Bir soykırım sistemi olan kapitalist modernite düzeninin Kürdistan’da Kürt toplumu üzerinde geliştirdiği etkiler var. Bu bakımdan öz savunma hususunu değerlendirmek, bütün yönleriyle aydınlatmaya ve anlar hale gelmeye çalışmak önemli olmaktadır. Bu konuda önemli bir bilinç aşındırılması, toplumsal örgütlülüğe zarar verme durumu yaşanmıştır. Zaman zaman bazı çevreler “Kürtlerin de böyle bir ihtiyacı olur mu, buna hakkı var mıdır, olmalı mı, olmamalı mı?” yönünde tartışmalar yürütmektedirler. Neden bu hale gelindiği, bu durumun neyi ifade ettiği, böyle bir tartışma konumunda olmanın ne kadar ilerleme, ne kadar gerileme olduğu, tarihin neresinde olmak anlamına geldiği konuları ciddi hususlardır.
Her canlının kendini savunma sisteminin olduğundan söz etmekteyiz. Hatta her maddenin kendisini savunan bir yapısının olduğunu değerlendirmekteyiz. Meşru savunmayı, güvenliği, canlı olarak var olmanın, insan türü olarak gelişmenin, toplum haline gelmenin temel varlık unsurlarından biri saymaktayız. Bir varlığın hayatta kalabilmesi için bu kadar önemliyse, vazgeçilmez bir unsursa, bunun bilincinin ve örgütlülüğünün de oluşturulması gerekmektedir. Bu kural Kürtler için de geçerli olmaktadır.
Bunlar, Kürt toplumu üzerinde uygulanan sömürgeci-soykırımcı rejimin toplum bilincinde yarattığı sonuçları doğru ve yeterli anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Tarihin en kadim halkı, toplumsallığın geliştiği coğrafyada, şimdi “öz savunma nedir, meşru savunma nasıl olur, bunlar olmalı mı, olmamalı mı, bunu yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, bunun bilinci, örgütlülüğü, eylemleri nasıldır?” yönünde tartışmalar yürütüyor ve anlamaya çalışıyoruz.
Bu durum Kürtler açısından olumsuz olduğu kadar insanlığın durumu açısından da ciddi bir olumsuzluk ifade etmektedir. Bu aslında insanlığın geldiği düzeyi de göstermektedir. Bu durum insanlığın gelişiminden koparılabilecek, ayrı ele alınabilecek bir durum değildir. Uygarlık diye tanımlanan sistemin, insanlığı nereye getirmiş olduğunu en açık ve net bir biçimde bir kere daha burada görmekteyiz. Her şeyi yok etti biçiminde sadece kötüleyemeyiz, insanlığı çok geliştirdiği, özgürleştirdiği, bilinçlendirdiğini de söyleyemeyiz. Uygarlık tarihinin, kapitalist modernite sistemi altında insanlığı getirdiği noktayı en iyi gözlemenin yeri Kürdistan’dır. Bu coğrafyayı bir tarihin şafağı diyebileceğimiz, insanlığın oluştuğu, toplumsallaştığı süreçle değerlendirebiliyoruz, bir de şimdiki duruma bakıyoruz. Bu coğrafya her iki bakımından da başat rol oynayıp öğretici veriler sunmaktadır.
Meşru savunma bir varoluş ögesidir
Öz savunma her canlı ve maddi varoluş için gereklidir. Kürt toplumu da bir canlı öğe, bir maddi varoluş olduğuna göre, bu toplum için de güvenlik gereklidir. Bazıları “gereksizdir, güvenliğini bize devretsin gerisine karışmasın” diyor. Bu, toplumu istediği gibi sömürebilmek, yönlendirebilmek, topluma istediğini kabul ettirebilmek için yapılmaktadır.
Burada her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır. Bunun karşıtı olarak gelişen egemenliktir. Buradan baktığımızda insanlık tarihi açısından başat olanın meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın bir varoluş tarzı, varlık öğesi olduğunu rahatlıkla tanımlamaktayız. Bir tür olarak insanın, yine onun varlık biçimi olarak toplumun güvenliği tıpkı beslenmesi, üremesi gibi bir varlıksal öğedir. Meşru savunma veya öz savunma diye tanımladığımız husus da bu güvenliğin sağlanması olmaktadır. Hangi biçimde olursa olsun, varlığına kasteden saldırılar karşısında kendi varlığını korumayı, güvenliğini sağlamayı ifade etmektedir. Bu, insanlar bir tür olarak şekillendiğinden bu yana, onun yaşam biçimi olarak toplumlar için geçerlidir. Tarihsel gelişme süreçlerinde bu da kendine göre şekilleniyor. Bilinç, örgütlülük ve araçlar olarak yeni unsurlara kavuşuyor. Böyle bir gelişme yaşıyor. Fakat her zaman var oluyor. Bunu böyle görüp tanımlamak, anlamak en doğru olandır. Bu bakımdan da meşru savunmasız olmaz, güvenliğini sağlayamayan bir varlık var olamaz ve özgür olamaz. Bu açıdan esas olanın meşru savunma olduğunu, insanlık tarihi açsından başat olanın tıpkı demokratik uygarlık sistemi gibi meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın, öz savunmanın da demokratik uygarlık sisteminin varoluş biçimlerinden biri olduğunu değerlendirmekte ve tanımlamaktayız.
Köleleşmenin başlangıcı, egemenliğin ortaya çıkışı, iktidarın ilk adımlarının atılışı, güvenliğin kaybedilmesiyle, öz savunma yapılamaz hale gelinmesiyle başlıyor. İnsanlar zorla ya da hileyle, baskı ve sömürü altına alınırken kaybettikleri ilk şey kendi güvenliklerini kendi güçleriyle sağlayabilmeden yoksun kılınıyorlar, örgütlülükleri dağıtılıyor, bilinçleri köreltiliyor, dirençleri kırılıyor. Hangi yöntemle oluyorsa olsun, baskı ve sömürü düzeni, köleleştirme, hâkimiyet, egemenlik bir yerde güvenliğin kaybedilmesi, meşru savunmanın kırılması anlamına gelmektedir.
Bu meşru savunma duruşunu kıran, insanları, toplumları öz savunmadan yoksun bırakan, dolayısıyla köleleştiren işleme de ‘savaş’ diyoruz. Savaş, egemen olmanın, egemenlik kurmanın, birilerinin güvenlik sistemini dağıtmanın, öz savunmasını yıkmanın biçimi olmaktadır. Dolayısıyla savaş da hiyerarşi ve devlet sistemi ile birlikte, esas olarak da uygarlığa geçiş olarak tanımlanan süreçten itibaren, baskı ve sömürünün en temel kurumlarından birisi olarak gelişmektedir. Savaş örgütlülüğü bunun kurumlaşması olmaktadır. Savaş, baskı ve sömürüyü gerçekleştirmenin temel araçlarından biri haline gelmektedir. Gaspı, sömürüyü gerçekleştiriyor. Burada zor kullanımı, karşı tarafın savunma gücünü kırmayı ifade ediyor. Çeşitli bilinç kaydırmaları, hileler de var. Bu, daha farklı yönlerden gelen büyük saldırılar, afetler karşısında güvenlik sağlama adı altında geliştirilen kurumlaşmaların, giderek kendi güçlerinin güvenlik sağladığı iddia ettiği, güçler üzerinde baskı ve sömürüye, ayrıcalığa dönüştürmesi biçiminde de yaşanmaktadır. Bu bakımdan da savaş, baskı, sömürünün ve gaspın temel bir yöntemi olarak devletçi sistemin temelini oluşturmaktadır. Devletçiliğin temelinde bu vardır. Savaşın esası, içte, egemenlik altında tuttuğu insanlar üzerinde baskı ve sömürü sistemini sürdürmek, o sistemin güvenliğini sağlamak, dışta da daha fazla ganimet, gasp elde etmek amacıyla soygun, talan geliştirmek, bunun için saldırılar yürütmek, başkalarının yarattığı değerleri zorla, onun güvenlik sistemini yıkarak, gasp etmeye çalışmak oluyor.
Bütün canlı varlıklar, yerküre tehdit altındadır
Bu anlamda savaşı, bir saldırı, baskı, sömürü ve gasp olayı olarak tanımlamak, savaş kurumunu böyle ele almak yanlış değildir. Savaşın bu düzeyde geliştiği bir durumda da toplumlar, kendisini bu saldırılar karşısında koruyabilmek, kendi değerlerini, varlığını güvence altına alabilmek, kendi güvenliğini sağlayabilmek için bilinçlenme, örgütlenme yaşıyor. Böylece “meşru savunma savaşları” diye tanımladığımız savaşlar da gündeme geliyor. Nasıl ki uygarlık çatallaşması, tekelci, iktidarcı uygarlıkla demokratik uygarlık ikilemini ortaya çıkarıyorsa, bu ikilemin bir yansıması olarak da baskı ve sömürünün temel bir kurumu olarak savaş ve buna karşı varlığı, güvenliği, özgürlüğü sağlama aracı olarak meşru savunma savaşı gündeme geliyor.
