Bir savaşın dünya çapında olmasının geçmişi dünya üzerindeki ilişkilerin nasıl tanımlandığına bağlı olduğunu belirterek içinde bulunduğumuz dünya krizini tanımlamaya başlayabiliriz. İnsanlığa dair ilk yazılı belgelerde dünya savaşları bilinen sınırlar üzerinde gerçekleşiyor ve böyle tanımlanıyordu. İlk yazılı bilgilerin Sümer kaynaklarına dayandırıldığı göz önünde tutulursa, yaklaşık 5 bin yıldır sistemlerin yaşadığı krizlere bağlı hegemonya savaşları yeryüzünde yaşanmıştır diyebiliriz. Toplumsal sorun ve krizlerin ilk olarak nerede, nasıl başladığı konumuzun odağında değildir. Ancak dünya savaşı kavramıyla yakından ilgilidir hem sonuç hem de bu krizlerin derinleşme nedeni olarak gündemimize gelmektedir. İlk toplumsal sorun ve krizin nasıl oluştuğunu araştırdığımızda göreceğimiz gibi güncel olarak yaşanan sorun ve krizlerin merkezinde de toplumsal birikime el koyan hegemonun varlığını görürüz. Bu ilk hegemonik çekirdeğe ya da kliğe ‘ev hırsızı’ dedik. Ana tanrıça kültürünün yarattığı ve demokratik uygarlığın tarihsel mirası olan tarım ve köy devriminin açığa çıkardığı maddi ve manevi birikimlere göz diken egemen erkeklik bu hırsızın kendisi oluyor. Sermaye birikiminin bu ilk halleri günümüzde kapsam ve derinlik kazanmış olarak hızından hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor. Sermaye ve iktidarın kümülatif birikimi günümüzde kar topu gibi büyüyerek sürüyor. Kadının geliştirdiği demokratik komünal yaşam sistemine yönelik ilk karşı devrimin sonuçları olarak günümüzdeki savaşları görmek, değerlendirmek bizi daha anlamlı yorumlara taşır. Öyle ki telekomünikasyon teknolojisi ile günlük değil anlık medyatik yöntemlerle birlikte gelişen iktidar ve sermaye güçlerinin saldırıları akıl sınırlarını zorlayan bir konuma ulaştı. Neolitik devrim karşısında yükselen erkek egemenliğine dayalı devlet ve iktidar uygarlığı kendisini var eden tüm maddi ve manevi insanlık birikimlerini yok etme pahasına saldırılarını sürdürmektedir. İlk örneğini Akad hanedanı Sargon’da gördüğümüz hegemonyacılığın sınırları gözlerinin gördüğü, ellerinin ulaştığı kadardı. Günümüzde ise bu durum tüm yeryüzünü de aşarak gökyüzüne çıkmış görünüyor. Tarihin bir cilvesi olsa gerek belki de bu iktidar ve devletli uygarlık nasıl ki göksel tanrılara dayalı olarak gelişme gösterdiyse yıkımı da yine göklerde gerçekleşecek gibi. Mitolojik anlatımlarda yer alan ve zaman-mekan ayrımına varamadığımız göksel tanrıların savaşları, kapitalist uygarlık aşamasında gündemimize girmiş gibidir. Analitik aklın geldiği aşama sadece dünyayı kıyamet senaryolarına yakınlaştırmıyor. Sadece nükleer savaş sınırlarında gezmiyoruz. Günlük olarak toplum kırım politikaları ile analitik aklın dehşetini yaşıyoruz.
3.Dünya Savaşı ile hedeflenenler
Bu girişi 3. Dünya Savaşı’nı değerlendirirken sorunumuzun köklerinin oldukça gerilerde olduğunu anımsatmak için yapma gereği duydum. Tarihsel toplum analizlerinden kopuk güncel değerlendirmelerin mantık yapıları oldukça sahte ve anlamsız bir algılama sürecini inşa ediyor ve yaşadıklarımızı doğru değerlendirerek ahlaki tutumumuzun ve politik karar sürecimizin nasıl gelişeceğini muğlaklaştırıyor. Oysa Önder Apo’nun deyimiyle sadece kriz ve kaos değil ‘güncel suikast’ yaşayan Ortadoğu gerçekliği içinde toplumların sıklıkla bahsedilen ekmek ve sudan daha çok kendisini bir çözüme ulaştırma ihtiyacı var. Tüm yaşam parametrelerinde artık sürdürülemez sınırına gelip dayanmış olan bu coğrafya, karşı karşıya kaldığı çözümsüzlük yüzünden intihar çizgisinde seyreden bir varlık haline gelip dayanmış gibidir. Bu benzetmelerin ağır olduğunun farkındayım. Fakat kapitalist modernitenin küresel zaferini ilan etmesine rağmen Ortadoğu’ya yaptığı müdahalelerin hep geriye teptiği, insanlığın beşiği olarak adlandırılan bu coğrafyanın teslim olmadığı ama kendisi de olamadığı, çelişkileri en uç ve delice yaşadığı da inkar edilemez. İnsanın insanlaştığı, toplumsal yüceliğin en görkemli hallerinin yaşandığı bu coğrafyanın kendisini hatırlamaya ihtiyacı var. Sahi neydi yücelik? Kutsal sayılan ve ona dokunanları taşa çeviren yaşam ilkeleri nelerdi? Yaşam nasıl olmalıydı ki sahip çıkılsındı? Bu sorular güncel suikast ile karşı karşıya olan yaşamımıza sahip çıkmamız için yol gösterici olabilir.
