Kuşkusuz bu hareketleri ortaya çıkaran ABD, Avrupa ya da başka bir dış güç değildir. Ortadoğu üzerinde yüz yıllık ulus devlet zihniyetinin, bunun getirdiği toplumsal baskıların, çelişkilerin, bunun yarattığı tepkilerin sonucu bu halk hareketleri ortaya çıkmıştır. Bu halk hareketleri bir yönüyle mevcut iktidarlara yönelik olduğu gibi, kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki iki yüzyıllık uygulamalarının ortaya çıkardığı toplumsal ve siyasal sorunlara bir tepki olarak da görülmelidir.
SSCB’ye karşı Yeşil Kuşak Projesi
Mevcut iktidarların çoğu bilindiği gibi 20. yüzyıldaki soğuk savaş döneminde şekillenmişti. İki kutuplu dünya döneminde ister Sovyetlerin başını çektiği blok, isterse ABD’nin başını çektiği blok olsun her ikisi de kendi siyasal denetimlerindeki ülkelerin her türlü rejimini desteklemişlerdir. Bu rejimlerin diktatör olması ya da olamaması bu bloklar için çok önemli olmamıştır. Önemli olan söz konusu ülkelerin, devletlerin kendi blokları yanında yer almaları olmuştur. Bu da söz konusu iktidar bloklarının çoğu zaman otoriter, baskıcı, despot olmasına zemin sunmuştur. Soğuk savaşın dağılmasıyla birlikte 20. yüzyılda oluşan devletler uluslararası siyasi zeminlerini kaybetmişlerdir. Yine uluslararası sistemin uzantısı biçiminde oluşan iç dengeler açısından da bir zemin kaybı yaşanmıştır. Bir nevi eski iktidar blokları iki kutuplu dünyanın dağılmasıyla birlikte ayakları havada kalan rejimlere dönüşmüşlerdir. Ancak geçmiş dönemin imkanları, yarattıkları ilişkiler bir günde hemen olumsuz sonuçlar doğurmadığından bu eski yarattığı imkanlara, ilişkilere, güçlere dayanarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Soğuk savaş döneminden kalan bu ülkelerin tümüne yakını mevcut uluslararası sistemde yaşanan değişikliklere ayak uyduramamışlardır. Özellikle de iki kutuplu dünyanın dağılması ve 21. yüzyılda tüketim toplumunun çok yoğun bir karakter kazanması sonrası sistemin ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşmüşlerdir. Sistem artık eski iktidar bloklarını hem ekonomik hem de siyasi olarak kendi ihtiyacına cevap verir görmemiştir. Özellikle de siyasal olarak toplumu ayakta tutan, toplum üzerinde kendi meşruiyetini sağlayan karakterlerini kaybetmişlerdir. Bu durum doğrudan uluslararası sistemin bölgesel krizi haline gelmiştir. Sadece söz konusu iktidarlar sıkıntıya düşmemiş, bölgede ABD’nin başını çektiği uluslararası sistem de kriz içine girmiştir. Bu açıdan sistemi ayakta tutacak yeni işbirlikçi rejimlerin inşası önemli hale gelmiştir. İki yüzyıllık kapitalist modernitenin maketi, kopyası olarak yaratılmak istenen rejimlerin toplumda tutmadığı görülmüş; bu yönüyle Ortadoğu toplumlarında meşru kabul edilecek, uluslararası sistemin bölgede daha kolay yerleşmesini sağlayacak yeni işbirlikçi iktidar blokları tercih edilmiştir. İşte buna işbirlikçi siyasal islam diyoruz. Ancak sistem işbirlikçi siyasal islamla bölgede kendi varlığını sürdürebileceğini, uzun süre bölgede kalabileceğini, kendi ekonomik, siyasal, kültürel değerlerini bu işbirlikçi iktidarlar üzerinden zaman içinde bölgeye yerleştireceğini düşünerek yeni stratejisini işbirlikçi siyasal islama dayanan yeni bölge düzeni temelinde ele almıştır.
Zaten soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliğine karşı Yeşil Kuşak projesi vardı. Bu Yeşil Kuşak ülkeleri yanında, yine Ortadoğu’da sol ve sosyalist güçleri frenlemek için ilişkilendiği islamcı güçler de vardı. İşte bütün bunları soğuk savaşın tasfiye olmasından sonra işbirlikçi siyasal islama dayalı kurmak istediği yeni bölge düzeni doğrultusunda değerlendirmiştir. Özcesi direnen Ortadoğu’nun bu işbirlikçi ılımlı islamla teslim alınması hedeflenmiştir.
Arap Baharı denilen halk hareketleri işbirlikçi siyasal islamı öne çıkarmak için uluslararası sisteme önemli bir fırsat sunmuştur. Siyasal islamcı akımları destekleyerek Tunus’ta, Mısır’da olduğu gibi etkin olmasını sağlamışlardır. Siyasal islamı sistemin işbirlikçi başat gücü haline getirmişlerdir. Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi Libya’yı kısa süreli halk hareketleriyle deviremeyeceklerini bildiklerinden orayı da tamamen NATO’nun silahlı müdahalesiyle yıkmışlar ve sistemin bir parçası haline getirmişlerdir. Bu durum tabii ki Ortadoğu’da yepyeni bir siyasal ilişkiler düzenini ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz sistem kullanabileceği bu hareketlerle ilişkilenirken, onları teşvik ederken Yemen ve Bahreyn’de olduğu gibi kendi siyasal sisteminin parçası olmayacak hareketleri de bastırmak için mevcut iktidar bloklarını desteklemiştir. Ya da bu iktidar bloklarını radikal biçimde yıkma değil de belirli düzeyde değişikliğe uğratarak kendisine bağlı işbirlikçiliğin hakimiyetini sağlayacak bir siyasal süreci esas almıştır.
AKP, ABD’nin bölge politikalarına tamamen angaje olmuştur
İşte böyle bir süreçte, özellikle Kürdistan özgürlük mücadelesini de ilgilendiren Türkiye’nin tutumunda önemli değişiklikler olmuştur. Türkiye daha yakın zamana kadar İran, Irak, Suriye ile anti Kürt ittifakı üzerinden Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek isterken, ABD’nin yeni Ortadoğu dengelerini ve düzenini kurma sürecinde Türkiye’ye daha fazla rol vermek istediği ve Türkiye’nin tutumunu netleştirmesini gerekli gördüğünden kısa süre içinde Türkiye eski İran, Irak, Suriye ittifaklarını bir tarafa bırakarak tamamen ABD’nin politikalarının taşeronu haline gelmiştir. Bir hafta önce Libya’da NATO’nun ne işi var derken, bir hafta sonra NATO’nun Libya’ya saldırı üslerinden biri olmuştur. Yine Suriye’deki siyasal kriz ortaya çıkınca Türkiye daha düne kadar kardeşim dediği, neredeyse “iki millet bir devlet” biçiminde ifade edilen Suriye ilişkileri tam bir düşmanlık çerçevesinde değişmeye başlamıştır.
