Dünya hegemonik sisteminin içinde bulunduğu kaos durumu derinleşerek devem etmektedir. Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında yaşanan kaoslu süreç, çözümsüzlüğün derinleşmesinden kaynaklı ömrünün daha da uzayacağı ihtimali güç kazanırken; aynı şekilde kaos içinde yeni kaosların varlık bulmasına sebep olması sistemin küresel ve bölgesel boyutta devletler arası alışıla gelmiş güç dengesi ve ilişki sistematiğinde ciddi anlamda alt üst oluşları meydana getirdiğini görüyoruz.
Hakim sistemin hegemonik merkezi ve öncülüğünü yapan ABD’nin eskisi kadar sistem içi ilişkiler üzerinde hakimiyet sağlayamayıp, zorlandığı anlaşılmaktadır. Yaşanan uzun süreli kaos ortamında defakto halini almış devletçi dış politikalarında belirginleşen farklılıklardan biri, devlet çıkarlarının ortak değer ve çıkar algısının çok çok üstünde tutulmasıdır. Dolayısıyla herhangi bir devletin ilişkilerini belirleyen temel olgu devletler arası ortak değerlerden çok, her bir devletin daha fazla kendi öz çıkarları olmaktadır. Kapitalist sistemin doğası gereği devletler arası rekabette, ilişkilerini belirleyen temel unsur elbette ki kendi öz çıkar olgusudur. Ancak mevcut durumda devam eden kaos sürecinde devlet çıkarı ve ortak çıkar arasındaki denge hiç olmadık kadar bozulup zayıf hale gelmiş durumdadır. Dolayısıyla, her devlet açısından ilişkileri belirleyen temel gerçeklik jeopolitik çıkarlardır.
Devletler arası ilişkilerde yaşanan değişimin en hızlı yaşandığı bölgelerin başında kuşkusuz Ortadoğu gelmektedir. Ortadoğu dünyanın en çalkantılı ve gerginliklerin en üst seviyede yaşandığı bölgelerin başında gelmektedir. Çelişki ve sorunlar başta olmak üzere bölgede ortaya çıkan her türlü gelişmenin hem genel bölge hem de küresel çapta güç dengeleri üzerinde ciddi şekilde etkide bulunacağı açıktır. Söz konusu etki, Ortadoğu’daki her bir gelişme ve politik tutum değişikliğinin, küresel çapta politika yapan tüm güçlerin ve kesimlerin yakın takibinde olmasını getirmektedir.
İran ve Suudi Arabistan etkili iki güç konumundalar
Son süreçte, Çin arabuluculuğunda İran-Suudi arasında varılan anlaşmanın gerek bölgede gerekse küresel düzeyde yankı uyandırması bölgenin sahip olduğu bu öneminden kaynaklıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bölge ile ilgili olan politik aktörler, bu süreci yakından takip etmekte, anlamak, kendileri açısından getiri ve götürülerini anlayarak pozisyon belirlemeye çalışmaktadırlar. İran ve Suudi Arabistan Ortadoğu’da dini ve mezhepsel açıdan taşıdıkları önem nedeniyle bölgede mevcut politik dengeler üzerinde son derece ciddi etkili iki güç konumundadır. Çin’in desteğiyle varılan antlaşma her iki ülke arasında var olan gerilimleri azaltmayı amaçlamakla birlikte, bunu aşan bölgesel ve küresel amaçlar ile de ilgili boyutları bulunmaktadır. Anlaşma, esas itibari ile bundan sonra karşılıklı atılacak adımlar ve sonraki sürecin ne şekilde ilerleyeceğiyle şekillenecektir. Devletler arası ilişkilerde farklı özellikler taşıyan ve bölgedeki dengeler üzerinde etkisi olabileceği anlaşılan bu gelişmenin öncesi ve sonrasını bütünlüklü değerlendirmek önemlidir.
