Kadın konusunda yapılan tanımlar, tahliller, yorumlarla birlikte bu alanda gerçekleştirilen eylemler, kadın özgürlük tarihinde önemli kazanımlar oluşturmuş ve büyük özgürlük mirası ortaya çıkmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın bu konudaki özgürleşme ve özgürleştirme arzusu kendisinin çocukluk yaşlarından itibaren adım adım gözlerimizin önüne serilmiştir.
Çünkü başka bir örnek yoktur ki, kendi kişisel deneyimlerini bir halkın görüşüne bu kadar açmış olsun, kendi yaşamının çözümlemesini derinlemesine yapmış olsun. Başka örnek yoktur ki ne yaşadığının ve nasıl yaşadığının tahlilini bu derinlikte gerçekleştirerek sayısı milyonlarla ifadelendirilen toplumuyla kendini özdeşleştirmiş olsun.
Kürdistan özgürlük mücadelesinin bağrına yerleşen kadının özgürleşme pratikleri, değerli kadın öncülerinin canları, ömürleri ve tüm inançlarını bedel ettikleri mücadele değerleri Kadın Kurtuluş İdeolojisi’nin ilanıyla birlikte kuramsal bir çerçeveye ulaşmıştır. Yaşamın süreğenliğiyle, akış hızıyla paralellik gösteren kadın konusu da geçen yıllar içinde önemli gelişmelere merkez olmuş, özgürlük tarihinde unutulmaz izler bırakmakla birlikte bu tarihin yaşayan ve bugüne kadar taşınmakla birlikte yarına taşınan temelini oluşturmuştur.
Toplum ve toplumu oluşturan bireyler olarak belli birikimlere ulaştığımızdan ve bunu bildiğimizden kimi soruları sormayız. Örneğin cevabının çok basit olduğunu bildiğimiz kimi soruları sormayız, çünkü sorduğumuz zaman basit olanın bilgisinden mahrum olmanın utancını yaşamak istemeyiz. Kadın nedir sorusu da bu sorulardandır. Pek fazla sorulmaz bu soru da. Çok basittir. ‘Su nedir?’ gibi bir sorudur belki de. Belki de evren nazarında daha başka değerler taşımaktadır. Ama ne yazık ki bu soru sorulduğunda verilecek cevaplar da pek fazla hakikate yakın durmamaktadır. Kadın nedir sorusunun cevabı, basit olduğu kadar en fazla karmaşıklaştırılan cevaplardan biridir. Öyle basittir ki sorulmaya gerek dahi duyulmaz. Belki de gerek duymamaktan değil de cesaret etmemektendir soramamak… Ne de olsa sadece istemediklerimiz değil gücümüzün yetmedikleri de vardır yapmadıklarımız arasında.
Ben neyim derken insan tanımından başlamaktayız. Evren içinde insanın konumu, evrenle ilişkisi ya da doğa-toplumla ilişkisi tanıma yaklaştırıyor bizleri. Bunun yanında insan tanımını biz kadınlar şahsında tamamlayan bir gerçek olan kadın tanımına ulaşma zorunluluğunu da fark ediyoruz. Neyiz biz, nelerden oluşuruz, görünen bizi bir formda toplayanın ötesinde neyiz, nasılız, nasıl duyumsarız!
Bir tutam saç…
Bir tutam saç nerde olursa olsun bir kadını anımsatır, anlatır. Kadına ait bu imge erkeklerin saçlarını kesmeye başladığı zamanlardan bu yana oluşmuş bir imge olabilir mi? Aslında imgelerin oluşmaya başlamasının cinsler arasına giren uçurumla bağlantılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Toplumsal şekillenişler algıları belirlemekte ve imgelere sıkışan algılar da insanları yönlendirerek hazır bilgiler, yargılar ve hedefler oluşturmakta, hatta merkezi hegemonyanın oluşturulup sağlamlaştırılmasında en büyük hizmet araçlarından biri haline getirilmektedir. Kadınların saçlarına ilişkin dinsel, toplumsal, sektörel kurallarla birlikte uğruna ne kadar kan döküldüğü, acı çekildiği, savaşların çıkarıldığı konularına ilişkin veriler de nesneleşen beden parçalarının yarattığı sonuçları göstermektedir.
İmgenin oluşması ortak anlamların inşa edildiğini anlatırken diğer yandan da ortak anlamlar kamuflesi altında nesneleşen soyutlamalara işaret etmektedir. Ortak güzellik duygusu, toplumsal iletişimin en anlamlı yanlarından biridir. Ortak ahlaki değer yargıları, ortak doğru ve estetik anlayışı da aynı biçimde kolektiflerin ifadesini oluşturmaktadır. Kişinin kendisi olarak varlığını duyumsamasının güzelliği ve kişide yarattığı anlam derinliği tartışmasızdır. Bunun yanında kendi topluluğunun diğer üyeleriyle birlikte duyumsadığı varlık ve anlamın kolektifliğinin, toplumsal yaşamda kişinin yerini oluşturduğu da bir gerçektir. Bu gerçek kişiyi bir tanımın sınırlılığına çeker. Kişi bu sınırlılığı kendisi olarak yaşayacağı formun kuralları olarak belirler ve bu belirleme anından itibaren bu belirlenmişliği idealleştirir.
Bu sınır kiminde kişinin sınırsızlık içinde yaşama ihtimali olan anlamsızlığı gidererek belirlenmiş bir form içinde anlam derinliği yaratmasına yardım eder. Bu durum, topluluğun, toplum olmanın ve bir arada yaşamanın gücünü gösterir. Kolektif ve komünal yaşamın güç kaynağı burasıdır. Kişilerin enerjilerinin evrenin sonsuzluğuna dağılması yerine topluluğun sonluluğunda disipline olmasıyla oluşur bu güç. Bu durum, evrenin sonsuzluğuna rağmen toplumun sonluluğunun tercih edilmesini de açıklamaktadır. Tabii ki o sonsuzluğu derinlik içinde yaşama gücü olanlar ve buna cesaret edenler sonsuzluk yaşamını tercih edeceklerdir. Yine de bu tercih toplumdan kopuk yaşanması mümkün olmayan bir durumu doğurmaktadır.
Çoğunlukla kişiler özgürlük tercihlerinde dahi sonsuz özgürlük yerine bir topluluk içindeki sınırlandırılmış, daha doğrusu kuralları belirlenmiş özgürlük biçimini tercih ederler. Bunun sebebi özünde şudur: İnsanlar, toplumsal kurallar tarafından sınırlandırıldıklarını bilseler de bu sonluluğu severler. Sonsuzluk adına gelecek olan sınırsızlıktan korkarlar. Uçmayı isteyen, düşleyen ve sürekli bu isteminin rüyasını gören biri, ayakları bir an yerden kesildiğinde korkar. Ayakları yere bastığında kendini güvende hisseder. Hatta sağlam olmayan, kabul görmeyen ya da ciddiye alınmayan birçok şey için ayakları havada denirken, tam tersi sağlam, kabul gören, ciddi durumlar için “ayakları yere basıyor” denir. Buradaki kabuller sınırsızlığın ürkütücülüğü karşısında sınırlılığın belirlenmişliğine yöneliktir. Bu korku kişiye sonsuzluk yerine sınırlılık tercihi yaptırır. Ayrıca insanlar denizlerin ya da akarsuların sahibi olmaktansa, bir tas suyun sahibi olmayı daha somut ve olasılık dahilinde bulurlar. Ve bu elle tutulur gerçeği kendi gerçekleri bilirler. Bununla birlikte her bireyin sınırlanmış ya da belirlenmiş gücünün bir araya gelerek, yani toplum olarak bireye vereceği gücün, evrenin dağınıklığının onlara vereceği güçten daha fazla olduğuna inanırlar. Bu güç, insanın yarattıklarının birleşerek oluşan kolektif gücü anlatır. Hatta kimi zaman bu güç karşısında savaş açar, bu güce direnirler. Sellerin gücü karşısında barajlar yaparak sınırlanmışlıklar yaratır ve doğaya meydan okurlar.
Bölünmek her zaman güçsüzleşmek değildir, bazen bölünmek, gücüne form kazandırmak olabilmektedir.
Kimi zaman da form şekil, kendinde topladığı enerjiyi hapsetmekte, sınır koyarken ya da enerjiye kendi çizdiği sınırla bir belirlenmişlik yaratırken onu somurmakta, sömürmekte, yok etmektedir. İktidarın kendine model seçtiği erkeklik, kadındaki enerjiyi kendi egemenlik formuna sıkıştırarak sınırlanmışlığın derinliğini yaratmayan, tam tersine hapsederek körelten ve çürüten bir durum yaratmaktadır. Sınırlar her zaman form kazandırmaz, kimi zaman deforme eder. Bu belirlemelerin ışığı olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü adlı son savunmalarında evreni çözümlediği felsefi derinlikle kadın tanımı yapmaktadır. Bununla birlikte iktidarı ve mikro iktidarı da çözümleyerek egemen erkek kişiliğine sıkıştırılan deforme olmuşluğu ortaya koymaktadır.
