Toplumsal temeli olan örgütlenmeler eğer kökenlerine inançlı ve bilinçli oturmaya başlarsa, o toplumun tarihi bir kez daha dirilir ve olanca ilişki ve çelişkileriyle yeni koşullar altında hayat bulmaya çalışır. Bu anlamda her örgütlenme toplumsal bir müdahaledir. Çıktığı dönemde öncelikle mevcut tüm yaşam formlarını sorgular ve yargılar. Geçerliliği olanlarla yeni formlar yaratmak üzere birleşirken, yaşam şansı olmayan formlarla kıyasıya ve çok yönlü bir mücadeleye girişir. Mücadele ideolojik boyuttan şiddet boyutuna kayıp birçok alanı kapsayabilir. Süreç bir ölüm kalım süreci olduğundan, özellikle çıkış koşullarında acılı ve kanlı geçmesi kaçınılmazdır. Yıpratıcı bir savaşım sonunda neyin yaşam kabiliyetinde olduğu, neyin olmadığı netleşmeye kavuşur. Devrimci zamanlar denilen bu dönemlerde eğer mücadele yeterli derinlikte ve doğru biçimlerde verilmişse, yıkılması gereken yanlar genel olarak aşılmıştır. Geriye toplumun yenilenme süreci başlar. Bu dönem en kritik bir an olup, doğru kestirilmesi büyük önem taşır. Tarihin en trajik hataları ve dolayısıyla yenilgileri de bu anda gerçekleşir. Bir dönemin kurallarını aynen sürdürmek, yeni dönem koşullarına yanıt vermemek; bir nevi marjinalleşme, gerici tarikatlaşma olarak yansıma bulur. Devrimci örgüt bile bu durumda olumlu yanıt oluşturamazsa, aynı marjinalleşme, tarikatlaşma biçimine dönüşmekten kurtulamaz. Bütün bu süreçler, toplumun tarih boyunca yaşadığı gerçeklerin yeniden çok şiddetli ve anlık bir zaman aralığında kahramanlık ve alçaklığıyla, doğruluk ve komplocu saptırmalarıyla, güzellik ve çirkinlikleriyle bir kez daha adeta mezarından uyanıp dile gelmesi anlamını da taşımaktadır.
Toplumsal müdahalelere ilişkin bu genel tanımlama, Ortadoğu toplumsal gerçekliğinde daha özgün niteliksel ifadelerle tamamlanmak durumundadır. Avrupa kapitalist uygarlığının örgütsel biçimlenişlerini olduğu gibi bu topluma taşımak, kökenle buluşmama ve kaynaşmama sakıncasını taşır. Her toprağın her ürünü kaldıramaması gibi, her kültür de farklı alan kültürlerin ürünlerini kaldırmayabilir. Aktarma, ekme ve verim elde etme, birçok özgünlüğü hesaba katma ve gerekenin yerine getirilmesi halinde mümkün olur.
Cüceleşmiş de olsalar, uygarlık yaratıcıları halen yerindeler
Değerlendirmemizin kapsamında da anlaşıldığı gibi, Ortadoğu toplumu çok farklı alaşımdan yapılmış bir madde gibidir: Dünya kültürünün kökü olduğu halde, son bin yıldan itibaren yaratıcılığı bitmiş bir kültür. Yaratıcılık rolü bu kökenin belirlemesi altında Avrupa’ya taşınmaktadır. Yorgun topraklar, kültürler adeta yarı ölü, derin bir uykuya yatmış gibidir. Avrupa ise, özellikle 1500’lerden itibaren, sanki dünya kendisi ile başlıyormuş gibi kendini beğenmiş, benmerkezli bir tutumla başını alıp gitmektedir. Kendine göre yeni cennet ve cehennemler yaratmaktadır. Ata değerini takdir edemeyen yeni yetme toy delikanlılar misali Ortadoğu kökenini tanımadığı gibi, hor görme ve hatta kötüleme kampanyasından geri durmamaktadır.
Avrupa kendini doğurup kurumlaştırdıkça ve dünyaya yayıp egemen kıldıkça, herkese bu realiteyi olduğu gibi kabul etme görevinin düştüğünü hesaplıyordu. Dünyanın tüm diğer yöreleri için bu görüş geçerli olabilirdi. Ama Ortadoğu toplumları için olduğu gibi yürümesi zordu. Cüceleşmiş de olsalar, uygarlık yaratıcıları halen yerindeydiler. Tümüyle öldürülseler bile, her tarafa sinmiş kültürleri kendi özgünlüğünü dayatacaktı. Bölgeye dalga dalga yüklenen Avrupa istediği hakimiyeti sağlayamayacaktı. Kırılmak, parçalanmak ve böylelikle alan kültürünün gücünü hesaplamaktan kurtulamayacaktı. Ortadoğu, yaşayan toplumun ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri gücüyle direnmiyordu veya dirense de herhangi bir başarı şansı yoktu. Direnen, eski uygarlığın ve kültürün adeta genetik özellik kazanmış öğeleriydi. Aynı sonuç reel sosyalist sistemin yayılması için de geçerli olacaktı. Avrupa’nın sağı ve soluyla Ortadoğu’ya yüklenmesi başarısızlığa uğramaktan kurtulamayacaktı. Ortada Ortadoğu’nun da herhangi bir zaferi, başarısı yoktur. Ama bir Japonya ve Çin olamadığı gibi, bir Afrika, Avustralya ve Güney Amerika olacak hali de bulunmamaktadır. Tek başardığı, orijinalitesinin varolduğunu, istese bile bundan kurtulamayacağını itiraf etmesiydi. Arap-İsrail, İran-Irak Savaşı ve Kürtlerle herkesin mücadelesi bu itiraf gerçekliğinin değişik nüanslarıydı.
Avrupai kültürün tüm biçimlenişlerinde olduğu gibi, sağ-sol siyasal ve ideolojik kültürünün Ortadoğu’ya yayılması da çok silik ve verimsiz kalırken, bu etkiye tepki biçiminde gelişen ve daha çok ortaçağ feodal İslam’ını kapitalist kavramlarla karıştırarak yanıt olmak isteyen İslamcılık türevleri de özgün bir yanıt olmaktan hayli uzak kalacaklardı. Olup biten, daha çok kısır döngülü, basit taklit olmaktan öteye gidemiyordu. Özgün olmak, Batı uygarlık tezlerinin antitezlerini oluşturmak gerekli olmakla birlikte, yeni bir yaratıcılığı zorunlu kılacaktı. Bütün bu süreçlerin komplolar yatağı topraklarda kapitalizmin en hileli işbirlikçileriyle ittifakının hayli karışık, tanımlanması zor, dost mu düşman mı olduğu kolay belirlenemeyen, hatta bukalemun gibi yerine göre renk değiştiren, özden yoksun, yalancılığı ve komploculuğu bol, doğrusu az bir kişilik, örgüt ve hareket gerçekliği biçiminde yansıması kaçınılmazdır. Bu koşullarda baştan beri “Doğru bir hat halinde ileriye doğru yürüyorum” demek, kendini aldatmak veya çokça örneği görüldüğü gibi fanatik bir tarikat üyesi olmakla mümkündür. Dengesini bile yitirmemek ve ayakta kalabilmek mümkün olduğu kadar maharet ister. Hele adına insan denilen varlığın temel özelliklerinden vazgeçmeden, uygarlığın tüm sınıfsal ve cins kirlenmesine meydan okumak, “Bu topraklar insanlığın beşiğidir” deyip “Gerçekten insan olan oğul ve kızlarından yoksun bırakılamaz” iddiasında bulunmak, çağın ölçülerinin çok dışında yetenek ve dayanma gücü gerektirir.
