Doğru siyasi tespitler yapmak için dünya savaşlarının neden ve ne zaman çıktığını bilmek gerekir. Öte yandan bir dünya savaşının nasıl sürdüğünü anlamak açısından o dönemdeki ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal durumu ve savaş araçlarının niteliğini bilmek önemlidir. Şu anda 3. Dünya Savaşı içinde olduğumuzu söylüyoruz. Buna rağmen 3. Dünya Savaşı çıktı çıkacak tartışmaları var. Bu nedenle ilk başta belirttiğimiz konulara açıklık getirmemize ihtiyaç vardır. Yıllardır 3. Dünya Savaşı’nın neden ve ne zaman çıktığı ve karakteri konusunda değerlendirmeler yapmaktayız. 3. Dünya Savaşı’nın yeni boyutlar kazandığı bu süreçte bunları belli düzeyde yeniden değerlendirmek gerekli hale gelmiştir.
Dünya tarihi boyunca hep şu diyalektik işlemiştir. Bir dönem göreceli bir statüko oluşur. Ancak zaman içinde bazı güçler ekonomik, toplumsal, kültürel ve askeri alanda gelişme sağlarlar. Böyle güçler bu durumda etki ve hakimiyet alanını genişletmek için harekete geçer. Daha önce önemli hakimiyet sağlamış güçleri zorlar, onlarla savaşırlar. Bu güç ve güçlerin savaşı sonucu yeni güç dengeleri ve ona dayalı göreceli statükolar oluşur. Aslında egemenler ve devletler açısından dünya tarihi bu tür bölgesel savaşların ve savaşlar sonucu oluşan yeni siyasi dengelerin ve statükonun oluşması tarihidir. Kuşkusuz halkların ve ezilen sınıfların bu tarih içinde büyük isyanları ve direnişleri de bölgedeki, dolayısıyla dünyadaki ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal gelişmelere önemli düzeyde yön vermiştir.
Dünya savaşı kavramı emperyalist ülkelerin tüm dünyayı egemenlik alanları olarak görmeleri ve dünyanın her yerinde egemenlik mücadelesi vermeleri sonucu gündeme girmiştir. 20. yüzyılın başına gelindiğinde dünyanın her yerinde belli emperyalist güçlerin hakim olduğu bir siyasi durum vardı. Dünyanın esas olarak İngiltere ve Fransa tarafından paylaşıldığı bu yüzyılın başında geç emperyalist olan Almanya ve Japonya her bakımdan önemli gelişme sağlamış, sermaye ve meta ihracı için yeni yayılma alanları ihtiyacı duymuştur. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Rusya’yı geriletmek, Osmanlı İmparatorluğu ise gerileyen durumunu durdurmak ve yeni alanlar kazanmak için Almanya’nın yanında yer almışlardır. Ancak Almanya’nın başını çektiği ittifak yenilmiştir. Bu ittifak daha büyük yıkım yaşayabilirdi. Ancak 1917 Sovyet Devrimi sonucu İngiltere ve Fransa’nın önemli müttefiki Rusya savaştan çekilince Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları daha büyük çöküşten kurtulmuşlardır.
Bilindiği gibi bu savaşın sonlarına doğru ABD de İngiltere-Fransa cephesinde yer almış; siyasal arenada yükselen bir ülke haline gelmiştir. Versay Anlaşması ile yenilen Almanya’ya ağır yükümlülükler yüklenmiştir.
Yenilen Almanya 1930’lu yıllardan itibaren yeniden ekonomik gelişme sağlamıştır. Hitler faşizmi iktidara gelince bu ekonomik gelişme ile birlikte toplumu tümden militaristleştiren adımlar atmıştır. Alman sermayesi kendisine biçilen sınırları yıkmayı hedeflemiştir. İngiltere ve Fransa gibi güçlü bir emperyalist ülke olmak isteyen İtalya da Almanya ile ittifak yapmıştır. İspanya’daki Franko faşizmi de bu ittifaka dahil olmuştur. Doğuda hızla yükselen Japonya da Uzak Doğu’nun hegemonu olmak için bu faşist ittifakın parçası olmuştur. Bu ülkeler ekonomik, askeri gelişmelerine göre dünyadan pay almak istemişler; böylece 2. Dünya Savaşı denen paylaşım savaşı çıkmıştır. Özcesi ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal ve askeri güç kazananlar eski statükoyu reddedip yeni siyasi dengelere dayalı bir dünya statükosu yaratmak istemişlerdir. Ancak bu cephe ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler cephesi karşısında yenilgiye uğramışlardır. Çarşıya pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır.
Bu iki dünya savaşı birbirine düşman katı kamplaşmaların sert ve ölümcül savaşı olduğundan 4 yıl kadar sürmüştür. O düzeyde sert bir savaş olmasına rağmen yenilginin sonucu ağır olacağından her güç tüm imkanlarını sonuna kadar kullanarak 4 yıl kıran kırana bir savaş yürütmüşlerdir. Öyle ki, bu savaşı bitirmek için atom bombası kullanılmıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşı’nı değerlendirirken savaşa katılanların katı bir kamplaşma içinde olduklarını, birbirlerine kesin diz çöktürme savaşı yürüttüklerini bilmek gerekir. Bugün 3. Dünya Savaşı dediğimiz savaş onlarca yıl sürüyorsa bu 3. Dünya Savaşı’nın gerçekleştiği ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal ortamla bağlantılıdır. Öte yandan 3. Dünya Savaşı dediğimiz bugünkü savaş 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndaki gibi katı kamplaşma ve sert ölümcül bir karakterde sürmüyorsa, bunun nedeni de 3. Dünya Savaşı’nın sürdüğü küresel kapitalizmin ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal özelliklerinden dolayıdır. Bu iki savaş dönemindeki koşulların farkını iyi görmemiz gerekir.
- Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerin varlığı koşullarında yeni siyasi dengeler ve dünya statükosu oluşmuştu. Bu statükonun önemli ayaklarından olan Sovyetlerin çözülmesi ve Varşova Paktının dağılması dünya siyasi dengelerinde önemli boşluklar ortaya çıkardı. Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkasya’daki bölgesel savaşlar bu boşlukların küresel kapitalizmin en büyük gücü ABD’nin öncülüğünde doldurulması savaşlarıydı. Ancak eski dengelerin, statükonun yıkıldığı yeni siyasi dengeler ve statükonun oluşmadığı bu süreçte bu savaşlar yeni siyasi dengeler ve bu temelde yeni dünya statükosunun oluşması açısından yeterli olmuyordu. Özellikle tarih boyu siyasi denge ve statükonun oluşmasında önemli rol oynamış olan Ortadoğu’nun yeni statükonun önemli parçası olması gerekiyordu. Enerji kaynaklarının kapitalizmin bu aşamasında daha önemli hale gelmesiyle Ortadoğu’nun küresel kapitalizm açısından mutlaka göreceli istikrara kavuşturulması gerekiyordu. 1991’deki 1. Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali bunun için gerçekleştirildi. Böylece yeni siyasi dengelerin ve statükonun oluşacağı 3. Dünya Savaşı başlamış oldu. O günden bugüne kadar da 3. Dünya Savaşı sürmektedir. 30 yıldan fazladır süren 3. Dünya Savaşı’nın bir 10 yıl daha süreceği anlaşılmaktadır.
- Dünya Savaşı on yıllardır sürüyor
- Dünya Savaşı neden 10 yıllardır sürmektedir? Bunun en önemli nedeni birkaç ülke (İran, Suriye, Kuzey Kore vb.) dışında tüm dünya ülkelerinin küresel kapitalist sistem içine alınmasıdır. Bugün ABD-Avrupa ile güç mücadelesi içinde olan Çin, küresel kapitalizm koşullarından en fazla yararlanan ülke haline gelmiştir. Rusya-NATO savaşında Çin Rusya ile bir savaş müttefiki olarak görünmek istememiştir. Açık bir siyasi-askeri destek vermemiştir. Çünkü küresel kapitalizmin önemli güçleri olan ABD ve Avrupa’ya karşı tutum en fazla da Çin’e zarar verecektir. Rusya’nın Belarus, Kuzey Kore ve İran dışında destek aldığı bir ülke yoktur.
- Dünya Savaşı’nda tabi ki güç savaşları vardır. Çin de 3. Dünya Savaşı içinde olan ve kendi konumunu güçlendirmek isteyen ülkelerin başında gelmektedir. Ancak ne Çin, ne Rusya katı bir kamplaşma içine girmemektedir. NATO da Rusya’ya karşı açık bir savaş yürütmemektedir. Ukrayna NATO’nun vekalet savaşını yürütmektedir.
- Dünya Savaşı esas olarak küresel kapitalizm içinde yer alan güçler arsında olduğundan hem katı kamplaşmalar olmuyor hem de savaş 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndaki gibi tüm güçlerini sonuna kadar kullanarak yürütmüyorlar. Küresel kapitalist güçler de küresel kapitalist sistemin tümden alt üst olacağı ve hepsinin ağır etkileneceği bir savaş içine girmiyorlar. 3. Dünya Savaşı’nı kazanmak için her güç 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndaki duruma düşmeden savaşı çok boyutlu yürütüyorlar. Ekonomik, basın, kültür, teknik, istihbarat gibi birçok araç kullanarak bu savaşı yürütüyorlar. Yani klasik savaşlar gibi esas olarak silahların savaşın yönünü belirlediği bir savaş yürütülmüyor. Silah teknikleri yanında diğer güç imkanları da devreye konuluyor. Buna Hibrit Savaş da deniliyor. En son İsrail, bu savaş biçimine dijital-siber savaş tekniğini de eklemiştir.