3. Dünya Savaşı olarak gündemimize giren tespit bize bir kez daha gösteriyor ki insan ve toplum adına kalan değerlere karşı başlatılan karşı devrimci saldırı yeni bir aşamada sürüyor. Bu aşamanın Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile kıyaslanması günümüzde en fazla esas alınan analiz yöntemi oluyor. Her iki dünya savaşının hangi koşullarda ve nasıl sonuçlandığı değerlendirilerek 3. Dünya Savaşı ile hedeflenenler anlaşılmaya çalışılıyor. Oysa bilgi içeren bu anlatımlar bize yaşananların anlamını vermiyor. Devlet ve iktidarın temel bir karakteri olan hegemonik özellikler taşıması, kapitalist modernite aşamasında da değişmeden devam ettiği için dönem dönem krizler yaşaması, kendi içinde ve diğer güçler arasında yeniden paylaşım kavgasına girmesi doğasında bulunan bir özellik oluyor. Şimdiye kadar dünya dışında bir yaşam alanı keşfedilmediğine ve hegemonik yayılmanın yeryüzü ile sınırlı olması, yayılmacılığı, sömürgeciliği, yeni alanlarda kapitalizmin temel yasası olan azami kar kanunu canavarını doyuracak imkanların kalmadığınıı açığa çıkarmış durumundadır. Bu durum Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda farklı çareleri gündeme getirmiş, klasik imparatorlukları yıkma, yeni sınırlar belirleme ve stratejik enerji hatlarını ele geçirme olarak soluklanmıştı. Fakat gelinen aşamada krizin daha köklü olduğunu Önder Apo, ‘konjonktürel değil yapısal’ kriz olarak ifadelendirmiş bulunuyor. Bu şu anlama geliyor, şimdiye kadar var olan reçetelerle dünya sistemine damgasını vurmuş olan kapitalist modernite kendisini sürdüremez. Fakat çelişki şuradadır ki bu kriz ve bunalımın sahibi olandan çözüm bekleniyor ancak kapitalist sistemin sorunları çözme gibi bir gündemi yoktur, ki çözüm de beklenemez. Dahası buna yeteneği de yoktur. “Köklü değişiklikler yapmak zorundadır” ve gelinen aşamada 3. Dünya Savaşı’nı, kaosunu ya da krizini daha karmaşık, derin, geniş bir zamana yayılmış bir düzeye çekiyor.
Önder Apo devletçi ve iktidarcı uygarlığın bir aşaması olan kapitalist modernite dönemini değerlendirirken, bu dönemin kesinlikle yeni bir uygarlık olarak adlandırılamayacağını ısrarla belirtiyor. Güncel konulara giriş yapmadan önce bu konuya da bir kez daha dikkat çekmek önemlidir. Kendisini diğer uygarlık aşamalarından özenle ayırsa ve biricik olduğunu söylese de kapitalizm, iktidar ve devletli uygarlık aşamasının kriz dönemini teşkil ediyor. Bu bütünlüklü bakış açısına sahip olmadan güncelde yaşanan savaş ve kriz halini anlamak mümkün değildir. Çünkü insanlık toplumunun, dünya üzerinde yaşayan halkların ve hatta tüm eko sistemin bağrındaki yara derindedir ve bu yaranın nerede, nasıl ve en önemlisi de niçin oluştuğunu görmeden tedavi etme, iyileşme sağlama mümkün değildir. Zaferini ilan ettiği 16. yüzyıldan günümüze her yüzyıla bir dünya savaşı sığdırmış olan bu sömürü sisteminin ortaya çıkardığı bilanço bununla sınırlı değildir. El değmemiş hiçbir toprak parçası, yeşil alan bırakmayan bu sistem dokunduğu her şeyi küle çeviriyor, beton yığınına dönüştürüyor, kurutuyor. Bu bağlamda ‘lanetli’ kavramının hakkını veriyor. Tarım ve köy devriminin eseri olan toplumsallaşma yani insanlaşma yıkıldıkça bunun içinde varlık kazanan birey, bir insan bireyi olmaktan uzaklaşarak yığın, kitle, sürü de denilebilecek başka bir varlığa doğru evrim geçiriyor. Sürekli yaşam fışkıran ve bu haliyle insanlığı olağanüstü düşünce ve duygularla buluşturan doğadan koparıyor. İnsan toplulukları emek gibi yaratıcı bir sürece yabancılaşarak toplumsallık öncesi haline dönüşüyor. Dahası insan toplulukları hiçbir canlıda görülmeyen bir şekilde birbirine kırdırılarak, daha fazla sömürü ve kar için alan açılıyor. Kapitalist