Kürt sorununun demokratik ulus çözümü öncelikle Kürt tarihinin ve kültürünün doğru tanımlanmasıyla bağlantılıdır. Tarihinin ve kültürünün doğru tanımlanması toplumsal varlığının tanınmasını beraberinde getirir. Ulusal toplum olmak tarih ve kültür bilincine ve ruhuna sahip olmak demektir. Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin inkârı ve imhası (Diğer ulus-devletlerin tarih- lerinde de benzer uygulamalar vardır) ilkin Kürt tarihinin inkârı ve kültürel varlığının imhasıyla başlatılmıştır. Önce manevi kültürel unsurlar, daha sonra maddi kültür unsurları tasfiyeye uğratılmıştır. PKK’nin inşasına tarih ve kültür bilinciyle başlaması bu nedenle doğru bir başlangıç olmuştur. Kürt tarih ve kültürünü dünya halklarının tarih ve kültürüyle mukayese ederek açıklamaya çalışması, bunu Kurdistan Devriminin Yolu adlı manifestoyla ilan etmesi Kürt tarihi ve kültürünün yeniden yaşam bulmasında devrimci Rönesans rolünü oynamıştır. Denilebilir ki, Kürtlerin demokratik uluslaşması bu manifestoyla radikal bir başlangıç yapmıştır. 1984 Ağustos Hamlesiyle savaşta denenen Kürt kültürel varlığı birçok kahramanlık olayıyla yaşamsallığını kanıtlamıştır. Eğer PKK ve öncülük ettiği halk savaşçılığının ideolojik-politik çizgisi doğru olmasa ve Kürt tarihini ve kültürünü doğru yansıtmasaydı, Kürtler varlıklarını sürdüremezlerdi. Nitekim bu dönemde birçok grup ve kişilik benzer idealarla soruna yaklaşmış, ama hepsi Kürt tarihine ve kültürüne doğru sahip çıkamadıklarından tasfiyeye uğramaktan kurtulamamışlardır.
Kürt demokratik ulusunun inşası milliyetçi ve devletçi yaklaşımlarla gelişti- rilmek istenen ulus inşasından nitelik bakımından farklıdır. Egemen ulus-devlet ulusçuluğundan farklı olduğu gibi, Kürt milliyetçi ve devletçi yaklaşımlarından da farklı olup, onlara karşı emekçiler ve halkların tarihlerine ve kültürlerine dayalı alternatif ulus inşasıdır.
KCK Kürt demokratik ulusunun inşasında Cumhuriyet tarihi boyunca inkâr edilen ve Kürtlerin asli unsur olarak katıldığı 1919-1922 ulusal devrimindeki rolüne sahip çıkar. Bu ulusal devrimi Türklerin olduğu kadar Kürtlerin ve katılım gösteren diğer müttefiklerinin de ulusal devrimi olarak görür. Daha sonraki süreçlerde müttefiklerin dışlanmasını, tarihleri ve kültürlerinin inkâr edilmesini devrimin halkçı karakterine karşı darbe sayar. Bu darbeye karşı Kürtlerin direnişini meşru, ilerici ve özgürlükçü olarak değerlendirir. Ayrıca Kürtlerin Türklerle Malazgirt Savaşıyla (1071) başlayan stratejik ittifakının gönüllülük esasına dayandığını, çeşitli kopmalara uğratılsa da bu tarihten beri iktidar ve devlet oluşumlarında Kürtlerle Türklerin iki esaslı ortak olduğunu, dolayısıyla her iki halkın tarihi ve kültürü arasında sıkı bir ortaklık ve iç içelik bulunduğunu beyan eder. Türklerle Kürtlerin Ortadoğu’nun son bin yıllık tarihinde ortaklaşa stratejik bir rol oynadığını kabul eder. Kürt tarihine ve kültürüne ilişkin bu savunmada kapsamı daha da açılan görüşlerle PKK ve KCK’nin ideolojik ve politik yaklaşımları daha da netleştirilip güçlendirilmiştir. Diğer halklarla ucu açık demokratik ulus anlayışıyla daha geniş demokratik ulusal birlikler ve ittifaklara açıktır. Tarih boyunca Ortadoğu kültüründe yaşanan birlikleri, evrensellikleri (En açık örneği İslâm ümmetçiliğidir) güncelleş- tirip inşa etmeyi Ortadoğu halklarının gerçek kurtuluş ve özgürlük yolu sayar.
KCK döneminde giderek daha da yapısal bir nitelik kazanacak olan Kürt demokratik ulusu tüm boyutlarıyla Ortadoğu halklarına model olacak bir yeniden ulusal inşa deneyimi sunacaktır. Batı modernitesinin ajanlığı rolünü aşamayan ulus-devletlerin tarih ve kültür inkârcılığına karşı devrimci ve demokratik ulus Rönesans’ıyla yeni bir çağı, demokratik modernite çağının yükselişe geçişini başlatacaktır.
8- Demokratik Ulusun Öz Savunma Sistemi
Canlılar dünyasında her türün kendine göre bir savunma sistemi vardır. Savunmasız tek bir canlı türü yoktur. Hatta evrendeki her elementin, her parçacığın varlığını korumak için gösterdiği direnci öz savunma olarak yorumlamak mümkündür. Kendisi olmaktan çıkmaya karşı gösterdiği direnç açık ki öz savunma kavramıyla ifade edilir. Bu direnç yitirildi mi o element veya parçacık bozulur, kendisi olmaktan çıkar, başka bir unsura dönüşür. Canlılar âleminde ise öz savunma direnci kırıldı mı, o canlı ya başka canlılara yem olur ya da ölür.
İnsan türünde öz savunma biyolojik olduğu kadar toplumsaldır
Aynı sistem insan türü ve toplumu için de fazlasıyla geçerlidir. İnsan gibi narin bir tür ve toplumu gibi tehditlere açık bir varoluş, güçlü bir öz savunma olmadan varlığını uzun süre ayakta tutamaz. İnsan türünde savunma biyolojik olduğu kadar toplumsaldır. Biyolojik savunma her canlı varlıktaki savunma güdüleri tarafından yerine getirilir. Toplumsal savunmada ise, topluluğun tüm fertleri ortaklaşarak kendini savunur. Hatta savunma olanaklarına göre topluluğun sayısı ve örgütlenme biçimi sürekli değişir. Savunma topluluğun asli bir işlevidir. Onsuz yaşam asla sürdürülemez. Bilindiği gibi canlılar dünyasının diğer iki asli işlevi beslenme ve üremedir. Beslenme ve üreme olmadan nasıl ki canlı varlıklar yaşamlarını sürdüremezlerse, öz savunma olmadan da yaşamlarını sürdüremezler. Canlılar dünyasının öz savunmasından çıkarabileceğimiz diğer önemli bir sonuç, bu savunmanın sadece varlıklarını korumaya yönelik olmasıdır. Kendi türünden, hatta başka türlerden varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürgeleştirme sistemleri yoktur. İlk defa insan türünde hâkimiyet ve sömürge sistemleri geliştirilmiştir. Bunda sömürü olanaklarına yol açan insan türünün zihniyet gelişmesi ve buna bağlı olarak artık-ürün elde edilmesi rol oynar. Bu durum varlığını korumayla birlikte emek değerlerini savunmayı, yani sosyal savaşları da beraberinde getirir.
Kürtler açısından öz savunma yaşadıkları somut koşullara göre tarih bo- yunca hep büyük önem taşımıştır. Neolitik devrimi en derinlikli ve uzun süreli yaşayan toplulukların birinci elden ardılları oldukları için hep saldırılara maruz kalmışlardır. Verimli Hilal’deki tarım devriminden kaynaklanan ürün fazlalıkları saldırılara sürekli davetiye çıkarmıştır. Binlerce yıl böyle geçmiştir. Ürün fazlalıklarına dayalı uygarlık sistemleri geliştikçe kent, sınıf ve devlet yapılanmalarına dayalı güçlerin sistemli ve planlı saldırı dönemi başlamıştır. Sümer uygarlığından günümüzdeki hâkim uygarlığın son hegemon gücü ABD’ye kadar sayısız uygarlık gücünün aynı bölgeye ve topluluklara dolaylı ve direkt saldırıları hiç eksik olmamıştır.