- Dünya Savaşı’nın neden onlarca yıl sürdüğünü anlamak açısından küresel kapitalizm koşullarında savaşın farklı yürütüldüğünü görmemiz gerekir. Küresel kapitalizm ortamında katı kamplaşmaların savaşını görmeyeceğiz. Küresel kapitalizm içinde kim daha güçlü olacak savaşı verilmektedir. 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndaki gibi karşıt cepheler yoktur. Küresel kapitalizmin hiyerarşi piramidi vardır. Her güç bu piramidin yukarlarında olma savaşı vermektedir. Örneğin 5.sıradan 4. sıraya, 3. sıradan 2. sıraya, 2. sıradan 1. sıraya gibi. Kuşkusuz daha fazla basamaklar vardır. Bu basamaktaki bazı güçler birbiriyle ilişki, hatta ittifak içinde yukarıya çıkma mücadelesi verir, vermektedir. Ancak bu mücadele küresel kapitalizm içi mücadelenin karakterine göre olmaktadır. Kapitalizm koşullarında kapitalist güçler arasında mücadele bitmez. Hatta küresel kapitalizm koşullarında savaş yoğunluğu ve biçimi farklı olsa bile hiç durmaz. Küresel kapitalist güçler arasındaki çelişki ve mücadelenin de sürekli olacağını görmek gerekir. Politika yürütürken katı kamplaşmalar olmadığını görme yanında bu güçler arasındaki çelişki ve mücadelenin sürekli olduğunu da bilmek gerekir. Bir yönüyle de sürekli çelişkiler yaşayan bir küresel kapitalist güçler gerçeği vardır. Bu da halkların mücadelelerinde yararlanacakları önemli bir zemin olmaktadır.
Bu gerçekler ışığında 3. Dünya Savaşı başladı başlayacak gibi değerlendirmeler dünya savaşı olacaksa 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda olduğu gibi olur, tarzındaki şematik anlayışın sonucudur. Sovyetlerin dağılması üzerinden 30 yıl geçmiş, eski dengeler yıkılmış, yeni dengeler de kurulamamış. Günümüz dünyasında yeni dengelerin oluşması ve buna dayalı statükonun oluşması için bir dünya savaşı gerekirdi! Küresel kapitalizm gibi hiçbir boşluk kaldırmayacak, hatta insanların beynine kadar hükmetme ihtiyacı duyan bir sistem bu hakimiyetini mutlaka sağlamak isteyecekti. İşte bu hakimiyet mücadelesi 1. Körfez Savaşı’ndan beri sürmektedir.
Bazı değerlendirmelerde 3. Dünya Savaşı’nın ve mücadelesinin Uzak Doğu’ya kayacağı belirtilmektedir. Bu da şematik, yüzeysel ve tarihsel toplum gerçeğinden uzak değerlendirmelerdir. Kuşkusuz küresel kapitalizmde tüketim toplumu çok önemli olmaktadır. Bu açıdan en fazla tüketecek toplum-nüfus Uzak Doğu’dadır. Buna bakarak Ortadoğu eski önemini kaybedecek, küresel kapitalist güçler asıl ağırlığını Uzak Doğu’ya vereceklerdir denilmektedir. Kuşkusuz Uzak Doğu önemli hale gelmiştir. Bu alan eskiye göre daha fazla önemsenecektir. Ancak Ortadoğu dün olduğu gibi yarın da birinci derecede önemini koruyacaktır. Ortadoğu’yu düşünürken Avrupa, Afrika ve Ortadoğu’yu bir bütün olarak düşünmek gerekir. Avrupa hala çok önemli bir coğrafyadır. Bu önemini sağlatan bir etken de Ortadoğu ve Afrika ile birlikte bir bütün olmasıdır. Ortadoğu’da hala büyük enerji yataklarının varlığı da düşünülmelidir. Son 30 yıldır küresel kapitalizm boşuna Ortadoğu ile uğraşmamaktadır. Afrika’nın yükselen önemi de düşünüldüğünde Avrupa, Ortadoğu ve Afrika alanı nasıl ikincil plana düşecektir? Yüzyıl gibi çok uzun bir vadede ne olacağını da şimdiden söyleyemeyiz.
Rusya-Ukrayna savaşı başladığında da Ortadoğu savaşının ikinci planda kalacağı; Ortadoğu’nun küresel kapitalizm için öneminin azaldığı değerlendirmeleri yapıldı. Kuşkusuz Rusya’nın konumundan dolayı Avrupa ve ABD Doğu Avrupa’yı önemsemektedirler. Nitekim Rusya’yı durdurmak için birlikte hareket etmişlerdir.
Rusya-Ukrayna savaşı sürecektir. NATO’nun Rusya’ya kesin diz çöktürme gibi bir hedefi ve planı yoktur. Ancak Rusya’yı frenlemek istedikleri açıktır. Ukrayna’nın varlığını kabul edecek bir Rusya ile uzlaşmaya gidecekleri düşünülmelidir. Aslında Rusya-Ukrayna savaşında iki taraf da bir uzlaşma arayışı içindedir. Kesin yenilgi üzerine kurulmayan, iki tarafı da rahatsız etmeyen bir uzlaşma er geç sağlanacaktır. Şu anda savaş böyle bir uzlaşma yaratmak için sürdürülmektedir. Ne Rusya’ya diz çöktürülebilir, ne de Rusya NATO’nun arkasında olduğu Ukrayna’yı yenebilir!
Rusya küresel kapitalizm içindeki bir güçtür. Bu nedenle bu düzeyde tepki beklemiyordu. Rusya küresel kapitalizm dışında kalamaz. Bunun için kapitalizmden vazgeçmesi lazım. Belki bir Çin kadar kapitalizmle bütünleşmemiş ama sistemin parçası haline gelmiştir. Zaten bu nedenle çok zorlanmaktadır. Bir İran değildir. İran küresel kapitalizmle tam bütünleşmediği için ayrıksı kalabilir. Ancak Rusya kalamaz. Tabi ki Rusya İran’dan çok güçlüdür, ancak sistemin parçası olduğundan daha fazla zorlanmaktadır. Bu nedenle Rusya’nın onurunu zedelemeyecek bir uzlaşma arayışı içinde olması anlaşılır bir durumdur.
Hamas provokasyonunun arkasında Türkiye’nin olması anlaşılırdır
Şu anda dünya savaşının merkezinde olan Ortadoğu’da savaş bir taraftan keskin biçimde Kürdistan’da sürerken diğer taraftan İsrail-Hamas savaşıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e saldırıp binden fazla sivili öldürmesi, yüzlercesini esir alması Filistin’e ve Ortadoğu’ya yöneltilmiş bir provokasyon olmuştur. Hamas, İsrail’in çok sert karşılık vereceğini bile bile 7 Ekim saldırısını yapmıştır. Kendi değerleri ve ölçüsünde 7 Ekim Hamas için bir başarıdır! Tabi bizler açısından doğrudan sivillere yönelik olduğundan kabul edilemez bir eylemdir. Çünkü kaza ile ve savaş içinde ölmüş siviller değildir. Hamas, sivilleri doğrudan hedef almıştır. DAİŞ nasıl ki sivillere yönelik eylemlerini başarı görüyorsa Hamas da benzer bir zihniyete sahiptir.
Hamas’ın bu eylemleri neden yaptığını Hareketimiz çeşitli vesilelerle değerlendirdi. Bu eylemler Hindistan’da yapılan G-20 zirvesinde kararlaştırılan Körfezden İsrail’e, oradan da Avrupa’ya yönelik enerji koridoru ve İsrail ile Araplar arasındaki İbrahimi anlaşmayı sabote etmek için gerçekleştirilmiştir. Bu anlaşmalardan İsrail düşmanı bazı radikal İslami hareketler ve İran rahatsız olsa da esas rahatsız olan doğrudan kendisi için kaygı duyan Türkiye’dir. İbrahimi anlaşma Türkiye’nin Ortadoğu’daki önemini ikinci, hatta üçüncü plana atmakta, yüzyıllardır kullandığı ve politika yaptığı jeopolitik önemini azaltmaktaydı. Enerji koridoru da kendisini enerji hatları yolu olarak düşünen Türkiye’nin bu konumunu büyük oranda dışarda bırakıyordu. Türkiye bu gelişmeleri kendisi için beka sorunu olarak görmüş ve Hamas’a bu provokasyonu yaptırmıştır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı bu jeopolitik konumuyla kendisini yaşatmaya çalışmıştır. Yeni Türkiye de bu konumuna dayanarak var olmuş, şimdiye kadar da bu konumunu kullanarak kendisini bir bölge gücü haline getirmiştir. Kürt soykırımını da bugüne kadar bu jeopolitik konumuna dayanarak sürdürmüştür.
Bu açıdan Hamas provokasyonu arkasında Türkiye’nin olması çok anlaşılır bir durumdur. Bir cinayette, bir kriminal olayda faili bulmak için bu olaydan kimin çıkarı var, en fazla kim yararlanmıştır sorusu sorulur. Hamas saldırısından en fazla yarar bekleyen ülke hangisidir, sorusunun cevabı da Türkiye’dir. Zaten 7 Ekim saldırısından sonra Hamas’ı en fazla destekleyen Türkiye olmuştur. İran destekleyici gözükse de bu bir ideolojik-politik yaklaşım, tutum olarak ortaya konulmuştur. İran’ın saldırı motivasyonunda doğrudan rolü yoktur. Hamas’ı bu konuda esas olarak teşvik ve motive eden MİT yoluyla doğrudan AKP-MHP faşist iktidarıdır.