sömürü sistemi yani bir sermaye birikim sistemi olan günümüzdeki aşamaya, uygarlığın krizi, hastalığı olduğu için hiçbir günü savaşsız, kansız, sömürüsüz, başta kadın olmak üzere toplumun ürettiği değerlerin talanı olmadan gelmemiştir. Şimdi geldiğimiz aşama ise bir nevi tüm bu süreçlerin zirvesini teşkil ediyor. Bu sistem varlığını tüm dünya toplumlarının toplu imhası da başta olmak üzere yeni bir dünya savaşı ile sürdürmeye çalışıyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın kapitalist sömürü sistemindeki yeri, geniş çaplı paylaşım savaşları olmaları ve adına ulusal denilen özünde ise tekellerin ulus devlet yapılarına dayalı olarak hakimiyet-egemenlik alanlarını oluşturmalarıydı. Sermaye ve iktidar tekelleri sahip oldukları ulus devlet tanrılarını arkalarına alarak savaşmışlar, sınırları belirlemişlerdi. Bu savaşların kurbanları da yine geniş halk toplulukları olmuştu. 3. Dünya Savaşı olarak dile getirdiğimiz gerçeklikte yine böyle bir çelişki ve çatışma olmakla birlikte ulus devlet sınırlarının finans kapital tekellerine yetmediği bir dünya gerçekliği ile karşı karşıyayız. 2000’li yılların başında popüler bir tartışma konusu olan ulus devletlerin artık aşılacağı konusundan bahsetmiyorum. Bu tartışmanın ağırlıkta kafa karıştırıcı bir rol oynadığı yaşanan gelişmelerle çok daha fazla anlaşıldı. Ulus devletçiliğin sınırlarını belirlemiş olduğu tekel sermayeciliğinin büyüme ve açılım yapma yani azami kar kanunu sınırlarının ötesinde kendini gerçekleştirme arayışı olarak bu tartışmaların yapıldığı daha iyi anlaşılıyor. Bu anlamda 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcını kestirmekte zorlanıyoruz. Ne zaman başladığı, hangi araçlarla yürütüldüğü ve sınırlarının ne kadar olduğu hala tam olarak tanımlanamıyor. Fakat bu süreç finans kapitalizme geçiş ile birlikte ele alınabilir. Bu savaşın dünya ezilen halkları, emekçileri için bir umut kapısı olan Sovyet sosyalizminin yıkılışı ile birlikte yani 90 sonrası ile birlikte yeni bir aşamaya geçtiği söylenebilir. Birer cümle ile ifade ettiğimiz bu konuların her birinin açığa çıkardığı sonuçlar olduğunu tekrardan hatırlatmalıyım. Kapitalizme alternatif olma arayışı ile açığa çıkan reel sosyalizmin bu şekilde çöküşü sistemin ‘benzersizlik’ ve ‘tarihin sonu’ tezleri ile aşılamazlık mesajlarını beraberinde getirmişti. Belli ki Sovyetlerin çözülüşünü bir zafer olarak gören kapitalist sistem temsilcileri, bunun sistemin krizini rahatlatacağını düşünmüşlerdi. Fakat ortaya çıkan bunalımın derinleşmesi oldu. 90’lar sonrasında dünya çapında kriz ve savaşların yoğunlaşmış olması 3. Dünya savaşının giderek belirginlik kazanan parametrelerini açığa çıkardı.
3. Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı alan Ortadoğu
3. Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı alanların başında Ortadoğu geliyor. Bunun tarihsel ve güncel nedenleri var. Tarihsel nedenler güncel ihtiyaçları da koşulluyor, savaşın bu coğrafyadaki gerçekliğine ışık tutuyor. Dikkat edilirse üzerinden binlerce yıl geçmesine ve her türlü operasyonla karşı karşıya kalmasına rağmen kadının direnişi, erkek egemen kapitalist sömürü sisteminin zafer naralarını soluksuz bırakıyor. Oysa ilk mülkiyet ilişkisinin içerisine alınarak kapitalizm zamanında metaların kraliçesi aşamasına taşınan kadın olgusunun artık geri dönülemez bir yola girdiği düşünülüyordu. Ortadoğu’da kadın direnişi her dönem yeni formlar kazanarak sürüyor. Kürt kadınının kırk yıllık eşsiz özgürlük direnişi, ana kadın kültürünün öyle kolay silinemeyeceğini, ‘jin, jiyan, azadî’ formülü ile 21. yüzyılı kadın devrimi yüzyılı yapmaya aday olduğunu, erkek egemen iktidar ve devlet tahtında oturan çağın krallarının tahtını