Bu köklü tavır değişiklikleri Türkiye’nin iç politikasını da dış politikasını da etkilemiştir. Sadece Libya’ya ve Suriye karşıtı bir politika değişikliği olmamış, İran’la da, Irak’la da ciddi sorunlar yaşayan bir ülke haline gelmiştir. Bir zamanlar bölge ülkeleriyle sıfır sorun politikası izlenirken, bunu yere göğe sığdırmazlarken şimdi bütün ülkelerle sorunlu hale gelmişlerdir. Bu açıdan Türkiye’nin bir iki yıl önceki bölge politikası ve diplomasisi politikasında önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bu, bir yönüyle de Türkiye’nin tamamen ABD’nin bölge politikalarının güdümüne girmesini ifade etmektedir.
Eskiden de ABD’nin güdümündeydi, ama çok yönlü politika diyerek, farklı ülkelerle de ilişkilenerek kendilerine göre politik ve diplomatik hareket kabiliyetini arttırmayı düşünüyorlardı. ABD ile Avrupa’yla stratejik ilişki içinde olalım, ama diğer yandan da farklı ülkelerle ilişki kuralım biçiminde bir politika yürütüyorlardı. Şimdi bu politika bırakılmış durumdadır. Artık ABD böyle bir politikanın yürütülmesine fırsat vermemektedir. Bu nedenle ABD desteğiyle ayakta kalan AKP, ABD’nin bölge politikalarına tamamen angaje olmuştur. Çünkü eski iktidar blokları karşısında pozisyonunu güçlendirme konusunda da, Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaşta da tamamen dış güçlerin desteğini alarak ayakta kalmaktadır. Bugün eski darbelerin, eski iktidar bloklarındaki çeşitli generallerin yargılanmasından söz ediliyorsa bu ABD’nin desteği sonucudur. AKP, ABD’nin desteği sonucu kendini iktidara yerleştirmesinin, Türkiye’nin siyasal sisteminde etkili hale gelmesinin diyetini ödemektedir. Bu yönüyle AKP Ortadoğulu, Ortadoğu’nun kültürel, islami değerlerine sahip çıkan, bunu savunan bir güç değil, aksine kapitalist moderniteye Ortadoğu’yu tümden teslim etmenin ajan örgütü, ajan partisi, Türkiye açısından da ajan devleti haline gelmiştir. Böyle yeni bir siyasal durumdan söz etmek mümkündür. Bu politika Türkiye’yi ne kadar güçlendirmiştir, bu ayrı bir konudur.
Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye’yle karşıt hale gelerek ABD politikalarıyla uyumlu hale gelmesi belki bazı imkanlar kendisine kazandırmış olabilir, ama yanı başındaki devletlerle, toplumlarla bu kadar sorunlu hale gelmesi AKP’nin bir ayağının da çok güçsüz olduğunun, güçsüzleştiğinin ifadesidir. Her ne kadar Arap sokağında Tayyip’in etkisi var, AKP’nin etkisi var denilse de bu da doğru değildir. Arap ülkeleri de, Arap egemenleri de Türkiye’ye karşı kuşkuludur. Türkiye’ye karşı kuşkuları dünden bugüne azalmamış, aksine daha da artmıştır. Türkiye’nin özellikle de yeni Osmanlıcılık yaklaşımının, o bölgeye hakim olmasının, özellikle de dış güçleri de arkasına alarak bu hakimiyetini kurmak istemesi karşısında Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal değerlerinden beslenen kesimleri büyük bir tepkiye ittiği gibi Arap milliyetçiliğini, Arap egemenlerini ve çeşitli yurtsever kesimlerini de Türkiye’nin politikaları karşısında kuşkuya sevk etmiştir. Bu durum, en azından bölge düzeyinde AKP’nin bir sıkışıklık yaşadığını, bir zafiyet içine girdiğini ortaya koymaktadır.
Düne kadar İran, Irak ve Suriye ile Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek isterken, politikasını bunun üzerine kurmuşken, birden bu dengeleri değiştirecek düzeyde ABD’nin politikası doğrultusunda hareket edince Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaştaki bölgesel mevzilerini önemli oranda kaybetmiştir. Bunu rahatlıkla görmek gerekiyor. Bu zafiyetini şimdi ABD desteği alarak, özellikle Güneyli güçleri kullanarak dengelemeye çalışmaktadır. İran, Irak ve Suriye’de yaşadığı sıkışıklığı, buralardaki karşı karşıya gelmeyi şimdi Güney Kürdistanlı siyasal güçleri PKK’nin üzerine sürerek dengelemeye çalışmaktadır.
Evdeki hesap çarşıya uymayınca…
Diğer bir denge unsuru olarak ise yeni oluşacak Suriye’de etkin olmayı hesaplamaktadır. Türkiye’nin yeni Suriye’de etkin olma konusunda çok hırslı olduğu görülmektedir. Suriye krizini ‘bir iç sorun’ olarak görmüştür. ABD’nin Irak’a müdahale süreci içerisinde etkin olamadığı gibi Suriye’de de etkin olamazsa bunun kendisine pahalıya patlayacağını düşünmektedir. Bu açıdan da erkenden Suriye ile karşı karşıya gelmiş, hatta Suriye’ye müdahale etme hazırlıkları yapmıştır. Türkiye bir yanılgıya düşerek burada biraz erken davranmıştır. Tunus’ta, Mısır ve Libya’daki durumun Suriye’de de gerçekleşeceğini düşünmüştür. Suriye’nin özgün konumunu ele alamamıştır. Bu nedenle de Suriye’de hemen özellikle de İhvan-ı Müslim’e angaje olmuş, İhvan-ı Müslim merkezli bir iktidar değişikliğini sağlamak için çok atak hareket etmiştir. İhvan-ı Müslim’in merkezinde yer aldığı bir Suriye gerçekleştirirse burayı tamamen kendi siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel etkisi altına alacağını hesaplamıştır. Bir nevi Suriye’yi bütün Ortadoğu’yu etkileme, Ortadoğu’yu fethetme kapısı olarak görmüştür. Nasıl ki 1517’de Ridanye Savaşı’nı kazandıktan sonra Ortadoğu’nun kapıları Osmanlı’ya açılmışsa, Suriye’de kendi etkisindeki bir iktidar değişiminin de Ortadoğu kapılarının kendisine açılacağını düşünmüştür. Böylece yeni yetişen Türk burjuvazisi için hem Suriye’yi bir nevi yeni sömürge yapmak, kendi ekonomik hinterlandı haline getirmek, orayı bir nevi ekonomisinin beslendiği alanlardan birisi yapmak, diğer taraftan da Ortadoğu’daki ekonomik faaliyetlerinin üssü haline getirmek istemiştir. Suriye’yi bir nevi Arap dünyasına yönelik Türkiye üssü olarak görmek istemiştir. Hem ekonomik hem de siyasi olarak böyle bir hesap içindedir.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Çünkü Suriye Libya değildir, Suriye Mısır ve Tunus değildir. Suriye’nin toplumsal yapısı çok çeşitli olduğu gibi Suriye’nin çevresindeki ülkeler de farklı etnik, dinsel ve toplumsal yapılara sahiptir. Lübnan’da hıristiyanlar, Dürziler önemli bir nüfustur. Lübnan’da yıllarca hıristiyan-müslüman çatışması olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Lübnan’a sınır bir ülkede islam ağırlıklı bir iktidar Lübnan dengeleri için uygun görülmemektedir. Yine Suriye ile önemli bir sınırı olan İsrail açısından İhvan-ı Müslim merkezli tamamen siyasal islamın etkisindeki bir Suriye uygun görülmemektedir. Bu nedenle Suriye’de etkin olan Selefilerin gelişmesi istenmediği gibi, İhvan-ı Müslim’in de güçlü olması istenmemektedir. Her ne kadar Türkiye’de işbirlikçi islamın etkili olması istense de, Suriye üzerinde Türkiye’nin etkin olması ve burada oluşacak bir siyasal islamcı iktidar bloğuyla bütünleşmesi istenmemektedir. Suriye de siyasal islamcı bir iktidar bloğun etkisinde olursa bu durum Türkiye’de düşündükleri modernist işbirlikçi islamın giderek farklı yönelimlere girebileceği kaygısı taşımaktadırlar. Bu nedenle Suriye’nin iç yapısı ve çevresine uygun düşecek geniş yelpazede kozmopolit bir iktidar bloğuyla Türkiye’deki işbirlikçi siyasal islamın gelecekte rahatsız edici olumsuz yönelimler içine girmesinin önü barajlanmak istenmektedir.