Bu savaşta doğrudan Hamas’ın desteklenmesi Türkiye’nin bölge politikasındaki önemli değişikliği ve sorunu ifade eder. TC’nin, İsrail’in kuruluşundan bu yana İsrail’in destekçisi olmasının en önemli nedeni İsrail üzerinden ABD ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın desteğini almak içindi. Kürt soykırımı konusunda ABD ve Avrupa’nın desteğini almak için de İsrail’le ilişkiyi en iyi biçimde tutuyorlardı. Türkiye bir nevi 2. İsrail gibi hareket ediyordu. Ancak İbrahimi anlaşma ve enerji koridoru onların ayarını ve eksenini bozdu. Bunun sonucu İsrail’in yerine İbrahimi anlaşmasına karşı olan ve İsrail’den geçecek enerji koridorunu istemeyen güçlerle ilişkiyi önemli gördü. Böylece Ortadoğu’daki jeopolitik konumunu korumayı amaçlamaktadır. Beka sorunu dedikleri en temel konu da, bu jeopolitik konumun kaybedilmesi korkusu olmaktadır.
Ancak Hamas’ın, Türkiye’nin ve İran’ın tam hesaplayamadığı ise İsrail’in bu saldırıyı hem varlığına yönelik bir tehlike hem de bazı amaçlarına ulaşmak için bir fırsat görüp hiçbir tepkiyi ve engellemeyi dikkate almadan topyekun bir saldırı içine gireceğiydi. İsrail savaş stratejisinde dört, beş cephede savaşma vardır. 20 Arap değil 50 başka devlet saldırsın onların tümüne karşı savaşma ve kazanma stratejisi vardır. 1967 6 gün savaşında tüm Arap devletlerine diz çöktürmesi böyle bir savaş anlayışının sonucudur.
Siyonist zihniyetin saldırı ve savaş stratejisini anlamak için Yahudilerin binlerce yıllık tarihini bilmek gerekir. Babil ve Roma sürgünlerinden sonra gittikleri her yerde görülmedik bir birlik ve ortak yaşama içinde olmuşlardır. Babil sürgününden önce de bir millet bilinciyle hareket etmektedirler. Yahudilerin kapsamlı ve derinliğine incelenmesi gereken tarihleri vardır. Yahudilerle ilgili birçok yazılı eser vardır. Aslında Tevrat Yahudileri oluşturan bir kitaptır. Yahudilerin oluşan karakterini Tevrat’tan bağımsız ele almak da mümkün değildir. Öte yandan binlerce yıl vatan arayışları, bunu bugünkü topraklarda bulmaları onları bu toprakları korumak, hatta genişletmek için her yola başvuracaklarını ortaya koyar. Bu konuda hiçbir değer tanımadan her türlü fanatizm içine girebilirler. Hele günümüzde birçok yolla(en başta da sermaye yoluyla) ABD ve Avrupa ülkelerini kendi politikalarına destek veren duruma getirmeleri onları bu konuda daha gözü kara hale getirmiştir. ABD’de hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin İsrail’e tam destek vermeleri, İsrail’i hiçbir gücün ve tepkinin frenlemeyeceğini, hedeflediği politikalardan vazgeçmeyeceğini göstermektedir.
İsrail Hamas’ı tümden bitirme ve Gazze’nin İsrail’le uzlaşacak bir yönetime kavuşmasını sağlayana kadar saldırılarını durdurmayacaktır. Hiçbir ateşkes görüşmesi İsrail’i bu hedefinden vazgeçirmeyecektir. Hamas da bunu bildiğinden kalıcı olmadığı taktirde bir ateşkesi kabul etmemektedir. Avrupalıların 2 devletli çözüm politikaları da Hamas’ın ezilmesini ve İsrail’le uzlaşacak bir Filistin yönetimini ifade etmektedir.
İsrail şimdiye kadar kadın ve çocukların da içinde olduğu 40 binden fazla Filistinli’yi öldürmüştür. İsrail bu soykırım katliamlarına devam edecektir. İsrail ne iç ne dıştaki tepkiyi dikkate almadan bu doğrultuda hareket etmeye devam edecektir. İsrail toplumunda entelektüel damar çok güçlüdür. Bu temelde içerde tepkiler yükselmektedir. Bu tepkiler devam da edecektir. Ancak İsrail toplumunun esas yüzü, binlerce yılda şekillenmiş ve mevcut Siyonist politikayı destekleyecek bir kesimin güçlü biçimde var olmasıdır. Zaten Netenyahu iktidarı 7 Ekim saldırılarına dayanarak politikalarını içerde ve dışarda meşrulaştırmaktadır.
Dünyada İsrail’in katliamlarına büyük tepki vardır. Filistin halkına büyük bir sahiplenme vardır. Sol ve sosyalist hareketler 1960’lı, 70’li ve 80’li yıllarda Filistin’e büyük destek verdiler. Dünyada Filistin sempatizanlığı çok yaygın gelişmişti. İsrail’in saldırısından sonra dünyada Filistin halkının direnişine gösterilen sevgi ve destek de sol ve sosyalist güçlerin onlarca yıl içinde yarattığı bu zemine dayanmaktadır. Dünyada sol ve sosyalist güçler bugün de Filistin halkının özgürlük mücadelesine destek vermektedirler. Avrupa’da sol ve sosyalist güçlerin harekete geçirdiği gençlik, kadın, emekçiler ve halkların İsrail’e yönelik tepkileri güçlü olsa da İsrail’i en fazla halkların bu desteği zorlasa da İsrail bu saldırı politikasını bırakmayacaktır. İsrail 7 Ekim’den hemen sonra bu amaç ve kararlılıkla katliamlara başlamış, bugün de sürdürmektedir. Hamas Gazze’de etkisizleştirilmeden de bu politikasını bırakmayacaktır. Bu savaşı değerlendirirken tüm insanlığı rahatsız eden ve vicdanları kanatan bu gerçekliğin iyi bilinmesi gerekir.
İsrail 7 Ekim provokasyonunu fırsat bilerek tüm muhaliflerini zayıflatma stratejisi izlemektedir. Bu açıdan İran’ı ve Hizbullah’ı yıpratma ve zayıflatma saldırıları yapmaktadır. Suriye’deki İran hedeflerini sürekli vurmaktadır. Haniye’nin İran’da vurulması da bilinçli bir tercihtir. Böylece İran’ın dayanılacak bir güç olmadığını gösterip zayıflatmayı hedeflemiştir. İran’ın vekalet güçler dışında doğrudan İsrail’i hedefleyecek ve ağır darbe vuracak bir kapasitesi yoktur. Kamikaze dronların ise vuracağı darbe çok sınırlıdır. Zaten binlerce kamikaze dron göndermiş, ancak İsrail’e çok az bir zarar vermiştir. Öte yandan İran, İsrail’e karşı topyekun bir savaşta karşısında ABD’yi bulacaktır. Zaten ABD bu konuda İran’ı defalarca uyarmıştır. Bazı uçak gemilerini ve savaş araçlarını Akdeniz’e ve Hint Okyanusu’na göndermeleri İran’ı caydırmak içindir. İsrail’e saldırı yapabilecek güçleri uyarmak içindir. Bu nedenle İran’ın kapsamlı bir savaş amacı yoktur. Sadece zevahiri kurtarma çerçevesinde sınırlı saldırılar yapmaktadır.
Ortadoğu’da savaşın yayılmasını isteyen tek ülke Türkiye’dir. Öyle ki, İran’ı, Hizbullah’ı tahrik etmek için her türlü üslubu kullanmaktadırlar. İran ve Hizbullah kapsamlı cevap vermezse onurları tümden kırılacak, hiçbir itibarları kalmayacak ve biteceklerdir, diyerek İran’ı savaşa teşvik etmektedirler. Türkiye, savaş yaygınlaşırsa bir taşla birkaç kuş vuracaktır! Yaygınlaşan savaşta kendine ihtiyaç duyulacağını düşünmekte, bölgedeki en önemli rakibi olan İran’ın zayıflayacağı ve bölge politikaları önünde engel olmaktan çıkacağını düşünmektedir. Bu savaşta NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak İran Azerbaycan’ı olarak görülen Urmiye ve Tebriz alanını da işgal edip Türkiye’ye katma hesabı da ulusal stratejileri arasındadır.
Yine savaşın yaygınlaştığı ortamda Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezip ve Kürt soykırımını tamamlamayı hesaplamaktadır. Tabi ki bu ortamda Başûrê Kurdistan’ı içine alan Musul ve Kerkük vilayetlerini işgal edip önemli bir amacına ulaşacağını düşünmektedir. Rojava Devrimi’ni tasfiye edip burada yapacağı işgal ve demografya değişimiyle Kürt soykırımını gerçekleştirmeyi de bu amaçlarının bir parçası olarak görmektedir.
Türkiye savaşın yayılmasını istese de ABD savaşın yaygınlaşmasını istememektedir. Arap ülkeleri de savaşın yaygınlaşmasına karşıdırlar. İran’ın da tüm tahriklere rağmen savaşı yaygınlaştıracak adımlardan kaçındığı dikkate alınırsa savaşın İsrail çevresinde süreceği, hatta yoğunlaşacağı düşünülebilir. İsrail’in Suriye’deki İran hedeflerini vurması, İran’ın Suriye’deki etkisini kırma dışında savaşı Suriye’ye yönelik yaygınlaştırma içine girmeyeceği de görülmektedir. Bu açıdan savaş yayıldı yayılacak tartışmaları ancak belirttiğimiz çerçevede değerlendirilmelidir. İsrail yaptığı saldırılar, suikastlar ve elektronik aletler üzerinden gerçekleştirdiği patlamalarla önemli düzeyde moral üstünlüğü ve inisiyatifi ele geçirmişken saldırılarını artırıp öngördüğü hedeflerine ulaşmaya çalışacaktır.