Kapitalist moderniteyle birlikte gelişen son iki yüz yılın saldırıları farklı bir nitelik almıştır. İlkçağdan beri kabile ve aşiret birimleri halinde dağlık alanlarına dayalı olarak geliştirdikleri varlıklarını koruma, yani öz savunma sistemleri, kapitalist sisteme dayalı saldırı araçları karşısında yeterli olamamıştır. İlk defa varlıklarını yitirme tehlikesi gündeme girmiştir. Kapitalist modernitenin ulus-devlet yapılanması Kürtler açısından sadece özgürlüklerini yitirmelerine değil, varlıklarını yitirme tehlikesiyle de karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır. Siyasi sınırlar içinde ‘tek dil’, ‘tek ulus’, ‘tek vatan’ yaratma program ve eylemi, o sınırlar dahilindeki diğer diller, uluslar ve vatanların inkâr ve imhayla karşılaşmalarına yol açmıştır. Kürtler zorla bölündükleri tüm vatan parçalarında, ulus-devletler tarafından inkâr ve imha sürecine alındılar. Hegemonik güçler tarafından desteklenen ulus-devletler Kürtleri ve Kurdistan’ı tasfiye etmeyi temel politika bellediler. Yetersiz kalan öz savunma direnişleri kırılınca, sıra toplumun çökertilmesi ve çözdürülmesine, asimile edilerek tasfiyesine geldi.
Bütün yoğunluğuyla sürdürülen bu sürece tepki olarak doğan PKK hareketi, başlangıç itibariyle esas olarak Kürt halkının öz savunma hareketidir. Önceleri ideolojik ve politik olarak yürütülen öz savunma hareketi kısa sürede karşılıklı şiddete dayanan bir öz savunma aşamasına geçti. Başlangıçta sadece kadro ve sempatizanların varlığını savunmaya dayalı silahlı savunma 15 Ağustos 1984 Hamlesiyle halkı da kapsamına alarak genişledi. Halkın öz savunma savaşına dönüşen hareket tüm ilgili hegemonik güçlerin, özellikle NATO-Gladio güçlerinin planlı saldırılarına uğradı. Kurdistan’da kendi kaderi üzerinde söz sahibi olacak Kürtlerin bölgedeki dengeyi alt üst etmelerinden çekinen tüm güçler bu saldırıların arkasında yer aldılar. Buna rağmen bu direnme savaşları dayatılan inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına büyük darbe vurdu. Halkın kimliğine sahip çıkma ve özgür yaşama arzusunda ısrar etme tavrını kesinleştirdi. Ulus-devletlerin Kürt halkı üzerindeki eski tasfiyeci emelleri tümüyle sona ermemişse de, eskisi kadar iddiaları kalmamıştır. Kürt kimliğinin kabulü ve özerk yaşama saygı aşamasına gelinmiştir. Bu durum öz savunma savaşı açısından yeni bir durumdur. PKK bu yeni durumu KCK aracılığıyla değerlendirmeye çalışmıştır.
Kurdistan’ın ve Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü öz savunmasız olamaz
KCK’de demokratik ulus inşa programının önemli ve vazgeçilmez bir başlığı da öz savunmanın nasıl kalıcı bir sistematiğe bağlanacağı hususudur. Tek silahlı güç tekeli olan ulus-devletlerin fırsat buldukça uygulamaktan kaçınmayacağı yeni inkâr, imha ve asimilasyon politikaları KCK’nin öz savunma sistemini kalıcı olmaya zorlamıştır. Ulus-devletlerle ortak yaşamanın asgari koşulu, Kürt öz kimliğinin ve özgür yaşamının anayasal güvenceye kavuşmasıdır. Anayasal güvence yetmez, ayrıca yasalarla belirlenecek statülerle bu güvencenin somut koşulları aranacaktır. Dışa karşı ortak ulusal savunma dışında, güvenlik işlerinin Kürt toplumunun kendisi tarafından karşılanması gerekir. Çünkü bir toplum iç güvenliğini en iyi ve ihtiyaçlarına en uygun biçimde ancak kendisi sağlayabilir. Dolayısıyla ilgili ulus-devletlerin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye merkezi ulus-devletleri) iç güvenlik politikalarında önemli reformları gerçekleştirmeleri gerekir. KCK’nin de barış ve demokratik çözümün sağlanması halinde, öz savunma güçlerini yani HPG’yi (Halk Savunma Güçleri) yeniden düzenlemesi gerekir. Şüphesiz yeniden düzenlenme yeni yasalar gerektirir. Eski Hamidiye Alayları ve yeni ‘köy korucuları’ gibi bir sistemin söz konusu olamayacağı açıktır. Ancak ulus-devletlerle uzlaşmaya dayalı ve yasal olan iç güvenliğe ilişkin yeni güç düzenlemeleri yapılabilir.
İlgili ulus-devletlerle uzlaşma olmazsa, KCK tek taraflı olarak kendi demokratik ulus inşasını bütün boyutlarıyla koruma temelinde, kendi öz savunma güçlerinin nicel ve nitel durumunu yeni ihtiyaçlara göre düzenlemeye çalışacaktır. Yeni düzenlenen HPG güçleri, demokratik uluslaşmayı her alanda ve her boyutta savunmakla yükümlü olacak, demokratik ulusal otoriteyi layıkıyla tesis edecektir. Demokratik ulus birey-yurttaşlarının can ve mal güvenli- ğinden sorumlu olacaktır. Kültürel soykırımlara kadar varan bütün ulus-devlet uygulamalarına (askeri, politik, kültürel, sosyal ve psikolojik savaşlarına) karşı sürekli savaşım halinde olacaktır. Kurdistan’ın ve Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü öz savunmasız olamaz.
Demokratik ulus diplomasisi savaşların değil, barışın aracıdır
9- Demokratik Ulus Diplomasisi
Ulus-devletin en çok geliştirdiği bir faaliyet da ulus-devletler arasındaki diplomasi faaliyetidir. Diplomasi devletler arasında yaşanan savaşlar öncesindeki faaliyet biçimlerini tanımlamaktadır. Ulus-devletlerin tarihindeki savaşların hazırlık safhası olarak da değerlendirilebilir. Tarih boyunca her türlü topluluk birimleri arasındaki komşuluk ilişkilerinin geleneksel ifade ediliş biçimlerinin belli ritüelleri vardır. Bunlara yüksek değer biçilir. Ulus-devletlerin bu ilişkiyi kurumlaştırmaları kapitalist modernitenin kâr eğilimiyle bağlantılıdır. Eğer ilişkiler barış döneminde daha çok kâr getiriyorsa savaşa gerek yoktur. Diplomasi ile kârlı ilişkiler kotarılır. Azami kâr eğilimi savaşla bağlantılıysa, bütün diplomatik güçler bir araya gelseler de kârlı savaşı engelleyemezler. Dolayısıyla diplomasinin işi bitmiştir. Kâr mantığına indirgenen diplomasinin tarih boyunca görülen toplumlar arası en değerli ilişki tarzıyla bağı kalmamıştır. Diplomasi ulus-devletler arasında kârlı savaş oyunlarının bir manipülasyon aracı haline getirilmiştir. Artık barışın değil savaşların hazırlayıcı aracına dönüşmüştür.
Demokratik ulus geleneğiyle tekrar toplumlar arasında daha çok barış ve dayanışmanın, yaratıcı alışverişlerin aracına dönüşen diplomasi esas olarak sorunların çözümüyle uğraşır. Demokratik ulus diplomasisi savaşların değil, barışın ve yararlı ilişkilerin aracıdır. Bilge insanların rol oynadığı ahlâki ve politik değeri yüksek bir misyonu ifade eder. Özellikle komşu halklar ve akraba topluluklar arasındaki dostane ilişkilerin, karşılıklı yarar getiren süreçlerin geliştirilmesi ve sürdürülmesinde önemli rol oynar. Ortak toplumsallıkların, daha üst seviyede toplum sentezlerinin inşa gücüdür.