PKK tarihinin değerlendirilmesi hayli öğretici olacaktır
PKK olayında, pek farkında olunmasa da, ama öz itibariyle hep bir köşesinde saklı ve sağlam tutulmak istenen bu tür bir insanlık iddiası vardır. PKK’nin Kürt olgusunu da bu iddiasına temel yapması gerçekçi ve yerindeydi. Kürt gerçeği eğer yaşatılacaksa, bu mutlaka kapsamlı yeni insan olarak kendini yenilemekle mümkün olacaktı. Kürt denilen olguda insan, egemen ve sömürücü sınıf temelinde düşürülmenin dip noktasındadır. Bu, daha aşağısının mümkün olmadığı bir duruştur. Kaybetmediği hiçbir şeyi kalmamıştır. Kölelik zincirleri bile çok alışmış olduğu için, zincirler olmadan da eşek gibi köleliği yaşayabilir hükmü elinden geri çıkarılmıştır. Eğer bu insanla doğru uğraşılırsa, sınıfsal ve cins kirine, pisliklerine bulaşmamış, bulaşsa bile fazla inat etmeden temizlenmeye razı bir insan olma ihtimali en yüksek malzeme konumundaydı.
PKK oluşurken; çağdaş hakim gerçeklerle, uygarlığın doğuşuna beşiklik etmiş, ama dipten kurtulamamış bir halk gerçekliğinin tarih boyunca yaşadığı olayları, ilişki ve çelişkileriyle kendi şahsında somutlaştırmak ve çözmek iddiasındaydı. Bunun ne anlama geldiği şimdiye kadarki değerlendirmemizde sınırlı da olsa ortaya konulmaya çalışıldı. Ama daha yakıcı olan, PKK’nin yaşam süresince ortaya çıkacaktı. Tarih ve çağ, Kürt olgusundaki bütün özelliklerini, amaç ve uygulamalarını, iyi ve kötü niyetlerini, güzel ve çirkin yüzünü, doğruları ve yanlışlarını, dürüstlüğünü ve komplolarını PKK gerçekliğinde bir kez daha yaşamak zorunda bırakılacaktı. Ya özgür insan ve halk olarak yaşam yoluna girilecek ya da ölünecekti. Başka hiçbir anlayış ve tutum, ortadaki leşten beter kirli ve lanetli yaşamı temizleyemeyecekti. Bu çerçevede PKK tarihinin değerlendirilmesi hayli öğretici olacaktır.
- I) Doğuştan resmen ilanına kadar: 1970–78 yıllarını kapsayan bu süreç, kendindeki son insanlık kırıntılarına dayanarak, “Ben de varım” iddiasıyla çağdaş ilericiliğin ilkelerini kendi toplum varlığına uygulama niyetini ifade eder. Dönemin Türkiye’sindeki emekçiler adına hareket eden en gözü pek kişilikler ve örgütlenmelerinden etkilenilmektedir. İlkel milliyetçi Kürt iddiaları da bu ortamda duyulmaktadır. Bu yıllar dünya çapında halkların özgürlük mücadelelerinin doruğa çıktığı dönemdir. Ezilip de özgürlük şansını denememek, insanlığa ihanetle bir tutulmaktadır. Ama ezilip bastırılan gerçeklik eğer Kürt olgusuysa, kumlu saha gibi hep desteksiz kalmak da doğası gereğidir. Tarih boyunca denenmedik bir komplo, ihanet ve işbirlikçilik kalmamış gibidir. Birkaç gencin özgürlük sloganı ne kadar kurtarıcı olabilecekti? Özgürlük konusunda dünyanın en iddiasız toplumu durumuna düşülmüş, daha da kötüsü örneğine ender rastlanılan komplocu bir işbirlikçi sınıf her köşe başına görevli olarak oturtulmuş durumdadır. Her taşın altında bir yılan ve akrep vardır. Buna rağmen, adeta çağdaş bir Mesih-İsa hareketine girişilmekten çekinilmeyecekti. Benzerlik gerçekten çarpıcıdır. İsa döneminin Esseni Hareketi’yle emekçiler hareketi yakın özellikler taşımaktadır. Vaftizci Yahya ile sosyalist propagandacılar da çok benzerdir. İşin daha da ilginç yanı, PKK oluşumunun da başlangıç grubu on iki kişi civarındadır. Muhtemelen bir veya iki tane muhbiri de saflardadır.
PKK olayında ilk komplo
Grup çok örgütlü ve bilinçli değildir. Yoksul kökenlilik ve dürüstlük belirgin yanlarıdır. Toplum bu yönlerine değer vermekte ve taban teşkil etmektedir. Mücadele tarzlarının ağır basan yönü sözlü propagandadır. Sınırlı bildiri ve broşürler yayınlamaya çalışacaklardır. Grubun en dürüst, fedakar ve Karadenizli Türk kökenli üyesi Haki Karer 1977’de komployla öldürülmeseydi, grup radikalizme hemen kaymayabilirdi. Burada da benzerlik çarpıcıdır. İsa’nın çarmıha gerilmesi nasıl havarileri daha inançlı ve her tarafa yayılarak çoğalmaya zorladıysa, Haki Karer’in öldürülmesi de benzer sonuca yol açtı. Daha azimli olmak ve her tarafa yayılarak çoğalmak, şehidin anısına bağlılığın baş ölçütü oldu. Komploların dağıtıcı özelliği bulunmakla birlikte, radikalleşmeye etkisi de küçümsenemez ve çoğunluktadır. PKK olayında ilk komplo; iddia, ciddiyet ve büyüme konusunda tarihi rol oynamıştır. Bu komplo gerçekleşmeseydi, grubun ne biçim alacağı çok tartışmalıdır. Program ve PKK adı, Haki Karer’in anısına bağlı kalmanın direkt sonucu olarak kaleme alındı ve ilan edildi.
Haki Karer sağ iken program, parti ilanı ve tümüyle profesyonelleşme gündemde değildi. Kendiliğindenlik ağır basıyordu. Diğer gruplardan biçim olarak pek farklılık yoktu. Hatta daha derme çatmaydı. Emniyet güçleri dahil, birçok sol grubun alaylı karşıladığı bir konumdaydı. İlk ciddi sızma olarak düşünülen Ağrılı pilot Necati Kaya’nın bile dalga geçtiği hatırlanmaktadır. Karer olayı böylesine gevşek bir grup dönemine son verip, partileşmenin ilanını zorlayan en temel gelişmedir. Bir komplo bu sefer tarihi bir halk hareketinin geriye dönülmez adım atmasına yol açmıştır. Hz. Muhammed de son ana kadar, eğer öldürülme tehlikesi olmasa Mekke’den ayrılma niyetinde değildir. Öldürülme planı açıkça kendini dayatınca, hicret kaçınılmaz olmuştur. İslam tarihinin en temel kilometre taşı da hicrettir. Hicret olmasaydı, İslamiyet’in gelişip gelişmeyeceği de çok tartışmalıdır. İsa’nın çarmıh gerçeği de benzer tartışmaları beraberinde getirmektedir.
70’ ve ‘80’lerdeki KDP Komploculuğu
Kürt olgusunda geleneksel olarak komploculuk, yapanın yanında kar kalır. Daha çok da kanlı bir intikam sürecine yol açar. Komplonun sindirici etkisi, toplumda etkili olmanın bir yolu olarak düşünülmektedir. Hilvan’daki 1978 Halil Çavgun komplosu da yine bu anlamda devreye sokuldu. Hilvan’da çok gelişme gösteren grubun sindirilip dağıtılması hedeflenmekteydi. Hemen şunu belirtelim ki, her iki komplonun arkasında direkt devletin olup olmaması sonuç üzerinde farklı etki yapmaz. Fakat devletin tavrının takibi aşmayacak düzeyde olduğu daha doğru bir tespittir. Tıpkı İsa’nın ölümünden, daha çok yerel işbirlikçi gerici Yahudi kahinlerin sorumlu olması gibi, bu iki cinayet olayında da yerel gericiliğin sorumluluğu daha belirleyicidir. PKK’nin oluşumunda yerel gericiliğin komplocu çete tavırları başta gelen rol oynamıştır. Kimi sağ faşist, kimi sol sosyal-şoven görünümlü bu yerel çeteler uzun süre PKK ile çekişeceklerdir. Devlet henüz açık tavrıyla ortada yoktur. Yerel işbirlikçilik kontrolün elden gitmemesi için cinayet dahil her yönteme başvuracak durumdadır. Halkın kontrollerinden çıkmamasının yolu, PKK çizgisiyle savaştan geçmektedir. Bu işte tecrübeli KDP, kendi piyonlarını devreye sokmakta gecikmeyecektir. Nitekim Haki Karer’i şehit eden Alaattin Kapan, “Beş Parçacılar” olarak adlandırılan ve KDP’ye bağlı bir grubun militanı olarak tanınacaktır. Yaygın cinayetlere başlayan “KUK-Kürdistan ulusal kurtuluşçuları,” ilk eylemlerini PKK’ye karşı yürüttüğünde, arkasında KDP vardır.