İsrail-Hamas savaşı bir daha çok net ortaya koymuştur ki, Ortadoğu’nun dünya siyasetindeki önemi azalmayacaktır. Başka bölgelerin öneminin artması da bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Yahudi ve Filistin sorununun çözümü demokratik konfederalizmdedir
Binlerce yıl içinde oluşmuş Yahudi sorununun çözümü Ortadoğu için önemli bir konudur. Rêber Apo bu konunun önemini bildiğinden Yahudi sorunu ile ilgili kapsamlı çözümlemeler yapmıştır. Yahudilerde var olan olumsuz anlayışları da kapsamlı olarak çözümlemiş; doğru bir çözüm gerçekleştiğinde Yahudilerin Ortadoğu’nun her bakımdan gelişmesine önemli katkılar sunacağını da vurgulamıştır. Kuşkusuz Ortadoğu’da Yahudi sorununun da Filistin sorununun da çözümü demokratik ulus anlayışına dayalı her etnik, inanç ve toplumsal kimliğin kadın özgürlük çizgisinde geliştirilecek demokratik konfederalizimdedir. Bu çözüm tüm etnik ve inanç toplulukların tam özgürlüğü ve her boyutta sınırsız gelişmelerin gerçekleştiği özgürlükçü demokratik çözümdür. Ulus-devlet anlayışının, dincilik ve milliyetçiliğin var olduğu bir ortamda sorunların bırakalım çözülmesi, daha da kördüğüm haline getirileceği açıktır.
Ortadoğu’da sorunların çözümsüz kalmasına yol açan en temel sorun ise ulus devlet zihniyetiyle 4 parçaya bölünmüş Kürt halkına yönelik soykırım saldırıları ve bunun yarattığı sürekli gerilim ve savaş halidir. Şu açığa çıkmıştır ki, Kürdistan’ın 4 parçaya bölünmesi ve bu temelde Türk devletinin öncülük ettiği Kürtlere yönelik soykırım savaşı Ortadoğu’da siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel ciddi sorunlar yaratmakta ve Ortadoğu’daki her türlü gericiliğin, demokrasi ve özgürlük karşıtlığının temeli olmaktadır. Ortadoğu’daki sorunları çözümsüz bırakan her türlü milliyetçilik ve dincilik de kaynağını buradan almaktadır. Türk devlet politikaları her türlü gericiliği beslemektedir. Çünkü Türk devleti ayakta kalmasını buna bağlamıştır. Bu nedenle Ortadoğu’da özgürlüğün ve demokrasinin gelişmesini kendi soykırımcı sömürgeci varlığına bir tehdit olarak görmektedir. Bu açıdan Kürt halkının özgürlük mücadelesi tüm Ortadoğu halkları açısından stratejik konumdadır. Bu yönüyle Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi tüm Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Rêber Apo’nun Atina(Özgür İnsan) Savunması’nda dile getirdiği “‘Kürt Teşisi’ dönecek ve Ortadoğu’yu demokratik uygarlık çağına ulaştıracaktır. Bize düşen, ‘Yeni Gılgamış ve İskenderlere’ kul olmadan, bu sefer uygarlığa halkların efendisiz katılımlarının umut kaynağı olabilmektir. Evrensel özellikleri bağrında taşıyan, ‘halkların demokratik ve ekolojik uygarlığının’ şafak vaktinde, aydınlığın ilk ışıklarını bu kez de ilk olarak çakabilmektir” belirlemesi bu gerçeğin özlü ifadesi olmaktadır.
Özgürlük ve demokrasi mücadelesi 50 yıldır kesintisiz sürmektedir
Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi 50 yıldır kesintisiz sürmektedir. Kürdistan’ın 4 parçasında ve yurtdışında sürmektedir. Gerilla mücadelesi kesintisiz sürdüğü gibi toplumsal, kültürel, siyasi ve diplomatik alanda da mücadele yoğun sürmektedir. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin siyasi ve toplumsal etkisi bugüne kadar sürekli gelişerek yükselmiştir. 50 yıllık mücadele her alanda büyük bir derinlik ve kapsamlı potansiyeli ile mücadeleyi sonuna kadar sürdürecek güce kavuşmuştur. Türk devleti her türlü siyasi, diplomatik, ekonomik, askeri gücünü kullanarak özgürlük mücadelesini tasfiye etmek istemişse de şu anda kendisi siyasi, diplomatik, ekonomik, toplumsal alanda bir çöküşü yaşamaktadır. Tüm kurumları yürütülen özel savaş kapsamında çürümüştür. Bizzat devlet ve hükümet yetkilileri beka sorunundan söz etmektedirler. Türkiye tarihinde beka söyleminin en fazla dillendirildiği yıllar yaşanmaktadır. Kuşkusuz bunu savaşı sürdürme ve işgallerini meşrulaştırma için kullansalar de aslında yaşadıkları durumun dışa vurumu olmaktadır.
Türk devleti aldığı siyasi destekle ve geliştirdikleri savaş araçlarıyla 2021 yılından itibaren Medya Savunma Alanları’nı tümden işgal etme saldırısı başlatmıştır. İlk girişimleri Garê’de bozgunla sonuçlansa da daha sonra Avaşîn, Zap ve Metîna’ya yönelik KDP desteğinde işgal saldırıları yapmışlardır. Buna karşı gerilla yıllardır hazırlanan tünel ve hareketli timler temelinde işgalcilere tarihte az görülecek bir direnişle karşılık vermiştir.
3 yıldır Medya Savunma Alanları’nda çok şiddetli bir savaş gerçekleşmektedir. Bakurê Kurdistan’da temel gerilla alanlarında da gerillanın küçük birimlere dayalı eylemleri sürmektedir. Türk devletinin Medya Savunma Alanları’ndaki işgal saldırısı Türkiye’yi sadece askeri olarak değil, siyasi, diplomatik ve ekonomik olarak da tıkatmış bulunmaktadır. AKP-MHP iktidarı geleceğini tümden bu savaşa bağladığından tüm imkanlarını bu savaşa kilitlemiştir. Kilit vuracağım diyen AKP-MHP iktidarı bu savaş tarafından kilitlenmiştir.
AKP-MHP iktidarı bu savaşı mevcut dış destek ve kendi imkanlarıyla kazanamadığını görünce dış güçleri ve bölge ülkelerini ve ihanetçi KDP’yi daha fazla işin içine sokma politikasına yönelmiştir. AKP-MHP iktidarının son zamanlarda ABD-Avrupa politikalarına daha fazla angaje olması, Rusya ile ilişki düzeyini sınırlaması bununla bağlantılıdır. Nitekim Rusya Kırım’dan çıkmalı, diyerek Rusya’nın hassas olduğu konuda açıklamalarda bulunması da bununla ilgilidir. Diğer taraftan İsrail-İran geriliminde İran’dan yanaymış gibi tavır takınsa da İran’ın sıkışık durumundan yararlanıp İran’ı da Hareketimizle karşı karşıya getirmeyi hedeflemektedir.
Türkiye KDP’ye her türlü ihanetçi adımı attırsa da bunun sonuç alamadığını görerek dış güçlerin desteğiyle KDP ile birlikte Irak ve YNK üzerinde yoğun baskı kurmuşlardır. Bunun sonucu Türkiye-Irak-KDP ittifakı ve PKK karşıtı bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaya zayıf konumu nedeniyle İran onay vermiş olsa da esas olarak ABD’nin Irak’ı böyle bir ittifak içine ittiği açıktır. Zaten bu ittifak ve anlaşmalar Irak başbakanı Sudani’nin ABD ziyaretinden hemen sonra gerçekleşmiştir. Türkiye bu ittifak ve anlaşmayı “Kalkınma yolu” güvenliği gibi göstermeye çalışsa da esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesine yönelik olduğu açıktır. TC, PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük Hareket’ini tasfiye edebilirse diğer Kürt hareketlerini ve Kuzey-Doğu Suriye’deki demokratik sistemi ve Kürt kazanımlarını rahat etkisizleştireceğini düşünmektedir. Dış güçler de PKK etkisizleşirse Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’deki Rêber Apo’nun ideolojik, siyasi etkisini de kıracaklarını düşünmektedirler. Bu anlaşmanın böyle kirli bir boyutu da bulunmaktadır. Uluslararası güçler Irak’ı Türkiye’ye yakınlaştırarak Irak üzerindeki İran etkisini de kırabileceklerini hesaplamaktadırlar.
Bu anlaşmanın yapılmasında Irak’taki yönetimin kapitalist modernist zihniyetin etkisi de bulunmaktadır. Sudani hükümeti böyle bir anlaşmanın ve Türkiye ile ilişkinin Irak’taki ekonomik sorunlarda bazı iyileşmeler olacağını düşünmektedir. Siyasi ve stratejik düşünmekten çok böyle günübirlik ekonomik düşüncelerle hareket ettikleri görülmektedir. Ekonomik sorunları yaratanın siyasi durum olduğunu, Irak’taki siyasi sorunların önemli bölümünün Türkiye tarafından yaratıldığını görmek yerine hayali ekonomik beklentilerle siyasi sorunlarını çözeceğini sanan bir siyasi körlük bulunmaktadır.