Beş bin yılı aşkın bir süredir insanlığın yaşadığı durum budur. Yerkürede günümüzde savaşla ulaşılmayan, dolayısıyla devletçi uygarlığın el atmadığı, hükümranlık geliştirmediği bir avuç toprak parçası bile kalmamış bulunuyor. Bu bakımdan her yerde savaş kurumları ve örgütleri var. Dünya biraz da savaşla yürümektedir. İnsanlık kendini savaşla, savaş gücüyle temsil etmektedir. Dünya, ordular tarafından parsellenmiş bir vaziyette bulunuyor. Bu anlamda yerkürenin hakimi, insanlığı esas olarak yöneten, yönlendirenler savaş kurumlarıdır. Her ne kadar onu biraz sınırlandırmaya, bazı kurallara bağlamaya, bu anlamda baskı ve sömürüyü yöntem olarak yumuşatmaya çalışmış olsa da, hepsinin altında yatan yine savaş gerçeğidir. Savaş kurumlaşması olarak ordu gerçeği, bunun ifade ettiği silahlar vardır. Nükleer enerjinin ortaya çıkartılması, onu çeşitli yaşam alanlarında kullanmak için değil, birbirini boğazlayacak silahlar üretmek için yapıldı. Bu bakımdan da şimdi enerji üretim santrallerinden kat kat fazlası dünyanın dört bir yanına depolanmış nükleer silahlar olarak varlık göstermektedir. Yerkürenin üzeri dünyayı on kez daha fazla yok edebilecek insanların ürettiği silahlarla doludur. Silahlanma, ordu, savaş bakımından gelinen nokta budur. Şu an insanlık kendi ürettiklerinin esiri konumunda ve onun tehdidi altında yaşamaktadır. Yine sadece insanlığın değil, bütün canlı varlıkların, yerkürenin varlığı tehdit altındadır.
Silah, ordu, savaş, askerlik kavramları üzerinden hiç önemi yokmuş gibi geçmemek gerekiyor. Tam tersine, bugün insanlık için en ciddi tehdit, en büyük tehlike burada yatmaktadır. Geçmişte ordular birbirlerine saldırırlarsa birbirleri için tehdit oluşturuyorlardı veya yenilen bir ordunun savunmakla görevli olduğu toplum tehlike altına giriyordu. Şimdi birbirine saldırmaya hiç gerek yok. Bir kaza bile sadece rakibi değil, kendini bile yok etmeye yetecek kadar tehlikeler taşımaktadır. Dünya ne yazık ki böyle bir duruma getirilmiştir. İnsanlık böyle bir tehdit altında tutulmaktadır. Bunun için dünya yönetimi nedir, ne değildir, politika, diplomasi denilen şeylerin nasıl yürütüldüğünü, partilerin, hükümetlerin, siyaset, hukuk kurumlarının neyi ifade ettiğini doğru anlamak gerekiyor. O bakımdan da görüntüye değil de işin özünü görebilmek önemli olmaktadır.
Bu da bütün insanlık açısından meşru savunma durumunu çok daha ciddi bir biçimde gündeme getiriyor. Böyle bir dünyada gerçek anlamda öz savunma, meşru savunma yapabilme imkânının ne kadar kaldığı, hangi araçlarla bunun yapılabileceğini bilmek zordur. Silahlanma ve savaş araçlarında ulaşılan düzey, meşru savunma yapma imkanı bırakmıyor. Silahı üretenler bile sonunda onların esiri konumuna gelmiş bulunuyorlar. Tehlike bu kadar büyüktür ve insanlık için böyle ciddi bir tehdit var. Kapitalist modernite sistemi deyip geçmemek gerekiyor. Bu sistem altında insanlığın getirildiği nokta böyle bir noktadır ve bütün insanlık tehdit altında tutuluyor. İnsanlık esir alınmış durumdadır. Dikkat edilirse bu durumu değiştiremiyor. Bırak değiştirmeyi, o yönlü adım bile atamıyor. Ona dönük geliştirilen düşünceler sapkınlık olarak görülüyor ve derhal yok ediliyor. Günümüzde yürütülen kavga, biraz da böyle bir kavgadır.
Var olabilmek için güçlü bir savunma yapma gereği var
Savaş olgusunu tarihsel süreç açısından iki biçimde ele alıyoruz. Birincisi; gasp, sömürü ve baskının aracı olarak kullanılan saldırı savaşlarıdır. Bunlara “gasp savaşları” demekteyiz. İkincisi, bu tür saldırılar karşısında varlığını ve özgürlüğünü korumayı ifade eden, kendi güvenliğini sağlamayı içeren, meşru savunma savaşlarıdır. Özgür olabilmek, var olabilmek için bu kadar saldırganlığın olduğu bir ortamda, güçlü bir savunma yapma gereği vardır. Geçen tarihsel süreçte bu çok daha fazla anlam bulabiliyordu, yapılabiliyordu. Ama şimdi nükleer silah ve nükleer savaş tehdidiyle, öz savunmanın ne kadar yapılıp yapılamayacağının bile tartışılır hale geldiği bir durum yaşanmaktadır. Birkaç askeri birlikle, silahla güvenlik sağlamak kolay bir iş değildir. Bütün yerküre için, üzerinde yaşadığımız, toplum olarak var olduğumuz coğrafya için, onun üzerinde yaşayan herkes için büyük bir tehdit vardır.
Bu durum meşru savunma olayını çok daha köklü ve derin ele almayı gerektiriyor. Böylesi bir duruma karşı, “madem bu duruma gelmiş, boyun eğmekten, teslim olmaktan, köleleşmekten başka çare yoktur. Mevcut saldırı gücüne, tehdidine karşı direniş gösterilemez, kendimizi savunamayız” diyemeyiz. Eskisi gibi öz savunma yapmak basit ve kolay bir iş değildir. Bu, birkaç savaş aracıyla, yıkıcı, kırıcı araçla, birkaç savaş oyunuyla, beş kişiyi bir araya getirerek yapılamaz. Fakat “tehlike yerküre için, bütün canlılar için oluşturulmuştur” diye de teslim olamayız. Bu durum karşısında “meşru savunma yapılamaz, öz savunma yapılamaz” da diyemeyiz. Bunların hepsini insanlar yarattılar. Bütün canlılar ve yerküre için bu tehdidi, tehlikeyi insanlar ortaya çıkardılar. İnsanların ürünüdür. Dolayısıyla da insanlık mücadelesinin, özgürlük mücadelesinin önemli bir boyutu olarak -belki de birinci boyutu olarak- bu duruma karşı mücadele etmek, bilinçle, örgütlülükle, küresel düzeyde bir savunma bilinci ve örgütlülüğü geliştirerek, daha büyük bir çaba harcayarak bunu yapmak gerekiyor. Bu durum, gelinen düzey meşru savunmadan vazgeçmeyi değil, daha çok ona sarılmayı gerektirmektedir. Meşru savunmanın önemini azaltmıyor, daha ciddi ve daha büyük önem arz eden hale getirmiş oluyor. Bütün insanlığın güvenliğinin, savunmasının birbirine bağlı olduğu, küresel bir bütünlük arz ettiğini gösteriyor. Böyle bir yaklaşımla ele alınırsa, bilinç, örgütlülük ve mücadele olarak bu temelde yaklaşılırsa, geliştirilirse bu küresel saldırıya karşı küresel bir savunma, meşru savunma, öz savunma da geliştirilebilir. Bugün insanlığın öz savunması, güvenliği böyle bir boyut kazanmış durumdadır.
Saldırı, başkalarının iradesini kırmayı, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedeflerken; meşru savunma ise her tür varlığa ve özgürlüğe kasteden saldırı karşısında kendini savunmayı, varlığını ve özgürlüğünü korumayı, güvenlik altına almayı, savunmayı ifade etmektedir. Savunmanın haklılığı, meşruiyeti burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü varlıkla ilgilidir, kimseye zarar vermiyor. Öznenin kendisiyle ilgili bir konum olmaktadır. Saldırı ise başkalarının varlığını, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedefliyor. Meşru savunmayla saldırı savaşları arasındaki bu farkı çok net görmek gerekiyor. Bu her zaman geçerliliğini korumaktadır. Bizim de temel aldığımız ilke bu olmaktadır.
Kürtler açısından meşru savunma, direnme savaşı olarak ortaya çıkıyor
Önder Apo bunu çok somut tanımlayarak; “Dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız, bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” dedi. Bizim temel meşru savunma anlayışımız, ilkemiz bu olmaktadır. Bunu bütün insanlık için geçerli görüyoruz. Demokratik uygarlık sisteminin güvenlik tarzı ve anlayışı bu olmaktadır. Böyle bir ilkeyle insanlığın daha özgür, demokratik, dayanışmacı, birinci doğayla daha uyumlu yaşar hale geleceğine inanıyoruz. Hem hiyerarşik devletçi sistemin inşa ettiği, yarattığı toplumsal sorunları çözmenin hem de toplumun doğayla barışık, uyumlu hale gelmesini sağlamanın temel yönteminin, duruşunun bu ilke temelindeki duruş olduğuna inanıyoruz. Bunun mücadelesini veriyoruz. Bizim meşru savunma çizgimizin özü, esası budur. Var olacaksan özgür ve iradeli olarak var olacaksın. Meşru savunmayla özgürlük ve demokrasi bağı da burada ortaya çıkıyor. Özgürlük ve demokrasi ile bütünlüğü, birlikteliği, bağı net bir biçimde böyle gözüküyor.