sarsacağını gösterdi. Kürt, Fars, Afgan kadınlar ile bölge ve dünyada yaşayan kadınların göz kamaştırıcı uyanışının yeni bir dünya paradigmasının zemini olduğu tartışma götürmez bir gerçek. İlk kadın devriminin kökleri üzerinden gelişme gösteren bir devrimci gelişmenin erkek egemen uygarlıkla tarihsel ve köklü bir hesaplaşma ile gelişme gösterdiğini görüyoruz. Kapitalist sistemin modern efendilerinin bu gelişmeden ciddi anlamda ürktüklerini söylemek gerekir. Avrupa kıtasında Protestanlığın gelişimi ile sindirilen mezhep savaşları, Ortadoğu’da tüm canlılığı ile devam ediyor. Dahası toplumsallaşmayla at başı giden inanç sistemlerinin mekanı olması nedeniyle tüm inançlar halkların kendi öz kimliklerini etkili kılması nedeniyle direnişini sürdürüyor. İsrail-Filistin çatışması bitti bitiyor denilen bir aşamada, tüm vahşeti ile yeniden alevlenmesinde bu gerçekliği görmemek mümkün değildir. Sadece bu değil elbette. Şii-Sünni inanç sahiplerinin bölgede etkili olma mücadelesi de en az bin beş yüz yıllık bir geçmişine rağmen şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor. Başlangıçta İslam’ın resmi yorumunun dışında kalanların bir nevi kendiliklerini koruma biçimi olarak şekillenen Şiiliğin günümüzdeki durumu karşıtlarına benzeşmeyi aşamamıştır. Sonuç mezhepler arası çatışmanın iktidar ve devletçi formlarla sürdürülmesidir. Ortadoğu halklar gerçekliğine uymayan ve kapitalist uygarlık aşamasının bölgeye ihraç ettiği ulus devlet formu altında toplumsal kültürün yaratıcısı toplulukların yaşadıkları trajedileri de bu bağlamda değerlendirerek günümüze gelebiliriz. Bir mücadelede etnik kimlikler cephesinde yaşanıyor. Ulus devletçiliğin ağırlaştırdığı diğer büyük problemlerden biri de milliyetçilik dininin saldırısıyla varlık buluyor. Önder Apo’nun Ortadoğu’nun ‘mezar bekçileri’ diye tanımladığı Kürt halkının varlık ve özgürlük sorunu iktidar ve sermaye tekelciliğinin tüm biçimleriyle karşı karşıya kalarak yok oluş sürecini yaşamış birçok etnik yapının son direnişçileri olarak kendisini ortaya koymayı sürdürüyor. Belki de insanlığın ilk dilini, kültür birikimini, inanç biçimlerini yaratarak kabile düzeninde binlerce yıl bu coğrafyada varlık bulan halkı kapitalist modernite döneminde ilk kez yok olmayla karşı karşıya kalmış bulunuyor ki tarihsel toplumun kök hücresi konumunda bulunması açısından bu saldırılar sadece Kürt halkını değil insanlığın toplumsal hafızasının hedeflendiğini gösteriyor. 3. Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı ve sonuç almak için tüm gücüyle yüklendiği Ortadoğu gerçekliği, tarihsel olarak dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilikle boğuşurken kapitalizmin üzerinde yükseldiği bilimcilik ile de dize getirilmeye, ele geçirilmeye çalışılıyor.
Açık olan şu ki merkezi hegemonyanın Ortadoğu’dan, önce Avrupa’ya sonrasında Avrupa modernitesinin bir uzantısı olarak Amerika kıtasına kayması ile birlikte Ortadoğu’nun fethedilmesi hep büyük önem taşımıştır. Ortadoğu’da hakimiyeti kuramayan hiçbir güç, ne kadar güçlü olursa olsun kendisini güvende hissedememiş ve erkek egemenliğinin kadın varlığı karşısında yaşadığı komplekse benzer bir ruh halinden kurtulamamıştır. Tüm büyüklük gösterilerine rağmen Ortadoğu kültürü karşısında yaşanan bu güvenlikli olamama hali, istikrarlı biçimde neden bu coğrafyayı yeniden yeniden ele geçirme hırsının tarihsel bir nedeni. Dünya hegemonyası kurmak isteyenler Büyük İskender’de olduğu gibi Ortadoğu seferlerini gerçekleştirmek ve muvaffak olmak zorundadır. Burada çok fazla Ortadoğu merkezli düşündüğümüz eleştirisi gelebilir fakat kalbinde Mezopotamya’nın olduğu coğrafya insanlık açısından dün olduğu gibi günümüzde de stratejik