Kadın nedir?
Akışkan haldeki bir enerji hangi tanımın sınırlarında kendini ifade edebilir? Sadece akışkan haldeki enerji konumunda özgür olabilen kadın hakikati toplumsal yaşamın sınırlı gerçeğine kendisi olarak nasıl katılmalıdır?
Kadın, çeşitlenmek isteyen evrenin kendinde yarattığı ilk formdur. Toplumun tüm diğer öğelerini kendi gerçeğiyle bütünleştirerek evrensel anlamı açıklayan, çoğalmayı, çeşitlenmeyi, güzelliği, tınıyı, özgür akışı kendinden başlayarak tüm diğer toplum üyelerine anlatan akışkanlığını değişim ve uyuma dönüştürmüş haldeki bir formdur. Kadın formunda kendini gerçekleştiren evren, çeşitlenmenin bir adımını bu yolla atmıştır. Bölünerek çoğalan canlıların kendilerinde barındırdıkları özellikleri zenginleştirdiği iki cinsiyetle forma kavuşturan evrensel zeka, kadını bu zekanın taşıyıcı formu yapmıştır.
Kadın, duygusallık olarak dile gelen ve bir eksiklik, sakatlık gibi algılanan özelliğiyle evrenin tüm edimlerini anlama eğiliminden vazgeçmeyen varlıktır. Bunu başaramayabilir, başarıp da bu başarısını bildiğimiz dillerle söyleyemeye de bilir. Ama önemli olan kadının eşsiz duyarlılık gücüyle evrensel zekanın bir yansıması olduğu gerçeğini hala yitirmemiş olmasıdır. Kadındaki bu duyarlılık, ona, evrendeki her şeyin sebebinin kendisiyle bağlantılı olduğunu düşündürecek bir algı kapasitesi kazandırır. Bilip eleştirdiğimiz tarzdaki ben merkezlilikten apayrıdır bu. Bu algı biçiminin kadın kişiliğine kazandırdığı en temel özellik de evrendeki hiçbir hareketi, hiçbir devinimi kendisinin dışında ya da uzağında görmemektir. Ve bu yönüyle kadın, kendi algı biçimiyle tüm evrensel edimleri kendi kimliğinde yaşayarak kadının evrenin bir izdüşümü olduğunu ortaya koyar.
Evren içinde kendisi olarak nasıl tanımlanmaktadır? Kadını tanımlamaya meyleden ya da bu iddiada bulunan semboller, imgeler, imalar ya da eylem, algı biçimleri neye göre ortaya çıkarılır? Bu yönelişler kadını gerçekten tanımlar mı?
Doğadaki cinsiyet farklılaşmasının ortaya çıkışını evrenin farklılaşma, çeşitlenme ve karmaşıklaşma yoluyla kendi zekasını yansıtması olarak yorumlayabiliriz. Evrensel zekayı görmek için mevcut akıl sınırları içinde mucizeler aramaya gerek yoktur. Bu zekayı başta kendimizde görmeliyiz. Başta kendimizde, kendi cinsimizde ve bununla birlikte doğadaki tüm varlıklarda evrendeki çeşitliliğin, karmaşıklığın, soru-cevap iç içeliğinin, renkliliğin izlerini görmeliyiz. Bunu görmek, çok mucizevi bir anlam yüceliği yakalamak olmayabilir, ama yakalayamamak anlamsızlık sığlığına düşmek olur. Bazen bazı şeylerin varlığı fazlalık değildir, ama yoklukları eksiklik olur. Evrensel zekanın fark edilirliği de bu minvaldedir. Evrensel tüm oluşları dişi ve eril olmak üzere çeşitlendirmek, kendini çoğaltmak, çeşitli ve farklı kılmak isteyen evrenin bir eylemidir.
Varlıklardaki cinsiyet farklılaşmasının nedenini sorgulamak bir cevap yaratmayabilir. İki cinsin anlamlı bir araya gelişlerinin kendilikleri olarak bir oluş meydana getirdikleri bilinir, hissedilir. Evrensel zekanın kendinden parçaların her birinde, her bir zerrede ve her oluşumda kendisinde bütün şeklinde mevcut olan zekanın mikro yansımalarını görmesi, kendisi ile varlıklar arasındaki bütünlüğü de sağlamlaştırır. Evrensel zekanın duygu olarak ortaya çıktığı, duygusal zekanın da bu evrensel zekayı yansıttığı bilinmektedir. Duygusal zeka, kesinlikle çeşitlenen, farklılaşan, kendi varlığını koruyan ve yaşam süresince sezgi gücünü üst düzeyde açığa çıkaran bir zeka türüdür. Duygusal zekada varlığı koruma ve süreklileştirme esastır. Günümüzde kadının duygusallığı olarak eleştirilen, gerilik, eksiklik ya da zayıflık olarak görülen bu özelliğin kesinlikle duygusal zekanın henüz ölmediğine işaret ettiğini ve bunun güçsüzlük, eksiklik ya da benzer negatif bir yan değil tam tersine pozitif bir yan olduğunu kabullenmek gerekir. Tabii mevcut dünya-sistem gerçekliği analitik zekayı tüm alanlarda hakim konuma getirerek bir işgal gerçekleştirmiştir.
Analitik zeka, duygusal zekanın bir üst aşaması olarak, duygusal zekanın kendini farklılaştırması sonucu ortaya çıkan bir zeka türüdür. Ama ilginçtir ki, analitik zeka duygusal zekayı reddedecek, katledecek düzeye gelmiştir. En naif söyleyişle analitik zekanın baskın durumu, duygusal zekayı hor görmekte, aşağılamakta ve hatta bunların da ötesinde, duygusal zekayı katletmektedir. Egemen erkeği temsil ettiği söylenen analitik zeka karşısında kadını temsil ettiği söylenen duygusal zekanın horlanması, ikisinin dengesinin sağlanmaması gibi bir sonucu doğurmaktadır. Duygusal zeka, evren gerçeğinde var olan kendini koruma, varlığını yaşatma ya da sürekliliğini sağlama amaçlarını gerçekleştirmenin temel itici gücünü oluşturur. Kiminde bencildir. Analitik zeka, bazen bu bencilliği gemleyecek optimal dengeyi oluşturacak düşünce biçimini oluşturur. Bunun karşısında hegemonya zihniyetini ortaya çıkaran düşünce sistematiğinin de ortaya çıkmasına analitik zeka öncülük eder.
Duygusal zeka yok edebilir
ama köle etmez
Buradan yola çıkarak duygusal zekayla özdeşleştirerek kadın tanımını yapmak yerinde olur mu? Bugünkü kadın somutlaşması, duygusal zekanın ağırlığından çok analitik zekanın ağırlığından kaynaklanmaktadır. Kadının kendine özgü kadınlık değerlerinden kopması, sıyrılması, özgürlüğünden uzaklaşması ya da kölelik modlarına girebilecek bir zemini kendi somutunda yaratması, bir anlamda analitik zekanın kadın üzerindeki ağırlığını göstermektedir.
Duygusal zeka yok edebilir ama köle etmez. Analitik zeka ise hem öldürebilir, hem de köleliği reddetmeyecek bir düşünce biçimi ortaya çıkarır.
Köle etmeyi de edilmeyi de kabul edebilen bir zihniyet kesinlikle analitik zekanın ürünüdür. Duygusal zekada ise var olan kendi ölümü pahasına da olsa özgür yaşamaktır. Kölelikten kaçışın bedeli bir uçurumdan yuvarlanmak da olsa verilir duygusal zekada. Önemli olan, yaşamsal olan, kendilik denilen özsel varoluşun korunarak varlığın sürdürülmesini sağlayan özgürlüktür. Özünü, kendini savunmaktır. Özsavunmanın esas olmasıdır. Tüm bu konular, yaşanan kölelik (köle-efendi) ilişkilerinde egemen erkeklik kadar tüm erkeklerin ve kadınların da analitik zekanın sömürüye açık olma durumuna hazır hale getirilmeleriyle ilintilidir.
Bu anlamıyla kadın, ona ait olduğu sürekli vurgulanan duygusal zekanın derinliğine yeniden dönmelidir. Bugün yapılacak kadın tanımının içinde her hangi bir zeka biçiminin reddi yoktur. Analitik ve duygusal zekanın optimal dengesi bugün özgür kadın tanımında başat bir özellik olarak yer almaktadır.
Kadın tanımını yaparken erkeğe göre ele almak, bunu aşan kavramlaştırmalara ulaşamamak ya da kadını sistem içindeki kadının statüsüne, bu statünün ilerisine gerisine göre anlatma, tanımlama çabası, kadın özünü anlatmaya yetmemekte ve kadının eksikli kimliğini onaylamak anlamına gelmektedir. Eksiklik merkezli tanımlar eksikli sonuçları doğuracaktır. Verili olanın reddi ise yeninin hayalini kurabilme olasılığını doğurur.