Kürtler açısından meşru savunma, günümüzde soykırıma karşı direnme savaşı olarak ortaya çıkmaktadır. Saldırı karşısında direnci kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış, bilinci çarpıtılmış, katliamdan geçirilerek asimilasyon altına alınmış bir soykırım sürecini yaşayan toplumsal bir gerçeklik var. Kürdistan’da yaşanan gerçekliğin bu olduğu açıktır. Son yüzyıl tümüyle böyle geçti. Önceki süreçlerde bu düzeyde olmasa da yine de hep savaşlarla doludur. Kürdistan, Sümer’den bu yana, Uruk kralı Gılgamış’ın Kürdistan seferinden bu yana saldırı gücü oluşturan, biriktiren ve daha fazlasını elde etme amacı, hedefi güden her fatihin ilkçağda da, ortaçağda da, kapitalist modernite çağında da saldırdığı bir alan oluyor. Çünkü Kürdistan, toplumsallığın geliştiği; neolitik devrimin, tarım-köy devriminin, kadın devriminin yaşandığı, bütün bu değerlerin biriktiği bir alandır. Toplumsallaşmanın merkezidir.
Dolayısıyla toplumları egemenlik altına alabilmek için onun merkezini ele geçireceksin. Kendini dünya fatihi yapabilmek için hiçbir karşıt bırakmayacaksın. Onun için de her şeyden önce, tarihin merkezini ele geçireceksin. Bu bütün imparatorların, fatihlerin uyguladıkları bir kuraldır. Dolayısıyla Kürdistan uygarlık tarihi boyunca hep işgal, istila, saldırı ve savaşlara sahne oldu. Sürekli bu temelde yıkıldı, yağmalandı, talan edildi, yakıldı. Burada, uygarlık birikimleri, değerleri, insanlığın kültürel gücü hep tahrip edildi. Buna karşı bir direnç de oldu.
Kürt toplumu bütün bu saldırılar karşısında kendi özgürlüğünü ve güvenliğini koruyan bir toplum olmaktadır. Ne dıştan gelen devletlerin köleleştirdiği ne de kendi içinde devletleşmeye fırsat veren bir yaşamı sürdürüyor. Bunun bedeli olarak da uygarlık dışı kalmaktadır. Bunun için de Önderlik iki temel stratejik unsuru esas aldığını, bunlardan birinin tarıma dayalı beslenme, ikincisinin de dağa dayalı yaşam ve güvenlik olduğunu belirtti. Güvenliği sağlamanın yolu da dağa dayalı yaşam olarak görülüyor. Dağa dayanmak ve tarımla sınırlı kalmak uygarlık alanındaki gelişmelerden de mahrum ve geri kalmaktır. Kürtler yüzyıllarca uygarlıktan geri kalmayı, basit bir yaşam içinde olmayı, özgürlüğün bedeli olarak kabul etmişlerdir. Ama teslim olmayı, köleleşmeyi, bu temelde uygarlık değerlerine açılmayı reddetmişlerdir. Tarihin önemli esas bir boyutu budur.
Modernite sisteminin bütün dünyayı ele geçirirken, esas Ortadoğu’yu ve onun merkezinde de Kürdistan’ı ele geçirmeye çalıştığını bilmekteyiz. “Dünya savaşları” deniliyor. İlk büyük Birinci Dünya Savaşı, bir Ortadoğu savaşıydı. Bu savaş, Almanya ile İngiltere arasında, Avrupa’da Avrupalı devletler arasında gerçekleşse de savaşın asıl hedefi Ortadoğu’yu ele geçirmekti. Savaşın alanı Ortadoğu’ydu. O güçler arasında olması Ortadoğu’yu kimin fethedeceği, kimin ele geçireceğinin ortaya çıkması içindi. Dünya imparatorunun kim olacağının belirlenme savaşıydı. Sonuçta Almanya yenildi, onunla müttefik olan Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Ortadoğu ve Kürdistan savaş galibi olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Ortadoğu ve Kürdistan böylece, İngiliz imparatorluğuna bağlanmış oldu. Bu fethin Kürdistan için ortaya çıkardığı sonuç, fiilen bölünüp parçalanma, ülkenin ve toplumun farklı devletlerin egemenliği altına alınması, olgunun resmen yok sayılmasıdır. Bir halk, kimlik, kültür ve ulus olarak yok etmek üzere de gerekli kırımın, soykırımın yürütülmesidir. Yok sayılan olguyu yok etmeyi hedefleyen bir soykırım sisteminin dayatılmasıdır.
Bunda katliam da, asimilasyon da kullanılıyor. Bütün o isyan denen olgular bir katliam girişimidir. Örneğin Dersim’e uygulanan bir soykırımdır. Öyle söylediği gibi ortada bir isyan yoktur. İsyan olduğunu söyleyen sömürgecilerdir. Bunu, gerçekleştirdikleri soykırımı biraz yumuşatmak için söylemektedirler; “karşı taraf isyan etti de biz onun için bunu yapmak zorunda kaldık” demeye getiriyorlar. Halbuki ortada isyan diye bir şey yoktur. İsyandan çok önce planlanmış bir katliam girişimi vardır. Katliama ve soykırıma karşı direnme var. Bir isyan varsa da buna karşıdır. Yoksa başka bir şeye, normal bir durumda isyan edip de “niye bize isyan ediyorsunuz” diye bir katliam girişimi gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Tam tersine ‘isyan’ denilen şey, çok planlı, örgütlü bir biçimde geliştirilmek istenen soykırım saldırıları karşısında bir direnmedir. Bu da başarısız olmuş ve kırılmıştır. Ondan sonra da soykırım rejimi, tümüyle askeri hakimiyet sağlamış, siyasi kurumlaşmasını geliştirmiştir. Ona göre de asimilasyonu oldukça örgütlü ve planlı bir biçimde dayatmıştır. Kurumsal bir asimilasyonu dayatmasının öncesinde katliamlar, askeri işgal ve fetih vardır. Benzer durumun Doğu’da ve Güney’de de geliştirildiğini bilmekteyiz. 1975 yılına geldiğimizde en son İran ve Irak arasındaki Cezayir anlaşmasıyla, KDP isyanının kırılması, ezilmesi Kürdistan parçalarındaki o direncin tümden yok edilmesini, bütün Kürdistan’da kapitalist modernite hakimiyetiyle ortaya çıkartılan yok sayma ve yok etme sisteminin, soykırımın tümden hakim hale geldiğini görüyoruz. Gerisi buna karşı direniştir.
PKK, bütün bunların sonucunda, bütün parçalarda, tarih içerisinden gelen geleneksel Kürt toplumsal duruşunun, kabile-aşiret sisteminin, onun örgütlülüğünün, öz savunmasının, direncinin bu yok sayma ve yok etmeyi ifade eden soykırım operasyonlarıyla kırılıp toplumun geleneksel yapısı, varlığı, direnci tümden ezildikten sonra, onu asimile ederek yok etme sürecine karşı gelişen bir direnme hareketi olmaktadır. PKK ve 1970’lerin ortasından itibaren gelişen süreci böyle ele almak, değerlendirmek gerekmektedir. Bu anlamda Kürdistan’da yürütülen bütün direnişler, soykırımı önleme direnişleridir. Dolayısıyla meşru savunma kapsamındadırlar. Kesinlikle başkalarına saldırma, onların değerlerini yok etme ya da ele geçirme hedefine dönük değillerdir. Yok edilmek istenen bir toplumun, kültürün, kimliğin, dilin var olmak ve varlığını korumak, mümkünse özgür hale gelmek, özgürlüğünü kazanmak için yürüttüğü bir direniş oluyor.
Önder Apo, Dördüncü Stratejik Dönemin temel görevini, “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” olarak tanımladı. Bu, baştan beri geçerlidir. Şu an açısından ortaya çıkan bir durum değildir. 1970’lerin ortasından bu yana PKK ve onun etrafında, Güney’de, Doğu’da gelişmiş olan bütün direnişlerin temel özelliğidir. Katliamla bilinci ve iradesi kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış olan, asimilasyonla da yok edilmek istenen bir halkın dil, kültür, kimlik, toprak, toplum olarak yaşamaya çalışma, varlığını koruma, var olma mücadelesi oluyor. Var olabilmek için özgür olma hedeflerini de gütmektedir. Bu bakımdan PKK’nin bütün bir mücadelesi, direnişi, geçmişteki bütün stratejik dönemler böyle bir hedefe bağlıdır. Bu hedef sadece dördüncü stratejik döneme ait bir hedef değildir. “Varlığını koruma” demek, varlığına yönelik bir tehdit var demektir. O da soykırım ve yok etmedir. Soykırıma karşı bir direniş, duruş anlamına geliyor. Bugün de bunun gündemde olması soykırım tehlikesinin ve tehdidinin sürdüğü anlamına gelmektedir. Bu yönlü inkar ve imha kırılmamış, aşılmamıştır. Kürt toplumunun toplum olarak varlığına dönük bir soykırım saldırısı söz konusudur. PKK’nin yürütmüş olduğu mücadele, buna karşı varlığını koruma, kendini savunma, güvenliğini sağlama direnişi olmaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için de düşüncede, iradede, örgütlemede ve yaşamda özgür olmak, kendi özgürlüğünü elde etmek gerekiyor. Ancak tüm saldırıları kıracak şekilde varolabilmek, özgür olmayı gerektiriyor.