Kürtlerin tarihinde olumlu veya olumsuz yönde çok sayıda diplomatik ilişki süreci varlığını hep sürdürmüştür. Çok parçalanmışlık ve topluluklar arasın- daki yalıtılmışlık elçilik faaliyetlerine yüksek değer biçilmesine yol açmış, doğ- ru ifa edildiğinde toplumsal yaşama değerli katkılarda bulunmuştur. Kötü niyetle ve farklı kişisel ve zümresel çıkarlar peşinde ifa edildiğinde ise düş- manlıklara ve çatışmalara hizmet etmiştir.
Günümüzde Kürtler gerek kendileri ile komşuları arasında, gerekse küresel çapta anlamlı bir diplomasiye şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Varlıklarını korumada ve özgürlüklerini sağlamada olumlu diplomatik faaliyetlerin büyük rolü vardır. Yakın dönemde, kapitalist modernite sürecinde belki de dünyada en çok diplomatik oyunlara kurban edilen halk Kürtler olmuştur. Bütün 19. ve 20. yüzyılda Ortadoğu’nun parçalanmasında ve kapitalist sistemin hegemonyası altına alınmasında Kürtler kurbanlık rolü oynamıştır. Özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın en trajik kurbanları olmuşlardır. Ortadoğu ulus-devlet diplomasisinde Kürtlere biçilen rol hep piyonluk olmuş ve bu durum çok ağır sonuçlar doğurmuştur. Kürtler soykırıma varan acı tablolarla karşılaşmışlardır. Bunda şüphesiz Kürt işbirlikçileri kadar Kürt direnişlerinin modern yöntemlerden kopukluklarının da önemli payı vardır.
Hem konjonktürel hem de sınıfsal açıdan birleşik bir Kürt ulus-devletinin şansının az olduğu göz önüne getirildiğinde, bu amaçla yürütülen diplomasilerin çözümleyici şansının oldukça az olduğu görülecektir. Son iki yüz yılda bu amaçla yürütülen faaliyetlerden başarılı sonuç alınmadığı bilinmektedir. Kürt sorununun doğası bu tür faaliyetlerin başarılı olmasına elvermemektedir. Kürtlere ilişkin ulus-devlet diplomasisi çözümleyici değil tıkayıcı, Kürdistan parçaları arasında çelişkiyi arttırıcı ve düşman ulus-devletlere açık davetiye çıkaran birçok olumsuz role tanıklık etmiştir. Bu nedenle yeni bir diplomasiye, demokratik ulus diplomasisine şiddetle ihtiyaç vardır.
Demokratik ulus diplomasisi, öncelikle parçalanmış ve farklı çıkarlar etrafında bölünmüş Kürtler arasında ortak bir platform geliştirmek durumundadır. Kürtlerin en çok ve şiddetle ihtiyacını duydukları bu platform, diplomatik faaliyetlerin merkezine oturmak durumundadır. Diğer bütün diplomatik faaliyetler, özellikle her örgütün kendi başına ve çıkarına göre geliştirmek istediği diplomatik faaliyetler şimdiye kadar görüldüğü gibi faydadan çok zarar getirmiş, daha çok Kürtler arasındaki parçalanmaya, bölünmeye ve çatışmalara hizmet etmiştir. Dolayısıyla Kürtler arasında bütünsel bir diplomasiyi geliştirmek temel ulusal görevlerdendir. Bunun için Demokratik Ulusal Kongre’yi kurup işlevselleştirmek Kürt diplomasisinin en hayati görevidir. Demokratik Ulusal Kongre hem tüm Kürt örgütleri ve şahsiyetlerinin temel hedefi olmalı, hem de Kongre’nin bir an önce kurulmasıyla ona dayalı tek ağızdan konuşan, tek politikası olan, kurumlaşmış bir Kürt diplomasisi gerçekleştirilmelidir. Hiçbir örgüt hiçbir gerekçeyle bu hayati görevleri erteleyemez, savsaklayamaz. Bu görevleri sürekli erteleyenler ve savsaklayanlar farklı kişisel ve örgütsel çıkarlar peşinde koşanlardır. Tarihte bu tip zihniyetler ve kişiliklerin yol açtıkları büyük felaketler ve zararlar iyi bilinmektedir, bilinmek durumundadır. Irak Kürt Federe Devletine dayalı diplomasi önemli olmakla birlikte, bütün Kürtlerin ihtiyacını karşılayamaz. Bu devletin ne bu ihtiyaca cevap verecek yeteneği vardır ne de koşulları buna müsaade eder. Bütün Kürtlerin ihtiyacına cevap verecek diplomasi ancak Demokratik Ulusal Kongre’ye dayalı olarak geliştirilebilir. Dolayısıyla öncelikli görev Demokratik Ulusal Kongre’nin top- lanması ve kalıcı bir genel bütünleyici ulusal demokratik örgüt olarak ilanıdır.
Demokratik Ulusal Kongre’nin temel görevleri şöyle sıralanabilir:
a- Demokratik Ulusal Kongre kalıcı bir örgüt olmalıdır. Ulusal demokratik her sınıf ve tabakadan uygun bileşimle kişiler ve örgütlerin temsili sağlanmalıdır. Bunda nüfus ve parçaların rolü, mücadele azim ve kararlılıkları göz önünde bulundurulmalıdır.
b- Kongre daimi bir icra yani Yürütme Konseyi seçmelidir. Yürütme Konseyi bütün Kürtlerin pratik-politik ilişkilerinin yürütülmesinden sorumlu olmalıdır. İç ve dış diplomatik faaliyetler, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler Konseyce kurumsal olarak yürütülmelidir.
c- Bütün örgütler öz savunma güçlerini ortak bir Peşmerge örgütünde birleştirmeli, ortak Halk Savunma Güçleri Komutanlığı kurulmalıdır. Her örgütün gücü oranında öz savunma güçleri üzerinde belli bir inisiyatifi olmalıdır.
d- Konseye bağlı Dış İlişkiler Bürosu veya Komitesi, başta Kürtlerin bağlı yaşadığı ulus-devletler olmak üzere diğer tüm devletler ve sivil toplum güçleriyle ilişkilerden tek başına sorumlu olmalıdır.
KCK ile Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Demokratik Ulusal Kongre’yle ilişkileri uygun bir statü altında düzenlenmelidir. Her iki organizasyon bir biçimde Kongre Yürütme Konseyi’yle bağlantılı çalışabilir. Bu iki organizasyonla birlikte çalışmak üzerinde tartışılıp çözüme kavuşturulması gereken önemli bir sorundur. Açık ki, KCK’nin demokratik ulus inşasıyla Irak Kürt Federe Yönetimi’nin ulus-devletçi inşacılığı arasında ideolojik ve siyasi kapsamda ilişki ve çelişkiler uzun süre devam edecektir. Bu konuda Demokratik Ulusal Kongre çözümleyici bir çatı örgütü olabilir. Demokratik ulus diplomasisi ulus- devlet diplomasisinin büyük bir kaosa ve çatışmaya götürdüğü Ortadoğu halkları ve ulusları arasında demokratik modernite bağlamında kalıcı çözümleyici rol oynayabilir.