Kadın, sonsuz yaşam arzusunu kendi beden ve ruhunun bütünselliğinde sonluluk içinde gerçekleştirebilmiş bir evren yansımasıdır. Kadınlar olarak bu bütünselliği sağlamanın ne kadar zor olduğunu bilmekteyiz. Bunun zorluğu kadını her an parçalayan, her parçayı ayrı bir sektör, imge, satış, fuhuş, tecavüz, zevk ya da aşk(!) nesnesi yapan erkeklik hegemonyasının engellemelerinden kaynaklıdır. Bundan dolayı, kadınların kendiliklerini tanımlayabilmeleri ve bu tanımlara göre yaşamalarının temel şartı, her an yüz yüze kaldıkları bu parçalanmaya karşı, beden ve ruh bütünlüğünü, daha doğrusu birliğini korumaya yönelik bir varlığını koruma mücadelesi vermektir. Kapitalist modernitenin insanlığa vurduğu darbelerden kadınlar en büyük payı almışlardır. Bunun yansımalarından biri de her an sistemin ulaşamadığı, giremediği ve bundan dolayı hegemonyasını direkt olarak gerçekleştiremediği alanlarda otohegemonya uygulamasıyla erkeklik ideolojisinin kadınlar tarafından var kılınması ve kendi hemcinslerine uygulanmasıdır. Ne düşüneceği, ne giyeceği, nasıl konuşacağı, total olarak ne yaşayacağı ve nasıl yaşayacağı konusunda gerçekten kendisi olabilmiş ve yaşadıklarını erkekten bağımsız iradeleriyle karşılamasını bilen kadınlar, özgürlüğe yakınlaşmışlardır.
Kadın tanımı konusunda en kapsamlı çalışmanın yapılacağı alan jineoloji alanıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın feminizm yerine ortaya koyduğu jineoloji, kadın bilimi anlamına gelmekle birlikte, kadın düşünce disiplini olarak tüm bilimsel formlardan ayrışmaktadır.
Jineoloji, Kadın Kurtuluş İdeolojisi’nin bir bilgi, anlam, eylem disiplini şeklinde olgunlaşmış ve yenilenmiş halidir. Özgürlük sosyolojisinin temel alanlarından biri olarak kendini gerçekleştirecek olan jineoloji kapsamında yapılacak sistemli araştırma ve çalışmalar henüz olgunlaşmış bir ifadeye kavuşmamıştır. Kadın açısından jineoloji kapsamında kendi varlığını anlamlandırırken doğadaki bütün varlıkları anlamlandırma çabası da kaçınılmaz olacaktır. Kendi köleliğinin sınırlarını aşarken doğaya, insana, maddeye, evrene ve evrenin tüm oluşumlarına yönelik zincirlerin hepsinin kırılması kaçınılmazdır. Çünkü köleliğin ilk özü kadın üzerinde gerçekleştirilmiş olandır. Bunun için kadın bilimi tüm bilimlerin konularıyla ilgilidir. Bu çerçevede yapılacak temel çalışmanın jineoloji alanında olması gerekliliği, kadın kadar tüm evrensel anlam, dünya sistem gerçekliği ve tarihsel toplum gerçekliği konularında da özgür düşüncenin gelişimini sağlayacaktır. Bununla birlikte başta kadın ve çocuk olmak üzere toplumun tüm bireylerine ilişkin yaşam projelerinin oluşturulması da bu çalışma kapsamında olmak durumundadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan jineoloji adlandırmasıyla, kadın konusunda önemli bir açılım sağlamıştır. Bu açılım salt yeni bir adlandırmadan, var olanın adını değiştirerek bir form değişikliği yaratmaktan ibaret değildir. Aynı zamanda bu adlandırmayla sıfırdan başlamak gibi bir durum söz konusu değildir. Kadın özgürlük mücadelelerinin bugüne kadar taşıdığı miras, kadın bilimi anlamına gelen jineoloji kanalına akıtılarak coşkun bir varoluş anlamına dönüştürülecektir. Biz kadınların, güçlü araştırmalarla, yoğunlaşmalarla, kavramsal-kuramsal çalışmalar yanında pratik aktivitelerle özgürlüğümüze doğru yürüyeceği bir yoldur yaratılan. Bu yeni ad çerçevesinde kadın özgürlük problemine sunulan bu perspektif, kadın varlığının ve özgürlüğünün sosyal bilimler içindeki yerini oluşturmanın tartışmasını başlatacaktır, başlatmıştır.
Kadın, sadece özgürlük probleminde ana tema mıdır yoksa toplumbilim kapsamında yaşamı ve toplumu anlamanın bir yöntemi midir? Bu konularda jineoloji eksenli tartışmalar başlamışsa da tabii ki yeterli değildir. Buna rağmen kadın bilimi olarak bilgi yapılanmaları içinde bir alan oluşturmak, özgür ve anlamlı yaşamanın esaslarından birini oluşturmaktadır.
Yine Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu kapsamda son savunması olan “Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı çalışması da yarım kalan projem dediği kadın özgürlüğü konusundaki hassasiyetini, kadın özgürlüğünün toplum özgürlüğüyle özdeşliğini ve algılardan yaşam biçimlerine kadar nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Kadın özgürlüğü açısından jineoloji kavramlaştırması, bir yarımlığın tamamlanması adımıdır. Özellikle bu konuda yeni adlandırmalar, özgürlükçü belirlemeler toplum yaşamının yeni özgür biçimlendirilmesi ve özgür bir geleceğin inşa edilmesi açısından önemli olmaktadır.
Kadın nedir sorusu etrafında gelişen bu düşüncelerimizin temelinin bağlanacağı amaç, kadının ontolojik sorunlarının giderilmesidir. Bu amaç etrafında kadın varlığının minimalize edildiği, çürütüldüğü, tecavüzlerin çoğalmasının dahi artık tepki yaratmadığı, toplu tecavüz gibi affedilmesi mümkün olmayan ahlaki konularda hafifletici nedenlerin var olduğunun iddia edilmesi, hatta bu nedenlerin kabul görmesi, hukukun açıklarının yakalanacağı bir oyuna dönüştürülmesi ve de benzerlerini çoğaltabileceğimiz birçok konunun ahlaki duyarlılık alanından çıktığı, çaresiz bir anlam kaybıyla seyredildiği, her yönlü tecavüzün de bu şekilde bir teslimiyetle karşılanmasının merkezi hegemonya tarafından hedeflendiği bir sistem içindeyiz.
Ne yapmalıyız?
Ne yaşamalıyız?
Nasıl yaşamalıyız?
Bu sorular, sistemin oluşturduğu tablonun bizleri her an karşı karşıya bıraktığı sorulardır. Sormazsak ve cevaplarını yakıcı bir şekilde vermezsek öleceğimizi bildiğimiz sorulardır.
Kadının adının, sesinin, saçının, başının, bedeninin her bir parçasının fazlasıyla var olduğu, ama hiçbirinin anlamının olmadığı, anlamdan yoksun varlığın mümkünsüzlüğünün bilinemediği, kendine ait olmayan varlık parçalarının bir pazar nesnesinden başka bir şey olmadığı, bütünlük içinde bir varlıklarının kabullenilmediği, bu sayılanlara dair anlamın zerresinin dahi olmadığı bir sistem ve zamandayız. Böyle bir sistem ve zamanda kadının varlık sorunları en temel sorun olmaktadır ve özgürlüğün yakalanması için varlığın olması şartı aşikardır. Varlığı olmayanın özgürlüğünün olmadığı bilinmektedir. Kadının kendini nasıl var edeceği, evrendeki konumunun ne olduğu, tanımlar yoluyla anlaşılmaya çalışılan doğa ve toplumla ilişkinin nasıl olması gerektiği konularının tamamı kadının ontolojik sorunları çerçevesinde gündeme alınması gereken acil konulardır. Ve tüm bu konular da kadın bilimi kapsamında derinliğine incelenmesi gereken konularıdır.
Hakikati esas alan bir toplum biliminin yapması gereken ilk ve en temel iş, kadın tanımını yok etmek üzerinden kendini var eden egemen erkek çözümlemesini geliştirmek ve kadını doğru tanımlamaktır. Temelde insanı esas alan, onu tanımayı, anlamayı ve daha anlamlı bir yaşama yönlendirmeyi hedefleyen toplum bilim, insanın sömürüsünü çözümlemek ve bu sömürünün ortadan kaldırılmasının temel kaynaklarını ortaya koymak zorundadır. Sömürüyü teşhir etmeyen bir yöntem, adına sosyal bilim dense de, sosyal da olamaz, bilim de olamaz. Sömürüyü çözümleyip aşamayan bir yöntem, sosyal bilim olamaz. İnsanın sömürüsünü teşhir edemeyen ve yerine özgürlük perspektifli bir yaşam sunamayan bir sosyal bilim, kesinlikle sosyal bilim olamaz. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan buna gerçekler sosyolojisi derken, gerçek sosyal bilimin kadınla göbekten bağını ortaya koyarak bu adlandırmayı yapmaktadır.