önemdedir. Bir kez daha belirtmek gerekirse dünya sistemindeki hegemonya kayışının üzerinden geçen yüzlerce yıla rağmen kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya müdahaleleri sonuç alamamıştır. Bunu kültürel toplum karşısındaki konumu itibariyle ifade ettiğimi belirtmeliyim. Yoksa Ortadoğu’da yaşayan halklar, toplumlar, bu topraklar üzerinde varlık bulmuş değerler en zayıf halini yaşıyor. Her halde intihar halinden daha ağır bir durum olamaz. Fakat tüm bunlara rağmen teslim olmuyor, kendisi olarak kalmakta ısrar ediyor. Kapitalist moderniteye eklenme çabalarını da başaramıyor. 3. Dünya Savaşı’nın ana çelişkisini bu bağlamda görmek yapısal kriz içinde çıkmazı yaşayan egemen güçlerin neden Ortadoğu’da savaşı gündemleştirdiklerini daha doğru anlamlandırmamıza yardımcı olacaktır. Şöyle ki iki bloklu bir dünyadan bahsetmiyoruz. Birbirine alternatif olduğunu iddia ederek kümelenen bir dünya gerçekliği yoktur. Çıkar grupları ve sermaye bölüşümündeki payını attırmak için kurulan ittifaklar var olsa da böyle ikiye yarılmış bir dünya toplum gerçekliğinden bahsedemeyiz. Aynı dünya hegemonik sistemi içinde daha fazla pay isteyen ya da kapitalist modernitenin çözülen ilişkilerini kendisi açısından fırsata çevirerek neo-sömürgeci emellere kapılan güçlerden bahsedebiliriz. Çok zorlarsak dünya hegemonu olmak isteyenlerle bölgesel emperyal güç oluşturma arayışındakiler vardır diyebiliriz. Güncel olarak gündeme giren çoklu merkez tartışmalarına bu perspektiften bakılırsa belki bir anlam taşıyabilir. ABD-İngiltere-İsrail, Avrupa ülkeleri, Rusya-Çin ve beraberindekiler gibi gruplandırmalar, dünya ekonomisinde yükselen güçlerin varlığı tarzındaki tartışmalar bu dünya savaşının öne çıkan aktörlerini ve kısa, orta ve nihai hedeflerini kavramaya yardımcı olabilir. Fakat hala kapitalist sistemin hegemonyası ABD liderliğindedir. Merkezi uygarlık sisteminde hegemonya krizi yaşansa da hegemonik kaymanın nasıl ve hangi alana olacağı netleşmemiştir. Demokratik uygarlık paradigmasının ışığında içinde bulunduğumuz 3. Dünya Savaşı’nı yorumladığımızda göreceğimiz ana gerçeklik ise ne kadar parçalı ve örgütsüz olsa da çatışmanın demokratik uygarlık ile devlet ve iktidarcı uygarlık güçleri arasında geçtiğidir. Yapısal krizin çözümsüzlüğü yeni sistem arayışlarını güçlendirir ve başat hale getirirken bu savaşın ilk hedefinin Önder Apo olması ve uluslararası komployu birleşerek gerçekleştirdikleri ortadadır. Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava Devrimi’nin içini boşaltmak ve yenilgiye uğratmak için dört bir koldan kuşatılmasının başka bir karşılığı yoktur. Rojava Devrimi’nin en temel özelliği kapitalist ilişkilere aldığı paradigmatik tavırdır. İnsanlığın gördüğü en azılı katil sürüsünü yine insanlık adına yenilgiye uğratan Kuzey Doğu Suriye halklarının, Arapların, Süryanilerin, Kürtlerin üzerine Türk ulus devletini ve DAİŞ çetelerinden bozma orduları salan yine bu sistemin sahipleridir. Türkiye’nin demokratikleşerek Kürt varlığını tanımasına ramak kala buna izin vermeyen ve Kürt soykırımına yeşil ışık yakan da aynı güçlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın krizli ortamında kapitalist sisteme alternatif bir Ekim Devrimi ile karşılaşan kapitalist güçler, Ortadoğu’nun kalbinde gerçekleşecek yeni sistemsel çıkışın temsil ettikleri sınıf ve iktidar güçleri açısından tarihsel bir yenilgi olduğunu, dünyanın çehresini değiştireceğini, yeni ilişki ve yaşam formlarını açığa çıkaracağını görerek hareket etmekte ısrarlıdır. Kısacası ana çelişki ve bölümlenmenin demokratik uygarlığı oluşturan unsurlarla iktidar ve sermaye tekellerine dayalı gelişme gösteren kapitalist sistem arasında olduğunu biliyoruz.