Kürt kimliğini çözmedikçe hiçbir sorunumu çözemeyeceğimi kavramıştım
10- Demokratik Ulus Çözümünün Arayışçısı Olmak
İnsan yavrusu için en zor sorun herhalde toplumsal olmakla başlar. Geçmişe dönüp baktığımda aklıma gelen en zor ilişki, anamla tutuştuğum kavganın konusu olan ‘namus’ ilişkisiydi. Öyle anlaşılıyor ki, o dönemin köy koşullarında toplumsal olmanın ilk şartı namuslu olmaktan geçmekteydi. Namuslu olmak da ailenin kurallarına, yani namusuna bağlı olarak yaşamaktı. Çocuk olarak bu namus bilincine anadan doğma sahip olamazdım. Namuslu olmak sonradan öğrenilen toplumsallıkla ilgili bir husustu. Anam da herhalde kendine göre beni toplumsallaştırmaya çalışıyordu. Bunun yolunu da ailenin kurallarına tam bağlı olmakta buluyordu. Bu yüzden aramızda şiddetli bir kavga geçti. Belli ki, ben daha çocuk halimle ailenin kurallarını yeterli ve doğru bulmuyormuşum. İlk defa geleneğe başkaldırmam söz konusu olmuştu. Bu yönlü çelişki uzun süre devam etti. Aile sorunu kadın sorununa, kadın sorunu özgürlük ve demokrasi sorununa, demokrasi sorunu da en son demokratik ulus sorununa dönüştü.
Camiyle, dinle olan ilişkimi anlatmıştım. İlk başta dine örnek düzeyde uymuştum. Otuz üçe yakın sure ezberlemiş, İmamın gözdesi olmuştum. İlkokul çocuklarından oluşturduğum gruba namazda imamlık da yapmıştım. Bu konuda notum tamdı. Ama dinin tanrısıyla zihni sorunlarım da baş göstermişti. Bu tanrı nedir, nerededir, nasıldır soruları gittikçe kafamı kurcalıyordu. Dinde derinleşme bu sorunu çözmüyor, tersine daha da ağırlaştırıyordu.
Bu yönlü çelişkiyi felsefe ile çözmeye çalışırken, sosyal hareketlilikle tanışma ve bilimsel sosyalizmde karar kılma takip ettiğim diğer adımlar oldu. Altından kalkılması zor tercihler yapmıştım. Asıl toplumsallık bağı olan Kürt kimlik sorunu ise, eğitimin Türkçe olduğu ilkokula gidiş nedeniyle erkenden varlığını hissettiriyordu. Sorun beni derinden yaralıyordu, ama çözümü için uzun süre adım atacak halim yoktu. Teorik birikimim kadar pratik kapasitem de en ufak bir adım atmama elvermiyordu. Sonuçta aile, din, felsefe ve sosyalizm sorunları- nın kaynağında Kürt kimlik sorunundan kaçışın yer aldığını fark ettikçe, soruna yoğunlaşmaktan ve çözüm aramaktan kurtulamayacağımı anladım.
Kürt kimliğinin kabulü ve sorun olarak kavranışı 1970’lerden itibaren tüm yaşamımı kuşatmıştı. Kişiliğimle ilgili ortaya çıkan tüm sorunları kimliğe bağlıyordum. Dolayısıyla Kürt kimliğini çözmedikçe, maddi ve manevi hiçbir sorunumu çözemeyeceğimi kavramış ve inanmıştım. Bundan sonra başlayan ideolojik ve örgütsel serüven bir nevi kendimi yeniden arayış öyküsüne dönüşmüştü. Kürt kimliğinin araştırılması ve çözüm çabaları bir anlamda da kendimi yeniden tanımlamam, çözmem ve toplumsallaştırmam demekti. Bu arayışlara ilişkin öykülere yer yer değindiğim için tekrarlamayacağım. Fakat öykülerin kısmen felsefi yorumları dikkat çekicidir. Kürt kültürünün kendini zihnime ve duygularıma net yansıtışı çok kısıtlı imkânları olan müzik yoluyla gerçekleşiyordu. Çocukluktan beri Kürtçe kılamları (ezgileri) dinlemiştim. Meryemxan, Cizrawi kardeşler ilk elde duyulan seslerdi. Fakat Ankara koşullarında ilk defa Aram Tigran’ın sesini duymam farklı bir etki yaratmıştı. Çok sonraları yorumladığımda, Aram’ın Kürt gerçekliğine, özellikle Kürt halk gerçekliğine, onun hakikatinin dile getirilişine çok daha yakın bir ses olduğu sonucuna varmıştım. Sanatın hakikatin diğer bir açıklayıcı biçimi olduğunu bu nedenle kabul etmiştim. O sesin içeriğinde hem Kürt halk gerçekliğine bir çağrı vardı, hem de içerik olarak ‘umutsuz aşk’ dile geliyordu. Dolayısıyla yaşadığım gerçeklikle oldukça uyumluydu. Bir yandan ideolojik arayışlarla Kürt sorununu açıklamaya çalışırken, diğer yandan bunun müzikle takviye edilişi anlaşılır bir husustu. Müzik ve ideolojik arayış Kürt sorunu için artık el ele gidiyordu.
Kadına ilgim de bu yıllarda benzer biçimde gelişti. Doğal olarak her gencin bu ilk yıllarında yaşayabileceği tutkulu bağlanışlar benim için de söz konusu olabilirdi. Kadına biyolojik ve geleneksel yaklaşımdan oldukça uzaklaşmıştım, bu yönlü ilgim de uyanmamıştı. Kent koşullarında kendini yansıtan kadın modern görüntülüydü. Dikkatimi çekiyordu, ama Türk modernitesi gereği yetişmiş bir kıza yaklaşmam benim için Kaf Dağı kadar uzak bir olasılıktı. Ne bu gücü kendimde buluyordum, ne de elde etmek için bir uğraş içindeydim. Kürt kökenli bazı kızları gözlemlediğimde, bende aynı müzikte geçen umutsuz aşk öykülerini çağrıştırıyordu. Daha önce de belirttiğim gibi, bazı simalara ilişkin‚ Bu kızın soyu da özgür olmaya layık bir soy olmalı‛ deyişim Kürt gerçekliği ve sorunuyla yakından bağlantılıydı. Aram’ın müziği ne kadar Kürt gerçekliğinin ‘umutsuz vaka’ durumunu yansıtıyorsa, kızın simasında yakaladığım görüntü de Kürt gerçekliğinin yine o kadar umutsuz bir vaka olduğunu, ama eğer sınırlı bir namus anlayışım varsa, bu umutsuz vakanın, yani Kürt gerçekliğinin peşine düşmem gerektiğini ısrarla dayatıyordu. Anamın gözlemlediği halimle geleneksel tarzda kadınla olamayacağım anlaşılmıştı. Modernite kadını ise Türk olduğunda Kaf Dağı kadar uzak, Kürt olduğunda da umutsuz bir aşk görüntüsünde kendisini hissettiriyordu. Yanımdaki Kürt ve Türk gençlerinin kadına ilgisi bana ne ahlâki ne de estetik görünüyordu. Dolayısıyla onlara öykünüp bir kızla yakınlık kurmayı asla düşünmedim.
Silahlı mücadele hakikatin en güçlü ve adil sesi olarak yankı buldu
Buna rağmen aniden ‘evlilik saplantısı’na düşmem anlaşılmaya değer. İlgili bölümlerde açıkladığım gibi bu ideolojik, etnik, politik ve psikolojik boyutları iç içe geçmiş bir yaklaşımdı. O yaşlarda evliliği denemeyi bir nevi ‘meydan okuma’ olarak bellemiştim. Ruhen ve geleneksel olarak asla evlenmedim. Fakat kadın etrafındaki ideolojik ve politik örüntüyü çözmek açısından bunun oldukça önemli bir deneyim olduğunu ve yaşamaktan çok korkmamak gerektiğini zor da olsa kendime kabul ettirmiştim. Özellikle bu ilişkiyle Kürt, Alevi ve kadın gerçekliğine ulaşmamın, bunun Kürt kimliğiyle ve sorunun kendisi ve çözümüyle bağlantısını kurmamın ‘müthiş zor’, fakat çok öğretici geçen bir ders olduğunu önemle belirtmeliyim. Bu sorun aşılmasaydı ve beni yenseydi, Kürt gerçekliğine yönelik çıkışlarımın başarılı geçeceğini söylemem oldukça zor olurdu.