Bilindiği üzere her iki devlet bölgede uzun bir süredir birbirine rakip olan iki devlettir. Suudi Arabistan İran’ı Irak, Lübnan ve Yemen’de kendisine karşıt, Şii aktörleri destekleyerek düşmanlıkları geliştirdiğini ve dolayısıyla kendi varlığına karşı bir tehdit olarak değerlendirmektedir. İran ise Suudi Arabistan’ı yabancı güçleri körfeze çeken kendi bölgesel hegemonyasına karşı rakip bir güç olarak görmekte ve değerlendirmektedir. Her iki devlet bugün Yemen’de olduğu gibi, son yıllarda bölgede yaşanan birçok savaşta karşıt kutup ve taraf konumda oldular. Her iki devletin ilişkileri en son 2016 da Suudilerin Şii din adamı ve rejim muhalifi Nemr Bakır el Nimr’in idam edilmesi ardından, İran’ın Tahran’daki protestocuları Suudi Arabistan büyük elçiliğini yağmalamaya yönlendirmesinin ardından diplomatik ilişkilerde ciddi bir kırılma ve karşılıklı olarak ilişkilerin sonlandırılmasına yol açtı. Dini ve mezhepsel olarak ayrı yerlerde konumlanan her iki devlet, esas olarak bölgede temsil ettikleri mezhepsel kimlik üzerinden kendi hegomonyalarını oluşturma mücadelesi vermekteler. Her iki devlet arasında var olan hegomonya mücadelesini 1979 İran İslam Devrimi’ne kadar götürmek mümkün. Suudi Arabistan kendini dünyadaki Sünni mezhebin temsilcisi, İran ise Şii mezhebin temsilcisi olarak İslam toplumunda ve coğrafyasında hegemonik olarak konumlandırma peşindedirler. İran Şahı döneminde gerek ABD, İsrail gerekse Suudi Arabistan’la İran ilişkileri oldukça gelişmiş durumdaydı. Ancak gerçekleşen devrimle birlikte İran’ın her üç ülkeyle de ilişkileri bozulmuş oldu. İran, İslam Devrimi’ni bölgeyi de aşacak tarzda, geniş bir coğrafyada yayma politikasına yöneldi. Bölgenin iki temel inanç ve etnik aktörü olarak kendini gören İran ve Suudi Arabistan arasındaki politik denklem bu yayılma politikası ile birlikte diplomatik gerilime ve güç mücadelesine evrildi. Bu tarihten sonra İran ve Suudi Arabistan dış politikaları bölgesel hakimiyeti amaçlayan yeni bir rekabet ve mücadele dönemine girmiş oldu. Daha sonraları her iki güç arasındaki mücadelenin ağırlıklı olarak vekalet savaşları biçiminde yürütüldüğünü göreceğiz.
İki güç arasındaki hakimiyet mücadelesi İran-Irak savaşıyla birlikte ivme kazandı. Sekiz yıl süren savaşta, Suudi Arabistan Irak’ı desteklemekten geri durmadı. Bununla birlikte İran’daki devrimle birlikte ABD ve İsrail devrim karşıtı pozisyon alarak İran’a karşı bölgede yeni bir düzen geliştirme çabasına girişmiş oldular. Körfezdeki diğer devletler Suudi Arabistan öncülüğünde ABD ile açıktan İsrail’le de gizliden yakınlaşarak İran’a karşı denge oluşturma politikasını yürürlüğe koydular. ABD, ortaya çıkan İran-Suudi Arabistan rekabetinden istifade ederek körfez ülkeleri başta olmak üzere birçok Sünni Arap devleti sınırları içerisinde birden fazla askeri üsler oluşturmaya başladı. Oluşan bu yeni politik denklem üzerinden her iki taraf arasındaki gerginlik durumu zaman zaman yavaşlasa da hiçbir zaman sona ermedi. 1987’de Kâbe’yi ziyaret eden İran’lı hacılar ABD ve İsrail karşıtı sloganlar atınca Suudi güvenlik güçleri hacılara sert müdahalelerde bulundu ve dört yüz kişiye yakın insan hayatını kaybetti. Irak ve İran arasında 1980-88 yılları arasında süren savaş, sonraki gelişmelerin rengini belirledi.