KDP, gerek emperyalizm ve gerekse yerel hakim ulus yönetimleri adına ve sahayı kendi denetiminde tutmak için, tüm Kürdistan çapında benzer ajan örgütlerle devrimci-yurtsever grup çıkışlarını bastırmayı bu dönemin temel görevi belleyecektir. Kürdistan’ın tüm parçalarında devrimci-demokrat çıkışlara aman vermeyecektir. Temel yöntem, her tarafta komplolar biçiminde gündemleşecektir. Bu yolla tüm parçalarda sağlıklı yurtsever, devrimci-demokrat çıkışlar bir türlü kendine gelememişlerdir. Ya sindirilmiş, ya işbirliğine zorlanmış, ya da tasfiye olmuşlardır. Bu duruma karşı ilk defa PKK şahsında bağımsız ve kararlı bir karşı duruş sürdürülmüştür. Emperyalizmin ve yerel ulusal baskıcı güçlerin KDP eliyle kurmak istedikleri denetim parçalanmış; yurtsever, devrimci-demokrat doğrultuda ideolojik, politik ve eylemsel örgütlenmeler ortaya çıkabilmiştir. Bu, yeni bir durumun doğması anlamını taşıyordu. Sıra atılması gereken ikinci adıma gelmekteydi.
- II) 1978–’88 İç komplo ve tasfiyecilik: Yerel gerici kuşatma ve komploculuğun ilk hamlesi boşa çıkarıldığında, resmen PKK ilanına gidilmiş ve tarihte ilk defa halk adına yurtsever, devrimci bir çizgide yürüme kararlılığına ulaşılmıştı. Devletin bu gelişmeyle daha yakından ilgilenmesi doğaldı. Yerel işbirlikçi ve taşeron örgütlerle yetinemezdi. Bu tip örgütlerin bazen astarı yüzünden pahalı oluyordu. Her ne kadar sol grupları kendi içinde çatıştırma ve yine sağla sol grupları kapıştırma yöntemi sıkça uygulansa da, PKK’nin geldiği düzey artık taşeron örgütlerle tasfiye edilmekten uzak bir noktadadır. Devletçe içten parçalanma ve kısmen işbirlikçileri yoluyla kontrole alınma daha çok gündeme girecektir.
Kesire Yıldırım ve Şahin Dönmez tasfiyecilikleri
Bu dönemin PKK’si Hilvan-Siverek eylemliliğiyle yerel gerici mihraklara üstünlük sağlamış, kitleselleşmiş ve Ortadoğu’ya açılmıştır. Devletin de tümüyle kontrolü altına alması zordur. Direkt baskı ve tutuklamalar kaçınılmazdır. Nitekim 12 Eylül Darbesi ve askeri rejimi bu amaçla gelişmiş, Türkiye çapında yaygın tutuklamalar yapmış, bundan PKK de epey darbe almıştır. Fakat dağ ve dış kanalın açık olması, bazı güçlerini korumasına imkan vermiştir. Dolayısıyla devletin asıl yönelimi, tutuklu yapıyı itirafçılığa zorlamak ve ülke dışındaki grupları işlevsiz bırakmak biçiminde olmuştur.
Bu konuda iki kilit isim Kesire Yıldırım ve Şahin Dönmez’dir. Şahin tutuklular içinde, Kesire ise ülke dışındakiler üzerinde etkide bulunmayı, örgütü kontrol altında tutmayı temel görev bellemişlerdir. Bu iki isim hakkında daha yakından çözümleme yapmak hayli öğretici olacaktır. Grubun doğal önderi konumunda Abdullah Öcalan, bu iki isimle yakından ilgilenmiştir. İkisi de Dersimlidir. Şahin, Dersim İsyanı artığı çok düşmüş bir aileden gelmektedir. Kesire ise, tersine cumhuriyetin en üst düzeyinden, İnönü’den takdirname alacak kadar isyanlar sürecinde emniyet kuvvetleriyle çalışan ve bölgede bu niteliğiyle çok tanınan bir aileden gelmektedir. İkisi de Ankara’da üniversite çevrelerinde solcu görünmektedir. Türk solundan kopma sürecinde ikisiyle de ilişki kurulup, Kürdistan adına oluşturulan gruba katılmaya uygun görülerek razı edildiler.
Bu bileşim grubun diğer üyelerini tedirgin etmiyor değildi. Şahin’in çok lümpen karakteri ve Kesire’nin Kürt isyanları dolayısıyla çok iyi tanınan ailesi bunda temel etkendi. Ama bireyselliğe inanmak, aileciliği baz almamak yeni grubun da temel özelliğiydi. Ayrıca her kesimden ve bölgeden aday almak, yurtseverlik ve birliğin de bir gereğiydi. Hatta Türk kökenli Haki Karer ve Kemal Pir gibi önde gelen adaylarla halklar arası kardeşlik de başından itibaren güvenceye alınmak istenmiştir. Kesire’nin durumu, genelde kadın cinsinin eşitlik ve özgürlüğüne anlam verme, özelde benzer birçok ailenin gençlerine güven verme açısından son derece yerinde bir adım gibi görünüyordu. İyi niyet başlangıç için kaçınılmazdı.
Bu özellikler, Abdullah Öcalan açısından siyasi, ideolojik ve cinslerin birlikteliği açısından ideale yakın değerlendirilmesine ve Kesire’yle evlilik denemesine kadar götürdü. Öcalan’ın duygu ve düşüncelerinde samimiyeti kesin olmakla birlikte, Kesire için neyin gerçek olduğunu söylemek bugün için bile açığa çıkmış olmaktan uzaktır. Bu ilişki, en az Haki Karer olayı kadar PKK’yi etkilemiştir. Kesire ilişkisini basit muhbirlik olarak değerlendirmek yetersiz bir yaklaşım olur. Bu kişinin “İlla gruba gireyim” derdinde olmadığı bilinmektedir. Evlilikte arzulu değil, ölü bir çizgiyi izlediği çok iyi gözlemlenmiştir. Sıradan ihbarcılık rolünde olmadığı da belirtilebilir. Zeka dolu birisi olmasına ve çok sağlam gözlemleri bulunmasına rağmen, grup için aktif çalışmadığı, başta Abdullah Öcalan olmak üzere grubun önemli kişiliklerine karşı tahrik değeri çok ince ve yüksek tavırlar sergilediği, genel olarak bir nevi yılan soğukluğu gibi tutumlara girdiği, çok gönülsüz bir ilişki anlayışıyla hareket ettiği, en değme erkeğin bir eş olarak kesinlikle yirmi dört saat tahammül edemeyeceği bir tavır uyguladığı, kapasitesi çok büyük olduğu halde devrimci coşkuyla yansıtmadığı, ilişkilerinin genel düzeyinin de kendine has çok tahrikçi özelliklere sahip olduğu göz önüne getirildiğinde, hakkında daha derin değerlendirmelere kesinlikle ihtiyaç vardır. Ayrıca örgüt içinde ilk defa Şahin’in Malatyalı Celal adlı genci mezarı başında vahşice öldürdüğü, Kesire’nin de ilk defa Pazarcıklı bir muhtarın kızı olan Ayşe adlı katılımı, erkekle münasebetsiz ilişkide bulunmasından ötürü Bekaa’da bir mağarada ölünceye kadar tuttuğu ve daha sonra bu tutumun PKK’de bir çizgi haline geldiği özenle belirtilmesi gereken hususlardır.