Kendi açımdan özetlersem, 1950-1960 yıllarını aile toplumculuğunu reddetme, 1960-1970 yıllarını geleneksel toplumu benimsememe, 1970-1980 yıllarını da modern toplumu benimsememe süreci olarak değerlendirebilirim. Toplumsallaşmayan ‘yalnız adam’ konumunda bir kişiliktim. Çocukluğun kır gezisi grupları, dinsel ve sol ideolojik gruplar kendi etrafımda geliştirdiğim deneysel toplumsal adımlardı. Apoculuk ve PKK gibi iddialı adımlar kendine özgü yeni toplumsallıkların yönünü göstermekle birlikte, henüz birer idea olmaktan öteye gidemiyordu. Aranan ve kabul ettirilmek istenen Kürt toplumsallığıydı. Kürtler açısından hakikat arayışçılığı söz konusuydu. İslâmiyet’in Kürtler açısından ifade edilebilecek bir hakikati yok gibiydi. Milliyetçilikle kaynaştırıldığından, daha çok inkârcılık rolünde kullanılıyordu. Sol düşünceyle gerçeğin adı konuluyor ama özü açıklanamıyordu. 1980’lere doğru başvurulan kendini silahlı savunuş, bağlanılan gerçekliğe saygıyla bağlantılıydı. 12 Eylül 1980 darbesi hakikat açısından önemli bir sınavdı. Dayanmak ve gelişmek, bağlanılan gerçeğin hakikat olarak değerini kanıtlayıcı argümanlardı. Eğer dayanmayıp kaçışla karşılasaydım, bağlanmak istenilen Kürt gerçekliği büyük darbe yiyecekti.
Dolayısıyla 1980 sonrası direniş ve ideolojik-politik gelişmeler, Kürt gerçekliğinin hakikat olarak ifade edilmesinde büyük anlam taşıyacaktı. Silahlı direnişe geçmek ve halkı savaşa çekmek tarihsel adımlar olacaktı. Herkesin pes ettiği ortamlarda hakikat sesini daha gür duyurabilirdi. Silahlı mücadele tam da bu tür dönemlerde hakikatin en güçlü ve adil sesi olarak yankı bulacaktı. Böyle de oldu. Teknik ve taktik olarak çok iyi başlatılamamasına rağmen, 15 Ağustos 1984 Hamlesi Kürt gerçekliğinde büyük yankı buldu. Aranan Kürtler varlıklarını hissettiriyorlar, tüm olumsuzluklarına rağmen dalga dalga katılım gösteriyorlardı. Ozanlar ve müzik grupları çoğalıyor, dostların sayısı artıyordu. Yalnızlığı yırtıyor ve toplumsallaşıyordum. Özlemini duyduğum hakikat gerçeği, gerçek hakikati güçlendiriyordu. Bu yıllarda ozanların bizzat gerilla ortamına gelişleri, Newroz’larda kamp alanlarında on binleri aşan halktan insanların toplanışı oldukça dirilticiydi. Aram Tigran’ın sahama gelişi ve Med TV’nin açılışı ‘umutsuz aşkı’ umutlandırmaya başlamıştı. Kızların akışı da coşkuluydu. İlk defa onurla onları kucaklıyordum. Tekrar birlikte oynuyor, bazen omuzlara kaldırıyor, kadındaki utancı yerle bir ediyordum. Onların şahsında özgür yaşamın gerçekleştiğini gördükçe yaşamın anlamı daha da gelişiyor ve güzelleşiyordu.
Büyük acılar ve ihanetler yaşamasına rağmen, Kürt halkının bu yıllarda dayanma ve bağlanma gücünü göstermesi, kendi hakikatinin farkına varması ve bunun en önemli insani onur ve temel ahlâki ilke olduğunu kavramasıyla bağlantılıdır. Yoksa dünyanın en gelişmiş hegemonik güçlerinin en sinsi savaş biçimi olan Gladio savaşlarına bu kadar dayanması başka türlü izah edilemezdi. Bu yıllarda ‘Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kurdistan’ sloganını çokça kullanıyorduk. Açıkça söylemeliyim ki, ben bu sloganın gerçekliğine pek ısınamamıştım. Beni en çok ısıtan ve güçlendiren gerçeklik halkın ayağa kalkışıydı. Kendi savaşına kalkışan, ona her türlü desteği veren, en değerli oğullarını ve kızlarını birer kurban gibi sunan bir halk karşısında heyecanlanmamak ve büyük saygı duymamak mümkün değildi. Benim tüm yaptığım, onların bu onurlu hakikat savaşına bütün akıl ve duygu güçlerimi kullanarak katkıda bulunmaktı. Hiçbir çaba bu doğrultudaki çalışmalardan daha değerli olamazdı.
Benim gibi muazzam kuşkulu bir zihni ve oturmamış duyguları olan birisini bile halkın ve öncülerinin bu fedakârlıkları kendine getirmiş, âdeta yeniden canlandırmıştı. Ben onları keşfetmeye çalışırken, onlar beni yeniden yaratmışlardı.
Gerektiğinde, varlıkları söz konusu olduğunda, özgürlük ve onurlarını yitirmekle karşı karşıya kaldıklarında halkların savaşmaları kaçınılmaz olur. Savaş dışında hiçbir yöntem varlıklarını, özgürlüklerini ve onurlarını korumaya götürmez. Bu dönem Kürtler açısından böylesi bir dönemdi. Savaşmak, özgürlükten ve kurtuluştan önce bir varoluş yöntemiydi. 12 Eylül faşizmi dil yasağı gibi tarihte örneği olmayan bir uygulamayla aslında daha önceleri örtü- lü yürütülen Kürtlerin kimliksel imhasını açıktan yürütüp sonuçlandırma kararındaydı. Kürtler için tek varoluş yöntemi savaştı. Zaten kendini ifade etmenin diğer yolları tümüyle kapatılmıştı. Kapatılma derken diğer grupları kastetmekteyim. Kürtler için hiçbir biçimde ne varlığını kanıtlama ne de özgür yaşama imkânı bırakılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, sonuç nasıl gelişirse gelişsin, savaş sadece varoluşun ve özgür yaşama şansının tek yolu değil, âdeta ayakta kalmanın ilacı gibiydi. Nitekim diğer güçler bu araca layıkıyla başvuramadıkları için gündemden, toplumsal yaşamdan düşmüşlerdi. Temsil ettikleri gerçeklik onları yaşatmaya yetmemişti.
Kazanılan ideolojik ve politik savaştı
Benim için bu dönemde ilginç olan, anamın dayattığı namus savaşının gerçek anlamını bulmasıydı. Anam aslında bana bir toplumsal yaşam kuralını belletmek istemişti. Ama yaşanan gerçekliği doğru ifade etme gücünde olmadığı için yanlış hedef, zamanlama ve uygulama peşindeydi. Bu öz varlık savaşıyla aslında toplumsal namus,
Kürt varlığı ve onuru kurtulmuştu. Bu savaşla ilk defa onurluca yaşam hakkı kazanılmıştı. Ayağa kalkan ve kendi varlık savaşına sahip çıkan bütün Kürtler açısından yaşam hakkının kazanılması söz konusuydu. Bu yıllarda ölmek veya hayatta kalmak pek fark etmiyordu. Önemli olan onurlu yaşam hakkını kazanmaktı. Bunun bir örneği de Diyarbakır Zindan Direnişi’nde sergilenmişti. Mazlum Doğan’ın Newroz eylemi, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin’in bedenlerini ateşe vermeleri, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in ölüm orucunda şahadete erişmeleri de tamamen onur savaşlarıydı. Halk savaşımının birer eşdeğeriydi. Hep birlikte haykırdıkları ‚Onur savaşı kazanacaktır‛ sloganı bu gerçeği ifade ediyordu.