Tüm bu gerekçelerle istedikleri geniş yelpazede kozmopolit iktidar bloğu oluşana kadar Suriye rejiminin kısa sürede düşmesi istenmemiştir. Daha doğrusu Tunus’tan, Mısır’dan, Libya’dan farklı bir yeni iktidar bloğunun ortaya çıkmasını sağlamak için Suriye rejimini düşürmeyi biraz zamana yaymışlardır. Çünkü hıristiyanlar yüzde on civarındadır. Kürtler yine yüzde on beş civarında önemli bir nüfusa sahiptir. Yine önemli bir Nusayri (Arap Alevi) nüfusu vardır. Dürziler ve İsmaililer de vardır. Bütün bunları da içine alan yeni bir iktidar bloğunu yaratmak için pazarlıklar yapılarak yeni dengelerin oluşturulması ayarlanmaya çalışılmaktadır. Kuşkusuz İhvan-ı Müslim ağırlıklı işbirlikçi siyasal islam da bu bloğun içine girecektir. Ancak başat ve ağırlıklı bir güç olmayacak biçimde yeni iktidar bloğunun içinde yer alması istenmektedir. Bu, Türkiye’nin hesaplarını altüst etmiştir. Suriye’deki iktidar bloklarının değişiminin uzun sürmesi Türkiye’nin ekonomisini sarstığı gibi, yeni Suriye’nin kozmopolit bir yapıya kavuşması, özellikle de Kürtlerin kazanım elde etmesi Türkiye’nin siyasal hesaplarını çok olumsuz etkileyecek bir durumdur. Bu açıdan mevcut durumda Türkiye Suriye’de bir tıkanıklığı yaşamaktadır. Türkiye’nin politikalarıyla Arap dünyasının, hatta Batı’nın politikaları örtüşmemektedir. Nitekim Arap dünyası ve Batı Annan Planı’nı desteklerken Türkiye sabote etmeye çalışmaktadır. Daha baştan Annan Planı’na karşı çıkmıştır. Her ne kadar karşı çıkmıyoruz, şans verilmesi gerekir dense de aslında sabote etmek için her yolu denemektedir. Ancak ister Annan Planı pratikleşsin, ister başarısız kalsın yeni kurulacak Suriye’nin Türkiye’nin istediği bir Suriye’nin olmayacağı daha şimdiden görülmektedir. Özellikle de Kürtlerin yeni Suriye’de statüsüz kalmasını sağlamak mümkün görünmemektedir.
Suriye’deki durumun nasıl şekilleneceği bölge politikalarını derinden etkileyecektir. Bunu rahatlıkla söylemek gerekmektedir. Şam’daki durum, yani Suriye’deki durum tarih içinde de bölge politikalarını önemli oranda etkilemiştir, Şimdi de bu karaktere haizdir. Şu söylenebilir: Geçmişte İran’ın etkisi vardı, önümüzdeki dönemde Suriye’de İran’ın etkili olmasını beklememek gerekir. Bu etki büyük oranda ortadan kırılacaktır. Lübnan’daki Hizbullah üzeri İran’ın yarattığı etkiler kırılacaktır. Ama bunu söylerken İran’ın eski ilişkilerinin tümden siyasal dengelerden dıştalanacağını kastetmiyoruz. Hizbullah Lübnan siyasetinde yer alacak, aleviler Suriye’de etkilerini önceki gibi olmasa da sürdürmeye devam edeceklerdir. Ama bunlar artık eskisi gibi İran’ın etkisinde olan güçler pozisyonunda olmayacaktır. Bunu da şimdiden söylemek gerekmektedir.
Her ne kadar İran, Irak ekseni Suriye üzerinden Akdeniz’e kayacak denilse de bu gerçekçi değildir. Böyle bir İran, Irak, Suriye ekseni kurulamaz. Aksine Irak üzerindeki mücadele biraz daha artacaktır. Nitekim bu görülmektedir. Şiiler Irak’ta etkilidir. Kuşkusuz bundan sonra da Irak’ta etkili olmaya devam edecektir, ancak uluslararası güçler de Irak’ta şiilerle sünnilerin bir dengede olduğu bir siyasal sistem istemektedir. Şu andaki sistemdeki şii ağırlığının törpülenmesi için Irak’ta bir siyasal mücadele sürecektir. Bunu böyle söylemek gerekir. Suudi Arabistan da, Türkiye de bu yönlü Irak’la ilgilidirler. ABD Irak’ta böyle bir denge istemektedir. Çünkü böyle bir denge olmadığı müddetçe Irak’ta bir istikrar sağlanamayacağını herkes biliyor. İstikrarsızlığın bu düzeyde sürmesini istemiyor. Çünkü tarih içinde Suriye’de sünniler hep belirli düzeyde etkin olmuştur. Bu nedenle mevcut durumdaki gibi sünnileri çok sınırlamak Irak’ı sürekli istikrarsızlık içinde tutmaktır. Bu açıdan Irak’ta dengelerin yeniden oluşacağı yeni bir siyasal itiş kakış süreci yaşanacaktır.
Türkiye Kürtlerin hiçbir yerde statü kazanmasını istemiyor
Suriye üzerinde tabii ki Kürt halkıyla Türkiye arasında bir mücadele sürmektedir. Türkiye, Suriye’de Kürtlerin statü kazanmasını engellemeye çalışmaktadır. Mevcut durumda Önder Apo’ya bağlı Kürt halkının etkin olduğu görülmektedir. Çünkü Önder Apo 20 yıl orada çalışmıştır. Bunun Suriye ve Güneybatı Kürdistan’da derin etkileri olmuştur. Türk devleti bunu görmektedir. Bu nedenle orada Önder Apo etkisindeki Kürtlerin içinde yer aldığı bir Kürt siyasal statüsünün oluşmasını engellemek için çaba göstermektedir. Anlaşılıyor ki Türk devleti Güneybatı Kürdistan’da Kürt demokratik hareketini frenlemek için KDP ile belirli bir uzlaşma arayışı içindedir. Mesut Barzani’nin Türkiye’ye gidişinin en önemli nedenlerinden biri budur. Herhalde Türkiye Suriye’de artık Kürtlerin statüsüz kalamayacağını ve belirli haklar elde edeceğini gördüğünden bunu Güney Kürdistanlı güçlerle pazarlık yaparak, orada Türkiye’yi olumsuz etkilemeyen bir çözüm modelini sağlatmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu bireysel haklara dayalı “kendine göre diyorlar ya anayasal vatandaşlığa dayalı” Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını tanımayan, anadilde eğitim hakkını tanımayan bir hukuki sistemi hakim kılmak istemektedirler. Bu açıdan KDP ile belirli pazarlık yaptıkları görülmektedir. Ancak KDP de oradaki Kürt halkının taleplerini dikkate almak zorundadır. Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye’nin istekleriyle Güneybatı Kürdistan’daki halkın taleplerini uyuşturmak mümkün değildir. Ama Barzani’nin Türkiye’ye gidişinde bu yönlü tartışmalar yapıldığı görülmektedir. Bunun ne tür sonuçlar vereceğini yakın zamanda göreceğiz.
