmesinde büyük rol sahibi yapmıştır. Osmanlı ve Türk devleti sadece Şam’la değil İran devleti ve Şia Fars halkıyla da tarih boyunca sürekli sorunlu, çelişkili ve çatışmalı olmuştur. Osmanlının oluşum, gelişim ve yayılma durumu bilinmektedir. Bu, Türk egemen sınıflarında Arap, Fars ve Kürt halklarına karşı farklı bir kompleks yaratmıştır. Tayyip Erdoğan da bugün kendisini adeta 5. halife olarak görmektedir. AKP-MHP faşist zihniyetine göre “atalarımız üç kıtada at koşturmuştur. Ortadoğu ve Afrika’nın önemli bir kısmını biz yönetiyorduk. Bununla yetinmeyip İspanya’ya kadar uzanmak istedik. Viyana kapılarına dayandık. Yani dünyanın üç kıtasına hükmedecek kadar hedeflerimizi büyüttük, güç sahibi olduk. Ortadoğu ise zaten topraklarımızdı, her bir Arap ülkesi birer eyaletimiz gibiydi. Biz Türkler olarak bugün de böyle bir güç, hak ve kudrete sahip durumundayız”. Dolayısıyla Osmanlı zihniyeti ve perspektifine göre Türkiye İslam dünyasının öncüsü ve Ortadoğu’nun yöneticisi olmak durumundadır. AKP-MHP zihniyeti bu denli üstenci, kompleksli Osmanlı’ya özenen türden işgalci ve soykırımcıdır. Sömürgeci Türk devleti elbette bir ulus devlettir. Osmanlı enkazı üzerinde oluşmuş ya da şekillenmiştir. Bırakalım Osmanlı İmparatorluğunun havasıyla Ortadoğu, Afrika ve uluslararası siyaset üzerinde etkili olmayı bilakis tam bir çürüme ve çöküş sürecine girmiştir. Ama böyle de olsa Türk devletinin oluşum genlerinde işgal, ilhak, katliam, talan ve soykırım karakteri çok güçlü olduğu için bu gibi hevesleri halen de çok diri ve rafine durumundadır. Bu zihniyetin en rafine temsilcisi ise kuşkusuz AKP-MHP faşizmi olmaktadır.
Diyalektiğin şu düsturu her şey için, herkes için AKP-MHP faşizmi ve Türk ulus devleti için de geçerlidir: Her nesne ve her varlığın bir oluşum, gelişim süreci, bir de nitelik değiştirme, dönüşüm süreci vardır. Burada kast ettiğimiz sadece AKP-MHP faşist iktidarının miadını dolduran 20 yıllık iktidarı değildir. AKP-MHP faşist iktidarı elbette son zamanlarını yaşamakta, mutlaka çözülecek ve çökecektir. Bunun da ötesinde artık yüzyıllık TC ulus devleti mücadele ile değişmek, dönüşmek, demokratikleşmek zorundadır. Daha doğrusu demokrasiye duyarlı olmak durumundadır. Zira çağ olarak ulus devletlerin dönemi büyük ölçüde tamamlanmıştır. Dolayısıyla gelişmeler artık her bakımdan bu minval üzerinde olacaktır.
Bilinmektedir; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı adı üzerinde emperyalistlerin kendi aralarındaki bir pazar paylaşımı savaşı olarak çıkmıştı. Bu nedenle kapitalist-emperyalizm bir militaristleşme sürecine girmiş, buna ağırlık vermişti. 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ise hiç kimsenin tahmin etmediği, emarelerinin bile görülmediği yepyeni bir durum ortaya çıkmıştı. Osmanlı İmparatorluğu çözülmüş, dağılmış, Almanya büyük pazar kaybına uğramış, hedeflediği yeni hiçbir pazar kazanmamış, savaşta yenilgiyle çıkmıştı. Diğer taraftan tarihteki tüm devrimlerin özeti kabilinde olan bir Ekim Devrimi gerçekleşmişti. Bu önemliydi, tarihsel yeni bir durum ya da yeni bir gelişme olmaktaydı.