Irak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ederek, iki gün içinde yönetimi ele geçirdi. Irak’ın Kuveyt işgali, ABD ve İngiltere önderliğindeki koalisyon güçlerinin bölgeye müdahalesine vesile oldu. ABD ve İngiltere öncülüğünde oluşturulan çok uluslu askeri güç, Irak’a müdahalede bulundu. Irak yedi ay sonra Kuveyt’ten çekilmek zorunda kaldı. Bu süreç Mart 2003 tarihinde Irak’a ikinci müdahale-işgal ile devam etti, aynı güçlerin öncülük ettiği ikinci körfez savaşı Irak’ta rejim değişikliğini getirdi ve Saddam rejiminin yıkılmasına yol açtı. Irak ve İran savaşı, Irak’ın Kuveyt işgali ve Saddam diktatörünün Kürt halkına karşı kullandığı kimyasal silah ile geliştirdiği soykırım saldırıları, enfal ve katliamlar da ABD müdahalesine vesile olarak gösterildi. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Birinci Dünya Savaşı sonrası, bölgeye en geniş ve büyük işgal girişimi dönüş yaptı.
Önder Apo, Büyük Ortadoğu Projesinin bir gereği olarak devreden çıkarılmak istendi
Bölgenin, uluslararası emperyalist politikalar temelinde yeniden dizayn edilmesi süreci politik ve askeri hamleler temelinde hızlandırıldı. Adına Büyük Ortadoğu Projesi denen bu dizayn sürecinin ana hedeflerinden biri İran İslam Cumhuriyeti iken, esas hedeflerden biri de Kürdistan Özgürlük Hareketi oldu. Önder Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında uluslararası komplo ile kaçırılıp, Türk devletine teslim edilmesi ve, Ortadoğu dizayn politikasının bir gereği olarak gerçekleştirildi. Bölgenin, uluslararası güçlerce, kendi çıkarları temelinde dizayn edilmesi önünde engel olarak görülen Önder Apo, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir gereği devreden çıkarılarak, etkisiz kılınmak istendi. 9 Ekim Komplosu, Büyük Ortadoğu Projesi’ni geliştiren güçlerce gerçekleştirilmiş oldu. Söz konusu politikanın bir gereği olarak uluslararası komploya paralel olarak ABD, ılımlı İslam projesi adı altında bölgede yeni bir hamlede bulunarak, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde AKP’yi iktidara getirmek üzere hazırlamaktaydı. Nitekim BOP eş başkanı olarak adlandırılan Erdoğan Türkiye’de 2002’de iktidara getirilmiş oldu.
Dış müdahaleye karşı gelişen ayaklanmaları kontrol altına alma, hazırladıkları ılımlı İslam projesini AKP üzerinden bölgeye hakim kılmak için ABD’nin girişimleriyle İran’a karşı yeni bir Sünni ittifak cephesi oluşturuldu. İran’a karşı oluşturulan Sünni blok içerisinde başlıca yer alan güçler arasında Suudi Arabistan, Katar, BAE ve Türkiye yer alırken, dışardan da ABD, Fransa ve İngiltere olmak üzere dünya hegemonik sistemin başlıca güçleri projenin önemli destekçileri oldular. Söz konusu Proje tüm uğraşlar ve çabalara rağmen bölgede dikiş tutmadı. Tam tersine, özellikle köktenci İslami anlayış ve politik aktörleri yeniden daha aktif ve etkili hale getirdi. Aslında, uluslararası emperyalist güçlerin bölgede kalmasına da bir biçimde vesile oluşturulmuş olunuyordu.