Son zamanlarda KDP’ye bağlı bazı güçlerin Suriye’nin dostları denen, Türkiye’nin de etkili olduğu muhalif güçler içinde yer alma konusunda bir eğilim göstermeleri büyük ihtimalle Türkiye’de Erdoğan ve Barzani görüşmesi sonucu ortaya çıkmış bir durum olabilir. Bu, KDP’nin Türkiye’nin isteği karşısında Kürtlerin Güneybatı Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmelerini ifade eden demokratik özerk bir yönetim olmaları konusunda belirli bir taviz verildiğini göstermektedir. En azından oluşacak yeni Suriye’de Kürtler belirli düzeyde yer alacaksa, bu konuda PYD’nin etkisinin kırılması konusunda anlaştıklarını gösteren bir yansıma söz konusudur. Bu, Güneybatı Kürdistan’daki Kürt halkının demokratik iradesinin kırılması biçiminde kendini ortaya koyacaktır. Böyle bir uzlaşma varsa bu durum Suriye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesini engelleyecek bir faktör olacaktır. Çünkü Kürtlerin demokratik bir toplum olarak, demokratik irade olarak yer almadığı bir Suriye demokratikleşemez. Belki eskiye göre değişim olabilir, ama bu demokratik bir Suriye olamaz. Bir zamanlar Saddam da Kürtlere bazı haklar tanımıştı, ama Irak demokratikleşmemişti. Yani Kürtlerin demokratik iradesinin, demokratik örgütlenmesinin hakim kılınmadığı, üstten tanınan bazı haklarla, dil ve kültür alanında kimi yumuşamalarla Kürt sorununun çözüleceğini sanmak Kürtlerin Suriye içinde etkisiz kılınmaları anlamına gelecektir. Çünkü PYD’nin iradesinin kırılması, ezilmesi bu anlama gelir. Kürtlerin demokratik iradesinin ve demokratik toplum karakterinin zayıflatılması, Kürtlerin Suriye içinde etkisiz ve iradesiz kalmalarıyla sonuçlanır. Türkiye’nin bu sonuçlara yol açacak bir politikayı KDP’ye önerdiği ya da dayattığı anlaşılmaktadır. KDP, KDP’ye bağlı oradaki gruplar buna yanaşacaklar mıdır, en önemlisi de Güneybatı Kürdistan’daki Kürt halkının demokratik iradesi, demokratik örgütlülüğü buna müsaade edecek midir, bunu göreceğiz. Eğer KDP Türkiye ile PYD’nin sınırlanması, ezilmesi konusunda bir anlaşma yapmışsa, bu Güneybatı Kürdistan’da Kürtler arası bir çatışmanın da önünü açmak anlamına gelir. Eğer KDP Türkiye ile böyle bir uzlaşma içine girdiyse, bu Türkiye’nin oyununa gelerek Kürtlerin zayıflayacağı bir konuma düşmüş olur. Böyle olur mu, olmaz mı bunu zaman içinde göreceğiz.
Türkiye son süreçte İran, Irak ve Suriye’de sorunlar yaşamasıyla birlikte Güney Kürdistan hükümetiyle daha yakın ilişkiler içinde olma, böylelikle bu ülkelerle yaşadığı sorunların ortaya çıkaracağı sıkıntıları giderme çabası içine girmiştir. Bunda sanırız ABD’nin de AKP hükümetiyle Güney Kürdistan hükümeti arasındaki ilişkilerin iyi olması isteğinin de önemli bir payı bulunmaktadır. ABD Türkiye’yi kullanmak istediğinden, yaşadığı sıkıntıları dikkate alarak Güney Kürdistan Türkiye ilişkilerini düzelterek bu sıkıntıları azaltmaya çalışmaktadır. Barzani’nin Türkiye’ye gelişi bir yönüyle bununla ilgilidir. Tabii sadece PKK değil, Güneybatı Kürdistan, yani Suriye, İran ve Irak politikaları konusunda ortak yanlar bulmaya çalışmışlardır. Suriye konusundaki yaklaşımların ne olduğunu belirttik.
Bu süreçte Türkiye esas olarak da Ortadoğu’da büyük bir çekişme içine girmişken Kürt özgürlük hareketini de etkisiz bırakmaya çalışmak istemektedir. İran, Irak ve Suriye’yle girdiği çekişme sürecinde Kürt özgürlük hareketinin yürüteceği mücadelenin AKP hükümetini, Türkiye’yi zorlayacağı açıktır. Türkiye ABD politikalarına taşeronluk yapmasının karşılığında Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi konusunda destek istemektedir. Barzani ile yapılan görüşmeler ve açıklamalar bunu açıkça ortaya koymuştur. Barzani’nin “silahlı mücadelenin zamanı geçmiştir, silah bırakılmalıdır” söyleminde bulunması, yine Erdoğan’ın “silah bırakırlarsa operasyon yapmayız” söylemleri AKP’yi sıkışıklıktan kurtarmanın söylemleri olmaktadır. Kürt özgürlük hareketine silah bırakma dayatması yapmaları ve bu temelde zorlamaları esas olarak Kürt özgürlük hareketini eylemsiz ve mücadelesiz bırakma hedeflidir. Çünkü PKK’nin silah bırakmayacağını bildikleri için bu dayatmalar sonucu Kürt özgürlük hareketini hiçbir karşılığı olmayan bir ateşkese razı etmeyi hedeflemektedirler. AKP Kürt özgürlük hareketinin direnişinin olmadığı bir ateşkes sürecini sağlatabilirse bunu kendisi için bir avantaj olarak görmektedir. Zaten AKP’nin politikası karşıt güçleri oyalamak, fırsatını bulduğunda da ezip geçmektir. Geçmiş dönemdeki görüşmelere de böyle yaklaşmıştır. Görüşmeleri bir siyasal çözüm için değerlendirmeyi amaçlamamıştır. Yine Kürt özgürlük hareketinin tek taraflı ateşkeslerini bir siyasal çözüm için fırsat olarak değerlendirmemiştir. Aksine oyalama, zaman kazanma olarak ele almış ve bu ortamda kendi iktidarını pekiştirmeyi düşünmüştür. Özellikle her seçim öncesi ateşkes istemesi bunun somut ifadesidir. Kürt özgürlük hareketi de belki devleti ve toplumu çözüme hazırlarız diye böyle bir yaklaşım içine girmiştir. Ama sonuçta AKP hükümeti bu yönlü bir adım atmamıştır.