1978’in sonlarında PKK’nin ilanına karar verdiğimizde de benzer bir du- rumu yaşamıştık. Kazanılan ideolojik ve politik savaştı. Ama gittikçe artan taraftar gruplar, onurlu yaşam ve varlık kanıtlama yoluna girildiğinin de açık kanıtıydı. 1998 sonlarında yaşananlar kanıt olmaktan çok gerçeğin kendisiydi. Gladio sistemi en üst düzeyde direkt şahsıma müdahale ettiğinde daha önceki yılların telaşı hiç yoktu. Hatta kendimi bir nevi hafiflemiş hissediyordum. Ayırt etmekte zorluk çektiğim konu nelerin kazanılmış haklar, nelerin atılması gereken yükler olduğuna ilişkindi. Moskova-Roma günlerinde düşüncemi meşgul etmeye başlayan bu ikilemdi. Geriye baktığımda, o günlerde bana yitik gelenin ulus-devlet ütopyası olduğunu daha iyi kavrıyordum. Bilimsel sosyalizmi hem bilim hem de ideoloji olarak kavramaya çalıştığımdan ötürü, iktidar ve ulus-devlet meselesinde pek rahat değildim. Sadece konjonktürün elvermemesinden ötürü değil, ideolojik ve bilimsel arayışımda da devlete yer bulamıyordum. Kaldı ki, Ortadoğu’daki iktidarımsı özentiler beni oldukça rahatsız etmişti. Ulus-devlet cazibesi beni pek çekmiyordu. Yüzlerce örneğe Kürt ulus-devletiyle bir yenisini eklemek, daha evrensel arayışlar peşinde olan dünyamla uyuşmuyordu. Ama yıllarca reel sosyalizmin etkisi nedeniyle çıkış da yapamıyordum.
Roma’dayken yine bir müzikle tanışmam söz konusu oldu. Sıkıntılı hastane hapisliğimde dinlediğim parça Bavê Salih’in Derwêşê Evdê yorumuydu. Destanın öyküsünü bilmiyordum ama müziği etkileyiciydi. Ozanın bu destanı okurken içeriğinin ne kadar farkında olduğu belli değildi. Bana göre bu destan daha Ahmedê Xanî’den beri özlemi duyulan Kürt devletçiliğinin can çekişmesini ifade ediyordu. Yine yaşadığım gerçekliğe denk gelmişti. Yitirdiğim, yitirmekte olduğum duygu, Kürt ulus-devletçiliğine ilişkindi. Mevcut dünya denge- sinde, Moskova-Roma hattında, Gladio’nun amansız takibinde bu duygum can çekişiyordu. Müziğin ritmik sesleri bunu iliklerime kadar hissettiriyordu. Bilindiği üzere Dewrêşê Evdê hem son Êzidilerin hem de onların şahsında asimilasyona ve imhaya karşı ayakta kalmaya çalışan Kürtlüğün Edulê şahsında dile getirilen umutsuz direnişini ifade ediyordu. Erkek ozanın dilinden söylenmesine rağmen, Edulê’nin her sözü, binlerce yıl ayakta kalan bir kültürün son nefesini verişi gibi geliyordu. Derwêş Sincar Dağlarından Musul Ovasına her dalışında, aslında Müslüman Arap feodalizmine karşı bir kahramanlık direnişini sergiliyordu. Bu da binlerce yıllık bir gelenekti. Kökü Sümerlere, belki de daha öncesine kadar gidiyordu. Semitik çöl kabileleriyle Aryenik dağ- ova kabilelerinin çatışmasına kadar giden bir kökene sahipti. Derwêşê Evdê bu geleneğin son temsilcisiydi. Derwêş’in attan düşüşü ve yaralanması, aslında bir tarihin ve toplumsallığın düşüşü ve yaralanışıydı. Yaralı Derwêş’in yavaş yavaş ölümü Edulê’nin dilinde öyle bir söyleme dönüşmüştü ki, on bin yıllık bir tarihi ve en eski bir halk geleneğini rahatlıkla ifade etmeye yeterliydi.
Daha önceleri sanırım 1995’te Med TV açıldığında, Aram Tigran’ın konuk olarak yer aldığı programa ben de telefonla katılıp kendisiyle söyleşi yapmış, en sevdiğim olan şarkı ‘Delalo’ parçasını okumasını istemiştim. Bana göre o dönemde bu parçayı seslendirmesi muhteşemdi. Sonradan Delalo şarkısının da Derwêşê Evdê Destanı’nın kısa bir fragmanı yani parçası olduğunu öğrendim. Aynı sonuca götürüyordu. Hayret ettiğim nokta, Edulê gibi bir kadın figürü nasıl olup da bu denli derin bir tarihsel ve toplumsal gerçekliği ifade edebildiğiydi. Bence bu Kürt edebiyatının halen açıklığa kavuşturulması gereken temel bir sorunudur. Konunun şahsımla ilgili yönleri elbette vardı. Bana da sadece Şengal Dağında ve Musul Ovası’nda değil, Şam-Halep-Atina-Moskova-Duşanbe-Roma-Nairobi hattında darbe vurulmaya çalışılıyordu. İkisi arasında benzerlik kurmamak mümkün değildi. Tuhaf olan, kaseti defalarca dinlettiğim halde, etrafımda bulunan çok sayıda kadın ve erkekten hiçbirinin benimle aynı duyguyu paylaşmamasıydı. Hatta Roma’dayken ozan Şivan Perwer ile şair-edebiyatçı Mahmut Baksi de ziyaretime gelmişlerdi. Şivan kendi eski havasındaydı. Tarihsel-toplumsal derinliği yakalaması beklenemezdi. Mahmut Baksi’nin durumu daha da hüzün vericiydi. Son söyleşiyi onunla yaptım. Benden dileği şehit gerillaların gömüldüğü herhangi bir dağa gömülmesiydi. Midesi harap olmuştu. Sayılı günleri vardı. O da azar azar ölüyordu. Bana Avrupa modernitesinin yavaş yavaş öldürdüğü, çağdaş olduğu kadar karikatürü çıkarılmış bir Derwêşê Evdê gibi gelmişti. Aleyhimde çok kullanılmaya çalışılmış, ama gönülden bağlılığını asla yitirmemişti. Roma’daki son günlerimde bir kez daha geleneksel trajik Kürt öykülerinin etkisine kapılmak bana ilginç olduğu kadar anlamlı gelmişti. Daha sonra hiç âdetim olmadığı halde Derwêşê Evdê Destanı’nın hatırasına şu mısralar aklıma düştü:
Sincar Dağları’nda Evdê’nin yanında olsaydım!
Beyaz atların sırtında Musul Ovası’na dalsaydım
Derwêş vurulduğunda sırtlayıp Kurdistan dağlarına götürseydim
O’na, ‘Bak, binlerce Edulê ve On İkiler var‛ deseydim
Tanrıçaların taht kurduğu bu dağlarda rahat uyu, deseydim
Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin artık gam yeme,
Kesinleşen Kürtlük ve özgür yaşam ebedi gerçekliktir deseydim!
Uygarlığın tanrısal düzeni olan ulus-devlet en katı putlaşma dönemini yaşıyor
Urfa’dan son çıkışımda da İbrahim ve Eyüp peygamberlerin anısıyla bağlantılandırılan bazı mısralar aklıma düştü. Aslında eski yazım dilinde sıkça başvurulan bu yöntem daha değerli olmasına ve bilimciliğe göre hakikati daha güçlü ifade etmesine rağmen, modern yazım hastalığının bir sonucu olarak başvurmamam mazur görülmelidir.
Olmayan ulus-devleti kaybettiğimi düşünmem aslında milliyetçiliğin zih- nimi ve duygularımı köreltici etkisinin bir sonucuydu. Bunlardan kurtulmanın benim için büyük şans olduğunu daha sonra fark edecektim. Genelde devletçiliğe, özelde ulus-devletçiliğe gömülmüş bir zihnin ve duygu dünyasının boşalmasıydı yaşanan. Lenin’i çıldırtan, Stalin’i ise öldüren bir hastalıktı. Mao’nun Kültür Devrimi’nin bile deva olamadığı bir hastalıktı. Benim korkum, ulus-devletçi zihniyetin kaybedilmesinin uğruna savaşılan Kürt gerçekliği ve özgürlüğü için nelere mal olabileceğiydi. Tarihten çok iyi biliyoruz ki, devletin elden gitmesi tüm hanedanlığın, dinin ve toplumun elden gitmesi oluyordu. Gerçi olmayan ve kazanılmamış bir devleti, bir Kürt ulus-devletini kaybetmek söz konusu değildi. Ama yaptığı çağrışımlar tehlikeliydi. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden Nairobi’ye süzülürken, az da olsa garip bir duyguya kapılmıştım. Şahsımda tıpkı Yahudilerin trenle ölüm kamplarına gönderilmeleri gibi bir Kürt soykırım yolculuğu başlatılmıştı. Bunda tavrım belirleyici rol oynayacaktı. 20. yüzyıl biterken şahsımda yaşanan, ulus-devlet tanrısının intikamıydı. Uygarlığın tanrısal düzeni olan ulus-devlet de en katı putlaşma dönemini yaşıyordu.