Şahin’in tutuklular üzerinde yürütülen işkence politikasının öncüsü olduğu bilinmektedir. Bu tutumun Mazlum, Hayri, Kemal Pir ve Ferhat Kurtay başta olmak üzere, partinin önder düzeyde kadrolarının ölüm orucunda ve yakma eylemleriyle yaşamlarına son vermelerinde belirleyici olduğu da bilinmektedir. Bir iç komplo olarak yüzlerce itirafçılıkta payı vardır. Bu durum karşılıklı boğuşmayı getirmiş ve tarihte Diyarbekir Zindan Direnişçiliği olarak yanıt bulmasına yol açmıştır. Dayatılan klasik bir komploydu. Hedef tüm tutuklu kitlesi ve dış yansımalarıydı. Devletin acımasız bir yola girmesinde başrolü oynamıştır. Fakat Diyarbekir Zindan Direnişçiliği 20 yıl sonra bile canlı bir gelenek olarak sürerek, zindan politikasının dönüşümünde tarihi rolünü oynamıştır. PKK’nin halk özgürlük çizgisinde sağlam duruşunun sembol ifadesi olarak tarihi bir yer tutmuştur. 15 Ağustos Hamlesi’ne gidişte ölüm oruçlarının belirleyici etkisi olmuştur. Eğer bu ölüm oruçları olmasaydı, bu biçim hamlenin gelişmesi gündemleşmeyecekti. Tıpkı Haki Karer’in anısına bağlılık nasıl PKK ilanına götürmüşse, Diyarbekir Zindan Direnişi anısına bağlılık da 15 Ağustos ilanına götürmüştür. Aslında bir iki komplonun tarih üzerinde nasıl etkide bulunduğuna dair bu örnekler çok daha fazla öğreticidir. Eğer devlet adına işler ölüm orucuna kadar götürülmeseydi ve bazı itirafçılar tahrikçi olarak kullanılmasaydı, herhalde ülkede barış ve demokratik ortam daha çok bozulmazdı; belki de kazanımcı yaklaşılsaydı, devlet ve demokrasi çok erkenden ve yüksek kazançlı olarak çıkardı. Bu kadar acı ve kayıplar karşılıklı olarak gelişmezdi. Ortadoğu’daki geleneksel bitirme politikası, demokratik uzlaşıcılıktan yoksunluk, devlete de, halka da, başta PKK olmak üzere örgütlere de çok pahalıya mal olmuştur.
Bu dönemde Kesire’nin etkileri çok daha değerlendirilmeye muhtaçtır. Yurt dışındaki yapımızı kendi içinde nefessiz bırakma, kendi önderlik etkisini sağlama almanın da bir sonucu olabilir. Avrupa’da devam ettiği aynı durum, daha sonra bir parçalanmaya dönüştürülmek istendi. Avukat Hüseyin Yıldırım’la giriştiği ilişki, Yıldırım’ın cezaevi tavrı, Önderliğe yaklaşımları halen aydınlanmayı gerektiren hususlarla doludur. PKK tasfiyeciliğinde önemli bir rol oynamaya çalıştıkları açıktır. Ama bunu bir kariyerizm veya ayrı PKK için mi, yoksa bir ajan olarak mı yürüttükleri, birçok belirtiye rağmen üzerinde araştırma yapılması gereken hususlardır.
Aynı hususlar Ali Çetiner, Mehmet Şener ve Selim Çürükkaya için de söylenebilir. Çetiner adeta Kesire’nin erkek biçimidir. Kapasitesi olmasına rağmen, kuşkucu ve çok tutucu davranışları, Palme cinayetinde Yıldırım’la birlikte ortak bir Avrupa yöneticiliği yapma durumları, bu olayda PKK’nin resmi bir rolü olmadığı halde kuşkulu bırakmaları, “Kürt izi” tezine malzeme sunmaları karanlık yönlerini teşkil etmektedir. Selim Çürükkaya ve Mehmet Şener adeta Şahin Dönmez ile Yıldırım Merkit tavrını göstermişler; örgüte cepheden tavır almadan içerden ele geçirmeyi, çok hırslı davranmalarıyla yürütmek istemişlerdir. Farklı bir PKK adı altında tasfiyeye yöneldikleri objektif olarak açıktır. Bilinmesi gereken yan ise, Şahin’in açık itirafçılığı yanında, bu ikilinin gizli bir itirafçı rolü ne kadar ve nasıl sürdürmek istedikleridir. Avrupa ülkeleri üzerinde yürüttükleri ilişkiler, kime bağlı oldukları sorununu da beraberinde getirmektedir. Çetin Güngör’ün yürüttüğü çizgiye benzer yanları açıktır. Almanya’nın tarihsel olarak Kürtler üzerinde ve genelde Ortadoğu ve Türkiye’ye yönelik etkinlik kurma çalışmalarında, bu unsurlara çok ileri düzeyde sahip çıkıp kolladığı görülmektedir. Bu tutumun insan hakları ve demokratik tutumla izah edilemeyeceği, ısrarla kendine bağlı kol çalışmalarının bir parçası olduğu giderek açıklık kazanmaktadır.
Almanya ABD ve İngiltere’nin PKK’ye karşı ilk dönem yaklaşımları
Almanya’nın KDP, PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) ve PKK artıklarından bir Kürt bloğu oluşturup bunu legal plana da yansıtmak istediği rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bu konuda bölge devletleri ve Türkiye’yle uzlaşmaya çalışması da doğaldır. Bunun için de PKK’yi istediği gibi kontrole alamayacağını anlayınca yasaklamaya, satın almaya, marjinalleştirmeye yönelik büyük çaba harcadığı da bilinmektedir. Bu dönemden itibaren PKK üzerinde en çok duran ve üzerinde baskı kurarak sonuç almak isteyen ülkelerin başında gelmektedir. PKK aleyhtarlığına, muhaliflerine en önemli destekleri vermektedir. Kendine yakın Kürt gruplarına çok imkan tanımaktadır. Genelde Ortadoğu, Mezopotamya ve Türkiye üzerindeki tarihsel hegemonik çizgi temelinde hareket etmektedir. İnsan hakları ve demokratikleşmede tutarlı davranmadığı, daha çok araç olarak kullandığı görülmektedir.
ABD ve İngiltere de kendilerine bağlı bir Kürt çizgisi ve bloğu teşkil etmek istemektedirler. YNK’yi bir uygulama gücü olarak beslemektedirler. PKK gelişmesi bu kolun da çıkarlarına uygun gelmediği için, özellikle 1990’lardan itibaren çok sıkı bir takip yürüttükleri ve bunu dünya çapında etkinliklerini kullanarak PKK Önderliği’ni teslim etmede de gösterdikleri açık olan bir husustur. Bölge devletlerinin PKK’yi tam kontrol edememeleri, bölge üzerinde hesabı olan ABD ve önde gelen Avrupa devletlerini direkt tavır almaya zorlamıştır. Bunun için PKK’nin iç tasfiyecilerine ve muhaliflerine maddi ve diplomatik olanaklar sunmaktan geri durmamışlardır. PKK yerine kendi kuklalarını yerleştirme çabalarından vazgeçmemişlerdir. Sonuç olarak, bu dönemde PKK’nin bastırılamaması ve 15 Ağustos Hamlesi Türkiye’yi aşan durumlar yaratmış, Kürt hareketi üzerinde hesapları olan birçok ülkeyi PKK’ye karşı tavır belirlemeye götürmüştür. Özgür bir Kürt iradesinin ortaya çıkmamasına özen göstermişlerdir.