“Kadın yaşamına zorba ve sömürgen erkek eli ve aklıyla binlerce yılda yedirilen kölelik düzeyinin tüm içerik ve biçimleriyle kavranması gerçekler sosyolojisinin ilk adımı olmalıydı.”
Gerçekler sosyolojisinin gerçeğin kasaplarından farkı, ilk olarak evren gerçeğinde tikel ve evrensel arasındaki uyumu kesinlikle ihlal etmemesidir. Jineoloji olguları, gerçeğin kasapları olan bilim adamları (!) zihniyetinden kurtararak ele alır. Kadavralaştırılan gerçek, zaten hakikat olmaktan çıkarılmış yaşam artıkları demektir. Jineoloji, gerçeğe dair bu parçalanmışlıkları da ele alırken bütünlüklü bir yaklaşım geliştirmeyi hakikatin varlık koşulu olarak kabul eder. Her bir evren parçasının bütünle ilişkisi, atomun evrenle ilişkisine paralellik arz eder. Her bir zerrede paralellik arz etmeyen hakikatin insan-toplum-doğa-evren gerçeğine aykırı olduğu gerçeğini güncel olarak yaşar.
“Kadın gerçeğinden yoksun bir araştırma yöntemi, kadını merkezine almayan bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi hakikate erişemez, eşitlik ve özgürlüğü sağlayamaz.”
Öncelikle hakikate ulaşmanın kadın özgürleşmesine verilecek anlamla bağlantısı vurgulanmaktadır. Kadın merkezli araştırma yöntemi hakikate yakınlaştırmaktadır. Hakikat arayışlarındaki nefs savaşlarından aşk konusuna kadar, kişisel aşktan ilahi aşka kadar her bir konunun kaynağında, kadın eksenli yöntemin götüreceği sonucun hakikate yakınlığı yer almaktadır. Tarihteki peygambersel çıkışlarda da bu konuda çokça örnek görmekteyiz. İsa’nın Magdelena ile ilişkisinden Muhammed’in Hatice öncülüğündeki yolculuklarına kadar birçok tarihsel gerçek, kadın merkezli düşünme, yaşam yönteminin hakikate götürdüğü gerçeğini anlatmaktadır. Mitolojilerin, dinlerin ve yaşam öykülerinin başlangıcı da kadınla mümkün olmakta, kadınla ifade kazanmaktadır. Kadınla erkek anlamlarında yoğunlaştırılan aşk konusu, başlı başına bir hakikat arayışı olup tüm sosyal yönelimlerin merkezinde yer almaktadır.
Yeni anlamların özgürleştiriciliği son savunmalarda, ahlaki ve politik toplumun kadın özgürlüğüyle mümkün olduğu vurgusuyla birlikte ortaya konulmaktadır. Yine ahlaki toplumun kuruluşunun kadın özgürleşmesiyle bağlantısı çarpıcı çözümlemelerle dile gelmektedir. “Hegemonik güç, bu arada hegemonik erkeklik ancak toplumsal ahlakın çöküşüyle gerçekleşir” şeklinde geliştirilen perspektifler çöken toplumsal ahlakın enkazı üzerinden inşa edilen hegemonik erkekliği aşmanın ancak kadın özgürleşmesiyle gerçekleşeceğini ortaya konmaktadır. Ve ahlaki toplum olabilmenin tek şartının da kadının özgürleşmesi olduğu burada netçe görülmektedir. Köle kadın gerçeğinin ahlaki çöküntüyü ne kadar derinleştirdiği mevcut dünya sisteminde ve yaşam örneklerinde de aşikardır. Özgürlük yanılgısındaki kadın şekillenmesinin de bu enkazı giderek büyüttükleri bilinen bir gerçektir. En azından bu sanrıların özgürleştirmediğini anlamak için kapitalist modernite sisteminin ulaştığı boyuta bakmak yeterli olacaktır.
Ahlaki ve politik toplumun en başat özelliği kadın özgürlüğüdür. Kadınları özgür olmayan bir toplum ahlaklı olamaz. Aynı zamanda kendi özgürlüğünü yaşayamaz, politik olamaz, demokrasiden söz edemez. Toplumsal ahlakını yitirmiş bir toplumun kadının namusundan söz etmesi de tam bir ironidir bu durumda. Çünkü kadın özgürlüğü yitirilmişse, namus adına zaten hiçbir şey kalmamıştır. Böyle bir durumda namus adı altında kadın ya da çocuklar üzerinde hüküm kurmak tam bir mikro iktidar hastalığı olmaktadır. Bu kronik hastalık ne yazık ki toplumun büyük bir kısmında mevcuttur ve aşma adına gelişenler de kapitalist kirliliğin ahlaksızlığı, namussuzluğu, yozluğudur. Toplumsal ahlak toplum bireyleri için vazgeçilmezdir. Toplumsal ahlaktan vazgeçildiği anda tüm ahlaksızlıklar bireylerin kapısını çalar, hatta kapısını kırar. Sokağının, mahallesinin kirlenmesine göz yuman ve bu mekanları temizlemeyen kişiler, kendi evlerine mikrop girmesini önleyemeyecektir. Bu durumda kişilerin özgür ve sağlıklı yaşamasının temel şartlarından biri de ahlaki ve politik toplumdaki rolleri olmaktadır. İnsani varoluşun temel formu olan toplumun yok olması tümden insanlığın yok olmasıyla özdeştir.
Bir ahtapot gibi toplumu sarmış olan merkezi hegemonyanın insanlığın tüm birikimlerini, ahlakını, gücünü ve değerlerini emen kollarından kurtulmanın tek yolu kadının özgürleşmesidir. Bundan başka bir kurtuluş yolu yoktur. Öncelikle kadınların bu konuda özgürleşme edimlerinde bulunmaları şarttır. Özgürleşmenin anlam ve bilinci oluştukça erkek bireyinin de özgürleşmesi ve bilinci gelişecektir. Ancak bu karşılıklı özgürleşme düzeylerinin yaratacağı durumda gelişebilecek özgür eş yaşamlar, toplumun ulaştığı evrensel düzeyin de göstergesi olmaktadır.
Toplumun en küçük yapı taşı denilerek sosyoloji derslerinde kutsallaştırılan aile, en büyük darbeyi kapitalist sistemle birlikte aldı. Değerlerin tükenişi ilk olarak temel toplumsallaşma formu olan aileyi çözüyor. Tükenen değerler ve parçalanan toplum üzerinden sistem kendini inşa ediyor. Çünkü toplumun parçalanması, birey olma adı altında toplumun atomize edilmesi, sistemin karşısındaki gücü parçalayarak güç odaklarını güçsüzleştirmesi anlamına geliyor. Bir anlamda böl-parçala-yönet komutları toplum üzerinde uygulanıyor.
Kapitalist sistem içinde parçalanan aile olgusu karşısında geliştirilecek olanın, farklı adlar altında aynı zihniyetle kurulacak birliktelikler olmadığı kesindir. Mikro devlet olarak eleştirdiğimiz ailenin parçalanmasının özgürleşmekten değil de kapitalist sistemin parçalayıcılığından kaynaklı olduğu bilinmek durumundadır. Bundan dolayı zihniyet olarak aşılması gereken gerilikler azalmamış artmıştır. Mülkiyet, iktidar, sahiplik, eksiklik, zürriyet zihniyeti aşılmadan geliştirilecek birliktelikler, adı ister evlilik olsun ister olmasın, ister devrimci evlilik olsun ister başka bir şey olsun aynı merkezi hegemonyaya hizmet ilişkisidir. Bu tarz yaşamda oluşturulan kimlikler, mevcut sistemler tarafından oluşturulmuş inşalardır ve mevcut kadınlık erkeklik aşılmadan da her iki cinsin de bu ilişkide kendilerini gerçekleştiremeyecekleri, kendiliklerini kaybedecekleri, özgürlüklerinden bir adım daha uzaklaşacakları bilinmelidir.
Her bütünleşme
biraz yok oluştur
Bu konuyla bağlantılı olarak vurgulanan diğer bir konu da cinsler arasındaki mevcut güç dengesizliği aşılmadığı müddetçe aşkın gelişemeyeceği gerçeğidir. Bu gerçeği Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan şu belirlemelerle ortaya koymaktadır:
“Hegemonik ilişkide aşk gelişemez. İnsan aşkında temel şart, tarafların birbirine denk özgür iradeleridir.”
İnsan yaşamından aşkı çıkardığımız zaman hiçbir şeyin kalmadığı söylenir. Oysa bugünkü anlamıyla aşkın yaşamlarımıza, dahası bunu yaşadığını sananların yaşamlarına da pek bir şey katmadığı gerçeği daha belirgindir. Yaşamın aşk örgüsü, evrenin varoluş gerçeğinin odağına yerleşen aşk, tutku, arzu ve bitimsiz istemlerden kaynaklı oluşmaktadır. Evren, aşkla kendini var ettiğinden insanın oluşumuna kadar getirmiştir evrimini. Ki, evrimin tamamlandığı, bir sona ulaştığını söylemek de mümkün olmadığından evren aşkının, günümüz sorunlarının yarattığı trajediye rağmen sürdüğünü söylemek yanlış olmasa gerek.