Hile ve oyunlarla Kürt halkının direnişi engellenmeye çalışılıyor
Zor duruma düşen AKP hükümeti yine Kürt özgürlük hareketini eylemesiz, mücadelesiz bırakarak kendi politikalarını rahatlıkla yürütmek istemektedir. Hem Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek istemekte, bu konudaki politikasını yürütmekte, hem de bunun engelsiz olmasını istemektedir. Bu kadar kurnaz, kendini akıllı, el alemi aptal sanan bir yaklaşım içindedir. Bu nedenle de Barzani üzerinden, başka güçler üzerinden çeşitli yöntemlerle baskı kurarak Kürt özgürlük hareketini eylemsiz tutmaya çalışmaktadır; direniş pozisyonundan çıkarmaya çalışmaktadır. Tabii bunu çözüm için bir adım atma, bunu bir çözüm için değerlendirme olarak istemiyor. Bir çözüm için böyle bir anlayış içinde olsaydı geçmişte sonuç alabilirdi. Bu nedenle Türk devletinin ister KDP üzerinden olsun, ister başka güçler üzerinden olsun Kürt özgürlük hareketini eylemsiz, etkisiz bırakma politikalarının sonuç vermesi mümkün değildir.
Binlerce siyasi tutuklu varken, Kürt Halk Önderi üzerinde bu kadar tecrit uygulanırken, bir halkın önderine her türlü hakaret yapılırken Kürt sorununu çözecek herhangi bir projesi yokken kalkıp Kürt özgürlük hareketini direnişsiz bırakma, eylemsizlik durumuna sokma ancak bir tasfiye politikası olabilir. Bunun da Kürt özgürlük hareketi tarafından kabul edilmeyeceği açıktır. AKP hükümetinin bir çözüm anlayışı yoktur. Tamamen oyalama, zaman kazanma, tasfiye etme politikası izlemektedir. Kendisine göre eğer Kürt özgürlük hareketi üzerinde baskı kurarsa, askeri ve siyasi operasyonları sürdürürse Kürt özgürlük hareketi sıkışacak ve yine AKP’nin oyalama ve tasfiye etme politikalarını daha kolay yürütecekleri bir pozisyona sokulacaktır. Gelinen aşamada artık bunun Kürt özgürlük hareketinden beklenmesi mümkün değildir. Kürt özgürlük hareketi bunu geçmişte toplumu ve devleti bir çözüme hazırlamak için denedi. Artık hiçbir karşılığı olmayan ateşkeslerin anlamı olmayacağı gibi, Kürt özgürlük hareketinin böyle ateşkesler içine girmeyeceğini de herkesin görmesi gerekir.
Binlerce siyasi tutuklunun olduğu yerde hangi ateşkes olabilir? Hala her gün onlarca insan tutuklanmaktadır. Bu, AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığının açık ifadesidir. Bir toplumun iradesi kırarak o toplumun sorunları çözülebilir mi? Kürdistan’da politik insan bırakılmayacak, Kürt demokratik siyaseti bu tutuklamalarla çökertilemeye çalışılacak, ama ateşkes beklenecek! Bu tür yaklaşımlar Kürt halkıyla demokratik siyasi güçlerle dalga geçmektir. Bu tutuklamaların sürdürüldüğü ortamda demokratik siyasetin açıkça bu tutuklamalar sürdüğü müddetçe bizim sizinle konuşacak bir şeyimiz olamaz demesi gerekir. Bu kadar tutuklama tehdit ve şantajdır. Tehdit ve şantajın olduğu yerde ne tartışma olur ne görüşme olur. Ancak tehdit ve şantaj yapana karşı mücadele edilir. Binlerce insanı tutuklayarak rehin alacaksın, ondan sonra gel pazarlık yapalım diyeceksin! Bundan daha adi, alçakça bir tutum olabilir mi? Bu nedenle AKP hükümetinin çağrısının hiçbir anlamı yoktur.
Binlerce siyasi tutuklu olacak, ama ateşkes olacak! Önder Apo’ya siyaset yapma imkanı, çözüm için inisiyatif verme, çözüm için çalışmasının önünü açma yaklaşımı içinde olunmayacak, Önder Apo’nun özgürlüğü için herhangi bir yaklaşım gösterilmeyecek, ama ateşkes olacak! Herhangi bir çözüm projesi olmayacak, bu konuda ciddi adımlar atılmayacak, ama Kürt özgürlük hareketi ateşkes içinde olacak, direniş içinde olmayacak! Bu yaklaşımlar tamamen AKP hükümetinin tek taraflı dayatmalarıdır, beklentileridir. Bu, şöyle bir yaklaşımdır: biz Türk devletiyiz, egemeniz, güçlüyüz, o zaman Kürtlere ne dayatırsak bizim dediğimizi kabul etmelidir. Bu yaklaşım aşılmalıdır. Kürtler bugün özgürlük mücadelesi veren bir halktır. Demokrasi ve özgürlük iradesi vardır. Öyle şu, bu dayatmayla boyun eğecek karakterde bir halk ve hareket yoktur. Türk devletinin Kürtler üzerinde ipotek koyduğu, Kürtleri yöneteceği, yönlendireceği bir halk olarak görmesini artık bırakması gerekiyor. Kürtler Türkiye içinde demokrasi ve özgürlükler içinde yaşamak istemektedir. Ama Kürtlerin iradesini tanımayan, kırmaya çalışan, egemenlikçi, despotik yaklaşımlar aşılmadan Kürt sorununun çözülmesi mümkün değildir. Bunlar aşılmadan Kürt halkının direnişinin durdurulması da mümkün değildir.
2012 yılının direniş startını açlık grevcileri vermiş
Şu açıktır: AKP hükümeti sıkışmıştır. Askeri saldırılar olabilir; gerilla kayıp verebilir; siyasi saldırılarla önüne gelen herkesi tutuklayabilir. Zaten bunu hiçbir faşist ülkede görülmeyecek düzeyde yapmaktadır. 12 Eylül döneminde bile bu düzeyde siyasi soykırım operasyonları yoktu; hukuk terörü bu düzeyde uygulanmıyordu. Tamam, tutuklamalar vardı, idamlar vardı, ama bunlar daha çok örgüt üyeleriydi, örgüt sempatizanlarıydı. Şimdi öyle değil. Örgütle alakası olmayan, örgütle hiçbir ilişkisi olmayan, ama demokratik siyaset içinde mücadele eden insanları bizzat KCK ile ilişkilendirerek, illegal faaliyet yürüttüğü iddia edilerek tutuklamaktadırlar. Bu, açıktan açığa halk üzerinde estirilen bir terördür. Halkın iradesi kırılacak ki örgüt de, PKK de, KCK de kendisine taban bulamayan, halk desteğinden yoksun bir duruma düşsün. Bu, bütün faşist diktatörlerin kullandığı yöntemdir. Ancak gelinen aşamada bunun artık sonuç vermesi mümkün değildir. AKP belki böyle saldırılar yapabilir. Ama şu anda sıkışmış durumda olan, zayıf durumda olan AKP’dir. Bölgede sıkışmıştır. Bölgede dayanabileceği bir ülke kalmamıştır. Avrupa ve ABD’nin desteği olmazsa bölgede yalnızlaşan bir güç durumundadır. İçeride de artık sıkışmıştır. Bu faşist karakteri, antidemokratik karakteri, artık toplumdan, çeşitli güçlerden tepki almaya başlamıştır. AKP’nin otoriter, baskıcı yüzü görülmeye başlanmıştır.