Özgürlük Hareketi Türkiye demokrasisi için de bir öz savunma direnişidir
12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbe, Kürdistan’daki yeniden uyanışı yok etmeyi de hedefleyen bir darbeydi. Esas olarak Türkiye’deki devrimci demokratik gelişmeleri katliamdan geçirme, yok etme hedefini gütse de onun içinde önemli bir amaç ve hedef, Kürdistan’da gençlik düzeyinde yeniden bir uyanma, uyanışa geçme, kıpırdanma durumunu da yok etmeydi. Faşist oligarşik güçler; devrimci-demokratik akım harekete geçemeden, kendileri için tehlikeyi daha gerçekleşmeden veya bütünlüklü bir yapı kazanmadan yok etmek istediler. 12 Mart darbesinin esası buydu. Despotik devletçi sistem, 12 Mart darbesiyle büyük bir saldırı hamlesi yapmış oldu. Devrimci, demokratik akımı kırdı. O çatışmanın özü, Türkiye’nin nasıl bir yönde ilerleyeceği sorusuna cevap aramaktı. 12 Mart faşist askeri darbesi, oligarşik faşist hakimiyet sağladı. Devrimci-demokratik güçleri ezdi. PKK de bu ezilme operasyonuna karşı direnmeyi temsil etti; ezilmeyen, ayakta kalan, yaşamak isteyen bir direnme çizgisi olarak günümüze kadar geldi. Her ne kadar Türkiye cephesi bu darbe karşısında ezilip dolayısıyla faşist oligarşik yapı hakimiyet kurduysa da direniş o zaman çok zayıf olan, yeni uyanmakta olan Kürdistan toplumunda gelişerek, PKK biçiminde örgütlendi ve günümüze kadar devam etti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin saldırısına karşı bir meşru savunma direnişi, demokratik direniş oluyor. Türkiye açısından da anlamı budur. Türkiye demokrasisi için bir öz savunma direnişidir. Kürt toplumu için ise soykırıma karşı varlığını koruma hareketi olmaktadır. Bu ’70’lerde sözle oldu. O dönemde daha çok bilinç, söz, ideoloji ön plandaydı. Silah, siyaset onun ardından yeni yeni kullanıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı silahın öne çıktığı bir direniş, meşru savunma savaş oldu. PKK, gerillalaşarak bunu gerçekleştirdi. 1990’ların ortalarından günümüze kadar siyasi yönü ağır basan bir direniş oldu.
Şimdi bu hedef 2010 yılından itibaren yeni bir direniş mücadelesi temelinde gerçekleştirilmek isteniliyor. “Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Kazanma”, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımlanan, bütünlüklü, topyekun meşru savunma direnişi diyebileceğimiz bir direniş mücadelesiyle gerçekleştirilmek isteniliyor. Çünkü soykırım rejimi saldırılarını sürdürüyor. İnkar ve imha sistemi tümüyle kırılıp aşılamamıştır. Kürtler için soykırım tehlikesi, saldırıları devam etmektedir. Özgürlük yoktur. Köleliğin en ağırı yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla da geçmiş dönemdeki mücadelelerle sağlanan birikimlere de dayanarak, onlar üzerinde geçen dönemlerde başarılamayanı başarmak ya da her dönemde kısmen başarılmış ama tam sonuca götürülememiş olanı, böyle yeni bir dönemle, tam sonuca götürmek üzere yeni bir stratejik dönem içine giriliyor. İşte dördüncü stratejik dönem olarak kastettiğimiz mücadele bu olmaktadır. Bunların hepsi bir meşru savunma savaşı, direnişidir. Kürdistan’da 1970’lerin ortasından bu yana gelişen mücadelenin tümü inkar ve imhaya karşı, soykırım saldırılarına karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma direnişidir. Çeşitli dönemlerde, o dönemin koşullarına göre bu direniş yapılanmıştır. Üç stratejik aşamadan geçmiştir. Şimdi dördüncü stratejik aşamayla bu direniş daha büyük bir sonuca, başarıya götürülmek istenilmektedir. Daha doğrusu varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmak üzere geliştirilmiş olan meşru savunma savaşında sonuca gidilmek, zafere ulaşılmak hedeflenmektedir.
Başarılı olabilmek için anlamak gerekiyor
Her dönemin kendine göre özellikleri ve farklı koşulları var. Bu koşullar mücadelenin farklı boyutlar almasını, farklı özellikler kazanmasını getiriyor. Ayrı stratejik dönemler olması buradan ileri gelmektedir. Mücadelenin yol ve yöntemlerindeki değişiklikleri içeriyor. Üçüncü stratejik döneminin varlığını koruma ve özgürleşmede kalıcı bir sonuç elde edememesi sonucunda yeni bir stratejik mücadele dönemine girilmiştir. İşin özü ve esası bu olmaktadır. Tarihsel olarak, insanlık tarihi açısından da, savaş ve meşru savunma savaşı açısından da, Kürdistan tarihi ve Kürdistan’da işgal, istila, saldırı, inkar, imha ve soykırıma karşı direniş açısından da anlamı ve tanımı bu olmaktadır. PKK’nin yürüttüğü direniş mücadelesi içerisindeki yeri de budur. Bütün bunlarla bir bağı vardır.
Doğru ve yeterli anlamak da bu biçimde bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor. Hem savaş ve meşru savunma savaşı tarihleri açısından hem de Kürdistan tarihi açısından yerini, konumunu böyle ortaya koyabilmek, tarihsel bir bakışla ele alabilmek, tarih içerisinde bir yere oturtabilmek gerekiyor. Doğru anlayabilmemiz her şeyden önce bununla mümkündür. Bu konuda kopuk, parçalı, yüzeysel, güncel bir bakış içinde olunmamalıdır. Tarihsel bakıştan kopulmamalıdır. Öyle olursa kesinlikle doğru ve yeterli bir anlama düzeyi gelişmeyecektir. Onu PKK tarihi, Kürdistan tarihi, insanlık tarihi içerisinde bir yere oturtamazsak, o zaman bu öz savunmanın, meşru savunmanın ne anlama geldiğini, neyi hedeflediğini, niçin gerekli olduğunu anlayıp kavrayamayız. Bu durumda da başarılı pratik yapamayız.
Demek ki başarılı olabilmek için anlamak gerekiyor. Yeterli, derinlikli anlamaya kesinlikle ihtiyaç var. Ancak böyle görebilirsek Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin ne olduğunu, neyi amaçladığını, niçin gündeme geldiğini yeterince anlarız.
Varlığını korumak ve özgürlüğünü kazanmak ne demek?
Burada ideolojik-siyasi görevler de büyük önem kazanıyor. Önderlik, “Varlığını Korumak Ve Özgürlüğünü Kazanmak” dedi. Bunun içeriğini nasıl dolduracağız? Varlığımızı nasıl koruyacak, özgürlüğümüzü nasıl kazanacağız? Varlığını korumak ve özgürlüğünü kazanmak ne demek? Nasıl olursak özgür olunuyor, varlığımızı korumuş oluyoruz? Varlığımızı ne yok ediyor, ne koruyor? Bizim yok oluş dediğimize, başkaları varoluş diyor. Bizim varolma dediğimize, başkaları yok olma diyorlar ve onun için bizi tehlikeli görüyorlar. Aramızda birçok akımla yaşanan çelişkilerin, tartışmaların önemli bir kaynağı da burası oluyor.
Önderlik bu çerçevede Devrimci Halk Savaşı’nın amaçlarını ve görevlerini tanımladı. Önder Apo, “Eğer siyasi çözüm biterse, KCK tümden devreye girer. KCK şimdiye kadar sadece siyasi yönü öne çıkardı. Bundan sonra sistem bütün boyutlarıyla harekete geçer. Yani tüm programını uygulamaya koyar” dedi. Önderliğin bu kavramı, deyimi neyi ifade ediyor?
Üçüncü Stratejik Dönemde daha çok demokratik siyaseti öne çıkardık. Demokratik siyasi mücadele stratejisi dedik. Onun örgütlenme biçimi olarak, demokratik özerkliği öngördük. Siyasi partilerin örgütlenmesini, siyasi mücadeleyi, seçimleri öne çıkardık. Bu, Kürt sorununun siyasi çözümünü yaratmak içindi. Diyalogla, müzakereyle Kürt sorununu, Kürt olgusunu kabul edecek, dolayısıyla mevcut Kürt sorununa çözüm getirecek bazı siyasi kararlara ulaşmak içindi. Diyalog, müzakere yöntemiyle siyaseten sorunu çözelim dedik. Bu gerçekleşseydi, Kürt sorununun siyasi çözümünü devletle müzakereyle netleştirseydik, buna göre bir hukuk sistemi ortaya çıkartsaydık, bazı kararlar ortaya çıkartsaydık, ondan sonra bu belirlenen çözümün içini dolduracaktık. KCK sisteminin diğer alanlarını bu siyasi kararlara, çözüme dayalı olarak örgütleyecektik. Örneğin ekonomiyi, eğitimi, sağlığı, sosyal alanı, sporu, kültürü, dili, diplomasiyi ve öz savunmayı örgütleyecektik. Böylece sorunun çözümünü gerçekleştirecektik. Kürt toplumunun demokratik örgütlülüğünü sağlayacak, yaşamını bu temelde sürdürür hale getirecektik ama bu olmadı. Siyasi çözümün sonuç vermemesi demek, siyaseti öne çıkartarak, siyaset alanından başlayarak, siyasi boyuttan başlayarak çözüm bulma imkanının, fırsatının olmaması demek oluyor. Siyasi çözümü öne çıkartırken, başa siyasi boyutu almıştık. Bu çözüm vermezse o zaman siyasi boyut öncelikli çözüm olmuyor. O halde KCK sistemi devreye girer diyor, bunun da yöntemi olarak Devrimci Halk Savaşı’nı öneriyoruz.