Algılardaki aşk, iki farklı öğenin birbirini sevgiyle, birbirine yönelik ilgiyle çekmesi şeklinde genelleşirken, cinsler arası ilişkide özelleşmektedir. Aslı, büyük bir yoğunlaşmış enerjiyle yaşamın farklı alanlarına yönelmek, duygunun en yoğun haliyle yaşamı solumak, yaşamı oluşturan parçaları bu yoğunlukla yoğurmaktır. Önderliğimizin dile getirdiği demokrasiye aşkla bağlılık, yaşam ve hakikat aşıkları olma durumları aşkın yönelebileceği alanlara işaret etmektedir. Ama güncel olarak yaşamlarımıza yerleşen aşk, büyük çoğunlukla kadın ve erkek arasındaki ilişki, ilişkideki çekimin gücü, enerjilerin buluşması ve bu buluşmadan doğan ırmakların aktığı mecrayı anlatır, genel algı da ilk etapta bu yöndedir.
Özgürlük Önderimizin 2011 yılı mart ayında yaptığı bir görüşmede belirttiği rezonans kelimesi, dahası bu kelimeyi cinslerin birbirleriyle ilişkilerine uyarlaması oldukça dikkat çekiciydi.
“Kadınla rezonansa girmek lazım. Bu evlilik olayında öyle şeklin, biçimin bir önemi yok. Bir rezonans (fizik ve kimya bilim dallarına ait bir kavram. Daha çok iki kuvvet arasında bir dengeyi ifade eder) vardır, eşler arasında asıl olan onun yakalanmasıdır. Bu öyle çok fiziksel güzellikle ilgili bir şey değildir. Ruhta bir rezonansın yakalanmasıdır. Fiziki olarak en güzel kadının bile, anlamlı, özgürlükçü bir birliktelik yaşamadığı zaman güzelliği bir kerede kaybolup gider. Burada önemli olan kadının ruh güzelliğini de ortaya çıkarabilecek, kadına yönelik bütünsel bir yaklaşımın ortaya çıkarılmasıdır. Kadına dönük böyle bütünlüklü, anlamlı, ruh güzelliğini de ortaya çıkarabilecek bir yaklaşım olursa o zaman kadın erkek ilişkisi asıl anlamına kavuşur ve jin yani hayat anlam kazanır.”
Önderliğimizin bu belirlemesinde dile gelen rezonans kelimesi “Tınlaşım, düzgün itmelerin etkisiyle bir salınım genliğinin artışı, iki kuvvet arasındaki denge” anlamına geliyor. Rezonans kelimesini kadının erkekle girdiği ilişkide anlayabilmek, hatta giderek kadının kendisiyle, diğer kadınlarla, doğayla ve nihayetinde tüm evren parçalarıyla girdiği ilişkide anlamaya yönelmek, bizler için Önderlikle buluşmanın bir adımı olma değerindedir. Önderliğimizin kadın için verdiği paha biçilmez emeklere, zindan koşullarında dahi büyük bir heyecanla kadın özgürlüğü konusuna eğilmesine, ancak aynı frekansı yakalamaya çalışarak, az da olsa dile gelenleri anlama eğilimi göstererek bir cevap oluşturabiliriz.
Can ile canan kelimelerini, ses düzeyinde dahi bu kadar birbirine yakın kılan ve fakat aynılaştırmadan bu son derece yakınlığı bizlere anlatan anlam, rezonans kavramıyla açıklanabilir.
Birbirini sonsuz bir güçle çeken ama birbirine karışmadan, çarpışmadan, birbirinin varoluşunun teninde yaralar açmadan, en nihayetinde, birleşmeden doğacak kimi kuvvetlerin yakıcı etkisiyle birbirinin ruhsal teninde tahribat yaratmadan ve kendi rengini kaybetmeye mahal vermeden yakınlaşmaktan kaynağını alır.
Bu nasıl mümkündür?
Birbirine karşı sonsuz çekim gücü içinde olan iki varlık, bu çekim gücünün hızıyla doğru orantılı olarak birbirlerine yakınlaşacaktır. Aşkın çekim gücünün, dünyanın en uzak köşelerinde dahi olsa insanları kavuşturması ya da aynı ruhsal atmosferi yaratarak birbirine yakınlaştırması bu durumu anlatır. Ortadoğulu aşk destanlarında yer alan, kavuşmasızlık iklimlerinin tahakkümü, bu iklimin son deminde, mezarda kavuşma olgusu da, kavuşmaların ölüme rağmen kendini gerçekleştirmeye yönelişini anlatır.
Kavuşma, iki varlığın tek olma arzusu olarak dile gelir kiminde. İki varlığın tek olması hiçbir zaman mümkün değildir. İki varlığın tek olması denen şey, özünde birinin diğerinin varlığının eziciliğinde yok olması demektir. Birincinin ikinciyi yutması demektir. Kadının erkekle ilişkisinde yaşadığı çoğunlukla budur. Kadınların Kürdistan’da namus cinayetleri, Fransa’da aşk cinayetleri ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde başka herhangi bir kavramla isimlendirilen öldürülmeleri, bu tekleşmeye örnektir. Egemen sistem zihniyetindeki erkek dünyası tekleşmeyi, birleşmeyi, bütünleşmeyi, kısacası bu kavramlarla tanımladığı aşkı böyle anlamaktadır. Bu anlama tarzı özünde anlamamaktır. Anlamazlık, sistem zihniyeti tarafından toplum öğelerine bir anlam kalıbı gibi dayatılmıştır ve bu şekilde anlam yozlaştırılmaktadır.
Her bütünleşme, biraz yok oluştur. En pozitif bütünleşmede dahi bu yok oluşun, yıkımın emareleri mevcuttur. Sosyalist bir hareketle bütünleşmek için kişinin kendisindeki kapitalist sistem özelliklerini yıkması, yok etmesi gerekir. Tersi durumda da aynısı geçerlidir. Kişi aileden kopup kendine yeni bir toplumsallık yaratmak ya da kendine uygun gördüğü toplumsallıkla bütünleşerek yaşamak istiyorsa, öncekine dair olanları adım adım yıkmak, yok etmek zorundadır. Gençlik çağındakilerin ev dışında bir yaşam oluşturmaya başlamaları ile aileyle (anne, baba ya da kardeşlerle) kavgaların artmasının aynı döneme denk gelmesi de bir kişide iki farklı sistemin çatıştığı gerçeğini kanıtlamaktadır.
Kendini eze eze, iradesel oluşumunu hücre hücre yok ede ede ancak ulaşılan tanrısal aşk örneği de bunu çağrıştırır. Kişisel aşk örnekleri zaten çok fazla bayağı örnekler somutunda bunu kanıtlar. Varlığın birliği denilen vahdet-i vücut felsefesi bu anlama biçiminin tasavvufi formudur.
Tekleşme, bir olma ya da bütünleşme olarak adlandırılan her birleşme, buluşma, bir tarafın aleyhine bir yeni oluştur. Bu taraf da kadındır. Kadının erkekle ilişkisinde bütünleşme, aşk ya da iki canın bir olması denen olayın yörüngesine girdikten sonra yaşayacağı depremler, kendi varlığının yok oluşuyla ilintilidir. Hakim zihniyet, kadının mutlu yuvasını korumak için bütünleşme, uyum vs yaşamasını kadının katliamı uğruna, kadın aleyhine gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Her operasyonda kan dökülür ve evlilikleri kurtarma operasyonlarında söylenen sözler ilginçtir: “Yuvanı korumak istiyorsan katlanacaksın, ne olacak işte biraz sesini yükseltmiş, bir iki tokat atmış, çocuklarının hatırına sık dişini vb, vb…” Uzayıp giden bu öğütlerin tamamında kadın aleyhine bir erkek yüceltmesi vardır. Kadın aleyhinedir çünkü tüm yüceltmeler bir tarafın aşağılanması karşılığında gerçekleşir. Burada aşağılanan da kadındır. Kadının teslimiyeti, her türlü insan dışılığa katlanması üzerinden erkek yüceltmesi geliştirilir. Erkeği ve aynı zamanda koca erkek şahsında erkekliği yücelten her söylem, bütünleşme, yuvayı koruma gibi adlar altında kadının yok edilişini esas alır. ‘Yuvayı dişi kuş yapar’ denir, fakat hakim sistem yuvayı dişi kuşun cesedi üzerinden inşa eder. Kadın aleyhine yapılan, varlığı korunan ve süreklileştirilmeye çalışılan bir yuva mümkün değildir. Lakin bunu kimse düşünmez. Kadının tüketildiği bir aile, yaşam ya da birleşmenin mümkün olmadığını kimse bilemez. Aile olgusunun bugünkü can çekişmesinin sebebini kimse düşünmez, bilmez ya da bilmek istemeye yönelmez. Bilemeyecek kadar kendileri olmaktan, aşkı yaşamaktan, kendi duygu düşüncelerini anlamaktan ve sevgiyi hissetmekten uzaktırlar çünkü.