Irak işgali ile hedeflenen politikalara ulaşılamamışken, 2011 yılında ise bölge bambaşka bir sürece evirilmiş oldu. Tunus’ta başlayıp daha sonra Mısır, Libya, Bahreyn, Suriye ve Yemen’e kadar uzanacak olan daha sonra ismi “Arap Baharı” olarak anılacak halk ayaklanmalarının baş göstermesiyle Suudi Arabistan ve İran ulus devletleri çok daha ağır biçimde karşı karşıya gelmiş oldular. Bu gelişmelerle paralel bölgede her iki gücün farklı konumlandıkları yeni ittifaklar ortaya çıktı. Başlangıçta mevcut despotik sistemlere karşı halkın başkaldırıları şeklinde başlayan ayaklanmaları kontrol altına alma, bununla birlikte bölgedeki İran etkisini zayıflatıp tasarladıkları ılımlı İslam projesi çerçevesinde bölgeyi yeniden dizayin etmek üzere Sünni cephe oluşturuldu. Proje içerisinde Türkiye ve AKP bölgeye model olarak sunulurken, Suudi Arabistan ve körfez ülkeleri projenin finansörleri ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi ülkeler de bu projenin en önemli dış destekçileri olarak rol paylaşımına gittiler. Artık sırada projenin uygulanması vardı. Bu çerçevede Bölgede büyük bir vekalet savaşı başlatıldı. Bu vekalet savaşında İran, Suudi Arabistan’ın iyi ilişkilere sahip olduğu Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn’deki rejim karşıtı hareketleri açıkça desteklemeye başlarken, Suriye’de ise tersinden rejimi ayakta tutmak için büyük bir mücadeleye girişti. Suudi Arabistan ise Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn’deki rejimleri desteklemeye başlayıp Suriye’de ise İran’ın aksine “muhalif guruplar” diye adlandırdıkları, bir çoğu da köktenci, radikal çete gruplarını desteklemeye yöneldi. İlerleyen süreçte Rusya’nın İran ve Suriye’nin yanında yer almasıyla süreç bambaşka bir noktaya evrilerek Üçüncü Dünya Savaşı’nın değişik bir biçimiyle farklı güç odaklarının karşı karşıya gelmesi gibi bir durumu yarattı. Ağırlıklı olarak vekalet savaşları biçiminde gelişen sürece Rusya’nın da dahil olmasıyla birlikte, uluslararası güçler karşılıklı güç arayışı ve mücadelesini söz konusu bölgesel vekillere dayandırarak yürütmeyi bir politika haline getirdiler. Bundan sonra ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Körfez ülkelerinin başını çektiği Sünni blokun bekledikleri gibi bir sonuç alamamaları, bu cephede ciddi görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu görüş farklılıkları zamanla politika değişiklikleriyle neticelenince Sünni cephede bir dağılma hatta çoğu alanda karşı karşıya gelme durumları söz konusu olmaya başladı. Türk devletinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Neo Osmanlıcılığa yönelmesi ve pragmatizmi ciddi rahatsızlıkların oluşmasına yol açtı. Paralelinde Körfez ülkeleri, Mısır gibi Sünni devletlerin hasım olarak tanımladıkları Müslüman Kardeşler ve Hamas gibi örgütlerle de ilişkilerini ilerletmesi bu cephedeki çatlağı derinleştirdi. Körfez devletlerinin kendi içlerindeki çelişki ve rekabet durumu da buna eklenince, Sünni blok içerisinde ciddi bir ayrışmada rol oynadı.
Bu gelişmelerle birlikte Sünni blokun motivasyonunun düşmesiyle birbirlerine karşıt pozisyonlar alarak yer yer hasmane tutumlara evrilen durumları ortaya çıkardı. Körfezde Suudi Arabistan, İmarat ve diğer Arap devletlerin güç birliğiyle yeni bir ittifak oluştu. Bu ittifak önce Bahreyn’e askeri müdahalede bulundu, Mısır’da iktidarda olan İhvan hükümeti ve başındaki Mursi’nin devrilmesine destek sağlamaya kadar gitti. Yemen’de İran’a karşı vekalet savaşı başlatıldı, peşi sıra Libya’da Halife Hafter’e destek verildi, Lübnan’da ise Hariri’ye müdahale edildi. Yürütülen vekalet savaşı politikasından, tarafların bekledikleri sonuçları yaratamaması, söz konusu güçleri ciddi tıkanmayla yüz yüze bıraktı.