2. Dünya Savaşı’nın ilk işaretleri aslında kapitalist emperyalizmin içine girdiği 1929 genel ve yapısal bunalımında ortaya çıkmıştı. 1929 bunalımı çok derin ve çok yönlü bir bunalımdı; ekonomikti, siyasi, toplumsaldı, hatta bu bunalımın psikolojik boyutları bile vardı. Dünya açıkça yeni tarihsel gelişmelere gebeydi. Almanya 1. Dünya Savaşı’nda zararlı çıkmıştı. Militaristleşmeye ağırlık vererek yeniden pazar kapmaya hazırlanacaktı. Diğer taraftan Japonya, İtalya ve İspanya devletleri de güç durumlarına göre bir arayış içerisinde homurdanan bir durum göstermekteydiler. Ama 2. Dünya Savaşı’na doğru giden sürecin ve bu güçlerin ve gelişmelerin başını çeken esasta Almanya olmaktaydı. Hitler bunun için hazırlanmış ya da yeni durumun biçilmez kaftanıydı. Zira her süreç ve her toplum içinde bulunduğu durum ve koşullar itibarıyla kendisine ve söz konusu zamana denk düşen liderini ve öncüsünü ya da iktidarını karşısında hatta başında bulur. İşte Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco tam da iki dünya savaşı arasındaki dönemin ve koşulların yarattığı olgulardı. Özünde hepsi de kapitalist modernitenin birer yansıması, daha doğrusu gerçek yüzleriydiler. İttifak güçleri denilen devletler ise madalyonun diğer yüzüydüler. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası bunların ne kadar insancıl, demokratik olduklarını açıkça gözler önüne sermekteydi. Ulus devletlerin kuruluş aşamasında halkların birbirlerini nasıl boğazladığı bilinmektedir. Avrupa’da 6 Yıl, 7 Yıl, 30 Yıl savaşları olarak adlandırılan savaşları da kapitalist modernitenin gerçek yüzü ve marifeti olarak değerlendirmek durumundayız.
Sistem kendi içinde dünya ölçeğinde savaşları artık tercih etmiyor
2. Dünya Savaşı’nın insanlığa faturası büyük olmuştur. On milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Birçok ülke harap olmuş, adeta yerle bir edilmiştir. Savaşın sonunda ortaya çıkan yeni durum ise var olan ulus devletlere yeni kurulan onlarca ulus devletin eklenmesi olmuştur. Bunlara kapitalist emperyalizmin en zayıf halkasında gerçekleşen ulusal kurtuluş devrimleri denilmiştir. Böylelikle dünyanın üçte biri SSCB’nin öncülüğünde sosyalist blok olarak tanımlanmıştır. Bu da 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru gerçekleşen nitel bir durum olarak tarihe geçmiştir.
Kapitalist modernite binlerce yılın direniş, bilgi, birikim ve tecrübelerini en iyi değerlendirip hizmetine sokmasını bilen bir sistemdir. 1. ve 2. dünya savaşlarını bu perspektifle değerlendirmiştir. Sistem, kendi içinde dünya ölçeğinde çıkacak olası yeni savaşları artık tercih etmemiştir. Her türlü rekabet ve çelişkilerini askeri sahadan uzak tutup siyasi ve ekonomik alanla sınırlandırmıştır. Avrupa’da kurulan ilk ticaret ve ekonomi iş birliği topluluğu sonra siyasi, hukuki ve ortak değerler alanında sağlanan birlikler nihayetinde bugünkü Avrupa Birliği oluşumuna kadar gelmiştir. Yani 1. ve 2. dünya savaşında çıkarılan dersler sonucunda kapitalist modernite güçleri kendi aralarında bölgesel ve dünya ölçeğinde büyük savaşlara girmeyecektir. Savaşlarını yeni tipte sömürge ülkeler, bağımlı manda rejimler üzerinden vereceklerdir. Zaten olan da bu olmuştur. Ama daha da somutlaştırmak gerekirse 3. Dünya Savaşı aslında ulus devletlerin kendi arasında ve bir de sosyalist, devrimci demokratik modernite güçleriyle ulus devletler ve bağlı oldukları kapitalist modernite arasında olmaktadır. Bugün 3. Dünya Savaşı’nın merkezi Ortadoğu’dur. Bu savaşın Ortadoğu’da odaklandığı merkez ise Kurdistan’dır. Bu gerçekliği tarihsel geçmiş-gelecek ilişki diyalektiği de doğrulamaktadır. 