Kapitalist modernitenin hegemon çekirdek gücü İsrail’dir
Şimdi dünya kapitalist hegemonyasının yeni bir saldırı aşaması olarak 3. Dünya Savaşı’nı tartışıyoruz. Küçük bir hatırlatma yapmak gerekirse 1990 sonrası gündeme giren Yeni Dünya Düzeni’ne ilişkin tartışmalar çok yoğundu ve dünya düzeninin şekillendirilmesinde Ortadoğu’ya müdahalelerin planlamalarına girişilmişti. Güncel olarak yaşadıklarımızdan ‘her şeye şekil veren bir gizli elden’ bahsettiğimiz sonucu çıkmasın. Yalnız özellikle 2. Dünya Savaşı ile birlikte bir küçük İsrail devletine giden yolun açılması ile kapitalist sistemin ‘motor’ gücü de diyebileceğimiz Yahudi sermayesinin, bu sistemin tüm gücünü kullanarak bölgeye daha fazla yükleneceği anlaşılıyordu. Ahlaki ve politik bir tutum olarak anti-semitizm karşıtı olduğumuz biliniyor. Yahudi toplumunun bilge yönünden ve bir Ortadoğu toplumu olduğundan da şüphe edilemez. Fakat kapitalist sistemin sermaye gücünü oluşturan Yahudi egemen sınıflarının, kendisi de milliyetçi dinciliğin atası olan inanç sistemine de dayanarak bölge hegemonluğunu geliştirmeye çalıştığı açıktır. Günümüzün İsrail’i, kapitalist modernitenin Ortadoğu egemenliğinin çekirdek gücüdür ve bu gücü kabul ettirene kadar da durmayacağı anlaşılmaktadır. Bunun için şimdiye kadar birçok operasyon yapıldı. Dikkat edilirse Irak’a müdahale bununla ilişkiliydi. Suriye’yi birbirine katan ve parçalara bölen DAİŞ saldırısının amacının da yine bu temelde planlandığı anlaşılıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan 1948’e kadar geçen süreç İsrail’in kuruluşuna göre kurgulanırken, 1990 sonrası yaşanan gelişmeler İsrail’in güvenliği temelinde inşa edilen bir Ortadoğu sahası olmaktadır. TC devletinin kuruluşunun da şimdi üstlendiği misyonun da bununla yakın ilişki içinde olduğunu unutmayalım. Yine Başûrê Kurdistan’da bir küçük Kürt ulus devletçiği planı da bu güvenlik konseptinin bir parçası olarak geliştirildi. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin inisiyatifini kırmak kadar Türkiye’yi dengelemek açısından da böyle bir projenin yapıldığı belirtilebilir.
Şimdi İsrail saldırganlığının nasıl ve nerede duracağı sorusu zihinleri meşgul ediyor. Her geçen gün artan bir saldırganlıkla bölgedeki güçleri savaşın içine çekmeye çalışırken, diğer yandan Ortadoğu’nun hegemonik gücü olduğunu da ilan ediyor. İran’ın evinde gerçekleşen saldırılar, etkinlik kurduğu alanlarda gerçekleştirdiği suikastlar, yine İran’la bağlantısı bilinen güçlerle açıktan girdiği savaş İran’ı düşürmeden ya da hizaya çekmeden durmayacağını gösteriyor. Bölgesel güç iddiasında olan İran devletinin çok yönlü kuşatmaya alındığı görülüyor. İsrail’in Hamas faaliyetlerini gerekçe göstererek Gazze’ye, Filistin topraklarına yönelik gerçekleştirdiği kıyım, saldırılar aralıksız devam ederken ve Filistin halkı Arap halklarının gözü önünde soykırımdan geçirilirken dikkat edilirse ciddi hiçbir engel ile karşılaşmamaktadır. Arap ülkelerinin, küçük ulus devletlerle kapitalist sisteme bağlanmış olması özünde bu sistemin merkezinde yer alan sermaye güçlerine yani İsrail’i oluşturan egemen sınıflara bağlanmış olduklarını ortaya koymaktadır. Ulus devlet ve milliyetçilik dininin çoktan Hz. Muhammed’in inanç sisteminin yerini aldığını ve kendisine ihanet edildiğinin göstergesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İslam inancının atası olduklarına dayanarak kendilerine ‘kavmi necip’ yani soylu, yüce millet sıfatını layık gören Arap toplumundan geriye petrol gelirlerini uluslararası sermayeye peşkeş çeken bir işbirlikçi egemen sınıf ile ekonomik, sosyal, demokratikleşme sorunu yaşayan toplum parçacıkları kalmış gibidir. Bu nedenle Filistin halkının kendi kaderine terk edildiğini ve bölge ulus devletlerin çıkarlarının bir nesnesine dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu noktadaki konumu özellikle muğlaklaştırılıyor. Oysa binlerce çocuk, kadın ve masum insanın dünyanın gözü önünde İsrail zulmüyle karşı karşıya kalmasına yol açan güçlerin başında Türkiye geliyor. Türk ulus devletinin kuruluşu, İsrail’i tanıyan ilk devlet olması gibi nedenlerden bahsetmiyoruz. Dikkat edilirse AKP-MHP yönetimindeki Türkiye’nin tüm aşırılıklarının uluslararası sistem tarafından tolere edilmesi durumu yaşanıyor. Bunun temel nedeni özellikle AKP döneminde şahlanmış olan Anadolu sermayesinin Yahudi sermayesi ile kurduğu ilişkiden kaynaklanıyor. Bir diğer önemli nedeni Kürt kartı ile Türkiye’ye kapalı ya da açık bir biçimde tüm taleplerini kabul ettiriyor olmaları. Üçüncü ve önemli bir durum ise kırım-soykırım politikalarındaki uygulama benzerlikleridir. AKP-MHP hükümetinin Türkiye’yi Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşımı karşısında en kuralsız ve kirli savaşın içine iterek İsrail’in Filistin halkı üzerindeki politikalarına meşruluk kazandırdıklarını kim yadsıyabilir ki? Ayrıca AKP’nin iktidara getirilmesindeki en önemli neden Ortadoğu’daki radikal İslam unsurlarını etkisizleştirme ve yerine kapitalist sistemle bütünleşen ılımlı İslam projesinin liderliğini yapması olarak belirlenmiştir. Bu bilfiil Erdoğan tarafından dile getirilen proje olma gerçekliği oluyor. 7 Eylül’de Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği provokatif saldırının fikir babası olduğu, akıl verdiği, yol gösterdiği ve bununla Ortadoğu savaşında kendisine alan kazanmak istediği tezi mutlaka ciddiye alınmalıdır. Benzer bir iddiayı Hamas lideri Haniye’nin İran’da bir suikastla öldürülmesi olayı için de dile getirenler, bir zincirin halkalarından bahsediyor. İran’ı yıkmadan, dize getirmeden İsrail’in Ortadoğu’nun hegemonik gücü olduğu dile getirilemez. Yine 3. Dünya Savaşı’nın amacı olan İsrail’in güvenliğini sağlamak mümkün hale gelemez. Dikkat edilirse şimdi Lübnan, Lübnan’daki Hizbullah faaliyetleri hedeflenerek İran devletinin kolu kanadı kırılmaya çalışılıyor. İran yönetimi tahriklere gelmemek için direnç içinde olsa da ‘savaşı kendi toprakları dışında sürdürme stratejisi’ ortadan kaldırılarak doğrudan savaşa çekilmek isteniyor.