Bölge devletleri de özgür Kürt iradesini tanımak yerine, kontrolde tutmak için büyük çaba harcamışlardır. PKK’ye taktik ilişkiler alanından öteye fırsat tanımamışlardır. Daha ezici bir tavır içine girmemeleri, çıkarları elvermediğinden ötürüdür. Yoksa inkara dayalı bir milliyetçilik hepsi tarafından esas alınmaktadır. Kürtlere komşu her devlet, özgürlük tanımadan kendi “Kürdünü” kendine sıkıca bağlı tutmayı temel politika olarak sürdürmeye devam etmektedir. Bu politikalar kendini en çok PKK’ye yaklaşımlarında göstermektedir.
Tüm bu içten komplo, tasfiye ve dıştan destekli baskı ve ezme politikalarına rağmen, PKK’nin özgür iradesi bastırılamamıştır. Çok sarsılmış, dengesiyle oynanmış ve güç kaybına uğratılmış olmasına rağmen, PKK Kürt halkının özgür iradesi olma şansını canlı tutmuştur. Kahramanca zindan direnişçiliği, insan onurunu korumayı hedeflemiştir. 15 Ağustos, özgür iradede ısrar anlamını taşımıştır. İşbirlikçi örgüt ve kişiliklerin iç ve dış dayatmaları ilk defa başarısızlığa uğratılmış, ilgili tüm irili ufaklı devletlerin baskı, ezme ve denetim çabaları boşa çıkarılmış, halkın özgür iradesi olarak ayakta kalma başarılmıştır. Çok büyük acı, kayıp ve diğer bedeller pahasına mal olan bu özgür irade, en yüce kazanım olarak bu dönemde tarihteki yerini bulmuştur.
III) 1988–’98 Çetecilik ve dünya çapında emperyalist müdahale: PKK öncülüğünde tüm iç ve dış dayatmalara rağmen Kürt halkının özgür iradesinin sürmesi, mücadeleyi daha da şiddetlendirmiştir. İçte gelişen ve silahlı mücadeleyi çizgi ve ahlak dışı keyfi tutumlarına ve siyasi hırslarına göre kullanmak isteyen eğilimler uç vermeye başladı. Gelişen mücadelenin ihtiyacına göre kendini yetiştiremeyen kadroyu, gerici toplum özellikleri ve yeni uyanan egemen sınıf hırslarıyla ezen kişilikler; komplocu yaklaşımlarını örgütün ideolojik ve siyasi seviyesini yok etmekte temel yöntem haline getirdiler. Dağın hayvanlaştırıcı etkisini, denetimin zorluğunu ve silahın gücünü keyfi tutumlarını güçlendirmek için kullanmada sınır tanımadılar. Ordulaşma yerine çeteleşmeyi yarış haline getirdiler. Suçlu-suçsuz ayrımı yapmadan, savaş düzenine geçmeden, ayrım yapmakta güçlük çekilecek bir eylem tarzı temel biçim haline geldi. Hiçbir savaş biçimine benzemeyen yoz bir durum ortaya çıktı. Aslında gerillaya karşı kontrgerilla olarak da adlandırılabilecek bu durumu aynı güç yapıyordu.
Gerilla ordulaşmasının karşısındaki çeteleşmenin ve KDP’nin rolü
Bu gelişmeyi sadece geleneksel işbirlikçiliğe ve onun temsilcisi KDP etkinliğine bağlamak yetersiz bir izah olur. İki etken önemli rol oynamaktadır: Birincisi, ağırlaşan görevler karşısında kendini yeterince eğitemeyen dürüst kadro ve savaşçı yapı; ikincisi, bunu fırsat bilen küçük-burjuva kurnazlığını farklı bir örgüt haline getirme çabaları, ya da kendi deyişleriyle köylü sınıfın aydınlardan iktidarı ele geçirme fırsatını yakalamış olduğunu sanmak.
Zor dönemlerin kat be kat ağırlaşan görevlerinin üstesinden gelinemediğinden, bu durumların her kurumda ortaya çıkması beklenmelidir. Hele provoke edilmiş ve sık tekrarlanan komploların varlığını sürdürdüğü ortamlarda, bu tür eşkıya asi çetelerin türemesi kaçınılmazdır. Ancak muazzam askeri ve ideolojik eğitim bu süreci başarıyla aşabilir. Ama yine de bilinçli komplo çabalarının ve sürekli destek veren işbirlikçi güçlerin, KDP’lerin bundaki rolü küçümsenemez. Bu, özünde bir sınıf mücadelesi olarak da görülebilir. Çeteleşme ve KDP, gerilla ordulaşmasını engellemede diğer tüm güçlerden daha fazla rol oynamışlardır. Çatışma ortamında kayıpların anlamsız olan yüzde doksan payı bu yozlaşmanın ürünüdür. Kazanılabilecek, en azından ’93 yılında demokratik adımlara yol açabilecek bir özgürlük mücadelesi, her iki tarafta anlamsız ve çok büyük acı ve kayıplara yol açabilecek çeteleşmeye kurban edilmiştir. Devletin de, PKK’nin de rayından ve çizgisinden çıktığı bu yılların olumsuzluğunda, çeteci anlayış ve pratiğin rolü belirleyici olmuştur. Devlet de bundan cesaret bularak ve başardığına inanarak kanun dışı tutumlara sapmış ve en azından ilgili Çiller hükümeti döneminde tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir zihniyetle hukuk dışılığa yönelmiştir.
İdeolojik olarak devlet tarikatlar cumhuriyetine dönüşüyordu
PKK’nin iç silahlı yapısında bu komplo ve yozlaşmalar yaşanırken, yurtsever halkın da başına Hizbullah maskeli cinayet çeteleri musallat edilmiştir. Binlerce vahşi cinayet bu çetelerle yönetilmiştir. 4 bine yakın köy ve mezra boşaltılmış, halk açlık ve cinayetlerle tehdit edilerek, Kürdistan’ın boşaltılmasına çalışılmıştır. Gizlice ve bir kısım özel görevlilerce devletten de kısmen gizli yürütülen bu cinayetler, komplonun en vahşi boyutunu sergilemektedir. Bunda at izi it izine karıştığından; devletin, dış güçlerin ve yerel gerici odakların payını hesaplamak güçtür. Ama dürüst ve yurtsever Kürt halkına karşı yürütülen en alçak komplo dönemlerinden birini teşkil ettiği kesindir. Halen Türkiye’de derinleşerek devam eden krizin temeli bu dönemin ürünüdür. Tarihin bir özgürlük ve halkların gerçekten kardeşlik dönemi olabilecek bir süreci, özel savaş ekonomisiyle, rantçı zihniyetle, hiçbir toplumsal sorumluluk duymayan kamuoyuyla berhava edilmiştir. Bu sürece tepki olarak gelişen 28 Şubat süreci, aslında yarım kalan, tam uygulanamayan bir restorasyon adımıdır; raydan çıkan devleti tekrar meşru çizgisine çekme hareketidir. İdeolojik olarak da devlet tarikatlar cumhuriyetine dönüşüyordu. Cumhuriyet, eksik olan laiklik ilkesini tümüyle kaybetme durumuna geliyordu. Laiklik ve hukuk ilkesinden çok uzaklaşılmıştı. Ekonomi zaten giderek derinleşen ve süreklileşen bir kriz dönemindeydi.