1921-1922 yılında gerçekleştirilen Kahire Konferansının bir amacı da Kürt sorununun çözülmemesiydi. Bunun da anlamı Ortadoğu’da savaşın en az yüzyıl daha sürmesiydi. Nitekim gerek Ortadoğu’da gerekse Kurdistan’da tam yüzyıldır yaşanan bu olmuştur. Kürtler ve çözülmeyen Kürt sorunu nasıl ki Ortadoğu’da demokrasi ve özgürlük dışı bir yaşam ve savaş ise denklemi tersine çevirdiğimizde karşımıza çıkacak olan çözülen Kürt sorunuyla birlikte Ortadoğu’nun demokratikleşmesi ve barış olmaktadır. Bu iradi bir durum olmanın da ötesinde siyasi, toplumsal, demografik, coğrafik bir gerçekliktir. Dört parçaya bölünen ve paylaşılan Kurdistan’da sömürgeci devletlerin Kürt halkıyla ilişki, çelişki diyalektiği vardır. Bu diyalektik şunu önümüze koymaktadır; Kurdistan, Kürtlerin özgürlüğü, demokratik Ortadoğu ve Demokratik Ortadoğu Konfederalizminin anahtarıdır. Ancak şu da vardır; tarih sonuçları itibarıyla bize birçok kez kanıtlamıştır ki Kurdistan’ın herhangi bir parçasındaki Kürtler o ülkenin halkı ve topluluklarıyla ortak demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kader birliği yapmadan ne özgürleşir ne de demokratikleştirebilirler. Dolayısıyla çözüm Demokratik Ulus Paradigması’ndadır. Dolayısıyla çözülme ve aşılma sürecinde olan ulus devletler 21. yüzyılın şekillenmesinde kesinlikle olumlu rol sahibi olamayacaktır. Çünkü ulus devletin karakteri dogmatizmdir, esneklikten uzaktırlar. Demokratik açılımlar yaparak kendini yenileyen bir ulus devlet örneği yok gibidir. Bu gerçeklik Ortadoğu ulus devletleri için daha da geçerlidir. O halde bundan çok şimdiki 3. Dünya Savaşı’nın yaratacağı sonuçlar ve gelişmeler önemli olmaktadır.
3. Dünya Savaşı kapitalist modernitenin en zayıf halkası olan Kurdistan’da sürüyor
1. ve 2. dünya savaşının ne tür sonuçlara yol açtığını belirtmiştik. Peki, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra bir biçimde başlayan merkezi Kurdistan ve Ortadoğu olmak üzere on yıllardır sürmekte olan 3. Dünya Savaşı ne gibi sonuçlara yol açacaktır; bu önemlidir. Açıktır ki 3. Dünya Savaşı’nın sonuçları da tarihsel önemde büyük olacaktır. Şimdiden yaşanmakta ve görülmekte olduğu gibi 3. Dünya Savaşı birçok bakımdan 1. ve 2. dünya savaşından farklı özellikler taşımaktadır. Bu savaş uluslararası hegemonik güçlerin dolaylı biçimde içinde yer aldıkları ve doğrudan karşı karşıya gelmedikleri halde süren bir savaş olmaktadır. Özünde demokratik modernite güçleriyle kapitalist modernite güçleri arasındaki bir savaştır. Birkaç yıl değil birkaç on yıl sürecek özelliklere sahiptir. Savaşın askeri boyutu kadar ekonomik, siyasi, ideolojik, kültürel hatta psikolojik boyutu daha belirgindir. Yumuşak güç denilen bu unsurlar 3. Dünya Savaşı’nda etkili biçimde kullanılmaktadır. 3. Dünya Savaşı’nın kapitalist modernitenin en zayıf halkası olan Ortadoğu’da onun da en zayıf halkası olan Kurdistan’da sürüyor olması anlaşılırdır. Burada ortaya çıkacak olan Kurdistan halkının özgürlüğüyle birlikte Ortadoğu’nun demokratikleşmesidir. Bunun diğer bir anlamı da ulus devletlerin tek tek ve giderek tümden aşılması olmaktadır. Yani Ortadoğu tarihin oluşumunda ya da ilk başlarında olduğu gibi bir kez daha insanlığın kökleriyle buluştuğu coğrafya olacaktır.