3. Dünya Savaşı’nda Türk ulus devletinin rolü
Ortadoğu’nun sanki değil, gerçekten bir yangın yerine döndüğü, on yıl önce başlatılan vekalet savaşlarının DAİŞ’in Reqa yenilgisinden sonra tamamlandığı ve bölgedeki aktörlerin doğrudan savaşın içine girdiği bir dönemin içinden geçiyoruz. O günün koşullarında yaptığımız bu tespitlerin isabetli olduğu ortaya çıktı. Günümüzün öne çıkan kavramı ‘Hibrit’ savaşlarıdır. Dikkat edilirse geçmişin düzenli ordu savaşlarının yerini istihbarat, paramiliter yapılar ile kontrgerilla taktikleri aldı. Sadece toplumsal hareketlere karşı değil devletlerin birbirine karşı yürüttüğü savaşta da gayrı nizami harp taktikleri öne çıktı. Çünkü günümüzde, toplumların ulaştığı düzey klasik savaşı yürütmeye izin vermiyor. Bunun için çok gerekli olan ‘terörizm’ tanımı öne çıkarılarak savaşlar yürütülüyor. Reel sosyalizmin yıkılışından sonra saldırılarını yürütmek için yeni düşman hedefleri belirleme ihtiyacı duyan küresel kapitalist sistem önce Taliban ve El Kaide’yi, ardından DAİŞ’i, şimdilerde İsrail için Hamas’ı açığa çıkardı. Hamas’ın FKÖ karşısına nasıl çıkarıldığı bilinen bir durum. Geçen yıl ABD Başkanı Biden’in terörizm tanımlamasına Ukrayna savaşıyla birlikte Rusya ve zaten nükleer çalışmaları dolayısıyla listede olan İran ve Kuzey Kore’de eklendi. Bu durum Ortadoğu merkezli yürüyen dünya savaşında uluslararası hiçbir kurumun karşı çıkamayacağı bir pozisyon yaratıyor.
Türk ulus devletinin 3. Dünya Savaşı’nda önemli bir rolü olduğunu vurgulamaya çalıştık. Bu rolünü bölgedeki etkinliğini daha fazla arttırmak için pazarladığını da vurgulamak gerekir. Küresel sistemle çelişkileri hiç yoktur diyemeyiz. Ancak bunların çıkar çelişkileri olduğu çok açıktır. Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi karşısındaki konumu Türk ulus devletinin yönelmek istediği bölgesel güç olma istemini oldukça hassas hale getirmektedir. Başta bölgedeki ulus devletlerle kurduğu ilişkiler olmak üzere uluslararası ilişkilerde Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım saldırılarına destek istemekte, onay beklemektedir. Bu durumu onu en kullanılabilir bir enstrüman haline dönüştürmüştür. Dünya medyasında bu kadar yer alması ne kadar ruh hallerini okşasa da, gösteriş ve şaşa ile Türkiye toplumunda ‘başarılı’ imaj çizmeye çalışsalar da Türk ulus devleti ciddi bir yıkımı yaşamaktadır. Toplumsal sorunlardan bahsetmeyeceğim. Demokratikleşme sorunlarını tartışmak artık bir anlam taşımıyor. Ekonomik kriz herkesin dilindedir. Türkiye ve Kürdistan toplumları ‘9 yaşındaki Narin’ ile birlikte boğulmuş bir toplum haline dönüşmüştür. Narin’in yaşadıkları ve yaşayamadıkları Türkiye gerçekliğidir. Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşını tasfiye etmek için cumhuriyet tarihinin en kuralsız, kirli, topyekun ve karanlık savaşı yaşanmaktadır. AKP bir savaş hükümetidir ve Ortadoğu savaşının en aktif taraflarındandır. Bu savaştan iki beklentisi vardır. İlki Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşını tasfiye etmek ve Kürt halkının soykırım sürecini tamamlamaktır. İkincisi Ortadoğu’da dengeler hatta sınırlar yeniden belirlenirken başta enerji kaynakları ve yolları olmak üzere payını büyüterek küresel pazarda daha fazla yer almaktır. Erdoğan yönetiminin her iki başlıktaki iddiaları Türk ulus devletini uçurumun kenarına getirmiş ve kendi tarihinin en tehlikeli mecrasına sokmuştur. Enerji kaynakları ve yolları üzerinde hakimiyet kurma iddia ve çabasının ‘aşırı’ bulunduğunu biliyoruz. Eğer