O zaman Devrimci Halk Savaşı ile ortaya çıkan ne oluyor? Demokratik siyaset ile yapmak istediğimiz bir siyasi sonuç çözüm olsun, KCK sistemini, demokratik toplumu ona göre örgütlemekti. Bu olmadığına göre şimdi Devrimci Halk Savaşı onun tersinden işlemesi oluyor. Demokratik toplum örgütlenmesini esas almak, geliştirmek, KCK sisteminin diğer boyutlarını örgütlü kılmak ve ona dayanarak oradan sağlanan güçle ve onunla yürütülen mücadeleyle Kürt sorunun siyasi çözümünü de gerçekleştirmekti. Siyasi boyutta da çözüme ulaşmak, çözüme gitmekti. Demek ki Devrimci Halk Savaşı, siyasi çözüm uğruna olan bir savaş değildir. Aslında demokratik konfederalizmin bütün boyutlarını örgütlemek, geliştirmek için yürütülen bir mücadele oluyor. O boyutların örgütlenip geliştirebilmesi için de onun önündeki engelleri aşmak gerekiyor. Onun önündeki engelleri aşmak sert savaşla, direnişle, mücadeleyle oluyor. Savaş böyle gündeme geliyor. KCK’yi örgütleyerek Kürt sorununun siyasi çözümünü gerçekleştirmek istiyoruz. Stratejik değişimin amaçlar bakımından, siyasi program bakımından önceliklerinin yeniden yapılanması, değişimi böyle oluyor. Programımızda, siyasi programımızda öncelikler değişmiş oluyor.
O halde Devrimci Halk Savaşı’nın önüne ciddi görevler konuluyor. Öyle basit, dar bir askeri olay değildir. Sadece yıkma olayı da değildir. Bazılarını yıkma, bazı şeyleri kurmayı ifade eden bir savaş oluyor. Öyle değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü bazı şeyleri yıksak, yerine yenilerini kurmazsak, yine siyasi çözümü geliştiremeyiz. Ortaya bir siyasi güç çıkaramayız. Karşıtını yok etmişsin ama kendini de kurmamışsın, o zaman kendini çözüm gücü haline getirmemişsin demektir. O halde Devrimci Halk Savaşı’nın temel görevi, KCK sistemini örgütlemektir. KCK sisteminin bütün boyutları önünde engel oluşturanları da mücadeleyle yıkmayı değerlendirmek lazım. Hem yıkıcılığı var, hem yapıcılığı var. O zaman mevcut sömürgeci-soykırımcı özel savaş sistemini yıkıp onun yerine KCK sistemini kuracak, bizzat inşa edecek. Ekonomik, sosyal alanı örgütleyecek, siyasi alanın örgütlenmesini gözetip destekleyecek. Diplomatik alanı örgütleyecek. Savunma, öz savunma alanını örgütleyecek ve daha güçlü, yeterli hale getirecek. Önder Apo’nun belirttiği yedi boyut, temel amacımızı ifade ediyor. Demokratik özerklik projesinde bu sekiz boyut olarak verilmişti. Önder Apo ekolojik boyutu ekonomik boyutla beraber ele alıyor, ekonominin bir parçası olarak değerlendiriyor. Onun dışındaki boyutlar demokratik özerklik projesindeki boyutlardır. Bu boyutlar bizim temel siyasi amaçlarımızdır. Siyasi programımız, temel hedeflerimizdir. Bunlar KCK sisteminin esaslarıdır. Bir de bunların ayrıntıları var. Ekonomik boyut deniliyorsa, o zaman ekonomik alanda neler yapması lazım? Onun da kendi içinde bir sürü boyutları ve maddeleri var. KCK’nin ekonomik sistemi nasıl olacak? Hangi ekonomik sistemi kabul ediyor, hangisini reddediyor? Ekonomik alanda neleri yıkacak, neleri kuracak? Neleri doğru bulacak, kabul edecek, benimseyecek, neleri kabul etmeyecek? Sosyal alanda, eğitim olarak neleri yapacak, neleri yapmayacak? Sağlık olarak neleri kabul edecek, neleri kabul etmeyecek? Bunların netleştirilmesini ifade ediyor.
Kabul etmediği, zararlı gördüklerini yıkmayı öngörüyor. Bunlar, savaşın hedefleri oluyor. Onları yıkmayı, onun yerine yenileri koymayı, topluma hizmet edenleri koymayı, topluma hizmet eden, toplumun demokratik çıkarlarına uygun olanları da korumayı, savunmayı ifade edip içeriyor. Görevler kapsamını böyle ele almak gerekiyor. Demek ki biz savaşı, sadece savaş olsun diye değil, bunun için yapacağız. Yine sadece bir şeyleri yıkalım diye de yapmayacağız. Elbette yalnız başına bir şeyi inşa etmek de değildir. Çünkü önündeki engeller aşılmadan, bir şeyler yıkılmadan inşa etmek mümkün değildir. Boşluk olan yerleri zaten inşa etmeliyiz. Ama boşluk yok, dolu ise ve dolu olan da faşistse, gericiyse, özel savaşçıysa, soykırımcıysa o zaman onu yıkacaksın, onun yerine demokratik olanı, özgürlükçü olanı da inşa edip kuracaksın.
Savaş bile yaptığımızda, hedef olarak önümüze “gelin uzlaşalım, bize fırsat verin. Yani bir uzlaşma yapalım, çözüm bulalım, demokratik özerklik çözümünü sağlayalım” dedik. Devletle demokrasinin, KCK’nin ilişkileri, toplumsal yaşamdaki etkinlik alanlarını anlaşarak belirleyelim dedik. Oradan KCK’ye bir alan verilseydi, ondan sonra barış içerisinde hemen onları inşaya yönelecektik. Buna kimse de engel olmayacaktı. Siyasi çözüm bizi demokratik toplum olarak örgütlenmeye, ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik, hukuksal diğer alanlarda örgütlemeye götürecekti. Fakat bu olmadı. Bu olmadıysa o zaman adım adım, parça parça bütün bu alanlarda sömürgeci-soykırımcı olanı yıkmak, onun yerine demokratik olanı kurmak, inşa etmektir. Bunu niye savaşla yapıyoruz? Çünkü gerici olan var. Onun yıkılması lazım. Bunu da ancak savaş yıkar. Siyasetle anlaşamamış, geri çekmemişsen, varolanı ancak savaşla yıkabilirsin. Yerine inşa ettiğin bir şeyi, öbürü yıkmak ister. Savunman lazım. Savunmazsan yaptığın inşanın bir anlamı olmaz. O halde savunmak için -savunmak da askeri bir eylemdir- dolayısıyla inşa ettiğin demokratik toplum örgütlülüğünü, yaşamını koruyacaksın, savunacaksın, güvenliğini sağlayacaksın. Güvenliğini sağlayabildiğin, koruyabildiğin kadar inşa edeceksin. Koruyabildiğin ayakta kalır. Başkasını inşa etsen de karşı taraf da vurur seni yıkar ve tekrar ele geçirir. Savunabilir, koruyabilirsen vermezsin ve onu yaşatırsın. İşte Devrimci Halk Savaşı böyle bir mücadele oluyor.
Bu boyutlardan birincisi ekonomik boyuttur: Ekolojik boyut da ona dahildir. Toplumun ekonomik yaşamıdır. Ekonomi tümüyle demokratik toplumun işidir. Devlet işi değildir. Önderlik “Tekelcilikle, kapitalizmle ekonominin bir ilişkisi yok” dedi. Tekelci ekonomiye karşı, demokratik konfederalizmin ekonomik sistemlerini geliştirmemiz gerekecek. Demek ki etkinlik kurduğumuz her alanda, toplumun ekolojik çizgide, ekonomik örgütlülüğünü, ekonomik toplumu yaratıp inşa edeceğiz.
İkincisi sosyal boyuttur: Sosyal boyut içinde öne çıkan temel görevler, eğitim, sağlık, spor gibi alanlardır. Demek ki eğitimi, biz örgütleyeceğiz. Savaşla birlikte etkili olduğumuz yerde mevcut eğitimi durduracağız, kendi eğitimimizi kuracağız. “Devlet bize anadilde eğitim hakkı versin” demeyeceğiz. Biz gücümüzün yettiği yerde devletin eğitimini durduracağız, kendimiz kendi eğitimimizi nasıl bir dilde, nasıl bir programda yapmak istiyorsak yapacağız. Kendi sağlık sistemimizi kurup örgütleyeceğiz. Devletin sağlık sistemini işletmeyeceğiz. Ele geçireceğiz. Halk yararına, kendi anlayışımıza göre sürdüreceğiz. Sporu yine o hale getireceğiz.
Üçüncüsü hukuksal boyuttur: Kendi hukuk ve yargı sistemimizi geliştireceğiz. Mevcut devletin yargı sistemini durduracağız, onun yerine, KCK’nin yargı sistemini örgütleyeceğiz. Kendi hukuk sistemimizi işleteceğiz. Toplumsal sorunları çözebildiğimiz, etkinlik kurabildiğimiz kadarıyla kendi yargı sistemimizle çözeceğiz.