Bunları şunun için belirtiyoruz: Ulus devletler nasıl ki ilk oluşumunda (İngiltere’den sonra) 16. Louis’in şahsında görüldüğü gibi büyük direniş ve büyük bedeller pahasına gerçekleşmişse çöküş ve çözülme süreci de benzer biçimde olmuştur. Saddam Hüseyin bunun son örneği olmaktadır. Ancak ve ne var ki Ortadoğu’da Saddam türevleri ve benzerleri vardır. İşte faşist Erdoğan ve tam da ulus devlet karakterine uygun biçimde davranıp, batmak ve yıkılmak üzereyken bile asla esneme gereğini duymayan Suriye rejimi ve diğer birçok Ortadoğu ulus devletlerin gerçekliği de bu olmaktadır.
Önder Apo yakın geleceğin Ortadoğu’su belki de İran üzerinden şekillenecektir, demektedir. Elbette İran’ı iyi izlemek ve anlamak gerekmektedir. İran devleti ideolojik yayılmanın zirvesinden artık bir duraklama, tekrar hatta düşüş sürecine girmiştir. Tüm varlığıyla Şia milliyetçiliğine sarılmaktadır. İran’ın Şia milliyetçiliğini İslam Sünni milliyetçiliğine karşı geliştirdiği ve bunun da Önder Apo’nun belirlemesiyle atom kadar tehlikeli olduğu bilinmektedir. İran kuşkusuz siyasetnamenin yazıldığı, yaşandığı ve yayıldığı bir coğrafyadır. Siyaset yaratıcılığı ve esnekliği güçlüdür. Fakat mevcut İran rejimi de sonuçta bir ulus devlettir. Siyasal, toplumsal devrim karşısındaki esneklik ve yaratıcılığı da buna göre olacaktır. Kürt kadını Jîna Emînî’in öldürülmesi Rojhilat Kurdistan’ında ve İran’da kadın öncülüğünde gelişen toplumsal ayaklanmanın adeta kıvılcımı olmuştur. Serhildanlar dört ayı aşkın bir süredir kararlı ve aralıksız biçimde sürmektedir. Açık olan şudur ki İran’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yaşanan aslında bir devrimci durumdur. Tüm gelişmelerin bu minvalde olacağı görülmektedir.
Şam, AKP-MHP rejimine olumlu bir karşılık vermeyecektir
Tabi bir de sömürgeci, soykırımcı faşist TC’nin durumu vardır. Soykırımcı TC Devleti’nin karakteri bilinmektedir. Asimilasyon, entegrasyon, idam, sürgün, Şark Islahat Planı sömürgeci Türk devletinin Kürt halkı üzerinde uyguladığı temel taktik, politika ve strateji olmuştur. Önüne geleni ve önüne kattığı her şeyi çiğneme, yutma ve yok etmeyi hedefledikleri ve bu nedenle de “Sel hareketi” olarak adlandırdıkları soykırım operasyonu ise çok daha zalimanedir. Fakat Kürt halkının görkemli ve inatçı direnişi karşısında uyguladıkları ne kızıl ne beyaz katliamlar, ne sert ne yumuşak güç saldırı ve politikaları sonuç vermemiştir. Güçleri Kürt halkını ne açıktan ne de özümseyerek yok etmeye yetmemiştir. Aksine özgürlük mücadelesi bugün sömürgeci, soykırımcı Türk devletini hiç olmadığı kadar zorlamaktadır. AKP-MHP sömürgeci, soykırımcı, faşist rejimi tam yüz yıllıktır. Önder Apo AKP-MHP bugünkü devletin adıdır, demektedir. Yani AKP-MHP faşist rejimi Ergenekon ve Avrasyacı tüm güçlerin temsilcisidir. Tek amacı Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’ni yok etmektir. Tarihe böyle geçmek istemektedir. Bunun için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bunda hiçbir ahlaki kural, ölçü tanımamaktadır. Önder Apo’nun üzerinde neredeyse on yıldır süren ağırlaştırılmış tecrit, akıl almaz ahlaksız baskı ve şantaj