Çin’in bölge güçleriyle ilişkilerini ilerletmesi ve İran-Suudi Arabistan ilişkilerine yansıması
Bu dönemde yaşanan vekalet savaşlarının merkezi hegemonik sistem politikası açısından sorunlara yol açtı. Vekalet savaşı ön gördükleri ve planladıkları gibi yürümedi. Cumhuriyetçi Başkan Trump, popülist, ırkçı ve pragmatist politikaları vekalet savaşından istediği sonucu alamadı. Dünya hegemonik sistemin merkezi konumundaki ABD’de Trump yönetimin sürecinde, dış politika daha çok devletler arası var olan çelişkileri derinleştirip, bu çelişkilere dayalı kutuplaştırma üzerinden nemalanmayı esas aldı. Trump dönemi daha çok içerdeki ekonomik sorunların çözümünü siyaseten referans haline getirip, dış politikasını da bunun üzerinden kurgulamaya çalıştı. Trump bu çerçevede Amerika’nın hegemonik sistemin merkezi gücü olarak devletler arası belli başlı kurumların yıllık yüklü ödenekleri diğer müttefiklerine yükleme, ikincisi de mevcut var olan devletler arası çelişkileri daha fazla kızıştırarak Amerikan silah şirketleri için daha uygun bir pazar oluşturma siyaseti güttü.
Trump göreve gelir gelmez ilk adımlarını Ortadoğu’ya dönük geliştirdi. Hatırlanacağı üzere Trump’ın dış politikada yaptığı ilk icraatı Obama döneminde İran’la imzalanan nükleer antlaşmayı tek taraflı fesh etmek oldu. İkinci adım olarak da ilk ziyaretini, İran ile bölgede hakimiyet mücadelesi veren körfez Sünni blokun öncüsü konumundaki Suudi Arabistan’a gerçekleştirmiş oldu. Trump bu ziyaretinde Suudilerle milyar dolarlık silah anlaşmaları imzalayarak, bölgede İran’a karşı Suudi Arabistan’a desteğini bir adım daha öne çıkardı. Arkasından Bölgenin tarihsel temel sorunlarından biri olan İsrail Filistin meselesinde tümüyle İsrail’den yana bir tutum aldı, iki devletli çözüm perspektifini reddetti. Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etti. Bu gelişmeyi takiben ABD büyük elçiliğini Kudüs’e taşıyan kararnameyi imzalayarak İsrail-Filistin çelişkisini yeniden alevlendirmiş oldu. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere Trump iktidarda olduğu dönem, ABD dış politikası daha fazla var olan çelişkileri derinleştirip, bu çelişkiler üzerinden vekalet savaşlarını kızıştırarak bölgedeki gelişmeler üzerinde kontrolü sağlayıp hegomonyasını sürdürme politikasıydı.
Amerika’da Demokrat Parti’nin seçimi yeniden kazanması ve başa geçmesiyle birlikte politik yoğunluğun Kafkaslar ve Asya Pasifik’e doğru kaydırmayı amaçladıklarına dair oluşturdukları politik stratejiyi ilan ettiler. Söz konusu Güvenlik Stratejisi belgesinde, Asya Pasifik öncelikli ama Ortadoğu’daki güç mücadelesini de buna paralel yürüteceklerine dair tespitlere yer verildi. Bu bağlamda, küresel bölgesel bağlamda, özellikle de dış politika açısından yeni değişikliklerin ve gelişmelerin yaşanacağı ortaya çıkmıştı. ABD dış politikasında Ortadoğu’nun her zaman özel bir yeri vardır. Ancak bununla birlikte Ortadoğu’ya dönük yoğunlaşmasını tahkim edip, çalışma ve odaklanma yoğunluğunu Kafkaslar ve Asya pasifik taraflarına kaydırma gibi bir arayışa girildi. Yine var olan çelişkilerin ortaya çıkardığı savaş ve çatışma durumlarını daha güçlü şekilde kontrol edebilmek için fonksiyonel olarak aşınmış olan başta BM ve NATO gibi başlıca kurumlar olmak üzere devletler arası kurumların yeniden önemsenmesi için özel gayret gösterdiler. Birçok bölgede sorunların çözümünden ziyade ortaya çıkan gerginliklerin dozajını düşürerek, önceliğin diplomasiye verilmesi için kontrollü müdahalelerde bulundular. Tüm bunların sonucunda özellikle vekalet