Dördüncüsü diplomatik boyuttur: Kendi diplomatik alanımızı örgütleyeceğiz. İç ittifaklarımızdan tutalım dış ilişki, ittifaklara kadar, Kürt demokratik örgütlemesine güç sağlayacak, hizmet edecek, onu temsil edecek bir ilişki-ittifak sistemi geliştireceğiz. Dolayısıyla bir diplomatik faaliyeti örgütleyeceğiz. Kürt toplumunun diğer toplumlarla ilişkilerini düzenleyen, dayanışmasını sağlatan bir ilişki ve dayanışma sistemi geliştireceğiz.
Beşincisi dil ve kültür boyutudur: Bu konuda Kürt kültürünün önündeki bütün engelleri, yasakları kaldıracağız. Tarih, kültür ve dil çalışmalarını, toplumun kendi kültürel gerçeğini yaşamasını sağlatacağız. Onun kurumlaşmasını, örgütlülüğünü geliştireceğiz.
Altıncısı öz savunma boyutudur. Savunma güçlerini örgütleyeceğiz. Demokratik toplumu, onun örgütlülüğünü, KCK örgütlülüğünü savunan, bütün saldırılara karşı koruyan bir güvenlik sistemi ortaya çıkartacağız. Bunu ortaya çıkardığımız kadar, KCK’yi kuracağız. Zaten başka türlü de kuramayız. Güvenliğinin sağlanamadığı bir sistem yaşayamaz. Diğer taraftan saldırıp yok ederler. Biz, dolayısıyla öz savunmayı öne çıkartacağız. Demokratik toplum örgütlülüğünün, KCK örgütlülüğünün ancak savunulduğu ölçüde varolacağını bileceğiz ve buna göre savunma sistemi geliştireceğiz. Bu sistemi, örgütleyeceğiz, silahlandıracağız, eğiteceğiz, nicelik olarak nitelik olarak demokratik toplumu savunacak kadar, demokratik toplum örgütlülüğünün olduğu her yerde bir savunma sistemi geliştireceğiz.
Yedincisi siyasi boyuttur. Bütün bunları geliştirdiğimiz ölçüde siyasi boyut, demokratik siyaseti geliştirme, işletme, dolayısıyla demokratik siyaseti çözüm aracı haline getirme, demokratik özerkliği gerçekleştirme imkanımız olacaktır. Biz bunları her yerde aynı düzeyde, birdenbire yapamayız. Nerede ne kadar gücümüz varsa, hangisini yapabiliyorsak ona göre yapacağız. Nerede ne kadar ekonomik örgütlenme yapabiliyorsak o kadar yapacağız. Eğitim, sağlık örgütlülüğünü nerede ne kadar geliştirebiliyorsak o kadar yapacağız ve daha fazlasını yapmak için mücadele edeceğiz. Savaş daha fazlasını yapmak ve varolanı savunmak için sürecektir.
Hukuk sistemini, öz savunma sistemini, kültürel yaşamı, diplomasiyi, demokratik öz yönetimi, siyasi yönetimi geliştirebildiğimiz kadar geliştireceğiz. Bazı yerlerde çok olacak, bazı yerlerde az olacak. Bazı yerlerde biz etkili olacağız, bazı yerlerde devlet etkili olacak. Bazı yerlerde, bazı boyutlarda KCK etkili olacak, bazı boyutlarda devlet etkili olacak. Bir boyutta, bir yerde, bir düzeyde devletin etkinliği olacak, bir düzeyde KCK’nin etkinliği olacak. Bu, yerine göre değişecek. Karşılıklı ve iç içe ikili bir yönetim duruşu, sistem duruşu ortaya çıkacak. Bu, düz bir durum da değildir. Bir yerde hukuksal alanda, ekonomik alanda KCK etkili, diğer bazı alanlarda devlet etkili olacak. Bir yerde sosyal alanda, yüzde elli KCK’nin etkinliği olacak yüzde elli devlet etkinliği olacak. Nerede ne kadar olabiliyorsa, o kadar yapacağız ve bunu her alanda KCK örgütlülüğünü güçlendirmek, etkinliğini arttırmak üzere bir mücadele yürüteceğiz. Bütün alanlarda demokratik toplumla, devletçi sistem arasında bir çatışma sürecek. O halde Devrimci Halk Savaşı, topyekun bir savaş oluyor. Bütünlüklü bir mücadeledir. Bütün yaşam alanlarını içine alıyor. Bütün boyutlarda bir mücadele vardır. Hem yıkmayı, hem inşa etmeyi içeriyor. İç içe bir savaşı içeriyor. Uzun Süreli Halk Savaşı’ndan farkı, cepheden bir devleti tümden reddeden, yıkan, kendini de ona göre kuran bir şey değil de, iç içe, bütün boyutlarda, ne kadar etkinlik kurabiliyorsa o kadarını kuran, onu daha da büyütmek için mücadele eden bir tarzı esas alıyor. Burada cepheden bir duruş değil, bir iç içe mücadele var. Bu anlamda Devrimci Halk Savaşı bir iç içe mücadele durumudur.
Devrimci Halk Savaşı bütün boyutlarda yürütülen bir mücadeledir
İç içe mücadele durumu, devlete karşı, devlet örgütlemeyi öngörmemesinden kaynaklanıyor. Devlet uzlaşmayı kabul etse, barış siyasi çözümle olsa, hiç çatışmaya girmeden, devlet artı demokrasi sistemini, siyasi uzlaşma temelinde geliştirerek kendi örgütlülüğünü sağlayacak. Fakat devlet bunu kabul etmediği, KCK’yi terör örgüt saydığı, reddettiği, KCK’li olmayı suç sayıp hapse koyduğu için KCK de kendi toplumsal örgütlülüğünü yaratacak ve devleti etkisizleştirmeyi, sınırlamayı öngörecektir. Nasıl ki devlet şimdi mevcut saldırılarla KCK’yi etkisizleştirmeyi, daraltmayı, sınırlandırmayı esas alıyorsa, Devrimci Halk Savaşı’yla da KCK, devleti sınırlandırmayı, daraltmayı, etkisizleştirmeyi, zayıflatmayı ve onun yerine kendi sistemini örgütlemeyi öngörecektir. Ekonomik, sosyal, hukuksal, siyasi, diplomatik, kültürel ve öz savunma alanlarındaki bütün boyutlarda bir savaş olacaktır. Bu, karşılıklı birbirini etkisizleştirme, yıkma ve kendini hakim kılma savaşıdır. Bu, topyekun bir savaştır. İç içe bir savaştır ve bütün boyutları içeriyor. Devleti daraltıp, demokratik toplumu örgütlemeyi ifade ediyor. Aslında devlet tanısa uzlaşmaya açıktır. Ama devlet reddettiği müddetçe o da devleti reddediyor. Bu savaşa, mücadeleye dönüşüyor. Herkes bu mücadele içinde kendi etkinliğini yaratmaya çalışıyor. Tabii devlet hiç kabul etmez, sonuna kadar reddederse bu çatışma, savaş da sonuna kadar sürer. Devleti tümden yok eden, demokratik toplumu bağımsız özgür olarak örgütleyen bir sistem ortaya çıkar. Devletsiz bir demokrasi oluşur. Devletsiz demokrasi olmaz değildir. Önder Apo bunları değerlendirdi. Demokrasiyi örgütlü, iradeli, özgür toplum olarak tanımladı. Çünkü esas olan demokrasidir. Bu toplum da devletsiz varolabilir. Devlet, böyle bir toplum olmadan varolamaz. Çünkü böyle bir toplum üzerinde baskı ve sömürüyle ancak varolabiliyor.
O halde hiç uzlaşmaya yanaşmazsa, bu çatışma derinleşerek sürer. Artık KCK, nerede etkili hale gelebiliyorsa orada o düzeyde bir etkinlik sağlar. Devleti tümden etkisizleştirdiği yerde kendi bağımsız, özgür duruşunu ortaya çıkartır. Bunun da önü açıktır. Tümden bütün Kürdistan’da olursa, böyle bir durum gerçekleşir diye bir kayıt yok. Bir şehirde, üç şehirde, birkaç kasabada, belli bir mıntıkada böyle bir konum kazanabilir. Orduyu, devleti tümden etkisizleştiren, yok eden, KCK sistemi temelinde toplumun örgütlenip yaşandığı bir durumu ortaya çıkarabiliyorsa orada onları sağlar. Diğer alanlarda iç içe olabilen yerlerde, iç içelik devam eder.
Savaşın hedeflediği, gerçekleştirmek istediği amaçlar bunlardır. Dikkat edilirse her yerde birden olacak diye bir şey yoktur. Bazı yerlerde az olacak, bazı yerlerde çok olabilecek. Bu sistem her türlü mücadeleye imkan veriyor. İkincisi, bir alanda ya devlet olacak, ya KCK olacak diye bir kayıt da yoktur. Biraz devlet, biraz KCK olabilir. Örneğin eğitimin bir bölümünü devlet yapabilir, bir bölümünü KCK yapabilir. Bir yerde yüzde otuz KCK yapar, yüzde yetmiş devlet yapar. Bir yerde eğitimi yüzde atmış KCK yapar, yüzde kırk devlet yapar. Bir yerde yüzde seksen, doksan eğitimi KCK yapar, yüzde on devlete kalır. Ne bir bütün alanlar itibarıyla eşit düzey, aynı düzey söz konusu ne bir boyut itibarıyla ya hep ya hiç söz konusudur. Farklı alanlarda devletle KCK arasındaki mücadele farklı düzeylerde seyredebilir. Bir yerde KCK’nin öz yönetimi yüzde seksen hakim olur, devlete yüzde yirmi yönetim kalır, bir yerde yüzde otuz KCK kurumları öz yönetimi çalışır, yüzde yetmiş yönetim devletin elinde olur. Bu, farklı alanlarda devlet ve KCK etkinliğinin farklı düzeyler arz ettiği bir mücadeledir. Demek ki Devrimci Halk Savaşı, bütün alanlarda ekonomik, sosyal, hukuksal, siyasi, kültürel, diplomatik ve öz savunma alanlarında devlet etkinliğini zayıflatabildiği kadar zayıflatan, onun yerine demokratik toplum örgütlülüğünü, etkinliğini, KCK örgütlülüğünü geçiren ve koruyan bir mücadele oluyor. Bu anlamda hem yıkıcılığı var, hem de inşa ediciliği, yapıcılığı ve onun savunuculuğu vardır.