politikaları bunun içindir. Bunun içindir ki tam 7 yıldır Özgür Medya Alanları başta olmak üzere topyekun halkımıza karşı dünya savaşlarını aratmayan cinsten aralıksız yoğun saldırılar sürmektedir. Medya Savunma Alanları’nda yaşanan savaşta yasaklanmış silahların kullanılması da dahil her türlü zehirli gaz ve kimyasal silahlar kullanılmaktadır. Toplumun üzerinde ise tam bir diktatörlük uygulanmaktadır. AKP-MHP faşizmi Efrîn’den Rojhilat Kurdistan sınırına kadar yüz binlerce kilometre uzunluğunda 30 km derinlikte Irak ve Suriye topraklarına (Başûr ve Rojava Kurdistan) güç bulundurup işgal ederek PKK’yi ve Kurdistan Özgürlük Gerillası’nı imha etmeyi hedeflemektedir. Başûrê Kurdistan’ında işbirlikçi, ihanetçi KDP de bunun yerel ayağı olma rolünü oynamaktadır. Suriye ve Rojava’da ise durum daha farklıdır. İşgalci, sömürgeci Türk devleti gerilla karşısında oluşturduğu bu konseptinde kesinlikle başarılı olamamıştır. Bu görkemli tarihsel direniş sürecinde büyük bedeller verdiğimiz doğrudur. Büyük hesapların büyük bedellerle karşılanması gerektiği diyalektiği belki de en çok bizim için geçerlidir. Süreç tüm önemiyle sürmektedir.
Soykırımcı, sömürgeci AKP-MHP faşist rejimi Rojava Devrimi ve halen ayakta olan giderek de toparlanan Şam rejimi karşısında oldukça zorlanmıştır. Özellikle Şam karşısında oldukça omurgasız, ahlaksız, ilkesiz ve son derece pragmatik bir politika uygulamaktadır. Emevi Camiinde namaz kılmak yerine şimdi bir an evvel sabırsızlıkla Şam’la görüşmeyi beklemektedir. Ancak Şam’ın tam da seçim ve yıkım sürecinde olan AKP-MHP faşist rejimine can simidi işlevini görecek adımlar atmasını beklemek doğru olmayacaktır. Rusya kuşkusuz Şam’ı baskılayacaktır. Sorun aynı zamanda Kürt sorunu da olduğu için İran da buna sıcak bakacaktır. Fakat açıktır ki AKP-MHP faşist rejimi Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de gerçekleşen acı depremden sonra daha da zayıflayan ve güç yitiren bir duruma düşmüştür. Hal bu iken ve seçimlere de üç ay gibi kısa bir zaman kalmışken Şam’ın AKP-MHP rejimine olumlu bir karşılık vereceğini sanmamak gerekir.
Bu faşist rejim son depremle birlikte kesin olarak yıkılacak ve altında kalacaktır
AKP-MHP faşizminin yaşanan bu depremden sonra (ki her açıdan maliyeti çok ağır olmuştur) Şam karşısında halen üsttenci davranması ya da olası bir Rojava saldırısı kolay olmayacaktır. Yaşanan bu son deprem şunu anımsatmaktadır; AKP aslında Gölcük ve Düzce’de gerçekleşen 1999 depreminden sonra iktidar olmuştu. Zaten çoktan miadını doldurmuş olan bu faşist rejim yaşanan bu son depremle birlikte kesin olarak yıkılacak ve altında kalacaktır. AKP-MHP faşist rejimi gerilla karşısında başarılı olsaydı her halükarda süreci göğüslemeye ve her türlü zorlukları aşmaya çalışacaktı. Ne var ki depremden önce esas büyük açmazı gerilla karşısında yaşamıştır. Tüm gücünü, her şeyini gerillaya karşı savaşa ayırmasına rağmen böyle olmuştur. İç siyasette tıkanmış, ekonomik ve siyasi bunalım zirveye çıkmış, dış dünyayla her açıdan çelişkili ve çatışmalı bir duruma gelmiştir. Bu son deprem bu rejimin çözülme ve çöküş sürecini biraz daha hızlandırmıştır.