AKP’nin bu düzeyde teşhir olmasında bu süreçte Önder Apo’ya yönelik tecride ve saldırılara karşı gerçekleştirilen açlık grevlerinin de önemli bir etkisi olmuştur. Türkiye cezaevlerinde başlayan ve Avrupa’da bir kısım Kürt siyasetçisinin ve demokratının yürüttüğü açlık grevleri AKP’nin politikalarına karşı ciddi bir duruşu ifade etmiş ve 2012 yılının bir mücadele yılı haline gelmesinde öncü rolü oynamışlardır. Açlık grevleri Kürt halkının AKP’nin Önderlik üzerinde uyguladığı baskıya, askeri operasyonlara ve siyasi soykırım tutuklamalarına Kürt halkının gösterdiği büyük tepkinin dışa vurumu olmuştur. Açlık grevcileri halkın öfkesinin temsilcileri olarak fedaice bir duruş göstermişler ve halkın AKP’nin tasfiye politikasına karşı 2012’de yürüteceği mücadelenin tetikleyicisi olmuşlardır. Açlık grevcileri halkın öfkesini ve tepkisini ortaya koyarak AKP’nin politikalarının başarılı olamayacağını ve bu politikaya karşı direnileceğini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Zaten açlık grevlerinin olduğu süreçte özellikle Avrupa’daki halkımız birçok eylem türüyle Önder Apo üzerindeki tecridi protesto etmiş ve Kürt halkını tecride karşı mücadeleye sevk eden bir duruş içinde olmuştur. Cezaevleri ve Avrupa’daki halkımız bir daha mücadelenin en zorlu döneminde Özgürlük hareketinin direnen güçleri olarak mücadelenin doğrultusunu göstermişlerdir. AKP’nin en fazla ezdik ve tasfiye ettik dediği dönemde bu fedai duruşların ortaya çıkması AKP’nin politikalarının sonuç almayacağını bir daha göstermiştir. Avrupa’daki halkımızın duruşu gerçekten de bu dönemde de çok önemli siyasal sonuçlar doğuran karakterde olmuştur. Zindandaki tutsaklar da Önder Apo ve Kürt özgürlük hareketi üzerindeki tasfiye politikalarına fedaice cevap vereceklerini göstermişlerdir. Herhalde Önder Apo’nun uyarısı olmasaydı zindanlarda birçok şehadet yaşanabilirdi. Tüm bu gerçekler Kürt toplumunun büyük bir mücadele dinamizmine sahip olduğunu bir daha göstermiştir. 2012 yılının direniş startını açlık grevcileri vermiş, bu temelde 15 Şubat, 8 Mart, Newroz ve 4 Nisan’da halkın mücadeleci duruşu AKP’nin bütün tasfiye politikalarını boşa çıkaran sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Nitekim Newroz’da milyonların ayağa kalkışı bunun kanıtıdır. 4 Nisan’da halkın Önder Apo’ya büyük sahiplenişini gördüklerinden Amara’ya gidişi yasaklamışlardır. Bu yasaklama bile başlı başına AKP’nin Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında başarısız olduğunun açık ifadesidir. Dolayısıyla AKP’nin aylardır sürdürdüğü ‘PKK’yi şöyle zayıflattık, KCK’yi şöyle etkisizleştirdik!’ yönlü propagandanın bir psikolojik savaş söyleminden ibaret olduğu bir daha ortaya çıkmıştır.
AKP, Kürt özgürlük mücadelesi karşısında başarısızdır. Bütün askeri ve siyasi soykırım operasyonlarına rağmen sonuç almamış, aksine halkın AKP’ye karşı öfkesi daha da artmıştır. Bu açıdan içeride ve dışarıda sıkışan AKP, çeşitli baskılarla Kürt özgürlük hareketinin iradesini ve direnişini kırmaya çalışmaktadır. Barzani üzerinden bu direnişi kırmaya çalışması, ABD üzerinden bu direnişi kırmaya çalışması, BDP üzerinde baskı kurarak bu direnişi kırmaya çalışması, hiçbir adım atmamışken Kürt halkının direnişini bıraktırmak için çaba göstermesi, AKP’nin sıkışıklığını göstermektedir. AKP’nin konumu öyle kabadayılık yaptığı gibi değildir. “Siyasetle müzakere, terörle mücadele” diyor, ondan sonra “silahı bırakırlarsa operasyon yapmayız” diyor. Bunlar tamamen kendine nefes aldırma söylemi ve taktiğidir. Bu söylemlerle acaba Kürt toplumunu gevşetebilir miyim, Kürt özgürlük hareketini gevşetebilir miyim, Kürt halkını mücadelesiz bırakarak kendi projelerimi, kendi tasfiye politikalarımı yürütebilir miyim yaklaşımı içindedir. Bunun için de çok yönlü çaba göstermektedir. Yeniden, tekrar oyalama yol ve yöntemlerini birçok kanaldan uygulamaya çalışmaktadır. Ancak bunda başarılı olmayacağı açıktır.
Barzani’nin Türkiye görüşmeleri yaptığı süreçte sık sık dile getirilen Kürt kongresi yapılacak, bu kongrede de PKK’ye silah bırak dayatması yapılacak, böylelikle Türkiye Kürt sorunundan kurtulacak yönlü değerlendirmeler ve beklentiler boş hayallerdir. Hiçbir pratik değeri yoktur. Bir Kürt kongresinin toplanmasını en fazla da Kürt özgürlük hareketi, PKK, KCK istemektedir. Kürt ulusal kongresini gündemde tutan KDP ya da YNK olmamıştır, PKK olmuştur. Bu açıdan gerçekleşecek bir ulusal kongre öyle PKK’ye silah bıraktırma platformu olamaz. Öyle bir kongre gerçekleştirilemez. Şunu herkes bilmeli ki PKK’nin iradesinin yansımadığı bir kongrenin zaten meşruiyeti yoktur. Bir Kürt kongresinin en önemli bileşeni Kürt özgürlük hareketidir, PKK’dir. KDP, YNK ya da başka bir güç kendine yakın bazı örgütleri toplayıp PKK hakkında karar alamaz. Bunu bir kongre olarak kamuoyuna sunamaz. Kaldı ki bir kongre yapıldığında bırakalım PKK’ye silah bırakma dayatmasının yapılması, böyle bir kararının alınması, aksine bütün Kürtlerin Ortadoğu’da sömürgeciliğe karşı mücadelesinde dayanışma kararı alınır. Bu nedenle bu kongreye Türk devletinin ve Türk basının işlediği bir misyon verilemez. Böyle bir misyonu olamaz, böyle bir kongre toplanamaz. Eğer bunu Türk devleti ve Türk basını anlamıyorsa o zaman Kürt sorunundan ve PKK gerçeğinden hiçbir şey anlamamış demektir. Zaten Kürt sorunu da şimdiye kadar bu tür yaklaşımlarla çözümsüz kalmıştır.
Bir Kürt kongresinin toplanmasını tabii ki PKK, KCK isteyecektir. Kürtler arası birlik ve dayanışmanın olması, bütün parçalardaki Kürtlerin özgürlük mücadelesinin başarıya ulaştırılması için böyle bir kongre toplanmasını isteyecektir. Bu kongreden kesinlikle birlik, dayanışma ve Kürdistan’ın parçalarındaki mücadeleyi başarıya ulaştırma kararlılığı ve iradesi ortaya çıkacaktır. Kongrenin esas gündemi bu olacaktır.