Irak bu anlaşmayla Türkiye’nin Osmanlı zamanındaki Musul ve Kerkük vilayetlerini ele geçirme hedeflerinin önünü açmıştır. Türkiye’de her gün Musul ve Kerkük’ün kendilerine ait olduğunu, Ortadoğu’daki savaş ortamında bu hedeflere ulaşmanın imkan dahiline girdiği tartışılırken, Irak’ın bu gerçek karşısında kafasını kuma gömmesi nasıl bir gaflet içinde olduğunu göstermektedir. Yine Türk devletinin bu amacı açıkken başta Başûrê Kurdistan halkı ve siyasi güçler olmak üzere Kürtlerin işgal hareketine gereken tepkiyi vermemesi de bir gaflettir. 1919 yılında Misak-ı Milli ilan edilirken o günkü Türkiye’de Kürt inkarı yoktu. Hatta bu Misak-ı Milli sınırları Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı olarak gösteriliyordu. Bu nedenle Musul-Kerkük Lozan’da İngiltere’ye bırakılınca bazı Kürt milletvekilleri bu duruma tepki göstermiştir. Ancak Lozan’la birlikte Kürtler üzerinde soykırım politikası uygulanmaya başlanmış; Kürdistan Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirilmiştir. TC Bakur’da da Başûr’da da Rojava’da da soykırım politikası yürüterek buraları Türk uluslaşmasının yayıldığı alan haline getirme politikası ve saldırısı yürütmektedir. TC-KDP-Irak anlaşması bunun da önünü sonuna kadar açmıştır. KDP şu anda birkaç şehirde iktidar olma karşılığında Kürt soykırımının işbirlikçisi ihanetçi konumundadır. Türk devletinin soykırım politikası karşısında KDP’nin birkaç Kürt şehrinde iktidarını koruyacağını sanması da nasıl bir ihanet içinde olduğunu göstermektedir. Kürtler bu gerçeği görmeden Kürt soykırımına karşı tutarlı bir mücadele yürütemezler.
KDP, TC’nin kilidi olmaya çalışmaktadır
KDP Başûrê Kurdistan’da YNK’yi etkisizleştirmek için de TC’yi kullanmaktadır. TC, KDP ilişkilerine dayanarak ve Parastin’dan istihbarat alarak YNK alanında dron saldırıları ile suikastlar yapmaktadır. KDP Başûr’da, Bakur’da ve Rojava’da, Şengal’de TC saldırılarını meşrulaştırıp normalleştirdiği gibi YNK alanı ve Mexmûr’daki TC saldırılarını da meşrulaştırıp normalleştirmektedir. Zaten bu saldırılardaki istihbarat KDP’nin istihbarat örgütü olan Parastin tarafından verilmektedir. KDP’nin nasıl bir ihanet içinde olduğunu anlamak için Kerkük politikasına bakmak bile yeterlidir. KDP, Kerkük YNK etkisinde olmasın da kimin etkisinde olursa olsun politikası yürütmektedir. YNK’yi Kerkük’te etkisizleştirmek için soykırımcı Türk devletinin örgütlediği Kürt düşmanı Türkmen Cephesi’yle işbirliği yapmaktadır. Şengal kendi etkisinde değil diye Şengal’i Türk devletine bombalatmakta; istihbarat vererek Êzidî siyasi ve toplumsal önderleri katletmektedir. Medya Savunma Alanları’nda TC’nin kilidi olmaya çalışmaktadır. AKP yetkilileri sürekli Medya Savunma Alanları’na kilit vuracağız derken KDP’yi tümden işgal saldırısına kattıklarını söylemektedirler. Çünkü kilit dedikleri Amediye, Deraluk, Şeladıze’nin Türk ordusu tarafından kontrol edilmesidir. İşte böyle bir ihanet gerçekliği varken hala KDP’ye tutum almayan kimi Kürt aydınları, sanatçıları ve siyasileri de bir gaflet içindedirler. Bu gafletler ihanete ortaklık anlamına gelmektedir.
Bu anlaşma Irak’a hayır getirmeyecektir. Bu anlaşmayı imzalayan Irak hükümeti tarihte gafiller olarak anılacaktır. Zaten şimdiden toplum ve Irak siyasetinin önemli bölümü bu anlaşmadan rahatsızdır. KDP ise bu anlaşmayla ihanetin batağına tam battığından artık iflah olmayacaktır. Artık eski dönemlerdeki gibi ihaneti cezasız kalmayacaktır. Kürt halkı daha şimdiden bu cezayı kesmiştir. KDP ne kadar şu bu destek alsa da ruhu çekilmiş bir siyasi mevtadır. Dış desteği sürecek olsa da bu bile KDP’yi mevcut zayıf ideolojik ve siyasi bitişten kurtaramayacaktır. Kürt halkına dayanmayan, Kürt halkının ahını alan bir siyasi güç Kürt halkı içinde ömrünün sonuna gelmiş demektir. KDP şu anda sonun başlangıcını yaşamaktadır.
Kürt Özgürlük Hareketi ise sürekli zorluklar içinde gelişip güçlenmiştir. Zorluklar Kürt Özgürlük Hareketi için mücadele gerekçesidir. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi saldırılar ne kadar ağır olursa olsun, zorluklar ne kadar fazla olursa olsun mücadele edecek ve mutlaka kazanacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi mücadele edildiğinde kazanıldığını bilen bir harekettir. Yaşam felsefesi ve mücadele felsefesi budur. Bu da en zor koşullarda mücadele edip kazanmanın adı olmaktır. TC-KDP-Irak’ın PKK karşıtı anlaşması ve buna verilen dış destek ne olursa olsun gerilla da kadını, genci ve yaşlısıyla Kürt halkı da direnecek ve bu saldırıları püskürtecektir. Bedeli ne olursa olsun kazanan Kürt halkı, Kürdistan ve Ortadoğu halkları olacaktır.
AKP-MHP faşist iktidarının Suriye politikası da tıkanmıştır
AKP-MHP faşist iktidarının zorlandığı bir diğer alan da Suriye’dir. Suriye politikası da tıkanmış durumdadır. Suriye’nin Arap Birliği’ne kabul edilmesiyle birlikte Suriye sorunu Türkiye için daha karmaşık ve zor hale gelmiştir. Zaten İdlib’te, Efrîn’de ve diğer işgal alanlarında on binlerce çeteyi beslemektedir. Bu çetelerle kurduğu ilişkiyi sürdürmesi de önemli bir sorundur. Çeteler bulunduğu yerlerde kalmaya devam ederlerse bu, Suriye ve Rusya için kabul edilmeyecek bir durumdur. Çeteler oradan çıkarsa bu da Türkiye için ayrı bir sorundur. Türkiye’deki mülteci Arap nüfusu siyaseten önemli bir tartışma konusu haline gelmişken ek bir Arap nüfusunu Türkiye’ye çekmenin sorunlar yaratacağı açıktır.
Türkiye’nin Suriye’deki en önemli sorunu ise Kürtlerin kazandıkları ulusal, siyasal, toplumsal ve kültürel haklardır. Türkiye Kürtlerin bu yönlü haklar kazanmasını kendisi için bir tehdit olarak görmektedir. Beka sorunu olarak görmektedir. Kürtler Suriye’de bir statü kazanırlarsa Türkiye’deki soykırım sistemini ayakta tutamayacağını düşünmektedir. Türkiye’nin Suriye’ye en erkenden müdahalesinin en önemli nedeni de Kürtlerin herhangi bir hak kazanım elde etmesinin önüne geçmekti. Şu anki Suriye politikasının temeli de böyledir. Bu nedenle Suriye politikası çıkmaza girince şimdi Kürt kazanımlarını tasfiye etme temelinde Suriye devletiyle anlaşma politikasına yönelmiştir. Kuşkusuz İdlib ve çetelerin durumu ciddi bir sorun olsa da esas olarak Kürtlerin kazanımlarını tasfiye temelinde Suriye’yle bir anlaşma yapmayı hedeflemektedir.
Suriye’nin yıkımında esas sorumlu Erdoğan Türkiyesi olduğundan bu yönetimle anlaşmanın Suriye devleti için ciddi sıkıntıları olacaktır. AKP-MHP iktidarının tüm yaptıklarını yutmuş olacaklardır. Bu bir yönüyle irade kırılması yaratacaktır. Türkiye karşısında hep ezik olan bir Suriye olacaktır. Suriye için böyle ağır sonuçları olsa da Kürt karşıtlığı temelinde anlaşma ihtimali yok denemez. Rusya’nın da Türkiye’den tavizler koparma karşılığında Suriye-Türkiye anlaşmasına destek verebileceği görülmektedir. İran da Türkiye’nin işgal ettiği alanlardan tümden çekilmesi ve çetelerin etkisiz kılınması karşılığında Kürt karşıtlığına dayalı bir anlaşmaya onay verebilir.
Kürtler tabi ki en olumsuz durumu dikkate alarak düşünmek ve tedbir almak durumundadır. Ancak Kürtlerin tercihi Suriye devletiyle makul bir çerçevede uzlaşmadır. Mevcut Suriye devletinin de Kürtlerle uzlaşma dışındaki her siyasi adımının kendisi için bir felaket olacağı açıktır. Kürt karşıtlığı ve Kürtlerin düşmanlığını kazanma temelinde Türkiye’yle yapılacak bir uzlaşma Suriye’deki mevcut devlet yapısının kısa sürede çözülmesi, Suriye iç dengelerinin dağılması, Suriye’nin bu defa İhvancı ve diğer radikal dinci güçlerin etkili hale gelmesiyle farklı bir biçimde Türkiye’nin denetimine girmesiyle sonuçlanır. Türkiye karşısındaki en temel barikat olan Kürtlerin tasfiyesi Suriye’nin Türkiye işgaline ve ilhakına kadar gidecek yolun açılması anlamına gelir.