Cinselliğin üreme güdüsünü
çoktan aştığı bir çağdayız
Kadın-erkek ilişkilerine, toplumsal düzlemde yaşanan olaylara ya da ilişkilerin düzeyine baktığımızda mevcut koşullarda, sevginin mümkün olduğuna inanmanın giderek zorlaştığını belirtmek pek zor olmuyor. İnsanın kutsallığının giderek yıkıldığı ve yıkılan her kutsallık gibi ardından bir toplumsal enkaz bıraktığı gerçeğiyle yüz yüzeyiz. İnsan inşası olan kutsallıkların yıkılması ve yerine yenilerinin konulabilmesi şansı vardır. Ama kutsal denilen insan olgusunun tükenmesi karşılığında yerine neyi koyabiliriz ki… Bugün kadın ve erkek ilişkilerinde kadın aleyhine bozulmuş olan denge, kadının her ilişki adımında, her karşı karşıya gelişte ya da cinssel alana her giriş durumunda bir darbe almasını getiriyor. Bunun nedeni var olan ilişkilerdeki dengesizlik yanında, birliktelik, cinsellik, bütünleşme, aşk ve sınırsız özgürlük vs safsatalar adına kendi varlığının oluşum sahasını tahrip etmenin yaşanması ve aynı zamanda kendi özgür iradesine yaşam hakkı tanımayacak kadar bir teslimiyet ilişkisine yönelmenin meşrulaştırılmasıdır.
Oysaki Önderliğimizin dile getirdiği rezonans kelimesi, birbiriyle dengeli bir uyum içinde sürdürülecek ilişkiye işaret etmektedir. Birbirinin varlığının eziciliğinde yok olmadan, birbirinin varlığını yok etmeden, birbirine karışma adına kendi rengini kaybederek renksizleşmeden, birbirini yücelttiği ya da tamamladığı yanılgısıyla birbirini azaltmadan, birbirinden uzaklaşmadan, birbirinin etki alanında olmayı karşılıklı güç verme-alma ve yaratıcı yaşam ve anlam gücünü artırma vesilesi bilerek yaşamak, rezonans kavramının kadın-erkek ilişkilerinde olması gereken çerçeveyi anlatmaktadır. Destansı aşklarda özne-nesne ikileminin oluşması, aşığın maşuka aşkı ya da onun varlığında kendini eritmesi yüceltilerek bugüne getirilmektedir. Bu aşklarda aşkın öncüsü olan bir taraf vardır. Diğeri bu öncülüğü kabullenen ve aynı yönelimi (en iddialısında diyelim) benzer kuvvette gösterendir.
Züleyha’nın aşkında Yusuf nesnedir. Aşk Züleyha’nın aşkıdır. Aşık olan, aşkın acısını ve hazzını yaşayan Züleyha’dır. Yusuf’un bu aşk dünyasından haberi yoktur. O dünya ki, Yusuf’un kuyu hikayesini dahi anlama kavuşturan, onu tarihe yazdıran aşktır. O da Züleyha’dadır. Yusuf’un güzelliği vasıtadır. Yusuf, alt tabakadan gelip (ki köledir) sarayda da kadın sayesinde üst tabaka olma şansı kazanmış bir talihlidir. Ki Züleyha’nın yüreğinde aşkın kapılarını açmasına vesile olmuştur. Züleyha’daki iffet namus olgusunu yerle bir eden güç, bu vesilenin etkisiyledir, ama vasıtanın kendisi bu gücü oluşturmamaktadır.
Rezonans, birbirinin varlığında yok olup tek olanı yaratmaya yönelmemek, bunun karşısında direnmektir. Kendi özgür varoluşuyla bir yaşam yaratmaktır. İkinin birleşmesiyle bir teklik oluşturma değil, ikinin ruhsal artımından bir yeni varoluş, üçüncü bir hakikat yaratmaktır. Çoğalmak ve çoğaltmaktır. Birbirini hırpalayan bütünleşmelerden, birleşmelerden ya da tüketen bir oluşlardan uzak durmaktır. Birbirine çarpmamak, birbirinden kaçmamaktır. Birbirinin uzağına düşmeden, birbirinin varlığını en yakınında hissederek kendi varlığına yeni anlamlar katabilmektir.
Sistem içinde aşk yalanı adı altında geliştirilenlere baktığımızda sürdürülen kadın soykırımını daha net görebilmekteyiz. Aşk adı altında geliştirilen cinsellik bir öldürme biçimine dönüşmektedir. Güncel tecavüz vakalarına dönüşen bir cinsellik, kesinlikle kadını öldürmektedir. Bu tarz bir cinsellik hiçbir canlıda görülmediği gibi, ahlaki toplumda da görülmemektedir. Cinselliğin üreme güdüsünü çoktan aştığı bir çağdayız. Haz olgusunun devreye çoktan girdiği bu yaşam algısında mevcut yaşananların haz olgusunu da kesinlikle aştığı ortadadır. Total bir hazsızlık yaşanmaktadır. Yaşananların hazzı aşmaktan daha öte bir şiddet biçimine dönüştüğü inkar edilemez. Öyle olsaydı, cinsellik alanı erkek için bir iktidar alanı olarak adlandırılamazdı. Öyle olsaydı, en büyük saldırı biçimiyle ve en kapsamlı soykırım eylemiyle birlikte uygulanan yöntem cinsellik merkezli saldırılar olmazdı.
Cinsellik, birbirine en uzak ikilemleri bağrında toplayabilen bir alan, öyle bir olgu. En uzak olanların bir anda en yakın olabildiği. Aşkın tecavüze dönüşebildiği… Aşk ile tecavüzün aynı eylemde buluştuğu…
Aslında insanlığın düşürülüşünden beri, cinsellik bu ikilemlere sahne olmuş. Haz alınan bir alanın en büyük şiddet alanına dönüştürülmesi, tecavüzlerin bunun somut ifadesi olması, hatta soykırım uygulamalarındaki toplu tecavüz uygulamaları, bu alanın sadece doğallıktan çıktığının değil insanlık karşıtı bir alana dönüştürüldüğünün de göstergesidir. Bu da kadın ve erkek arasındaki eşitsizlikten, güç dengesizliğinden, yaşamın tüm alanlarında bir tarafın iradesel ağırlığından kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda aşktan da söz etmek mümkün değildir. Bu anlamda aşkın gerçekleşmesi, öncelikle kadın ve erkek arasındaki güç dengesinin sağlanmasına, iradesel bir eşitliğin kurulmasına, yaşamsal bir denge olayının oluşmasına ve nihayetinde hegemonik ilişkilerin aşılarak birbirine denk özgür ilişkilerin yaratılmasına bağlıdır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çözümlediği bir diğer nokta da cinselliğe yaklaşımın tüm toplumsal gelişim eğrisini belirlediği şeklindedir. Bu konuda Batı-Doğu karşılaştırması yapmakta ve Batı’nın hegemon güç olarak tüm dünyaya hükmetmeyi başarmasındaki faktörlerden birinin dinin cinselliğe yaklaşımı olduğunu vurgulamaktadır. Batı hegemonyasının yaratılmasına kaynak teşkil eden güç merkezi, hıristiyanlığın cinsel perhiz yaklaşımıyla yakından ilintili olurken, Doğu’nun gerilemesinin temel sebepleri de aynı doğrultuda cinsel doyumu (çok eşlilik, bir erkeğin dört kadınla evlenmesi, yaşlı erkeklerin küçük yaştaki kızlarla evlendirilmesi, harem kültürü vs) esas almasıyla ilintili olduğu gerçeği son savunmalarda çarpıcı bir şekilde ortaya konmaktadır. İslamiyetteki dörtnala cinsellik, Doğu insanını özünden uzaklaştırmış, tanınmaz hale getirmiştir.
Kapitalist modernite
aşkın inkarı üzerine kurulu
bir sistemdir
İslamiyetin etkisiyle birlikte Kürt toplumunda da çok eşlilik gelişmiş, yaşlı erkeklerinin gencecik kızlarla, hatta çocuk yaştaki kızlarla evlenmesine dinsel görenekler adına boyun eğilmiştir. Bunun bir öldürme biçimi olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. On üç, on dört yaşındaki bir kız çocuğunun yetmiş yaşındaki dedesi sayılacak biriyle evlendirilmesi şiddetin en acımasız ve kirli biçimi olmakta ve henüz çok yaşlardan itibaren kadınlara yaşatılmaktadır. Uzun zamana yayılmış bir öldürme biçimidir bu tarz evlilikler.