Ulusal kongre çatıştırmaz birleştirir
Kongrenin gündemi, ortaya çıkmış tarihi fırsatların değerlendirilmesi için Kürtlerin birliğini ve dayanışmasını güçlendirmek olacaktır. Özü buna dayalıdır. Kürtler arası parçalanma yapacak, Kürtleri birbirine düşürecek bir kongre olabilir mi? Bu kongrenin amacına terstir. Bu kongreyi şimdiye kadar siyasi güçlerden daha fazla da Kürt halkı istemektedir. Kürt halkı, Kürt siyasi güçleri arasında birliği, dayanışmayı ve birbirlerini güçlendirmeyi istemektedir. Yoksa Kürt halkı, Kürtler arası parçalanmışlığın yaşandığı, kavga ve çekişmenin olduğu bir kongreyi ulusal kongre olarak kabul etmez. Bırakalım siyasi güçleri, siyasetin gereği böyle bir kongrenin meşru olmasını, Kürt halkı bile böyle bir kongreyi tanımaz. Bu bakımdan ulusal kongre olacak, PKK’ye silah bırakma dayatması yapılacak söylemleri ham hayaldir. Bu bakımdan Barzani’nin gerekirse baskıyı da, iknayı da, kongreyi de PKK’nin silah bırakması için dayatırız yaklaşımları da gerçekçi değildir. Bunlar tamamen kamuoyuna söylenmiş sözlerdir; söylemek zorunda kaldığı sözlerdir. Sorulan sorular karşısında bunlar dile getirilmiştir. Yoksa bu söylemlerin pratikleşmesi söz konusu olamaz. Zaten KCK yönetimi açıklama yaparak oradaki görüşmelerin PKK için, KCK için hiçbir bağlayıcılığı olmadığını açıkça ilan etmiştir. Barzani’den sonra Erdoğan’ın “silah bıraksınlar operasyon olmaz” söylemini de Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmenin bir ilanı olarak değerlendirmişlerdir. Teslim olmazsanız silahlı güçlerimizle üzerine gider ezeriz anlayışıyla silah bırakırlarsa operasyon olmaz anlayışı aynıdır.
Bu yönüyle Türk basınının, Türk devletinin Barzani’nin Türkiye görüşmelerinde yansıttığı hava doğru değildir. Tam bir psikolojik savaş harekatı yapılmıştır. Bu hava ile Kürt özgürlük hareketi üzerinde baskı yaratmak amaçlanmıştır. Böylelikle hem KDP, güneyli güçler üzerinde hem de PKK üzerinde baskı kurmaya çalışılmıştır. Yine “silah bırakırlarsa operasyon olmaz” sözü KDP’nin “silahlı mücadelenin zamanı geçmiştir” sözüne destek vermek için söylenmiştir. KDP üzeri silah bıraktırma olmasa bile PKK’yi ateşkese zorlama politikasının farklı biçimde ifade edilmesi olmaktadır. Bunlar tek taraflı değerlendirmelerdir. Erdoğan-Barzani konuşmuş, şöyle olacakmış, böyle politika yürütülecekmiş, bunların hepsi PKK karşısında, KCK karşısında hiçbir değeri olmayan değerlendirmelerdir. Çünkü PKK, KCK herhangi bir örgüt, herhangi bir devlet istedi diye istenileni yapacak bir hareket değildir. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle hareket etmektedir. Bugün gelinen aşamada özgürlük ve demokrasinin sağlanması direnişi gerektirmektedir. AKP’nin politikaları ve yaklaşımları dikkate alındığında direnişten başka hiçbir yaklaşımın bu politikayı geriletme şansı yoktur. Ne Barzani’nin açıklamaları ne de AKP’nin açıklamaları çözüm için bir adım ifade ediyor, bir çözüm politikasının parçası olarak dile gelen açıklamalardır.
Mesut Barzani Şerafettin Elçi’ye, ateşkes olursa kongre olur demiş. Bunlar da hiçbir pratik değeri olmayan sözlerdir. Böyle bir kongre şartı olamaz. Ateşkes olacak, ondan sonra kongre olacakmış! Böyle düşünenlerin bir kongreye niyeti olmadığı anlaşılır. Kürt özgürlük hareketi direnişi bırakmadığı takdirde kongreye yanaşmayacakları görülüyor. Bugüne kadar kongre ABD ne der, Türkiye ne der, İran ne der, bu nedenle yapılmamıştır. Bu nedenle PKK’nin katıldığı bir kongrenin yapılmasından kaçınılmıştır. Şimdi de PKK direnişi bırakmadan kongre olmaz denilmesi aslında geçmişte kongre yapmama zihniyetinin farklı bir ifadesidir.
Hiçbir Kürt örgütü istediği gibi hareket edemez
Barzani’nin Türkiye’de yaptığı görüşmelerden çıkan sonuç, Türk devleti hala Kürt sorununun çözümsüzlüğünü Kürtler arasındaki gerilim ve çatışmaya dayandırmaktadır. Türkiye, KDP’nin ve Barzani’nin PKK’ye direnişi bıraktıramayacağını, bu konuda sonuç alamayacağını bilmektedir, ama Türk devleti esas olarak bu tür baskılarla Kürtler arası bir gerilim ve çatışma yaratmayı amaçlamaktadır. Böyle bir gerilimin yaratılması bile onlar için Kürt özgürlük hareketine karşı tasfiye politikasının pratikleşmesinde önemli bir zemin olacaktır. Bu nedenle de bu yönlü dayatmaları sık sık yapmaktadırlar. Ama şu da açıktır; ister PKK olsun, ister KDP olsun herhangi bir siyasi gücün artık geçmişte olduğu gibi istediği gibi hareket etme şansı yoktur. Bugün bir Kürt uluslaşması vardır, bir Kürt demokratik kamuoyu vardır, Kürt halkının bir iradesi vardır, talepleri vardır. Hiçbir Kürt örgütü bu beklentileri ve talepleri dikkate almadan, bunların tersine bir politika ve yaklaşım içerisinde olamaz. Geçmişte olduğu gibi bir örgüt şöyle istedi diye karar alacağı ve pratikleştireceği bir dönemden söz edilemez. Zaten böyle olduğu için Mesut Barzani görüşme sonrası Irak’ta açıklama yapmak zorunda kalmıştır. Çünkü Barzani ile Türkiye yetkilileri arasındaki görüşmeler çok kötü yansıtılmıştır. Bu görüşmelerin yansıtılması bütün Kürt halkını incitmiştir. Sadece Kuzey Kürdistan’daki Kürt halkını değil, Güney Kürdistan’daki Kürt halkı da, Güneybatı’daki, Doğu Kürdistan’daki, bütün dünyadaki Kürtler de görüşmelerin yansıtılış biçiminden çok rahatsız olmuşlardır. Çünkü bu tür yansıtmalarla Kürtler aşağılanmış, Kürtler iradesiz bir halk olarak gösterilmiştir. Bu görüşmeler sonucu PKK birileri karar aldığında hiçbir iradesi olmayan hemen uyan bir örgüt olarak yansıtılmıştır. Yine KDP Türkiye dayattı diye hemen işbirlikçilik yapan hiçbir iradesi olmayan bir güç olarak gösterilmiştir. Bir bütün olarak Kürtler iradesiz, Türk devletinin baskıları karşısında her şeye boyun eğecek bir toplum olarak ele alınmıştır. Bu tabii ki Kürtler için incitici olmuştur. En başta da KDP ve Barzani’yi küçük düşürmüşlerdir. Bu nedenle PKK’yle savaşma durumlarının söz konusu olmayacağını, kendi politik düşüncelerini dile getirdiğini, PKK kabul etse de, etmese de bir savaş durumunun, çatışma durumunun ortaya çıkmayacağını söylemek zorunda kalmıştır. Bunları söylemek zorundadır da. Çünkü Türk devletinin yansıttığı gibi bir değerlendirmenin, bir havanın ortada kalması düşünülemez. Buna bir izahat getirilmesi gerekiyordu ve nitekim Sayın Mesut Barzani izahat getirerek Türk basınının yansıttıklarının doğru olmadığını, gerçekçi olmadığını, saptırma olduğunu söylemiştir.