İmralı’daki yaşamım bu tanrının etkisinden tümüyle kurtulma cehdiyle geçti. Büyük komplolar dönemi büyük dönüşümleri de beraberinde getirir. Ulus-devlet son dört yüz yılın insan zihnini yoğuran ve yeniden şekillendiren modern olgularının başında gelmekteydi. Kapitalizm gibi toplumsal doğanın uzun süre dayanamayacağı bir sömürü sistemi onun sayesinde mümkün olmuştu. Sosyalizme yönelirken, aslında bu canavarların en büyüğünden kurtulmak istemiştim. Fakat aynı canavarın sosyalizmi de tahakkümü altına almış olması beni yanıltmıştı. İmralı’nın en büyük yararı bu gerçeğin farkına varmamı sağlaması oldu. Gramsci’nin de kavramaya oldukça yaklaştığı bir hakikatti bu. Savunmaları derinleştirdikçe zihnimin kurtuluşu tamamen gerçekleşti. Çok büyük bir cesaretle ulus-devletle bağlantılı tüm sistemi reddetmek asla toplumculuktan kopmayı ifade etmediği gibi, ona hakikat payı oldukça büyümüş bir paradigma ve yöntemle yaklaşma anlamına geliyordu. Kapitalist moderniteyi bu çerçevede kavramlaştırmaya çalışmam zor olmadı. Savunmamın önceki ciltlerinde bu konu yeterince aydınlatılmaktadır. Alternatif modernite kavramı olarak demokratik moderniteyi kavramlaştırmak diyalektik gereğiydi. K. Marks’ın, Hegel’in diyalektik metafiziğini diyalektik materyalizme dönüş- türmesi gibi, ben de kapitalist moderniteyi demokratik moderniteye dönüştürmeye çalışmıştım. Sonuçları elbette tarihsel akışla belirginlik kazanacaktı. Kapitalist sisteme ne kadar yanıt verdiği tarihsel materyalizmin bu yeni yorumunun işi olacaktı.
Kürt sorununu Demokratik Modernite kuramı ile yanıtlamaya çalışmak hem PKK açısından radikal bir özeleştiri hem de demokratik çözümün temeliydi. Toplumsal doğayı bilimsel olarak açıklama imkânı yeni paradigmayla güç kazanmıştı. Toplumun tarihselliği ve inşasındaki zihniyet payı, esnek ele alınmasını mümkün kılıyordu. Bu yaklaşım ise dogmatizme tarihsel olarak en büyük darbenin vurulması anlamına geliyordu. Ulus-devlet meselesinde tüm zihniyetlere damgasını vuran modern dogmatizm tekçi yaklaşımıyla özünde eski teolojiyi devam ettirdiği gibi, demokrasiye de ölümcül bir darbe vurmuştu. Sağ, sol ve merkez tüm modern zihniyet biçimlerini ortak paydasında birleştiren modern dogmatizm, ulus-devleti biricik kılmakla özünde hem onun somutunda tek tanrıcılığı gerçekleştiriyor, hem de her modern kabileye yani ulusa
birer putunu egemen kılmakla sahte çoğulculuk ideasında bulunuyordu. Tüm dinler ulus-devletle tekleşir ve tanrısallıklarını birleştirirken, dileyen her yeni kabileye (ulus-devlete) birer put armağan ediyordu.
Tanrı imalatçılığında büyük tecrübeye sahip Yahudi ideolojisi bunda elbette belirleyici rol oynuyordu. Eski tanrının kabileleri de bu imalatları kapış kapış almakta yarışır hale gelmekten geri kalmıyorlardı. Yahudi sermaye önderliği Batı Avrupa’da mal imalatı ve satışlarına hegemonik anlamda öncülük eder ve yine Yahudi ideolojik önderleri ulus-devlet tanrısını aynı mekânda Panteon’a yerleştirirken, yüzlerce putunu da dünyanın her tarafına pazarlamakta zorluk çekmiyorlardı. Marks gibi Yahudi ideologlar, hem yeni maldaki hileyi (azami kâr eğilimini) hem de yeni tanrısallığı (burjuva idealizmini) sezmekten ve gerçeği açıklamaktan geri durmuyorlardı. Fakat Marks da kısa sürede İsa’nın akıbetine uğramaktan kurtulamayacaktı. Çok garip olan, bu ideolojik geleneğin kurucu figürü olarak yansıtılan İbrahim’in doğduğu yerde doğmam ve aynı şekilde putları kırmak gibi bir role soyunmam, hem de O’nun geleneği adına her tarafı istila eden putlara karşı O’nun gibi davranarak O’nun yürüttüğü yerde bir put kırma hareketini yürütmeye çalışmam, yine O’nunki gibi bir çıkışı gerçekleştirerek yola devam etmemdi.
İmralı’yı gerçek bir okul gibi değerlendirdim
İmralı adasında on ikinci yılımı doldurmama az kaldı. Tarihen de sabittir ki, İmralı deniz ortasındaki iklimi itibariyle insan fiziğini alabildiğine yıpratmakla meşhur bir yerdir. Bizans İmparatorluğu’ndan beri devletin en tehlikeli gördüğü mahkûmların sürgün ve ölüm yeri olarak kullanılmaktadır. Eğer çok büyük hakikat gerekçeleri yoksa, bir insanın buradaki koşullara bu denli uzun bir süre dayanması zordur. Beni bu Ada Zindanı’na kapatan hegemonik ulus- devlet tanrısının sadece etkisinden kurtulmak açısından değil, tüm maskelerini düşürmek açısından da İmralı mükemmel bir okul mekânı oldu. Kürtlerin sadece bu tanrının etkisinden kurtulmaları için değil, kendi doğalarının bilimsel yorumuna dayalı yeni düzenlerini inşa etmeleri için de İmralı’yı gerçek bir okul gibi değerlendirdim. İmralı okulunun öğretileri sadece halkımızı, halklarımızı değil, modern Türkiye’yi de eskisinden daha iyi hale getirmiştir. De- mokratik Türkiye’nin temellerinin İmralı’da kifayetle atıldığını belirtmeliyim. Bunda tek taraflı bir biçimde sadece kendi payımdan bahsetmiyorum. Bizzat devletin dönüşümü de İmralı’dan alınan cesaretle mümkün olmuştu. Kaldı ki, büyük komployla (1999) bağlantılı olsa bile, modern Kurdistan’ın doğuşu da İmralı’da ortaya çıkan hakikatle direkt bağlantılıdır. Hem modern demokratik Türkiye, hem de henüz başlangıç halinde de olsa modern özgür Kurdistan, iç içe ve birbirleriyle bağlantılı olarak İmralı’dan alınan dersler sonucunda inşa edilmeye çalışılmışlardır.