savaşlarının dondurulması yönünde yeni bir yaklaşım içerisine girmiş oldular. ABD’nin son yıllarda bölgedeki müttefiklerini destekleme hususunda giderek daha az ilgili olmaya başladığı görülmektedir. Örneğin, 2019 Trump döneminde Suudi Arabistan’ın en büyük petrol şirketi olan Aramko rafinerisine gerçekleştirilen siha saldırısı sonrası Riyad yönetimi, ABD’den saldırıya askeri olarak cevap verilmesi talebinde bulundu. O zamanki Başkan Trump “saldırı bize değil Suudi Arabistan’a yapıldı” diyerek talebi geri çevirdi. Yine ABD’nin şu anki başkanı Biden döneminde Suudi Arabistan’dan petrol üretimini artırma talebini, Suudi Arabistan geri çevirdi. ABD dış politikasında yaşanan bu yönlü değişimler, ya da beklentilere yeterince yanıt alamamalarına olan tepki, bölgede politika yapan güçlerin dış politikalarına yansıdı. Bölge güçleri açısından tek merkezli, alternatifsiz ve tek tarafın çıkarına, önceliğine dayalı bir müttefiklik ilişkisinden rahatsız oldular. Bu çerçevede gelişen bir arayıştan bahsetmek mümkün. Biden’in iktidara gelmesi sonrası, özellikle Madrid’de yapılan NATO toplantısında Çin ve Rusya tehdit olarak tanımlandı. ABD’nin oluşturduğu Asya Pasifik stratejisine denk bir duruş ve tanımlanma oldu.
Ekonomik, teknolojik ve iş gücü-pazar anlamında önemli bir aktör haline gelen Çin’in durdurulmasına dönük geliştirilen stratejiye veya politikaya karşı Çin de bölge güçleri ile ilişkilerini ileri seviyeye çıkarak hem çıkarlarını geliştirme, koruma hem de bölge güçlerine, tek taraflı bir ABD ilişkisine mecbur olmadıklarına dair adımları pratik politika ile pekiştirdi. Çin’in Rusya ve İran ile geçmişe dayalı ilişkileri olduğu bilinmektedir. Bu ilişkilerini, bölgede iki temel aktör olan İran ve Suudi Arabistan arasındaki çelişkileri ya da anlaşmazlıkları asgariye indirgeyecek, güncel çıkarlar temelinde bir araya getirme gibi bir politika ile daha ileriye taşıdı. İran ve Suudi Arabistan’ı dış işleri bakanlıkları düzeyinde bir araya getirerek, görüşmelerine arabuluculuk yaptı. Söz konusu görüşmede karşılıklı adımları attıracak bazı antlaşmalara da varıldı. Görüşmenin devamında karşılıklı olarak büyük elçiliklerin açılması ve şimdi de başkanlar düzeyinde davetleri içeren bir süreç yürümektedir.
Bölge ulus devletleri ve politik aktörleri, küresel güçler ile ilişkilerini teke indirmeme yaklaşımına eğilim göstermeye yöneldiklerine dair veriler olarak da değerlendirilebilir bu adımlar. Yanı sıra dış politikalarında ortaya çıkan kısmi bağımsız bir dış politika yönelimi olduğunu belirtmek mümkündür. Bölgedeki birçok güç aralarında müttefiklik hukuku bulunmasına rağmen ilişkilerini hegemonik sistemin merkezi konumundaki ABD’nin rahatsızlıklarına göğüs gerecek şekilde adımlar atmaya ihtiyaç duymaktadırlar. Her güç açısından bunun farklı neden ve gerekçeleri bulunmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Suudi Arabistan ve İran, bölgenin iki temel hegemon ulus devletleri olarak gücünü yitirmeme ve hegemonyasını tahkim etme arayışı içerisindedirler. Karşıtlığa, mücadele ve arayışa dayalı süreç yerini, ilişkiye dayalı bir sürece evrilterek sürdürme tutumuna bırakmış durumdadır. Söz konusu ilişki, görüşme ve karşılıklı geliştirilen politik adımlar; bu iki güç arasında bölgede süren güç mücadelesinin son bulması ve tüm çelişkilerin çözümüne evrilmesi gibi bir sonucu yaratmaz. Çünkü ulus devletlerde ilişki, çelişki veya savaşı çıkarlar belirlemektedir. Çıkar neyi gerektiriyorsa, ona göre şekillenecek bir politika, diplomasi ve dış ilişkiler gelişir.