Kürtlere karşıtlık temelinde Türkiye’yle anlaşma en fazla da Suriye halklarına ve devletine zarar verecektir. Suriye devletinde bunu görecek bir siyasi birikim ve aklın var olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan Tayyip Erdoğan Esad ile görüşme ve anlaşma isteğinde olsa da bunun gerçekleşmesi ve pratikleşmesi kolay değildir. Öte yandan Kuzey-Doğu Suriye halkları direnişiyle böyle bir komployu bozarlar. Bu açıdan biz hem Kürtlere hem Suriye devletine makul bir çözümde anlaşarak Türk devleti karşısında durmalarını istiyoruz. Suriye Kürtlerle makul bir çözümü gerçekleştirdiğinde Türkiye’nin işgal bölgelerinden çekilmesi de sağlanacaktır. Kürtlerle Suriye’nin anlaştığı bir durumda Türkiye’nin işgali sürdürmede ısrar etmesi Türkiye’yi daha ağır sorunlarla karşı karşıya getirir, dolayısıyla Türkiye zamanla işgali sonlandırmak zorunda kalır.
Rêber Apo’nun paradigması önünde hiçbir güç duramayacak
Kürt Özgürlük Hareketi 50 yıldır Rêber Apo’nun önderliği ve düşüncesiyle mücadele etmektedir. Rêber Apo’nun ideolojik-politik çizgisi, örgüt ve mücadele tarzı Hareketimize ve halkımıza hep kazandırmıştır. Yeni paradigma ile de Kürt halkının özgürlük mücadelesine yenilmezlik iksirini içirmiştir. Rêber Apo on yıllar önce bu yapılanlar hazırlıktır; mücadelemizin gücü ve etkileri gelecekte daha fazla görülecektir, demiştir. Yeni paradigma gerçekten de Özgürlük Hareketine muazzam bir güç ve enerji vermiştir. Kadın özgürlük çizgisi ve demokratik konfederalizm temelinde demokratik sistem anlayışı toplumda muazzam bir enerjiyi açığa çıkarmıştır. Nasıl ki insanlığa yeni kurtuluş mesajı veren peygamberlerin, insanlığın düşüncesinde yeni ufuklar ve yaşam anlayışı açan Rönesans’ın, yine kapitalizme karşı mücadele ve yeni yaşam anlayışı sunan sosyalist düşüncenin önünde hiçbir güç duramadıysa; Rêber Apo’nun paradigması ve yeni yaşam felsefesi önünde de hiçbir güç duramayacaktır. Bugün insanlığın başına bela olan, toplumu, dolayısıyla insanlığı bitiren kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite temelinde ortaya koyduğu demokratik sosyalizm önünde de hiçbir güç duramayacaktır. 21. yüzyıl Rêber Apo’nun kadın özgürlükçü ekolojik demokratik toplum paradigmasına dayalı özgürlük ve demokrasi mücadelesi temelinde şekillenecektir.
Bu nedenle dünyanın önde gelen aydınları, filozofları ve bilim insanları Rêber Apo’nun düşüncesini benimsemekte, Rêber Apo’nun özgürlüğü için çalışmaktadırlar. Bir yıl önce 10 Ekim’de aydınlar, sanatçılar, filozoflar, kadın örgütlerinin öncüleri tarafından başlatılan Önderliğe özgürlük kampanyası her geçen gün daha da büyümektedir. Bunu sağlatan da Rêber Apo’nun tüm insanlığın kurtuluşu için ortaya koyduğu düşünceleridir.
Kuşkusuz Kürt halkı da Rêber Apo’nun düşünceleri ve özgürlüğünün Kürt halkının özgürlüğü olduğunu bilerek yıllardır Önderliği özgürleştirme mücadelesi vermektedir. Önderliğin bir cümlesinin dışarıya çıkmasından korkan bir sömürgecilik gerçeği vardır. Bir cümlesinin bile düşmanı ürküttüğü, Önderliğin özgür olduğunda Kürt halkının da özgürlüğünün sağlanacağını görmektedir. Çünkü Önderliğin bir cümlesinden korkan Türk devleti Önderliği bırakmak zorunda kaldığında Kürt halkının özgürlüğünü de kabul etmek zorunda kalmış olacaktır. Zaten Önderliği özgürleşmiş bir halkın özgürlük mücadelesini durdurmak mümkün değildir. Halkımız ve dostlarımız Rêber Apo’nun özgürlüğünün ne anlama geldiğini bilerek mücadele etmektedirler. Geçen yıl 10 Ekim’de başlatılan Rêber Apo’ya özgürlük, Kürdistan’a siyasi çözüm hamlesi 2. yılında daha da büyüyerek Rêber Apo’nun özgürlüğünü sağlatacağına inanıyoruz. Rêber Apo’nun fiziki özgürlüğüne yakınlaşılmıştır. Mücadele yükseldiğinde fiziki özgürlüğü de sağlanacaktır. Bu açıdan Bakurê Kürdistan’ın bu yönlü bir hamle başlatılması ve 13 Ekim’de Amed’te büyük bir miting yapılması önemlidir. Kuşkusuz metropollerdeki halkımız ve dostların da bu mücadeleye aktif katılması önemlidir. En önemlisi de bu tür eylemlerin bir defaya mahsus olmaması, zengin eylem yöntemleriyle süreklileşmesidir. Avrupa ve Rojava bu konuda üstüne düşeni yapmaya çalışmaktadır. Ancak Bakur’un bu konuda göstereceği etkinlik Önderliğe özgürlük hamlesini sonca ulaştıracak güç olacaktır.
Rêber Apo’nun 4 yıla yakındır avukatlarıyla hiç biçimde görüştürülmemesi Rêber Apo’nun AKP-MHP politikalarına karşı bir tutum alması sonucudur. 26 yıla yakındır 4-5 yıl hariç Rêber Apo üzerinde tam bir tecrit uygulanmasının nedeni bir halkın önderi olarak tutumunu ortaya koyması ve direnmesidir. AKP-MHP faşist iktidarının Kürt soykırım politikasına açık tutum koymasıdır. 4 yıldır hiç görüştürülmemesi bunun en somut ifadesidir. Özgürlük Hareketimiz de halkımız da tüm dostlarımız da bu ağır tecrit gerçeğini böyle anlamaktadır.
Özgürlük Hareketimiz ve halkımız direnmektedir
AKP-MHP iktidarının 2014’te kararlaştırılan ve bir yıl sonra devreye konulan Çöktürme Planı’na karşı 9 yıldır Özgürlük Hareketimiz ve halkımız büyük direnmektedir. Halkımızın bu saldırılar karşısında diz çökmediği, dimdik ayakta olduğu Wan direnişi ve bu direniş etrafında tüm Kürt halkının ortaya koyduğu tutumda bir daha görüldü. Eğer Wan belediye eşbaşkanının mazbatası verilmeseydi tüm Kürdistan Wan gibi ayağa kalkacaktı. Halkımız her fırsatta tutumunu ve mücadelesini ortaya koymaktadır. 31 Mart yerel seçiminde ortaya koyduğu tutum da Kürt halkının kimlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde hem Kürdistan hem de Türkiye metropollerinde dimdik ayakta olduğunu göstermiştir. Binlerce siyasetçinin tutuklanmasına, neredeyse tecrübeli hiçbir siyasetçi dışarda bırakılmamasına rağmen halkımız bilinciyle tüm bu saldırıları ve amaçlarını boşa çıkarmıştır. Kürdistan’da iki koldan yapılan özgürlük yürüyüşlerine halkın katılımı da bu gerçekliği açık biçimde gözler önüne sermiştir. Wan’da amaçlarına ulaşmamışlardır. Hakkari’ye kayyum atamışlar, ancak geri adım atmasalar da halkın tepkisini görmüşlerdir. Yine Türkiye’deki demokrasi güçlerinin kayyuma karşı çıkmaları da yeni kayyumların atanmasını durdurmada etkisi olmuştur. Kuşkusuz tepki gelmeyeceğini anlasalar yeni kayyumlar atarlar. Bu açıdan halkımızın her fırsatta direnişçi tutumunu göstermesi önemidir. Her türlü saldırıyı durduracak tek güç örgütlü olmak ve direnmektir.
Türkiye’de halkımız her platformda mücadele vermektedir. Bu mücadelenin geliştirilmesi için örgütlü olmak çok önemlidir. Bu açıdan örgütlenme seferberlikleri önemlidir. Bakur ve Türkiye’de mücadelenin zemini çok güçlüdür. Baskılar, demokrasi ve özgürlük eksikliği, adaletsizlik, kadınlar üzerinde baskı, toplumun kutuplaştırılması, AKP yandaşı kesim dışında her kesimin dışlanması, Aleviler üzerindeki inkarcı baskılar, ekonomik krizin toplumda yarattığı tepkiler Kürt halkının mücadelesinin hem Bakurê Kurdistan hem Türkiye’de güçlü verilmesinin koşullarını çok elverişli hale getirmiştir. Kürdistan’da toplumun en geniş kesimi çeşitli düzeylerde mücadelenin içindedir. Ancak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü sadece Kürdistan’daki mücadeleyle sağlanamaz. Yada sadece Kürtlerin mücadelesi ile soykırımcı sömürgeci sistemi geriletmek ve çözüme getirmek kolay değildir. Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel gerçeği Türkiye cephesinde geliştirilecek mücadeleyi de çok önemli kılmaktadır. Rêber Apo her zaman bu konuya çok önem vermiştir. Bu nedenle Kürt halkının demokratik güçleriyle Türkiye’nin demokratik güçlerinin ortak bir siyasi güç haline gelmesini ve mücadelelerini böyle yürütmelerini sağlayacak öncüleriyle bu anlayışını pratikleştirmiştir. Bu açıdan hem Kürt demokratik güçleri hem de Türkiye’nin demokrasi güçleri ortak siyasi hareket yaratma ve birlikte mücadele etme açısından Rêber Apo’nun düşüncelerini ve yaklaşımlarını her zaman göz önüne getirmelidir. Rêber Apo’nun düşünceleri ve yaklaşımları esas olarak da Kürt demokratik güçlerine yönelik bir perspektif olmaktadır.