Böyle bir illüzyonu yaşayan Kürt erkeği, anlam yoksunluğunu çok çocuk sahibi(!) olarak kendini büyüteceği yanılgısıyla gidermeye çalışır. Kürt kadını da çok çocuk doğurarak erkekteki anlam yoksunluğunu gidermeyi ve bu yolla kendindeki eksikliği tamamlamayı hedefler. Ne yazık ki, her ikisi de yanılmaktadır. Bedensel çoğalma anlam çoğalmasını getirmez. Anlamı çoğaltmanın kendi bedeninden benzerleri çoğaltmakla pek alakası yoktur. Anlamı çoğaltmak özgürleşmekle mümkündür. Kendi kişisel yaşamında toplumsal anlam düzeyini yakalayamayan hiçbir ilişki özgür olamaz. Bununla birlikte toplumun özgürleşmesine kendi kişisel yaşamıyla katkıda bulunmayan hiçbir ilişki de kölelikten kurtulamaz.
“Karasevda, aşk dahil, hiçbir bağlılık duygusuyla kadına bağlanmamalıyız. Bunun tersi de geçerlidir. Aynı biçimde kadın da kendisini bağımlı ve sahipli olmaktan çıkarmalıdır. Devrimciliğin, militanlığın ilk şartı böyle olmalıdır. Bu deneyimden başarıyla geçenler, bir anlamda kişiliğinde özgürlüğü gerçekleştirenler, yeni toplumu ve demokratik ulusu kendi özgürleşmiş kişiliklerinden başlatarak inşa edebilirler. Aşk ancak toplumunun çöküş ve çözülüşünü durduramayanın kadın etrafında karşılıklı olarak kurduğu namustan ve bilimsel olarak daha doğru olan namussuzluktan vazgeçip, demokratik ulus inşasına militanca girişmesi halinde toplumsal anlamına kavuşarak, çok zor da olsa gerçekleşme potansiyeline ulaşabilir. Kapitalist modernite aşkın inkarı üzerine kurulu bir sistemdir.
Mevcut koşullarda (hegemonik sistemlerde) kavuşmanın aşkın ölümü olduğunu fark edebiliyordum. Dolayısıyla önemli olan bütün toplumsal sorunların çözümü için aşkla çalışabilmekti. Daha doğrusu, gerçek aşk ahlakı, toplumsal sorunlarla savaşma ve çözme yeteneğinde ve gücünde olmak demekti. Bu yeteneği ve gücü olmayanların, bu güçlerini ve yeteneklerini geliştiremeyenlerin aşkı ve aşk ahlakı olamazdı.”
Bu belirlemelerde de vurgulanan gerçek, aşkın toplumsal özgürlükten bağımsız olmadığı, aşkın inkar edildiği bir çağ ve sistem gerçeğinde özgür yaşamın, özgür eş yaşamın mümkün olmadığıdır. Aşkın gerçekleşmesinin imkansız olduğu bir sistem dünya içerisinde özgür eş yaşamlar kurmak mümkün değildir. Basit ve de basit olduğu kadar keskin bir doğru, özgür eş yaşamın kurulması için özgür eşlerin, özgür kadın ve erkeklerin yaratılması şartıdır. Bunun da şartları başta mülkiyet, zürriyet, iktidar, hegemonya kavramlarını anlamak, kendi kişiliğinde bu kavramların izdüşümlerini çözerek sistem etkilerini gidermektir. Fiziksel ve zihinsel tecavüzü sistematik hale getiren ve yaşamın her anında bu erkekçe sistemini uygulamaya yönelen hegemonya karşısında özgür yaşamın yolunu açmak, tüm ruhsal ve bedensel aktivitelerde her an zihniyetle, felsefeyle, bilgiyle donanarak mücadele etmekle mümkündür.
Bu gerçekleştiğinde yaşamlarımızda iyilikten, doğruluk ve güzellikten söz edebiliriz.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yaşama, özgürlüğe, estetiğe ve anlama aşkla bağlı olduğu onu tanıyan herkes tarafından bilinmektedir. Hatta 2007 yılındaki zehirlenme sürecinde uzmanların saç tellerinden yola çıkarak yaptıkları çözümleme de o saç tellerinin sahibinin yaşama aşkla bağlanarak direndiği ve güçlü bir yaşam aşığı olduğu, vücutta biriken zehir oranına rağmen hayatta kalmanın ancak böyle mümkün olduğu ve bunun da sıradan bir vaka olmadığı mahiyetindeki sözleri de bu gerçeği kanıtlamaktadır. Aşkın katledildiği bir sistem olan kapitalist sisteme yönelik çözümlemelerinin keskinliği ve asla sisteme teslim olmayışı da özgürlük aşkından kaynağını almaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan kadını tanımada cinselliğe yaklaşımın nasıl özgürlük perspektifli olacağını şöyle ortaya koymaktadır:
“Kadın doğasını iyi tanımak gerekir. Kadın cinselliğini biyolojik olarak çekici bulup yaklaşmak, bu temelde kadınla ilişkilenmek aşkın baştan kaybı demektir. Biyolojik birleşmelere nasıl aşk diyemiyorsak, biyolojik temelli cinsel birleşmelere de aşk diyemeyiz. Buna canlıların normal üreme faaliyetleri diyebiliriz. Bu faaliyetler için insan olmaya bile gerek yoktur. Hayvan-insanlar zaten en rahat biçimde bu faaliyetleri yürütürler. Gerçek aşk isteyen, bu hayvan-insan üremeciliğini terk etmek durumundadır. Cinsel cazibe objesi olarak değerlendirmeyi aştığımız oranda, kadını değerli bir dost ve yoldaş kılabiliriz. En güç olan ilişki, cinsiyetçiliği aşmış kadın dostluğu ve yoldaşlığıdır. Kadınla özgür eş yaşam koşullarında yaşandığında bile, ilişkilerin temelinde toplumun ve demokratik ulusun inşası yatmalıdır.”
Kolektif olarak yaşanan özgürlüklerin kişisel özgürlüklerin de garantisi olacağı da kadın özgürlüğü başta olmak üzere tüm özgürlükleri yakından ilgilendirmektedir. Kadında tanrıça güzelliğinin önemi yanında erkekte de yarı tanrılara özgü özgürlük gücünü temsil eden Prometheus gücünde erkek kişiliği, sosyalist yaşamın garantisidir. Ve bu kişilik de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi, ancak üstün bir mücadele gücüyle ve özgürlük savaşçılığıyla mümkündür. Kolektif özgürlük ve güzellik, tanrıçalaşmayı anlatmaktadır. Toplumun özgür bir yaşam için gereksinim duyduğu tüm güzellikleri, anlam ve değer zenginliğini kendi kişiliğinde toplamak tanrıçalaşmaktır. Bu da özünde bir kişinin kendisinde kolektif değer, anlam ve güç toplaması demektir.
Kadın özgürlüğü konusuyla bağlantılı bir diğer konu da erkeğin özgürleşmesi konusudur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan kendi kişiliğini özgür gerçekleştirmekle ve bu gerçekleşmenin tüm aşamalarını kendi toplumuyla paylaşmakla, bunun perspektifini fazlasıyla vermiş olmaktadır. Bu savunmada da erkeğin özgürleşmesi konusunda çarpıcı ve somut belirlemeler vardır. “Tüm kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak, doğru, ahlaklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur” belirlemesi bu anlamda temel ahlak, doğruluk ve güzellik ilkesi olarak erkeklere yönelik olarak ortaya konmaktadır.
Erkekte kökleşen mülkiyet anlayışını özellikle başta kadın üzerinden gerçekleştirmesi, bununla bağlantılı olarak bu anlayışını zürriyetim dediği çocuklarına yöneltmesi, ailesini kendi mülkiyet sınırları olarak görmesi, kendisine de buna yönelik bir erkeklik konumu belirleyerek iktidar kurması, özgürleşmenin en büyük engelidir. Sahiplik zihniyeti ne sahip olanı ne de sahip olunanı özgürleştirebilir. Kadın nesneleştirilen olduğundan bu ilişkide en fazla zararı görmekte, fiziksel ve ruhsal açıdan yıpranmakta ve dolayısıyla gün geçtikçe özgürlükten de uzaklaşmaktadır. Bu anlamda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kadınlara perspektifi ve temel sloganı son savunmalarda şöyle dile gelmektedir:
“Kadın sadece ve sadece kendi kendisinin (Xwebûn) olmalıdır.
Hatta sahipsiz olduğunu, tek sahibinin kendi kendisi olduğunu bilmelidir.”