PKK adına 28 Şubat’ın olumlu adımlarına olumlu cevap vermek yerinde bir tavırdı. Diyalog gelişebilseydi, daha hızlı normalleşme mümkündü. Bu sefer dünya çapında düzenlenen PKK ve Önderliği’ni boğmaya yönelik operasyonlar buna fırsat vermedi. Aslında Türkiye bir kez daha 1925 çizgisine çekiliyordu. Irak’ın ABD ve İngiltere payına düşmesi için, tıpkı 1925’te yapıldığı gibi, önce Kürt hareketi abartılıp tehlike olarak gösteriliyor; Ankara’dan her tür taviz alındıktan sonra, çıkarlarına uygun düşmeyen Kürt özgürlük hareketi PKK, Önderliği ve tüm yurtsever kitlesinin imhası gözden çıkarılıyordu. Bunun yerine ikame edebilecek işbirlikçi Kürt odakları KDP ve YNK, Ankara ve Washington-Londra hattında terbiye edilip hazırlatılıyorlardı.
PKK ve yurtsever Kürt halkının değeri, tatlı karları yanında bir hiçten ibaretti
Komplo gerçekten kapsamlıydı ve Türkiye’nin çıkarına olduğu da kuşku götürüyordu. Kaldı ki, PKK tek taraflı ateşkesle uzlaşmaya yatkınlığını ortaya koymuştu. Demokratikleşmeyle ve Irak üzerinden Türkiye’yi zora sokmadan, bir kardeşlik çözümüne adım atılabilirdi. Özünde bu tutum, içerde savaş rantından geçinenlerin çıkarına da gelmiyordu. İsrail, sıkışan Türkiye’yi kendine bağlamak için, sonuna kadar PKK’nin üstüne geliyordu. Türkiye PKK’ye çok duygusal bakıyordu. En büyük tehlike olarak belirleyip, kendini her tür tavizi verme noktasına getirmişti. İçte ve dışta ranta dayalı çevreler bu politikaya o kadar dalmışlardı ki, bir gecede bankalar havada kapılıyor, içi boşaltılıyordu. Talan ekonomisine yönelinmişti. Hiçbir hükümet bu beleşçilikten yemeden, elini savaştan çekmek istemiyordu. Türkiye’yi kendine bağlamak isteyen Batı’nın büyük devletleri ve güçlü ekonomileri için de ortam idealdi. Kurban edilecek PKK ve yurtsever Kürt halkının değeri, tatlı karları yanında bir hiçten ibaretti. İnsandan sayılamıyorlardı ki, hakları olsun. Zaten terörist ilan edilmişlerdi. Batı bunu desteklemişti.
PKK’ye tasfiye, Türkiye’ye derinlikli kriz
PKK karşısında büyük gerileme yaşayan geleneksel işbirlikçiler ve ilkel burjuva milliyetçiliği, bir an önce PKK’nin imhasını bekliyordu. ABD ve İsrail, Londra merkezli planlamayla dünya çapında alarma geçmişlerdi. 2000’e doğru, son Abdullah Öcalan komplosunda güçlerini ekonomik, istihbarat, diplomatik ve askeri olarak devreye koymuşlardı. Bu sefer Kürt özgürlük iradesini PKK ve Öcalan şahsında da bitirmeyi kesin olarak kafalarına koymuşlardı. Plan daha derin açımlanabilir. Ama bunun bir ucunun da Türkiye’yi derinliğine krize sokmak olduğu son dönemlerde yeterince açıklığa kavuşmuştur. Beklenen kör isyan tavrının sergilenmemesi, tersine en yumuşak ve kardeşçe barış ve demokratik uzlaşma tavrı içine girilmesi, bu emperyalist komplonun tam başarıya gitmesini engellemiştir.
PKK’ye, yurtsever Kürt halkına ve Abdullah Öcalan’a yönelik topyekün komplo, 20. yüzyılın son ve en büyük komplosunu teşkil etmektedir. Dünya çapında düzenlenmiştir. En önemli bir hedefinin de Türkiye’yi stabilize etmek olduğu anlaşılmıştır. Yurtsever ve halkların kardeşliğini temel tutum belleyen bir hareket, kendini bu oyunlara daha fazla malzeme olarak kullanamaz. Tersine, halkların özgürlüğü ve kardeşliği neyi gerektiriyorsa onu yapması, özüne saygının ve bağlılığının bir gereğidir. PKK, gerek zindanın işkence ve itiraflarından, gerekse saflarındaki komplo ve çeteleşmeden kurtulmadan, kendine saygıyı elde edemez.
PKK, yeni dönemin aynı zamanda ayrılıkçılığa hizmet edebilecek çizgisinden uzaklaşmak için, ülke bütünlüğüne ve devlet birliğine dayalı bir stratejik yaklaşımla, meşru savunma çizgisine dayalı bir taktik savunma anlayışı içinde, barış ve demokratik uzlaşma için sorumluluklarının gereğini ciddiyetle yerine getirmektedir. 2000’lerde başlayan bu süreç derinleşerek devam etmektedir. Nispi sükunet dönemi iyi değerlendirilerek; Filistin-İsrail, Çeçenistan-Rusya tarzı bir milliyetçi bağnazlığa düşmemeye, devlet de üzerine düşeni yaparak katkıda bulunmak durumundadır. PKK’yi ve özgürleşen Kürt halk iradesini Türkiye’de demokrasinin, laikliğin ve hukuk devletinin gücüne dönüştürmede üzerine düşeni yapmalıdır. Basit gibi görünen bu durum, aslında halkların en anlamlı barış ve kardeşlik çözümünü ihtiva etmektedir.
PKK’nin hazırlanmakta olduğu VIII. Kongresi’yle bu konuda daha olgun ve gerçekçi adımlar atacağı umuluyor. Böylelikle daha gerçekçi ve gerçekçiliğini koşullara yanıt verip kendini dönüştürmekle kanıtlayan PKK’nin, aynı zamanda yenilenmiş bir dönemine en güçlü bir tarzda girmesi de sağlanmış olmaktadır. 2000 sonrasında Kürtler ve özgür iradelerinin bilinçli ve örgütlü ifadesi olarak PKK, her bakımdan yenilenmesi gereken bir döneme girmiştir. Bu dönemi gerçekleştirmek kendiliğinden olmayacak; tepeden tırnağa bilinçli ve örgütlü bir dönüşümle sağlanacaktır. Bunun için geçmişin kapsamlı bir eleştirel değerlendirilmesine dayanan ve pratikte yeterli bir ifadesini kesinlikle bulması gereken ideolojik, teorik, programatik, stratejik ve taktik bir örgütsel ve eylemsel çizgiyle somutlaştırılması gerekmektedir.
Geçmişten çıkarılması gereken en temel dersleri çıkarmadan ve yeni dönemin görevlerini net ve yeterli yetkinlikle (erdem) yerine getirmeden, yeni dönem anlamsız bir kavram olmaktan öteye gidemeyecektir. Çok kısa ve kalın çizgileriyle PKK’nin acılarla ve anlamsız kayıplarla, kaçan özgürlük fırsatlarıyla; kahramanlık, trajedi, düşkünlük, tasfiyecilik ve komploculukla iç içe ve dolu geçen tarihinden çıkarılması gereken dersleri ve yerine getirilmesi gereken görevleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Önündeki görevlere karşı yeterli bir ideolojik donanım sağlanmadan, içine girilecek görevlendirme ve yönetimde yetkilendirmenin pratikte büyük yozlaşmaları doğurması kaçınılmazdır. İdeolojik yetkinliği, çizgi netliği, moral ve vicdan durumu, planlama kabiliyeti, yürütme ve denetim gücü olmayan kişi ve örgütsel birimlere görev verilemez. Verilmesi halinde en beklenmedik olumsuzlukların ve hıyanetlerden beter durumların doğması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu dersin yüklediği en temel görev; her yetki ve görevlendirmenin, önündeki işin doğası, nasıl ve ne zaman zarfında yerine getirileceği, hangi imkanları gerektirdiği, kaç kişiyle ve kimlere karşı sorumluluk ve amirlikle yürütülmesi gerektiği konularının net olarak planlanması, pratikleştirilmesi ve denetlenmesidir.