AKP-MİT öncülüğünde bir saldırı başlatılmıştır
Şu anda Kürt demokrasi güçleri ile Türkiye demokratik güçleri arasındaki ittifaklar ve bu temelde yürütülen politika ve mücadele yetersizdir. Bu durumun aşılması çok önemlidir. Yakın zamanda Kürt demokratik güçleri ile Türkiye demokrasi güçleri arasında yapılan toplantı önemlidir. Bunun geliştirilecek adımlarla pratikleştirilmesi gerekir. Özellikle 2023 genel seçimlerinden sonra hem Türkiye sol güçlerinde bazılarının hem de Kürt demokratik siyasi hareketin yaptığı bazı yanlışlıklar sonucu bu ittifak ve ortak mücadele politikasına saldırı olmuştur. Bazı iyi niyetli kesimlerin de bazı rahatsızlıkları ve eleştirileri olsa da ittifak karşıtlığını asıl köpürtenler AKP-MİT ve KDP’ye yakın çevreler olmuştur. Bunlar Türkiye demokrasi güçleri ile Kürt demokrasi güçlerinin ittifakını kendi politika ve amaçlarını boşa çıkarıcı bir durum olarak görmektedirler. Türk devleti, AKP-MHP ittifakı Kürtleri yalnızlaştırıp ezmek için bu ittifak ve ortak mücadeleye karşı çıkarken; KDP ise iki halkın demokrasi güçlerinin mücadelesinin başarısının kendi dar-milliyetçi politikasını etkisiz kılacağını düşünmektedir. Kendine göre bu ittifak başarısız olursa dar-milliyetçi ve hiçbir politik gücü olmayan politikasına alan açılacağını hesaplamaktadır. Bu nedenle AKP-MİT öncülüğünde Türkiye demokrasi güçleri ile ittifaka karşı bir saldırı başlatılmıştır. Bundan bazı iyi niyetli insanlarımız da etkilenmiştir. Ancak 31 Mart seçim sonuçlarının Kürt halkına kazandırdığı görülünce halkımız bu ittifak karşıtı kampanyanın AKP-MİT-KDP kaynaklı olduğunu anlamıştır.
Kürt halkının Türkiye’nin ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel gücünü ve yönünü oluşturan metropollerinde güçlü varlığının olması siyasi etkisini çok önemli hale getirmiştir. Bu bir-iki milletvekili kazanmadan çok çok daha önemli bir siyasi güçtür. Kürtler hem siyasi kimliklerini koruyarak hem de buralarda ittifak gücü olarak Türkiye siyasetinde çok önemli bir rol oynayabilir. 31 Mart’ta bu güçleri görüldü. Bu, CHP’nin belediyeleri kazanmasından çok çok önemli bir sonuç yaratmıştır. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel gücünü ve yönünü belirleyen metropollerde Kürtler anahtar bir siyasi ve toplumsal güç haline gelmişlerdir. Bu durumun çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Olay ve olgulara milliyetçi sığ bir yaklaşımla bakanlar bunun büyük değerini anlamadıkları gibi Kürtlerin oyu neden başka partilere gidiyor gibi duygulara seslenen demagojik söylemlerde bulunmaktadırlar. Kürdün değiştirici ve dö-
nüştürücü bu muazzam gücünü görmeyip bunu demagojik milliyetçi söylemlere kurban etmek Kürtlere yapılacak en büyük kötülüktür. Kürtlerin Türkiye’nin en politik toplumu olduğu söylenmektedir. Bu açıdan yapılacak ittifaklar yada siyaset gereği yapılacak taktikler bu halkın siyasi bilincini ve iradesini başkasına ipotek etmek değildir. Aksine Kürdün kendi kimliği ve siyasi duruşuyla yaptığı taktik adımlar Kürdü güçlendirip etkili hale getirmektedir. Özellikle metropollerde Kürtlerin böyle bir etkide bulunmasının değeri düşünüldüğünden katbekat fazladır.
Tabi ki hem Kürdistan hem metropollerdeki Kürtlere bu bilinci kazandırmak çok önemlidir. Kuşkusuz metropollerin kendine göre özellikleri vardır. Özellikle onlarca yıldır buralara savrulmuş halkımıza yönelik ideolojik, siyasi, kültürel, toplumsal, hatta dayanışmayı ifade eden ekonomik projeler geliştirilmezse zaman içinde farklı toplumsal, kültürel ilişki ve siyasi ilişkiler içine girmeleri mümkündür. Bunun ittifak yada izlenen taktiklerle alakası yoktur. Bu, onlarca yılın yarattığı sürecin sonuçları olmaktadır. Özgürlük Hareketimiz onlarca yıl önce göç edenler konusunda politik perspektifler verirken bu gerçeğin altını özellikle çizmiştir. Bunun ittifaklar ve siyasi taktiklerle alakası yoktur. İçinde yaşanılan ortamın ilişkilerin özellikleriyle ilgilidir. Bu açıdan bu gerçeğin de bilinerek metropollerdeki örgütlenme ve çalışmanın çok boyutlu yürütülmesi önemli olmaktadır.
Özcesi Türkiye demokrasi(sol, sosyalist, demokratik İslam, Aleviler, kadın örgütleri ve diğer siyasi ve toplumsal kesimler) güçleriyle Kürt demokrasi güçlerinin ittifakı ve ortak mücadelesi Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından stratejik önemde bir konudur. Bu bir taktik değildir. Seçimleri de kapsamakla birlikte kapsamlı bir ortak örgütlenme ve mücadele çizgisidir.
Kürt demokrasi güçlerinin ve Türkiyeli demokrasi güçlerinin bir mücadelesi vardır. AKP-MHP iktidarı çökme noktasına getirildiyse bunda tabi ki bu mücadelenin de önemli bir katkısı vardır. Ancak bu mücadele hala yetersizdir. Kürt demokrasi güçleri ve Türkiyeli demokrasi güçleri AKP-MHP faşizmine karşı esas mücadele gücü olarak kendilerini görmelidirler. Sistem içi muhalif güçleri AKP-MHP faşizmine karşı yönlendirilecek olan da kendilerinin yürüttüğü mücadelenin düzeyi olacaktır.
Türkiye’de sistem içi muhalefet derken esas olarak CHP anlaşılmaktadır. CHP, Türkiye’nin kurucu partisidir. Dolayısıyla kuruluş kodlarında Kürt inkarı vardır. Zaten Şeyh Sait direnişi ve Dersim soykırımında bu parti iktidardadır. CHP iktidarına karşı Demokrat Parti demokrasi söylemiyle 1950 yılında iktidara geldi. Ancak kendisini sağ muhafazakar bir parti olarak tanımladı. Demokrat Parti demokratik yaklaşım göstererek reformlar yapmayınca, hatta tek parti dönemindeki gibi sosyalistlerin üzerine gidince bu ortamdan yararlanan ordu 1960 yılında darbe yaparak Demokrat Parti iktidarına son verdi ve üç yöneticisini idam etti. Yeni bir anayasa yaptı. Ceza yasasında 141-142(sola karşı), 163(İslami kesimlere karşı) maddeleri korunarak bu güçlerin baskı altına alınması sürdürülürken; Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde örgütlenme ve propaganda da bazı yumuşamalar getirildi. Bu ortamdan hem sol güçler hem de İslami kesimler yararlanarak örgütlendiler. Özellikle sol, 1968 gençlik hareketinin etkisiyle önemli bir yükselişe geçti. İşte bu ortamda CHP, sitemin siyasi sol cenahını doldurmak için ortanın solu ve sosyal demokrat kavramıyla kendi kimliğini ifade etmeye başladı. Aslında bir yönüyle de gelişen radikal solun önünü almak için böyle bir kimlikle kendilerini tanımladılar. Bir iç dinamikle değil de radikal solun, yani sosyalist güçlerin gelişmesi sonucu bu yola girdiler. Bunun sonucu da solu etkilemek için sol söylemler, emekçilere yönelik söylemler dillendirildi. Özellikle 12 Mart sonrası Denizlerin idamı, Mahirlerin ve İbrahimlerin direnişi o kadar etkili oldu ki, Türkiye’de bir sosyalizm rüzgarı esmeye başladı. İşte bu ortamda o zamanın CHP’si sağ parti ve iktidarlara karşı sert bir mücadele içine girdi. Öyle ki, MHP CHP’yi de düşman kategorisinde görüyordu. Sol gruplar da birçok yerde CHP örgütlerini ve binalarını kullanıyordu. Özellikle 1973 seçimlerinde sol kesimlerin tümüne yakını CHP’ye oy verdiler. CHP birinci parti oldu ve Erbakan’ın partisiyle koalisyon hükümeti kurdu.
1970’ler CHP içine yeni siyasi figürlerin ve damarların girmesini beraberinde getirdi. Esas olarak Kemalist çizgi korunurken sola yakın yada sol söylemlerde bulunan kişiler bu parti içinde yer almaya başladı. Şu andaki CHP hem Kemalist çizgiyi korumakta hem de emekçilere seslenme, solun argümanları olan demokrasi, özgürlük, adalet gibi söylemlere başvurmaktadır. CHP işte böyle çelişkili bir partidir. Hala gerçek bir sosyal demokrat kimliğine kavuşmuş parti değildir. Ancak bu iddia ve söylemlerde bulunmaktadır. Bunun sonucu da bu yönlü bazı tutumlar içine girmektedir.