şimdi karşısında ciddi bir engel çıkarılmıyorsa bu İsrail’in ve onun sonuna kadar arkasında duran ABD öncülüğündeki küresel güçlerin hesapları nedeniyledir. Fakat bu durumun çok uzun süreceği beklenmemelidir. İlk iddiası ise 1923’den günümüze yüz yıllık cumhuriyetin nihai hedefiydi. Bu konuda sonuç alması ise beklenmemelidir. Irak ile içine girmiş olduğu ilişkilerin sonuç alıcı olması biraz da İran’ın konumuyla bağlantılı gelişme gösterecektir. İran devleti şimdiki gibi kalacaksa Irak ile kurduğu ilişkilerden birkaç açıdan yararlanabilir. Fakat Kürt halkının soykırımını tamamlamak için İran ile içine gireceği yakınlaşma kendisine pahalıya patlayacaktır. Bu konuda İran’ın Türkiye üzerinden uluslararası sistemle uzlaşma istemi olsa bile pozisyonu buna izin vermeyecektir. BRICS macerasının önemli sonuçları olacağını söyleyebiliriz.
Ortadoğu’da cereyan eden 3. Dünya Savaşı içerisinde Kürt halkı ve Özgürlük Mücadelesi’nin, Kürdistan’ın kaybeden taraf olmayacağı ise kesindir. Bu tespiti savaşı çok tercih ettiğimizden değil savaşın tek seçenek olarak bırakıldığı için yaptığımı belirtmeliyim. Zorunluluk ve özgürlük ilişkisini ahlaki temelde kuruyorum. İnsan olarak varlığımızın sürmesi özgürlüğümüze, özgürlüğümüz ise savaşmamıza bağlı. Bu ahlaki ilke yani boyun eğmeme, kula kulluk etmeme, yaşam olarak önümüze sürülenin yaşam değil kendini yitirme olması gerçekliği 3. Dünya Savaşı içerisindeki duygusal refleksleri şekillendiriyor. İki kelimelik bir tespitin açığa çıkardığı bu görkemli direniş ve diriliş hikayesinin günümüzde açığa çıkardığı sonuçlar tek bir hamleyle değil, her adımda zaferi yaratarak ilerlediğini ortaya koyuyor. Gerçekten PKK’nin ortaya çıkardığı gelişmeleri görmeyenler ya kör ya da bilinçli çarpıtma görevi ile hareket edenler oluyor.
Kürdistan ve Kürt halkı, Önder Apo’nun belirttiği gibi erkek egemenliğine dayalı devlet ve iktidar uygarlığının en çok sillesini yiyen bir gerçekliği temsil ediyor. Bu durum ulus devlet dönemi de diyebileceğimiz kapitalist modernite aşamasında da devam etmiştir. Kürt halkı maddi ve manevi olarak ağır bir yıkım yaşamış, artık kendisine gelemez denilerek mezarı bile kazılmıştır. Bu sınıflı-devletçi uygarlığın kaybedeni olmuşlar, adeta Marks’ın işçiler için söylediği ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan’ sıfatını en fazla hak eden konuma getirilmişlerdir. Kısacası Kürt halkı ve kadınların kaybedecek bir şeyi yoktur. Olsa olsa kazanacakları yeni bir dünya vardır ve Önder Apo’nun soluksuz yürüyüşü ile bunun hakkını elli yılı aşkın bir süredir vermektedir. 3. Dünya Savaşı koşullarında Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi kadın özgürlüğüne dayalı, demokratik ve ekolojik bir demokratik modernite sistemini kuracak şansı yakalamıştır. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşının koşullarında Ekim Devrimi doğmuş, İkinci Dünya Savaşı’nda ulusal kurtuluş savaşları belirli bir sonuca ulaşmışsa 3. Dünya Savaşı koşullarından da küresel çapta etkili olacak özgürlük sisteminin doğuşu gerçekleştirilebilir. Bunun fırsatları vardır. Bilinci oluşmuştur. Klasik bir tanımlamayla devrimin objektif ve sübjektif koşulları kesinlikle ortaya çıkmıştır. Başta ilk ezilen ulus, cins ve sınıf olarak kadınlar olmak üzere halklar, emekçiler, özgürlük arayışçıları ekmek ve sudan daha fazla bu devrimin ihtiyacını duymaktadır. Yeter ki karşı devrimci güçleri iyi tanıyalım, örgütlenelim. İktidar ve devlet güçlerinin bulunduğu her yeri direniş alanına çevirelim.