Kurdistan’da demokratik ulus inşacılığı hem kuram hem de pratik açıdan üzerinde yoğunlaşmayı ve dönüşüm geçirmeyi gerektiren Kürt varlığı ve özgür yaşamının yeni tarihsel ve toplumsal ifadesidir. Kendini gerçek aşk derecesinde adamayı gerekli kılan bir hakikati ifade etmektedir. Bu yolda hiçbir sahte aşka yer olmadığı gibi sahte yolcusuna da yer yoktur. İnsanlık tarihinden olumlu anlamda süzülmüş bal kıvamında gerekli olan ne varsa bu yolun yolcusuna sunulmuştur. Bu yolda demokratik ulus inşacılığının ne zaman tamamlanacağı gereksiz bir sorudur. İnsanlık durdukça tamamlanamayacak bir inşadır söz konusu olan. Evrende kendini her an yaratan varoluşlar kadar, insanın kendi kendisini özgür bilinçle her an yaratan bir varlık olması gibi, demokratik ulus inşacılığı da kendini her an yeniden yaratma özgürlüğüne sahiptir. Toplumsallık açısından ne bundan daha iddialı bir ütopya ne de bir gerçeklik söz konusu olabilir. Tarihsel ve toplumsal gerçekliklerine de uygun olarak, Kürtler demokratik ulus inşacılığına güçlü bir biçimde yönelmişlerdir. Zaten inanmadıkları ve etkisine de zoraki olarak girdikleri ulus-devlet tanrısından zihnen kurtulmakla kaybetmemişler; ağır bir yükten, hem de kendilerini imhanın eşiğine getiren bir yükten kurtulmuşlar; buna karşılık demokratik ulus olma imkânını kazanmışlardır. Kıymeti ne denli bilinirse o denli değerli olan bir kazanımdır bu.
Birey ve toplum olarak Kürtler demokratik ulus inşacılığını kendi tarihleri ve toplumsallıklarının derinliklerindeki tüm hakikatlerinin, direnişlerinin, en eski tanrıça inançlarından Zerdüştlüğe ve İslâm’a kadar sürüp gelen bütün ifade edilişlerinin bir sentezi, bir süzülme yoğunluğu olarak kavramalı, özümsemeli ve pratikleştirmelidir. Geçmişin tüm mitolojik, dinsel ve felsefi öğretileri kadar çağdaş sosyal bilimin de öğretmek istediği, yine tüm direniş savaşları ve isyanlarının tek tek ve toplu olarak dile getirmek istedikleri hakikatler demokratik ulus inşacılığının zihninde ve bedeninde temsil edilmektedir.
Kendimi sadece dönem dönem yeniden yaratırken değil, günümüze doğru neredeyse her an yeniden yaratmaya çalışırken, bu gerçeklikten ve onun hakikat olarak ifadesinden hareket ettim. Böylelikle kendimi özgür olarak toplumsallaştırdım, demokratik ulus kılarak (Kürt) somutlaştırdım, demokratik modernite olarak tüm insanlığa, mazlum Ortadoğu halklarına ve bireylerine sundum.
Bilgece yaşam geçmişin ve geleceğin an’da dile gelip özgürce yaşanmasıdır
Geleceğe ilişkin kişisel bir ütopyam olabilir mi? İnsan ömrünün sınırları içinde geleceğe ilişkin ütopyaların umutları ve geçmişe ilişkin altın çağların özlemiyle yaşamaya çalışmak, dikkat edilmezse yaşamın kendisini boşa çıkartabilir. Mühim olan an’ın hakkını vererek yaşamaktır. En iyisi an’ı geçmişsiz ve geleceksiz yaşamamaktır. Bilgece yaşam geçmişin ve geleceğin an’da dile gelip özgürce yaşanmasıdır. Kapitalist modernitenin ve onun köleleştirici kültürünün temelinde insanı geçmişsiz ve geleceksiz kılarak an’ın hayvanca tüketicisi haline getirme vardır. Demokratik modernite bireyi, kapitalist bireyciliğin bu hayvanlaştırıcı yaşam kültürüne karşı altın çağlı geçmiş özlemiyle ütopyalı gelecek umudunu an’ın demokratik komünal topluluklarında birleştirip, çalışmayı özgürlük sayarak alternatif olmayı başarmak durumundadır.
Duyulan derin tarihsel ve toplumsal ihtiyaç nedeniyle şimdiye kadar Kürtler için kolektif ve özgür bir kimlik, demokratik ulus kimliği için çalıştım. Bir an için bile olsa bireysel yaşamaya fırsat bulamadım. Bundan sonra fırsatım doğar mı, bilemiyorum. Ama görüyorum ki, halkımızdan ve dostlarımızdan milyonlarca insan sanki yapılacak bir iş yokmuş gibi avare avare dolaşıyor. Bu yaşam tarzı bende büyük öfke yaratır. Buna en aşağılık ve sorumsuz yaşam tarzı da demeyeceğim, yaşamın inkârı diyeceğim. Bu anti-yaşam her birey ve toplulukta mutlaka aşılmalıdır.
Gerilla yaşamında da bu tür avareliklerin yoğunca yaşandığını ve bu durumun bende büyük öfke yarattığını hep belirtmiştim. Silahlı militan eğer sınırsız özgür yaşam yaratıcısıysa, bu yaşamın aşk derecesinde tutkulusuysa, bir karış yerde-dağ parçasında destanlar yazacak denli bilgili, akıllı ve idealliyse dağa çıkış yapmalıdır. Sıradan dağ yürüyüşçüleri ve turistler kadar bile bir heyecan ve iradeden yoksun kişilerin dağların, ormanların ve çöllerin gerillası olamayacağı açıktır. Bu avare işsiz insanlar nasıl böyle yaşama kıyarlar diyordum hep. Kendini işsiz avare durumuna düşüren insan her kimse en büyük namussuzluğu yapmış, onursuzluğa ve alçaklığa düşmüştür derdim. Şunu da söylemiştim: İşsiz karınca ve arı var mıdır? Karıncalar ve arılar işsiz oldular mı hemen ölürler. Onlar bile işsizliği onursuzluk sayarak buna ölümleriyle yanıt verirler. Demokratik ulusun inşası koşullarında her insanımız için, yedi yaşındaki çocuğundan yetmiş yedi yaşındaki yaşlısına, kadınından erkeğine kadar, eğitim seviyesi ne olursa olsun herkes için bir iş mümkündür. Herkes için hem de ibadet edercesine uğraşacağı, kendini hem koruyarak, hem besleyerek, hem de çoğaltarak yerine getirebileceği ve onunla özgürleşebileceği bir veya birçok iş vardır. Yeter ki demokratik ulus bilincinden ve iradesinden azıcık da olsa nasibini almış olsun!
Mesela ben olsaydım, kendi köyüme, Cudi Dağına, Cilo Dağı eteklerine, Van Gölü çevresine, Ağrı, Munzur ve Bingöl dağlarına, Fırat, Dicle ve Zap kıyılarına, Urfa, Muş ve Iğdır ovalarına kadar yolum nereye düşerse düşsün, her yerde sanki korkunç tufandan çıkan Nuh’un gemisinden inmiş gibi davranır, İbrahim’in Nemrutlardan, Musa’nın Firavunlardan, İsa’nın Roma İmpara- torlarından, Muhammed’in cehaletten kaçması misali kapitalist moderniteden kaçar, Zerdüşt’ün ziraat tutkusuna ve hayvan dostluğuna (ilk vejetaryen) dayanır, bu tarihsel kişiliklerden ve toplum gerçeklerinden ilham alarak işlerime koyulurdum. İşlerimin sayısı düşünülemeyecek kadar çok olurdu. Hemen köy komüncülüğünden işe başlayabilirdim. İdeale yakın bir köy veya köyler komünü oluşturmak ne kadar coşkulu, özgürleştirici ve sağlıklı bir iş olurdu! Bir mahalle veya kent komünü, konseyi oluşturmak ve çalıştırmak ne kadar yaratıcı ve özgürleştirici olurdu! Kentte bir akademi, bir kooperatif, bir fabrika komünü oluşturmak nelere yol açmazdı ki! Halkın genel demokrasi kongrelerini, meclislerini oluşturmak, bu kurumlarda söz söylemek, iş yürütmek ne kadar kıvanç ve onur verici olurdu! Görülüyor ki, özlemlerin ve umutların sınırı olmadığı gibi, gerçekleştirilmesi için bireyin kendisinden başka önünde ciddi bir engel de yoktur. Yeter ki biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıl olsun!