CHP’nin sistem içi muhalefet olarak AKP-MHP iktidarına karşı bir tutum ve mücadele içinde olması açısından sol demokratik güçlerin ve Kürt demokrasi güçlerinin etkin mücadele vermesi şarttır. Tabi ki sistem içi siyasi güçlerin çelişkilerinden yararlanmak önemlidir. Ancak mücadeleyi geliştirip sistem içi güçlerin tabanını etkileyecek güce gelerek sistem içi muhalif güçlere bazı adımlar attırmak da mümkündür.
CHP Türkiye’nin siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel yönünü belirleyen metropollerde belediyeleri alarak önemli bir konum kazanmıştır. Eğer bu konumunu söylemle tutarlı bir biçimde değerlendirirse cumhuriyetin demokratikleştirilmesinde rol oynayabilir. 31 Mart seçimiyle bu güce ve imkana kavuştu. Ama sistemin temel politikalarına bağımlılığı, AKP-MHP iktidarına karşı mücadeleyi göze alamaması, yumuşama gibi AKP-MHP’nin karakterine uymayan bir söylemle AKP-MHP’nin oyalama politikasına alet olmuştur. CHP kendine göre böylece toplum desteğini alacağını sanarken AKP-MHP iktidarı toparlanmış ve karşı saldırıya geçmiştir. Yumuşama hiçbir sonuç vermemiş, seçim sonrası AKP-MHP’yi seçime zorlama fırsatı kaçırılmıştır. Şimdi de Erdoğan aday olsun, karşımıza çıksın diyerek seçimin 2025 Kasım’da olmasını dillendirmektedirler. CHP politika belirleyeceğine, yumuşama yada Erdoğan aday olsun diyerek AKP’ye endeksli bir politik yaklaşım içine girmiştir. Bu gerçeklik sistem içi muhalif güçlerin ne yaptığına bakmadan demokrasi güçlerinin mücadeleyi yükseltmeleri gerektiğini göstermektedir. Bunu yaparken hem sistem içi güçleri eleştirmek hem de AKP-MHP’ye karşı tutum almasını sağlayacak yaklaşım içinde olmak gerekir.
Şu aşamada Kürt demokrasi güçlerinin ve Türkiye demokrasi güçlerinin eleştirileriyle CHP’yi etkileme güçleri ve pozisyonları vardır. CHP AKP-MHP’nin yarattığı gündemlere onların demokrasi ve özgürlük karşıtı söylemlerine takılarak onların politikalarını besleyen duruma düşmektedir. AKP-MHP sistem içi muhalefeti kendi gündemine ve politikalarının peşine takmada gerçekten çok mahirdir. CHP’nin kodlarını ve şifrelerini çözdüklerinden istedikleri gibi oynamakta ve yönlendirmektedir.
AKP 7 Haziran 2015’te iktidardan düştüğü gibi, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde de iktidardan düşmüştür. Türkiye’nin siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal yönünü belirleyen tüm büyük şehirleri, yani Marmara, Ege, Akdeniz, Çukurova ve Ankara’yı kaybetmesi iktidarı kaybetmesi demektir. Dünyanın başka yerinde böyle bir sonuç ortaya çıksaydı o iktidar hemen görevi bırakır, erken seçime giderdi. AKP’den bu beklenemez ama muhalefetin bunu dayatması gerekirdi. Bu açıdan demokrasi güçleri seçimi gündemde tutmalı; CHP’yi de erken seçime zorlamalıdır. Türkiye’de siyasi mücadelenin bir boyutu da böyle görülmelidir.
Faşist iktidar her şeyi çürütmüştür
AKP-MHP iktidarı uyguladığı kirli özel savaşla Türkiye’de her şeyi çürütmüştür. Toplumsal çürüme ve kültürel çürüme bunların başında gelmektedir. Ahlak da vicdan da çürütülmüştür. Kürt düşmanlığına dayalı milliyetçilik ve şovenizm o düzeyde tırmandırılmıştır ki, Kürde yapılan her kötülük reva haline gelmiştir. Komşusuna ve birlikte yaşadığı halka, günlük yan yana olduğu halka bu yaklaşım olursa o toplumda vicdan mı kalır, ahlak mı kalır, kültür mü kalır? Şimdi Türkiye toplumunda şiddet eğilimi gelişmiş, bir cinnet hali var deniliyor. Özel savaş Kürdü yok etmek ve iktidarda kalmak için hiçbir değer bırakmamış. Türk toplumu neredeyse değersizler toplumu haline getirilmiş. Kuşkusuz tüm toplum bu hale getirilememiştir. Ancak önemli bir kesimde çürüme ve yozlaşma gelişmiştir. Son birkaç olay bile bunun kanıtıdır.
Bu köy ve Güran ailesi özel savaş güçleri ile ilişkili bir köy ve ailedir
Narin cinayeti tam da yozlaşmış, çürümüş insanların soğukkanlılıkla işlediği bir cinayettir. Hangi vicdan, ahlak, kültür böyle bir çocuğa kıyabilir! Nedeni her ne ise boğulmuş ve dereye atılmıştır! Bu rahatlık ve soğukkanlılık nereden kaynaklanmaktadır? Açıkça devlete hem de özel savaş güçlerine dayanıldığı için böyle bir cinayet soğukkanlılıkla işlenmiştir. 19 gün cinayeti gizlemek, üstünü örtmek için her yola başvurulmuştur. Eğer toplum duyarlı olmasaydı Narin’in bedeni o derede çürüyüp gidecekti, kaybolan çocuk olarak kayıplara geçecekti. Zaten cinayeti işleyen aile bireyleri bunu sağlamak için çocuğu arayanları yönlendirerek bir kayıp haline getirmeye çalışmışlardır.
Bu köy ve Güran ailesi özel savaş güçleri ile ilişkili bir köy ve ailedir. Kürdistan’da devlet tarafından Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı kullanılan böyle onlarca, belki de yüzlerce kesim vardır. Bunlar aynı zamanda suç işleme özgürlüğü olan aile veya kesimlerdir. Zaten bu kesimler uyuşturucu satıyorlar, fuhuşu geliştiriyorlar, kadın kaçırıyorlar, insanları öldürüyorlar, mallarına el koyuyorlar! Bu aile nasıl bu hale geldi, deniyor. Bunu yaratan devletin kirli özel savaş politikalarıdır. Tavşantepe köyü ve ailesi böyle bir kesimdir. Hizbulkontranın cinayetlerinde kullanılan ve Amed’te halka saldırı için üs olarak kullanılan bir köydür. Silvan’da ve başka ilçelerde böyle kullanılan köyler olduğunu biliyoruz. Kürdistan’ın tüm şehirlerinde böyle aile ve çevreler vardır. İyi bir araştırma ile bunların listesi çıkarılabilir.
Yakın zamanda Hakkari’de Ayşegül Akdoğan diye özel savaşçıların elemanı olan bir kadının Hakkarili kızları uyuşturucu ve fuhuşa zorladığı oraya çıktı. Hakkari’de abisi astsubay olunca bu aileler tabi ki bir özel savaş ailesi haline getirilecektir. Ayşegül Akdoğan sırtını devlete dayayarak her türlü suçu işleyeceğini düşünmektedir ve rahatlıkla suç işlemektedir. Aslında Kürdistan’da halka karşı suç işleyen böyle çeteleşmiş özel savaş aileleri ve çevreleri vardır. Devlet Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmede kullandığı için bunlara suç işleme özgürlüğü tanımıştır.
Bu tür çeteleri etkisiz hale getirmenin yolu örgütlenmek ve özsavunmaya geçmektir. Örgütlenme özsavunmanın en önemli adımıdır. Örgütlü toplum, örgütlü kadın böyle çeteler ve özel savaş elemanlarına karşı rahatlıkla özsavunmasını yapabilir. Toplumda bu tür durumlar için benim anam ağlayacağına onunki ağlasın, denir. Örgütlü toplum, özsavunmalı toplum aynı zamanda suçluyu caydıran, sindiren toplumdur.
Türkiye’de AKP-MHP faşizmi vardır. Faşizmi geriletmenin ve yenmenin tek yolu örgütlenmek ve mücadele etmektir. Kürt halkı varlığını ancak örgütlü toplum olarak koruyabilir. Örgütlenme hava ve su kadar temel yaşam ihtiyacıdır. Örgütsüz Kürt toplumu yaşayamaz ve var olamaz! Demokratik her örgütlenme toplumun hakkıdır. Düşmanın saldırı düzeyi örgütlenme düzeyini de belirler. Kürdistan’da özellikle her Kürt gencinin bir örgütlenmede yer alması gerekir. Gençliğin birinci sorumluluğu örgütlenmedir. Örgütlü olmadığı taktirde sistem okullarında eğitim görmenin hiçbir anlamı yoktur. Örgütlü olmayan öğrenci aslında toplumuna karşı kullanılan bir genç olur. Sadece bireysel yaşam için okumak bir Kürt genci için intihar etmektir. Toplumuna ve toplum gerçeğine yabancılaşmaktır. Bu açıdan bir Kürt genci nasıl olmalı sorusuna doğru cevap verilmelidir. Toplumuna ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine hizmet etmeyen her gençlik konumu eleştirilmelidir. Bu konu önemlidir. Çünkü Kürt halkının var olma yok olma durumunu ilgilendirmektedir.
Biz Kürt gençliğini gerillaya katılmaya çağırıyoruz. Gerillaya katılamıyorsa bulunduğu yerde örgütlenmeye ve mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.
Kürt halkının özgür ve demokratik yaşama kavuşması için her türlü koşul ve imkan bulunmaktadır. Mücadele edildiği taktirde Kürdistan mutlaka özgürleşecektir. Gençleri, kadınları ve tüm halkı bu tarihi fırsatı değerlendirmeye; Rêber Apo’yu ve Kürt halkını özgürleştirme mücadelesini yükseltmeye çağırıyoruz.