O zaman neyi yıkacak, neyi inşa edecek? Neleri hangi yöntemlerle yıkacak? İnşa ettiklerini hangi yöntemlerle savunacak? Bu savaşı doğru yürütebilmek için bunları bilip netleştirmek gerekiyor. Devrimci Halk Savaşı’nı o zaman demek ki bütün bu boyutlarda yürütülen bir mücadele olarak anlamak gerekiyor. Sadece bir askeri boyutu yoktur. Bir silahlı çatışma değildir. Onu çok aşan, demokratik konfederalizmin yedi boyutunu içeren bir mücadeledir. O bakımdan da salt bir askeri boyutu olan bir mücadele değildir. Belki şimdi diğerini yıkmak ve inşa edileni savunmak gerektiği için askeri boyut öne çıkıyor. Fakat siyasette olduğu gibi diğer boyutları örgütlemeyi ihmal etmeyecektir. Çünkü askeri boyutun gelişmesi, başarı kazanması diğer boyutları örgütlemesine bağlıdır. Bu, demokratik siyaset gibi değildir. Demokratik siyaset karşı tarafla uzlaşmayı gerektiriyordu. Uzlaşabilirse yaptığı uzlaşmaya bağlı olarak elde ettiği imkanlara göre kendini bütün alanlarda örgütleyecektir. Uzlaşmadığı müddetçe örgütleyemiyor. Uzlaşmadan bir taraftan uzlaşma mücadelesi yürütürken, bir yandan da örgütlemeye çalıştı. İşte tutuklayıp hapse koydular, kurumları kapattılar, sonunda yönetimlerini tutukladılar. Bu kadar tutuklama, davalar ve hapis sistemi böyle gelişti. Kendini savunamadı. Askeri boyut öyle olmayacaktır. Savaş bu temelde sürmeyecektir. “Savaş yapalım, orduyu tümden yıkalım, ondan sonra devletin diğer kurumlarıyla, toplum yaşamının diğer alanlarıyla ilgileniriz. Ordu olmazsa o zaman ekonomik, sosyal ve kültürel çalışmayı öne çıkartırız” diyemeyiz. Siyasi boyutta bunu söyledik. Çünkü karşı taraf diğerlerini örgütlemeye izin vermiyordu. Ama askeri boyutta, biz etkinlik kurduğumuz ölçüde, demokratik toplum yaşamının bütün alanlarını etkinliğimiz altında örgütleme imkanı vardır. O halde örgütleyeceğiz. Örgütlemezsek orada boşluk olur ve o boşluk devletin yeniden etkinlik kurmasına yol açar. Diğer yandan da onu örgütlediğimiz ölçüde savaş güçlenecektir. O ekonomik örgütlülük, sosyal örgütlülük, kültürel örgütlülük savaşa güç ve destek verecektir. O zaman savaşı daha etkili yapacağız. Öz savunma örgütlülüğünü her alanda geliştirdiğimiz ölçüde, savaş büyüyecektir. Demokratik toplumu, onun ekonomik, sosyal yaşamını, kültürel, siyasi yaşamını koruma ve savunma imkanımız olacaktır. O bakımdan Devrimci Halk Savaşı’yla birlikte, KCK sisteminin bütün boyutlarının örgütlenmesi esas alınacaktır. Bu, topyekun bir mücadele olacaktır.
Köle bir halk; özgür konuşamaz, düşünemez ve yaşayamaz
PKK özgürlüğü; farklılıklara dayalı eşitliği, demokrasiyi ve toplum yaşamında bunları hayata geçirmeyi öngördüğü için demokratik konfederalizm programını esas alıyor.
Önder Apo temel amaç olarak, “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” tanımını yaptı. Varlığını korumak, soykırımı durdurmak, ulusal ve toplumsal varlığı güvenceye almak oluyor. Özgürlüğünü kazanmak da demokratik toplum sistemini ortaya çıkartmaktır. Sadece dar bir ulusal özgürlük ile sınırlı değiliz. Dikkat edilirse, ulusal özgürlük mücadelesini dil, kimlik, kültür özgürlüğü mücadelesini bir paradigma mücadelesi halinde ele alıyoruz. Sınıflı, cinsiyetçi toplum sisteminin aşılarak her kesimin, her kişinin, bütün toplulukların özgürce katıldığı, örgütlü olarak yer aldığı, yaşamlarını kendi örgütlülükleri temelinde özgürce sürdürebildikleri bir demokratik sistemi ortaya çıkartmayı hedefliyoruz.
Bazıları bunu dar bir dil-kültür sorunu gibi ortaya koymaya çalışıyorlar. Bazıları “bu özgürlükleri devletle sağlayabiliriz” diyorlar. Biz, bu iki görüşü de doğru bulmuyoruz. Kürt sorunu dar anlamda ne bir ulusal sorun ne de dar bir dil-kültür sorunudur. Kültürel özgürlükle yalnız başına çözülebilecek bir sorun da değildir. Yine devletin özgürlük ve demokrasi getirmesiyle de çözülecek bir sorun değildir. Kürt sorunu kapsamlı ve bütünlüklü bir sorundur. Aslında hiyerarşik devletçi sistemin yarattığı bütün toplumsal sorunları içinde taşıyan bir sorundur. Kapitalist modernitenin hakim kıldığı sorunların hepsini şimdi yaşıyor. Dolayısıyla dil-kültür özgürlüğü bile ancak bütünlüklü bir toplumsal özgürlük yaklaşımıyla, kadın özgürlüğü ekseninden başlamak üzere, tüm toplumsal kesimlerin, bireylerin, azınlıkların ekonomiden güvenliğe kadar bütün alanlarda, özgür yaşayabilecekleri bir sisteme ulaşmayı ifade ediyor. Onunla birleştiği zaman ancak gerçekleşebilir. Önder Apo, geçmişte de “Ancak özgür bir halkın dili özgür olabilir” dedi. Kendisi özgür olmayan halka, dil ve kültür özgürlüğü getiremezsiniz. Köle bir halk; özgür konuşamaz, özgür düşünemez ve yaşayamaz. O bakımdan da özgürlüğü daraltıcı yaklaşımlar doğru değildir. Onlar dar milliyetçi yaklaşımlar oluyorlar. Bir özgürlük hareketi olarak kendimizi böyle bir ilkede, anlayışta tutamayız.
PKK, özgürlük mücadelesini bir paradigmasal mücadele olarak ele alıyor. Yani devletçi paradigmaya karşı, demokratik toplum paradigmasının gerçekleşmesi, hakim kılınması, toplumsal sistemin buna göre oluşturulması temelinde ele alıyor. Bütün alanlarda özgürlüğü öngörüyor. Bu bizim felsefemiz, ideolojik siyasi çizgimizdir, siyasi programımızdır.
Bu temelde amaçlar, görevler olarak soykırımı durdurmak, yıkmak, demokratik toplumu inşa etmek olarak ortaya koyduk. Mevcut temel ilkenin pratikte gerçekleşmesini böyle öngördük. Bunu mevcut devletçi sistemin daraltılması ve KCK sisteminin örgütlendirilip korunması, savunulması olarak da belirttik.
KCK sistemi esnek bir sistemdir. Çünkü demokratiktir. Demokratik sistemler esnektirler. Devletçi sistemler katı, mutlakçı ve egemenlikçidirler. Dolayısıyla KCK sisteminin inşası, yaşatılması, var edilmesi ucu açık olarak birçok boyutta gerçekleşebiliyor. Onun temel yedi boyutunu ortaya koyduk. Bu bizim parti programımızdır. PKK programının temel yedi ilkesini ya da bölümünü ifade ediyor. Böyle tanımlayabiliriz. KCK sisteminin örgütlendirilmesi ve işler kılınması partimizin temel görevidir.
Gençlik ve kadın örgütsel öncülük içinde yer alıyor
Önderlik “Kürdistan’da örgütlenmeyle eylem iç içedir” dedi. Örgüt eylemi geliştirirken, eylem de örgütü güçlendirmektir. Eyleme dönüşmeyen örgütlenme, fonksiyonel değil bürokratiktir ve her bürokratik örgütlenme de sonunda iktidar ve devleti doğurur, memur tarzına yol açar. Örgütlenmeyi geliştirmeyen, örgütlenmenin önünü açmayan, örgütü güçlendirmeyen, toplumu örgütlemeyen eylem de başarılı bir eylem olamaz, bir işe yaramaz. Eylem, nihayetinde toplum sorunlarını çözmek, toplumu demokratik örgütlülüğe kavuşturmak içindir. Doğru eylem anlayışı kesinlikle böyledir. Bu mücadelenin örgütle de bağını doğru kurmamız gerekmektedir.