2- İsyan ve silahlı mücadele gibi çok büyük olaylara ve sonuçlara yol açan eylemlilikler karşısında bin düşünüp bir yapmak gerekir. Neden ve hangi amaçla, kimlere karşı, ne kadar süre ve kapsamda, kimlerle ve nasıl yürütüleceğine dair netleşme olmadan isyan ve silahlı mücadelelere başvurulması halinde, altından çıkılması zor cinayetlere, yozlaşmalara, dolayısıyla başarısızlıklara yol açmasının önüne geçilemez. Ancak bütün meşru yaşam ve özgürleşme yolları zorla tıkanırsa, hukuk çiğnenirse, kişisel, kültürel planda ve halka haksızca ölüm dayatılırsa, isyan ve silahlı mücadeleye sadece bir gereksinim olarak değil, evrensel hukukta ve her anayasada ifade edilen meşru savunma hakkı olarak başvurulur. Silahlı isyan ve gerilla tarzları biçimindeki savaşın amacı; evrensel hukukun gerekleri yapılıncaya, bunun anayasal ifadesi, yani BM yasalarında da ifade edilen ve Türkiye dahil birçok ülke tarafından uyulması kabul edilen bireyin ve halkların ’üç kuşak hakları’nın gerekleri yerine getirilinceye kadar, meşru bir mücadele biçimi olarak, özgür yurttaşların ve demokratik haklara sahip halkın kutsal direniş hakkını kullanmaktır. Bu direnişe başvurulması değil, başvurulmaması; özünde hukukun gereklerinin yerine getirilmemesi ve demokrasiye inançsızlık, yani demokratik hukuk devletine karşı görevlerin yerine getirilmemesi olacaktır. Özeleştiri bu çerçevede yerine getirilmelidir.
3- PKK’nin geçmişte uyguladığı isyan ve gerilla çizgisi, meşru savunma hakkını hem siyasi çizgi hem de askeri strateji ve taktikler açısından aşmıştır. Bunun anlamı, özde olmasa da biçimde ayrılıkçılığa açık bir program, askeri strateji olarak da saldırıya varan ve sorumlu olmaması gereken birçok taktik hedefe başvuran bir duruma düşmesidir.
Bu durum karşısında ideolojisiyle tutarlılık açısından içine girilmesi gereken özeleştirisel durum, siyasi programın ülkenin bütünlüğüne göre yeniden yapılandırılmasıdır. Bunun en genel ifadesi ve sloganı; Kürdistan parçalarının bulunduğu her ülkenin siyasi sınırlarını esas alan, bu sınırlar dahilinde özgür birlikteliği hedefleyen bir program yapısıdır. “Demokratik ülke, özgür parça,” meşru savunma hakkının siyasi gerekçesi, programsal ifadesidir.
Bu tür bir program anlayışına ulaşmak özeleştirinin bir gereği olduğu gibi, askeri olarak da stratejik meşru savunma durumuna geçmeyi gerektirir. Önemli oranda sağlanan meşru savunma durumu daha ilkeli, donanımlı, barış ve demokrasiyi, hukuk devletini yetkinleştirecek güçte ve düzenlilikte olmalıdır. Nicel ve nitel durumu, üslenmesi, lojistiği, eğitim, örgütlenme ve komuta tarzının olası her tür saldırıya karşı yanıt verecek güçte olması hesaplanarak bu hak kullanılmalıdır.
Katliama uğrayabilecek bir güç, meşru savunma gücü olamaz. Bu, ancak kendini imha gücü olabilir. Geçmişte bu duruma da yoğunca düşülmüştür. Birliklerin nicel ve nitel durumu uygun üslenme ve komutaya, lojistiğe sahip olamıyorsa ve birçok imhalara yol açacaksa, ya kendini sivilleştirerek bu duruma son vermesi, ya da sınırların gerisine çekilmesi gerekir. Geçmişte çok yaygınca yapıldığı gibi hiçbir gereğini yerine getirmeden, “şu köy senin, bu köy benim” diyerek, şu veya bu tepede avare asi birlikler gibi hareket etmek kesinlikle meşru savunma biçimi olamaz. Kayıpların ve olumsuzlukların yüzde doksan nedeni bu tutumdur. Meşru savunma temelinde ülke içinde üslenmek isteyen birimler, bunun bütün şartlarını yerine getirmek zorundadırlar. Aksi halde, PKK adına sahip çıkılamaz ve destek verilemez. Bu tip birlikler ve çalışmaların imhalık olması, barış ve demokraside çıkar görmeyen çevrelerin eline fırsat sunması, halkın barış ve demokrasi mücadelesini zora sokması kaçınılmazdır.
Ama meşru savunma düzeni sonsuza dek sınırların gerisinde kalamaz. Günümüzün hızla değişen koşulları buna izin vermez; verse de birçok olumsuzluğu beraberinde getirir. Dolayısıyla sınırların gerisinde her parça açısından ancak makul bir süre kalınabilir. İlgili devletle meşru savunma çizgisi temelinde barış ve demokratik uzlaşı aranır. Yanıt gelmez veya saldırı biçiminde olursa, onurlu barış ve demokratik uzlaşıyı gerçekleştirmek için, çerçevesi çizilen temelde silahlı savaşım, doğru tarzda üslenmek, halkı savunmak, barışı ve demokrasiye katkıyı bu yolla sürdürmek durumundadır. Tüm devletlere ve ilgili güçlere karşı bu pozisyon söz konusudur. Bir damla kanın gereksiz yere akmamasına özen gösterilmesi; ama kutsal direnme hakkının, yani artık evrensel hukukun normları haline gelen “üç temel kuşak hakları” yerine getirilinceye kadar savunma savaşımının başarısı için her şeyin yerine getirilmesi, yeni dönemin en temel özeleştiri gereğidir. Özeleştiri, bu duruma başarılı tarzda ulaşmak demektir. Aksi halde geçmişte ısrar vardır. Sonuçları, her komploya açık ve ihanetten daha beter durumlara düşmedir.
4- Geçmişte gerek PKK adına, gerek devletler ve diğer güçler adına gizli veya açık, yasal veya komplo ve çete tarzıyla yürütülen eylemler sonucunda katledilen halktan tüm insanların, boşaltılan köylerin, ölen gerilla ve askerlerin, suçsuz kadın, çocuk ve erkeklerin kapsamlı bir dökümü yapılarak; sorumlularının kimler olduğu, ulusal ve uluslararası hukuk ve örgüt hukuku açısından nasıl yargılanıp cezalandırılması gerektiğine ilişkin özeleştirisinin yapılması ve gerekli derslerin çıkarılması en temel görevlerdendir.
Bu görevler karşısında ciddiyet ve sorumluluk, ancak gereklerinin yerine getirilmesiyle mümkündür. Tüm ilgili taraflarca her tür siyasi, askeri, ahlaki ve dini anlayışları aşan, anlamsız, sadece kendine zarar veren sayısız tutum ve davranışların ve suç eylemlerinin kapsamlı bir dökümü yapılmadan, kendi payımıza düşenin hesabı verilmeden, pratikte ilgili tüm makam, kişi ve güçlerden hesap sormadan; tarihe, halka, insanlığa, hukuka ve demokrasiye karşı görevlerimize doğru sahip çıkıldığından bahsedilemez. Kendi devletini bile aldatan, çeteleştiren, hukuk çizgisi dışına taşıran ve hatta ulusal hukukça çok sınırlı da olsa yargılanmaya alınan olay ve görevlilerin en üstten en altta kadar dökümünün yapılıp hesabının sorulması, meşru savunma çizgisinin bir gereğidir. Nasıl PKK adına bir suçlu gibi hareket edilemezse, devlet adına da suç işleyenler rahat edemez.