Her şey zihniyette başlıyor
Kadının yaşamına ilişkin önemli belirlemelerin yer aldığı “Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü” adını verdiği son çalışmasında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, sözcüklere büyük bir incelikle yaklaşıyor, kadın ve erkek kişiliklerini aşağılayan anlamlar taşıyan söz dizinlerini reddediyor. Aşağılayıcı bir sıfat olarak gördüğünden olsa gerek karı koca kelimesini kullanmıyor. Mülkiyeti, sahiplenmeyi, satışı, zürriyetin anlam kısırlaştırıcılığını çağrıştıran bu kavramların aşağılayıcılığını reddediyor. Bunlar yerine özgür eş yaşam olarak tanımlıyor kadın ve erkeğin özgür birlikteliğini. Bir yaşam alternatifi olarak ortaya konulan özgür eş yaşam, kadın ve erkeğin ayrı ayrı özgürlüklerini gerektirdiği gibi, özgür bir yaşam anlayışını, biraradalığın getireceği yükümlülükler karşısında özgür tutum belirlemeyi ve kökten bir özgürlük zihniyetini şart kılıyor. Evlilikleri reddetmenin yanında, evli-evsiz birlikteliklerin de özgürlük düzeyini sorguluyor, çözümlüyor, aşıyor, aştırıyor. Evlenme olgusunun salt bir imza olmadığını bunu reddetmek kadar bu eylemin kendisine yüklenen anlam(sızlıklar)ın sorgulanarak reddedilmesinin kendilik gerçeğini yaratmada, özgürleştirmedeki önemini anlatıyor. Evlenmenin baş bağlama adı altında başta kadında beyin ve yürek bağlama, kilitleme, çürütme eylemi olduğu bilinmekte. Bundan olmalı, düğünlerde gelinler ağlar, damatlar güler; kız tarafı ağlar, erkek tarafı güler. Bir tarafın mağlubiyeti ile diğer tarafın galibiyeti baştan bilinen, bile bile kabul edilen bir gerçeklik, bir mağduriyettir.
Özgür eş yaşam olarak kendi başına bir başlık altında ele alınan kadın konusuna toplumda nasıl yaklaşılacağı, nasıl ele alınacağı ve nasıl yaşanacağı doğrultusunda net ve özgürlükçü yanıtlar vermektedir. Kadın ve erkek olarak her iki cinsin özgürlüğünün karşılıklı olarak birbirlerini etkileme boyutu anlatılırken, bu özgürlük düzeyinin de toplumu özgürleştireceği gerçeği somut olarak ortaya konulmaktadır.
Bununla birlikte evlenmelerin erkeğin de beynini ve yüreğini özgür yaşama kapattığı, onu bir dar zindana hapsettiği, mikro iktidar yanılgısıyla erkekte sisteme katlanılırlık oranının artırıldığı ve hegemonik sistemin bu yolla kendisini var kıldığı ve süreklileştirdiği sır değildir. Bu çalışmada ise bu konu çarpıcı olarak vurgulanmakta ve köle kişilikler yerine özgür kişilikler olmanın yöntemleri ortaya konulmaktadır. Bu yöntemler genel kuramsal belirlemeler yanında fazlasıyla somut yaşam kuralları şeklinde de vurgulanarak her bireyin özgür olabileceği, her bireyin özgürlükten anlayarak özgür yaşamı kurabilecek gücü olduğu dile getirilmektedir. Kadın erkek ilişkilerine yönelik perspektif kadar yaşanacak sorunların çözümüne ilişkin yol ve yöntemler de ortaya koyuyor. Kadın katliamlarının derin acısı hissediliyor bu satırlarda. Bir zamanlar tanrıça olan kadının bugün fahişe statüsünde total bir kırıma uğratılması, tüm kadınların bir tecavüz nesnesi olarak görülmesi reddediliyor. Onu kendisi olmaktan uzaklaştıran, köleleştiren, ona şiddetin her türlüsünü uygulayan erkekle yaşamayı reddeden kadına yönelen erkek şiddetinin köleleştiriciliğini kesinlikle her iki cins için de kabul etmiyor. Bu belirlemelerin ulaştırılması gereken temel noktalardan biri, jineoloji araştırmalarının özgür eş yaşam konusundaki çalışmalarını derinleştirerek, kadın biliminin özgür kadın varoluşunun bir mecrası olarak bu alanda kendi bilgi disiplinini oluşturarak yaşamın tüm alanlarına yansıtmasıdır. Evrenin kendi çeşitliliğini kendi anlam bütünlüğünde buluşturması anlamına gelen eş yaşam tüm bilimlerin hizmet edeceği alan olmalıdır. Kadın erkek yaşamlarına ilişkin bu belirlemelerin tümü, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın dediği gibi bir bilgi disiplininde toplanmayı gerektirmekte, birlikte yaşamanın özgürleştiren bilgisine ulaşılmalıdır. Jineoloji bunun kuramsal öncülüğü olacaktır.
Toplum içerisinde yaşanan sorunlara baktığımızda tüm ilişkilerin pamuk ipliğinden daha gevşek bağların insafına kaldığını görmekteyiz. İnsansal ilişkileri çürüterek kendini var eden mevcut sistem içindeki tüm ilişkilerin yıkılması ya da yıkılma potansiyelini çok fazla barındırması, her iki cins arasındaki güç dengesizliğinden kaynaklanmaktadır. Aile ortamında öğrenilen ilişkiler, köken itibariyle bir tarafın korkunç ağırlığıyla öğrenilmektedir. İlişkilenme zihniyetinin ilk oluşumundan itibaren kız çocuklarının belleğine korkuyla, zayıflıkla, kedimsi bir kölelikle yerleştirilen kadınlık karşısında erkek çocuklarının zihniyeti güçlü kaplansı erkekle, aslanvari düşlerle erkeklik kimliğine hazırlanmaktadır. Çocukluktan itibaren oluşturulan bu dengesizlik tamamen kadının aleyhine gelişmektedir. Kadın tarafının yok denecek kadar tüketilmesi karşılığında erkeğe düşen tarafın aşırı ağırlaştırılması, dengesiz ilişkileri yaratmakta, bir süre sonra erkek de kendi ağırlığı altında ezilmektedir. Kadının anlık olarak tüketildiği ve her anın sistemi yeniden üretmeye bir zaman sunduğu ilişkilerin özgür olmasını beklemek yanılgıdır. Hegemonya zihniyetiyle inşa edilen ilişkiler hiçbir zaman özgürlük mecrasına girmezler. Gelecek zamanlarda kuracakları ilişkilerle geçmişte yaşananların aynı sonuçları tekrarlamamaları için tabii ki somut ve dönüştürücü tedbirler alınmalıdır. Çocuk yaştaki öğrenmelerin tüm ömre yayıldığı herkes tarafından bilinmektedir. Bundan dolayı çocuklar için her anın bir yaşam okulu mahiyetinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Günümüz itibariyle kadının özgürleştirilmesi yanında kız çocuklarının tarihsel kadınlık tecrübeleri hakkında bilgilendirilmesi, kölelik tarihinin tekrarlanmaması yönünde çalışmaların yapılması ve özgür yaşamın öğretilmesi konuları da bilgilendirilmesi de jineolojinin çerçevesi dahilinde sistem gerçeğine göre kendini dayatmaktadır.
Ahlakı, politikası, özgür yaşamı ve komünalitesiyle kendi toplumu içinde kendisi olarak yaşamak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus projesiyle mümkün olmaktadır.
“Demokratik ulus öncelikle toplumsal kalmakta ısrarlıdır; kapitalist moderniteye karşı ‘ya toplum ya hiç’ şiarıyla dikilir. Modernite çarklarında çözdürülen toplumun kalıcılığında, tarihsel toplumsal bir gerçeklik olarak yaşanmasında ısrarlıdır.”
Toplumsal sorunların ilki çözümlenmeden sonradan gelenler çözümlenemez. Kadın özgürlüğünün toplumsal özgürlükle bağlantısını yaşamın her alanında, her ayrıntısında görebiliyoruz. Kadın tanrıçalaştıkça, çevresinde tanrısal güzellikler yaratır ve erkeği de tanrılaşmaya çağırır. Ama sistem kadınları özel ya da genel evlerde fahişeleştirdikçe de, kadının çevresine yansıması da fahişeleştirme şeklinde olacaktır. Çünkü hakikat, kadından başlayarak suya düşen damlaların oluşturduğu dalgalar gibi topluma yayılmaktadır. Toplum olarak özgür yaşamanın tek şartı kadın özgürlüğü olması, hem kadının toplumsallığıyla, tüm toplumsal var oluşlarla kökenden ilişkisiyle bağlantılıdır hem de kadının ilk köleleştirilen kesim olmasından kaynaklıdır. Tüm çözümlemelerin varmaya çalıştığı gerçek özgür yaşamdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan özgür yaşamın şartını şöyle ortaya koyuyor:
“Özgür ve sosyalist toplum ancak tecavüz kültürüne karşı anbean felsefe, bilim, etik ve estetikle yüklenen kişiliklerce gerçekleştirilebilir. Bu temelde gerçekleştirilecek özgür eş yaşamların birey ve toplum için sürekli güzellik, doğruluk ve iyilik üreteceği açıktır.
Yaşamı heba etmemek için, öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlaklı ve estetik (güzelce olanı) biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tüm kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak, doğru, ahlaklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur. Bunun için sorumluluktan pay alan her erkek ve kadının, özellikle kadının güçlenmesi, özgürleşmesi ve tüm toplumsal alanlarda denk bir seviye kazanması için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım ve pratikleri sürekli geliştirmesi ve örgütlemesi, demokratik ulusun zihniyet ve kurumlarında yaşamsallaştırması gerekir.”