Görüldüğü üzere 21. yüzyılın bu son çeyreğinde zorlanan ve aşılmakta olan sadece sömürgeci, soykırımcı TC Devleti olmamaktadır. Genel olarak ulus devletler böyle bir sürece girmiştir. Sömürgeci Türk devleti için bu süreç tam da kuruluşunun yüzüncü yılına denk gelmektedir. Bunun Türk devletinin oluşum genlerini zorlayacağı ve önemli bir gedik açacağı açıktır. Özgürlük mücadelesi gibi dinamik, devrimci bir gücün yanında ve beraberinde Türkiye toplumunda gelişen ve ortaya çıkan özgürlük ve demokrasi mücadelesi Türk devletini kesinlikle zorlayacak, demokrasiye duyarlı hale getirecektir. Bu yüzyıllık sömürgeci, soykırımcı Türk devletinde tam bir zihniyet kırılması anlamına gelecektir.
Suriye rejiminin daha ne kadar ayakta durup dayanacağı belli değildir. Ancak açık olan şudur ki bu rejim fazlasıyla miadını doldurmuştur. Rojava Devrimi gibi dinamik ve dönüştürücü bir güç Suriye’deki tüm halkların ve kültürlerin ortak mücadelesi Suriye’yi mutlaka demokratikleştirecektir.
İran rejimi aslında artık uzatmaları oynamaktadır. Elbette bu bugünün-yarının işi değildir. Tarihsel gelişim sürecinden bahsetmekteyiz. Bu bağlamda tüm gelişmeler İran ve Rojhilat Kurdistan’ında devrimsel düzeyde önemli ve tarihsel gelişmelerin yaşanacağını işaret etmektedir.
Dikkat edilirse Ortadoğu’nun değişim ve dönüşüm sancılarının yani Ortadoğu Devrimi ve Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi’nin doğum sancıları bir bütün olarak Kurdistan’da yaşanmaktadır. Burada bir kez daha bundan yüzyıl evvel gerçekleşen Kahire Konferansı’nı anımsamaktayız. Ortadoğu’da sorunlar çatışma ve savaşlar sürsün diye Kürt sorunu çözülmeyecekti; öyle de oldu. Ama yüzyıl sonra bugün demokrasi, özgürlük ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin anahtarı bir kez daha Kürt sorununun çözümüne kalmıştır. Kürt sorununun yakıcılığı da sorunun çözüm önemi ve etkisi de bu kadar tarihsel, bu kadar çoklu bir anlama sahiptir. Önder Apo Ortadoğu şahsında insanlığa böyle özgür, mutlu ve demokratik bir gelecek yaratmanın paradigmasını sunmuştur. Böyle büyük ve bir dünya insanı olan Önder Apo’nun emeği ve sundukları karşısında başta Kürtler ve Ortadoğu halkları olmak üzere çok şey borçlu olduğumuzu bilerek özgürlüğü için sürekli ve aralıksız bir mücadele vermenin, insan olmanın gereği olduğunu belirtiyoruz. Uluslararası Komplonun gerçekleştiği Şubat ayında komplonun 25. yılına girmekteyiz. Bu vesileyle bir kez daha komplo sahibi uluslararası güçleri, cümle tüm iblisleri lanetliyor, “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla bedenlerini ateş topuna çevirip ölümsüzleşen soylu direnişçiler şahsında tüm mücadele şehitlerinin önünde saygı ve minnetle eğiliyor, yollarının yolcusu olacağımızı belirtiyoruz.