Ulusal hukuk resmen hesap soracak güçte olmasa da, evrensel hukuk ve halkın kutsal direnmesi adına canilerden hesap sorulması sorumluluk gereğidir. Hesap sormamanın barış ve demokrasiyle alakası olamaz. Hala ‘asalım, keselim, imha edelim’ tutumu içinde olan tüm kişi, makam ve güçlere karşı, silahlısı da dahil meşru savunmanın gereklerinin her koşul altında, her yerde ve zamanda, ama başarısı için de her şeyin en ince tarzda hesaplanarak yerine getirilmesi, yeni dönem meşru savunma çizgisinin gereğidir. Ancak böylelikle demokratik hukuk devletine, cumhuriyete sahip çıkılabilir. Bu durumda değilse, gerçekleştirilmesi için gerekleri sonuna kadar yerine getirilebilir. Özce, geçmişin tüm taraflarca işlenen her türlü olumsuzluklarına ve suç durumlarına karşı özeleştirisel olmak, pratikte bu tarzda gereklerini yerine getirmekle mümkündür.
5- Meşru savunma çizgisi, halk arasında demokratik siyasetin gereklerine göre çalışmayı gerektirir. Sağlam ve korunması mümkün üslenmeler dışında, yeni dönemde eskiden olduğu gibi PKK adıyla hareket etmek, siyasi faaliyet yürütmek, antidemokratik koşulların geçerli olduğu alanlar dışında doğru bir tavır olamaz. Demokrasi ve hukukun gereklerine uygun, kapsamlı sivil toplum kuruluş ve faaliyetleri, en uygun çalışmalar olarak örgütlendirilmek ve yürütülmek durumundadır. Aksi halde provokatif durumlara düşmek kaçınılmazdır. PKK’nin bu alana ilişkin dönüşümü, her ülkenin siyasi, kültürel ve hukuk koşullarına uygun, adından, program ve pratiklerine kadar yasal, kültürel, edebi, her tür sanatsal, çevresel, ekonomik, sosyal, hukuki, siyasi ve cinsi yapılandırmaları gerektirir. Dönüşüm; bu yapılandırmaların oluşturulması, işlevsel kılınması, demokratik hukuk devletinin başarılması ve gerektiğinde yeniden yapılandırılması için temel güvence haline getirilmesiyle mümkündür. Bunun için zorunlu olan ideolojik, politik ve pratik yetenek formasyonlarının kazandırılması gerekmekte; düşünce, inanç ve moral kapasitelerin buna cevap vermesini gerekli kılmaktadır. Bu konuda Türk klasik solcu anlayışların mezhepçi çözüm demagojilerine fırsat vermemek kadar, Kürt milliyetçi anlayışların tahrikçi demagojilerine ve saptırma girişimlerine de ortam sunmamak önemli demokratik görevlerdendir. Demokratik görevlere, halkların barışçıl ve özgür birlikteliklerine sahip çıkmak, bu konuda üzerine düşeni yapmak sorumlu devrimciliğin de gereğidir. Yoksa ister sağ ister sol tarikatçılık devrimci değil, ancak karşı devrimci rol oynayabilir. Bu konularda da özeleştiri, ancak bu yönlü görevlere doğru sahip çıkmak ve gerekleri için yeterli bir donanımla başarı çizgisini tutturmakla mümkündür.
6- Bu temellerde dönüşüm, uluslararası alanda doğru bir çalışmayı da yeniden gündemleştirmekte; çizgiye uygun örgütlendirme ve temsillerini gerektirmektedir. İşbirlikçi milliyetçiliklere karşı demokratik ölçülerle çözüm aramak, destek ve dayanışmaya daha çok hizmet ettirecektir. ABD dahil tüm Avrupa’da, hatta ulaşılabilen tüm alanlar ve ülkelerde bu çizgiyle destek bulmamak mümkün değildir. Eğer destek bulunamıyorsa, bu yetersiz çalışma ve temsilden dolayıdır. ABD ve Avrupa’da komplocu çevreler sınırlıdır ve başarılarını kanun dışı tutumlara ve gizli faaliyetlerine borçludurlar. Bu gerçeği göz önüne alarak, özellikle komploların sorumlularını açığa çıkarmak haksızlıkları gidermek için tüm insan hakları ve demokratik meclis ve hükümet çevrelerinde, hatta BM ve AB başta olmak üzere tüm uluslararası kuruluşlarda olup biteni izah etmek, demokratik hukuk çözümünde destek ve dayanışmalarını istemek; eskiyi aşmak ve yeni dönemin başarısını hazırlamak açısından büyük önem taşımaktadır. Terörizmin kimler tarafından ısrarla sürdürüldüğünü, barış ve demokratik uzlaşıya hangi güç ve devletlerin gelmediğini ortaya koymak, Kürt halkının son derece meşru ve sonuna kadar desteklenecek özgür iradesi ve temsilcisi kurumlarını başarıyla ortaya çıkarıp işlevsel kılmak, yerine getirilmesi gereken temel görevlerdendir. Bu konuda da geçmişi aşmak ve özeleştiride bulunmak, bu yönlü görevlere doğru, yetkin ve başarılı pratik tarzla yanıt vermekle mümkündür. Globalleşmenin sömürü cephesine karşı, emeğin ve halkların özgürlük ve dayanışma cephelerini örmek ve geliştirmekle; 2000’ler döneminin enternasyonalizm ve hümanizmine insanlığın beşiğinden adalet, özgürlük ve eşitliğin güçlü ve soylu sesiyle yanıt vermekle mümkündür.
7- Tüm bu hayati konularda eleştiri ve özeleştiri ancak güçlü bir eğitimle anlam kazanabilir. Beyni diyalektik ve tarihsel felsefeyle çalışmayanlara, vicdanına insanlığın tüm güzellik, iyilik ve sevgi değerlerini sığdırmayanlara, yeni dönem yapılandırmalarını yerine getiremeyenlere halkın ve örgütün kaderi teslim edilemez.
Gönüllülük temelinde, ama gerekleri en büyük zorluklara yol açsa da yerine getirmek, eğitim çalışmalarının vazgeçilmez hedefidir. Günümüze kadar uygarlığa yön veren Sümer rahiplerinki kadar büyük bir çaba ve ustalıkla yeni Ortadoğu kültürünün tezlerini de yansıtan ve demokratik uygarlık gelişimine katkıda bulunacak gücü, kutsal mekanlarımızda eğitimle mutlaka açığa çıkarmamız gerekir. Sümer rahiplerinin uygarlık ve devlet için başardıklarını, bizler demokratik uygarlık ve devletsizliğin uzun yolunda başarmayı kendimize rehber edinmeliyiz. İnsanlığın kutsal beşiğinde güçlü ve güzel tanrıçaların tekrar boy verdiği, azgın sömürülü ve baskılı erkek egemen toplumunun adım adım aşıldığı, gerçek insanlığın kucaklaştığı yeni uygarlık tarzımızı, şimdiki deyimiyle demokratik uygarlığın en ileriye açık, doğurgan beşiği olarak, tarihsel rolümüze büyük bir susuzlukla, coşku ve sevgiyle, inanç ve azimle, el attığı her işte başarıyı sağlayacak düşünce ve iradeyle sahip çıkmalıyız. Sadece kendi örgüt ve halkımızın değil, tüm halkların ve insanlığın geçmiş acılarına bir umut damlası da olsa yanıt vermek ve başarısı için her şeyimizi ortaya koymak; kutsal görev anlayışımızın, büyük değerlerimizin anısına sahip çıkmanın, emeklerimize ve gelecek umutlarımıza layık olmanın bir gereğidir. Tüm emperyalist ve imhacı baskıları yarıp özgürleşen halk iradesinin temsilcisi olarak PKK, bu tarihi gerekçelerle en kapsamlı bir dönüşüm sürecine girerken; kendi şahsında halkına ve insanlığa dayatılmış tüm iç ve dış komplolara ve tasfiyeciliğe, çeteci anlayış ve uygulamalara karşı, bu yeni biçimlenişle yanıt verip çağdaş demokratik uygarlık dünyasına başarıyla yürüyecek duruş ve güçtedir.