Her kesime aynı rolleri değil de farklı farklı rolleri biçmektedir. Bu bakımdan farklı ve belli bir kitle çizgisine sahiptir. İdeolojik ve parti öncülüğü yanında örgütsel öncülüğü var. Gençlik ve kadın örgütsel öncülük içinde yer alıyor. Demek ki, birinci planda gençlik ve kadın kitlesine ve onun örgütlenmesine dayanmaktadır. Onunla birlikte bütün emekçilerin örgütlenmesini öngörmektedir. İşçiler, memurlar, esnaf, köylüler, zanaatçılar, bütün emekçi kesim, gençlik ve kadın öncülüğüyle birlikte bu sistemin örgütsel omurgasını oluşturan örgütlenmelere sahiptir. Bunlarla birlikte bir de, bütün yurtsever kesimlerin örgütlülüğü bulunmaktadır. Demokratik toplumu, demokratik konfederalizmi reddetmediği süre içinde, diğer kesimlerin örgütlenmesi de var. Yani özel mülkiyeti, işverenleri de örgütleyebilmektedir. Ticaret, sanayi, tarım alanında, çeşitli kullanım değeri ve pazar için ortak üretim yapan, demokratik konfederalizmin ekonomik politikasıyla çelişmeyen, kesimleri de içine almakta ve örgütlemektedir. Onları da benimsemekte ve desteklemektedir. Ticarette, sanayide, tarımda, üretimin değişik alanlarında var olan kesimleri de içine almaktadır. Onları da reddetmemektedir, onlar da demokratik konfederalizmi reddetmediği ve onun içine katıldığı müddetçe orada yer almaktadır. Bu da, örgütsel bir sistemi ifade etmektedir. Dikkat edilirse katılan herkesin ilkeler, ölçüler, kurallar çerçevesinde eşit bir katılımı vardır. Ama demokratik konfederalizm öyle bir işverenler, orta kesimler hareketi de değildir. Bir emekçi hareketidir. Bu bakımdan da temel güç olanlar, öncü olanlar ve bir de buna katılanlar vardır.
Bu durum Devrimci Halk Savaşı’nı ve onun inşa edip savunmak istediği sistemi belirlemektedir. Savaşı geliştirirken, bu savaşın örgütleyeceği, dayanacağı kitlelerin kimler olduğunu, hangi çizgiye göre kitlelere yaklaştığını göstermektedir. yle önüne geleni içine almıyor, herkese eşit muamelede yaklaşmıyor. O bakımdan da kitlesel öncülük, gençlik ve kadın kesimindedir. Dolayısıyla onların örgütlenmeleri, bu sistemin oluşturulmasında esastır. Onlarla birlikte bütün emekçi kesimlerin örgütlülüğü, demokratik konfederalizmin kitlesel temelini oluşturmaktadır. Bütün örgütlerinin toplamı, demokratik konfederalizmin esas örgütleri olmaktadır. Bunlarla birlikte çeşitli işveren kesimlerine, orta kesimlere de yer vermektedir. Onlar da örgütlenip katılabilirler. Yine çeşitli milliyetler, azınlıklar, bütün farklılıklar kendilerini burada temsil edebilirler. Şimdi savaş böyle bir kitle çizgisi temelinde yürütülüyor. Bu örgütlenmeyi yaratacak. Çünkü biz savaşın amacı olarak KCK sistemini örgütlemeyi koyduk. O zaman bu sistemi örgütlerken, kimi, neyi örgütleyeceğimizi, kime dayanacağımızı, hangi kitleye ne düzeyde yer vereceğimizi, savaşın ortaya çıkardığı sistemin hangi kesimlerin örgütlülüğü olacağını bilmemiz gerekmektedir. Bir kitle çizgisini öngörüyoruz. Gençlik örgütlülüğünü, kadın örgütlülüğünü önemle esas almalıyız. Onların örgütlenmesini öngörerek, geliştirmeliyiz. Bütün emekçi kesimlerin örgütlenmesini esas almalıyız.
İdeolojik öncülük var
Bir ideolojik öncülük var, parti öncülüğü, parti ölçüleri var. Bu demokratik modernite çizgisinin ilke ve ölçüleri ve özellikleri oluyor. Bu savaşın dayanacağı bir kitle çizgisi vardır. Bu da KCK sisteminin öngördüğü, esas aldığı çizgidir. Kadın ve gençlik öncülüğü, emekçi kesimlerin temel güç olması, onun dışında bütün yurtseveri, orta kesimleri, demokrasiye, demokratik topluma, tüketim değerlerine dayalı üretim yapan işveren kesimlerini içine almaktadır. Çizgi buna göre şekillenmektedir. Kitle çalışması yürütürken bu çizgiyi esas alacağız ve buna ters düşmeyeceğiz. Orta kesimleri, işverenleri başa koymayacağız, öncü yapmayacağız ya da temel güç yapmayacağız. Bu konu, halk ilişkilerimizi, halk çizgimizi doğru yürütebilmemiz açısından önemlidir.
Sistemin bir de meşru savunma alanı vardır. O da gerilla örgütlenmesidir, gerilla alanıdır. KCK sistemi içerisinde ve sistemi savunmakla yükümlü olan bir alandır. Sistem; halkı örgütleyen, örgütlü halktan oluşan bir sistem olduğuna göre gerillanın meşru savunma görevi de halkı savunmak anlamına geliyor. Zaten bu görevi yürüten örgüte de “Halk Savunma Kuvveti” dedik. HPG öyle boşuna veya rastgele isimlendirilmemiştir. Görevine, tanımına uygun bir adlandırma yapılmıştır.
Nihayetinde bir mücadele stratejisi üzerinde duruyoruz ve bu bir planlama demektir. Bir bütün örgüt olarak, halk olarak ne yapmamız gerektiğini ve nasıl yapacağımızı ortaya koyan ve bu çerçevede hepimizin yapması gerekenleri belirleyen bir çerçeveye sahiptir. Bu stratejik tartışma demektir. Bir örgütün strateji belirlemesi bu anlama gelmektedir. Bir toplum için, bir halk için belli bir dönem içerisindeki yaşamın yönünü belirleme, halkın yürüyüşünün yolunu ve yöntemlerini ortaya koymayı içermektedir. O nedenle sadece teorik bir konu değildir. Sadece tartışmayla yetinilecek bir durum da değildir. “Bir şeyleri daha iyi öğrenelim, daha iyi anlayalım, tartışalım, zihin açıklığımız oluşsun, düşünce sistemimiz gelişsin” diyebileceğimiz, bununla yetinebileceğimiz bir durum da değildir. İfade ettiğimiz gibi bir dönemin yolunu çizmeyi, yöntemlerini belirlemeyi ifade etmektedir. Bu anlamda da bir dönemin planlamasını içermektedir. Strateji de, taktikler de planlamayla ilgilidir. “Stratejik ve taktik plan” diyoruz. Bir çizgi doğrultusunda belli dönemlerin görevlerinin planlamasını ifade etmektedir. Strateji çizme ve stratejik tahlil, tartışma bu anlama gelmektedir. Bu bakımdan sadece tartışmayla yetinilmemesi, bir planlamaya kavuşturularak pratiğin kılavuzu, pratiğin çerçevesi haline getirilmesi gerekmektedir. Nasıl bir pratik çalışma yapmamız gerektiğinin belgesi kılınması gerekmektedir. Sadece tartışma düzeyinde bırakmadan plana ve uygulamaya dönüştürmek de gerekmektedir.
Devrimci Halk Savaşı geliştikçe, Kürt sorunuyla ilgili bütün çevreleri yeniden durum değerlendirmesi yapmaya, gelişmeleri doğru okumaya, Kürt gerçeğini ve Kürdistan özgürlük mücadelesini doğru değerlendirmeye, dolayısıyla inkar ve imhadan vazgeçerek, zihniyet ve siyaset değişikliği yapıp çözümün önünü açmaya daha çok zorlayacaktır. Bu tür gelişmeler toplumdan, aydınlardan başlamak üzere daha fazla gelişecektir. Devletin siyasi askeri kurumlarını da bu tarz bir yaklaşım göstermeye zorlayacaktır. Eğer bunlar uygun zamanlamayla gelişirse, mücadelemiz, Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümünün de önünü açmış olacaktır.
Fakat böyle bir gelişme olmaz da Kürdü, dolayısıyla KCK’yi inkar-imha ve tasfiye etmek için saldırılar sürerse biz de sonuna kadar bu saldırılara karşı direneceğiz. Devrimci Halk Savaşı temelinde, Kürt halkının demokratik örgütlülüğünü yaratarak, demokratik konfederalizm sistemi içerisinde örgütlenmesini, yaşamını bu temelde sürdürmesini direnerek ortaya çıkartacağız. Bunun mücadelesi içerisinde olacağız ve bu mücadelenin mevcut koşullarda kazanma şansı güçlüdür. Kürt halkının ve bireylerinin onurlu ve özgür bir şekilde başka türlü var olma imkanı yoktur. Eğer bütün dünya bize karşıt olur, soykırım güçlerini destekleyip kuvvetlendirerek üzerimize saldırtırlarsa, teslim olmayı değil, elbette ki böyle bir direniş ve özgürlük temelinde sonuna kadar mücadele etmeyi öngöreceğiz. Önderlik Çizgisi, Apocu direnme çizgisi bize bunu öğretti. Bunun gereğini de tereddütsüz yerine getireceğiz.