Merkezi hegemon güçlerin bölgedeki iz düşümleri olan ulus devletlerin sistem içi güç mücadelesi ve çıkarlar üzerinden ilişkilerini tahkim etmek istediği bir süreç yaşanmaktadır. İran ve Suudi Arabistan yakınlaşmasında her iki güç de bölge dengelerinde oluşturulmak istenen bu oluşum sürecini lehlerine yapılandırmak istemektedirler. Bölgede politika yapan her bir güç gibi İran ve Suudi Arabistan da ilişkilerini, politik duruşlarına göre konumlandırma çabası içerisindedirler. Suudi Arabistan İran ve Suriye başta olmak üzere Şiilerin iktidarda olduğu güçlerle ilişki geliştirme çabasına yönelmiş, benzer tutum ve politikayı İran da yürütmektedir.
İran’da gelişen serhildanlar
Önemli bir etken de, gerilim, çatışma ve savaş halinin bütün güçler açısından ortaya çıkardığı toplumsal, ekonomik ve politik krizlerin artık taşınamıyor olmasıdır. İran’da en son Jîna Emînî’nin katledilmesi süreci ile birlikte gelişen direniş ve ayaklanmanın; bölgede yürütülen politikaya etkisi de görülmektedir. İçerde birikmiş demokrasi, eşitlik ve özgürlük sorunları ve bu sorunların taşınamayacak raddeye varma hali yaşanmaktadır. Kürtler ve Beluçlar başta olmak üzere halkların ve kadınların özgürlük talepleri gelişerek, büyümektedir. İçerde ve dışarda yaşanan krizler her bir gücü arayışa sevk etmektedir. Fakat ulus devletçi arayışlar sorunun çözümü değil, iktidarlarını koruma ve sorunları bir biçimde öteleme çabası içerisindedirler. İran’ın bölgede, özel olarak Suudi Arabistan ile ilişkilerini geliştirmesi; bölgede, küresel çapta yaşadığı sorunların yanında, içerde yaşadığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar ile de ilgisi bulunmaktadır.
Suudi Arabistan açısından da benzer sorunları sıralamak mümkündür. Aile hanedanlığına dayalı iktidar durumunun toplumsal özgürlükler anlamında ortaya çıkardığı ciddi sorunlar yaşamaktadır. İçerde ciddi bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. Dış politika icraatlarının kapsamlı bir şekilde sorgulandığı belirtilmektedir. Başta kadın sorunu olmak üzere ciddi anlamda reformlar gerektiren birçok toplumsal sorunun biriktiği bilinmektedir. Dünya ticari ve ekonomik sistemine daha güçlü şekilde entegre olmak isteyen Suudi Arabistan’ın, kendi içinde bazı reform adımlarını atıp belli düzeyde sorunlarını kontrol altına almaya çalıştığı bir süreçten geçmektedir. Artık zorunlu hale gelip yapılması gereken reformlara karşı Suudili ulemanın ciddi şekilde rahatsızlık duyduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla Suudi Arabistan kendi içerisinde de ciddi şekilde bir uğraş içerisindedir.
Her iki güç açısından ifade edilmesi gereken başka etkenler de vardır. Bunların başında önemli sayılacaklardan biri de mevcut vekalet savaşlarının belli düzeyde dondurulması ihtiyacı olarak ifade edilebilir. Vekalet savaşlarının hem maliyeti artmış hem de siyasal ve askeri açıdan sonuç alma oranları son derece düşmüştür. Mevcut durumda her iki devlette de bu sürecin getirdiği ciddi sorunlar vardır. Bunun akabinde bölgede birbirlerine karşıt konumlanan güçlerin de ilişkilerinde belirli bir yumuşama dönemine girerek, ağırlıklarını diplomatik ilişkilere verdikleri anlaşılmaktadır. Bölgede öncelikle İsrail körfez ülkeleri arasında, körfez ülkeleriyle İran arasında, İran-Türkiye, Türkiye-İsrail, körfez ülkeleriyle-Türkiye, Suriye-Türkiye arasında ilişkilerde birbirini yoklama, ilişki kurmaya ağırlık verildiğini görüyoruz. Gelişen Rus-Ukrayna Savaşı ve bu savaşta batının almış olduğu pozisyonun da bu süreci hızlandırmış olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla bu sürecin küresel ve bölgesel gelişmelerle bağını görmek gerekir.
İran ve Suudi Arabistan ilişkilerinde ortaya çıkan bu yeni durumu ne sadece bu iki gücün durumuna, salt çıkarlarına bağlayabiliriz ne de her iki ülkenin yaşadığı durumdan kopuk ele alabiliriz. Bölgesel, küresel ve devlet sınırları içinde yaşanan sorunlarla bağı vardır. Merkezi hegemon güçlerin Asya Pasifik ve Ortadoğu politikaları ile ilgili boyutları da mevcuttur. Onun için yaşanan durum ve gelişmeleri sadece ABD’nin yeni oluşturduğu Kafkas ve Asya Pasifik perspektifine de bağlayamayız. Yaşanan değişimlerin esas nedeni hegemonik sistemin bağrında yaşadığı sorunlarda gizlidir. Hegemonik sistemin yapısal olarak yaşadığı kaos durumu ve buna paralel sistemin kendi içinde ortaya çıkan sorunlara çözüm üretememesi ve bu sürecin uzaması özellikle sistemin hegemonik merkezi durumundaki ABD’nin eskisi kadar gelişmeleri yönetememe gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Gelişmeleri eskisi kadar yönetememe durumunun ortaya çıkardığı boşluk iki şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Birincisi, Çin’in Suudi-İran anlaşmazsızlığına yaptığı hamle örneğinde görüldüğü şekliyle başka merkezi yapılar bu alanı doldurmaya çalışıp hegomonya rekabetinde öne çıkmaya başlamışlardır. İkincisi de yereldeki güçlerin dış politikada çeşitlilik diyebileceğimiz bir anlayışla daha inisiyatifli davranmaları söz konusu olabilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde devletler arası sistem, eskiden olduğu gibi tek merkezli bir sistem şeklinde değil de çok merkezli fakat bazı merkezlerin daha güçlü olduğu, diğer merkezlerin ise işbirliklerini sağlayarak gücü dengeleyecekleri yerel inisiyatifler şeklinde gelişebilir.
Bu dönemin en belirgin özelliklerden biri de yaşanan veya ortaya çıkan her durumun konjonktürel ve defakto koşullarında olmasıdır. Dolayısıyla kaosun sürdüğü, sorunların çözülmediği bu süreç devam ettikçe, ortaya çıkan hiçbir durum ve yapılan anlaşma kalıcı olma özelliği taşımayacaktır. Yaşanan süreçte sorunlara çözüm bulmaktan çok kaos içinde yeni kaoslar yaratılarak gerek devletler arası sistem ve gerekse sistemin temel unsurları olan mevcut ulus devletlerin ilişkilerinde ciddi sorunlar ortaya çıkmaya devam edecektir. Yaşanan birçok sorunun tarihsel ve yapısal özelliklere sahip olması kadar, çok boyutlu ve yönlü ilişkilere sahip olması lokal düzeyde çözümleri mümkün kılmazken kalıcı çözümleri de zorlaştırmaktadır. Güçler sorunlarını kalıcı tarzda çözmekten ziyade karşılaştıkları zorlanmaları bir biçimde yöneterek aşabilme arayışına girdiklerini belirtmek mümkündür. Siyasal referanslar bu tarzda şekillenince, diplomatik ilişkiler de siyasal yaklaşım ve jeopolitik çıkarlara göre belirlenmiş olmaktadır. Bundan dolayı olacak ki bölgedeki her güç diğer güçlerle diplomasiye ağırlık verip ilişkilerde belli bir yumuşama dönemi başlatmalarına paralel, aynı güçlerin bu sürece temkinli yaklaşarak her türlü ihtimali de göz önünde tutarak çok ciddi sayılacak bir silahlanma çabası içerisinde bulunduklarını görmekteyiz.