Kuşkusuz KDP üzerinde ABD’nin baskısı vardır, Türkiye’nin baskısı vardır. KDP üzerinden Kürt özgürlük hareketi üzerinde baskı yürütülmeye çalışılmaktadır. Ancak Kürt özgürlük hareketinin de Kürt halkının da bugün örgütlü bir iradesi vardır. Bu güçler karşısında direnme gücü de, potansiyeli de, imkanları da bulunmaktadır. Bu görüşmeler bir daha göstermiştir ki sömürgeci güçlerle, yani Kürtleri egemenliği altında tutan güçlerle görüşmeler yaparken çok dikkatli olmak gerekmektedir. Bu tür görüşmelerin herhangi bir parçanın özgürlük mücadelesine zarar verici olmaması gerekmektedir. Kürtler arası, Kürtleri ilgilendiren sorunların doğrudan Kürt örgütleri, Kürt siyasi güçleri arasında tartışılması gerekir. Kürtlerle ilgili konuların değerlendirilme yeri Kürtler arası ilişkilerdir, Kürt siyasi güçlerinin bir araya geldiği platformlardır. Bu tür tartışmaların yeri, hatta bunların ifade ediliş yeri Türkiye değildir. Türkiye’nin merkezinde kalkıp “silahlı mücadelenin zamanı geçti” demek bile doğru değildir, çok yanlış bir şeydir. KDP’nin düşüncesi öyle olsa bile bunu Türkiye’de dillendirmesi çok yanlıştır. Bu açıdan bu görüşmeler önemli bir tecrübe olmalıdır. Çünkü bu son görüşmeler gerçekten de Kürt halkı açısından incitici ve kabul edilmez olmuştur. Özcesi çok saygısızca bir yaklaşım gösterilmiştir. Bu yönüyle hem Türk devletinin hem Türkiye’deki basının Kürtlere bir daha böyle yaklaşmayacağı bir yaklaşım içinde olmak gerekir.
Kuşkusuz çeşitli devletlerle, güçlerle görüşmeler olabilir. Bu görüşmeler Kürt sorununun çözümüne yardımcı olmalarını ve onları teşvik etme temelinde olabilir. Bu yönüyle Türkiye’yle de, ABD’yle de, Rusya ve Çin’le de, herkesle de olabilir. Kürt sorununun çözümü için pozitif bir rol oynamaları herkesten beklenir. Bu ayrı bir konudur, ama Kürt özgürlük hareketinin herhangi bir parçadaki mücadelesinin tasfiyesini çağrıştıran konuların bu tür yerlerde konuşulmasının, tartışılmasının, değerlendirmesinin doğru olmadığı bu görüşmeyle net bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Bu görüşmeden sonra BDP’nin de bir Amerika ziyareti olmuştur. Bu tabii ki Kürt demokratik hareketinin Kürt sorununa bakışının doğrudan ABD’ye iletilmesi açısından olumludur. Çünkü ABD ve diğer ülkeler Türkiye’nin veyahut başka siyasi güçlerin bilgilendirmesi dahilinde hareket etmektedirler. Bu nedenle BDP heyeti ABD’ye gitmiş, düşüncelerini doğrudan aktarmıştır. Kuşkusuz ABD’nin Kürt politikası bugünden yarına hemen değişmeyecektir. Herhalde ABD de PKK’nin politikaları konusunda, PKK’nin direnişçi tutumunun etkisizleştirilmesi konusunda BDP’ye telkinlerde bulunmuştur. BDP’ye hiçbir adımın atılmadığı bu ortamda tek taraflı ateşkes talepleri gündeme gelmiştir. Bir yönüyle de Türkiye-KDP görüşmelerinde ortaya çıkan eğilim BDP’ye de Amerika’da yansıtılmış olabilir. Ancak BDP Kürt sorununda Türkiye’nin tutumunu iyi bildiğinden, Kürt sorununda yaşanan gerçeklere bizzat tanık olduklarından, Kürt sorununun demokratik çözümü için neler yapılması gerektiğini ABD yetkililerine anlattıklarını düşünüyoruz. Kuşkusuz ABD’nin bütün dünyada olduğu gibi çeşitli güçler üzerinde baskı ve yönlendirme yaparak onları kendi çizgisine getirme çabaları olmuştur. Ama bu çabaların Kürdistan’da BDP üzerinde sonuç vermesi düşünülemez. Çünkü Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi 1-2 günlük mücadele değildir. Onlarca yıllık yürütülen mücadele içinde öyle bir tecrübe kazanılmıştır ki, Kürt halkının özgürlüğünün çıkarına olmayan hiçbir yaklaşımın hiçbir tutumun içine girilmesi söz konusu olamaz. Bu yönüyle BDP’nin ABD’ye gitmesi Kürt demokratik hareketinin Kürt sorununun çözümü konusunda tutumunu anlatması açısından olumlu olmuştur. ABD’nin Türkiye’nin istekleri doğrultusunda söylediği sözlerin ise söylenmesi gereken diplomatik sözler olarak kalacağı açıktır. ABD yetkililerinin ve çevrelerinin kuşkusuz o tür sözleri söylemeleri de zaten önceden bilinen bir durumdu. BDP görüşmelerini böyle değerlendirmek gerekiyor.
BDP görüşmelerinin şöyle bir anlamı da var: Geçmişte ABD resmi, gayrı resmi Kuzey Kürtlerini dikkate almazdı. Şu anda bizzat Kuzey Kürtleri ile ilgilenmesi de, yaklaşımları ne olursa olsun, yeni bir durumu ifade etmektedir. Yani Kürt özgürlük hareketinin, Kürt demokratik hareketinin Kürt siyaseti içerisinde bir etkisinin var olduğunun kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Nasıl ki Erdoğan her gün “PKK’yi şöyle tasfiye edeceğiz, böyle ezeceğiz, ne İmralı’yı ne PKK’yi muhatap alırız” diye açıklamalar yapıyor, ama sonra kalkıyor “silah bırakırlarsa operasyon yapmayız” diyerek PKK’yi muhatap alıyorsa, Amerika da ne derse desin bu görüşmelerle PKK’nin Kürt sorunundaki etkisini kabul etmiş olmaktadır.
Bir daha belirtelim Erdoğan’ın söylemleri başlı başına Kürt sorununda muhatabın PKK olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de Kürt sorununu gündeme getirenin, Kürt sorunu konusundaki tüm gelişmelerde PKK’nin, Kürt özgürlük hareketinin damgasının olduğunun kabul edilmesidir. Erdoğan’ın son açıklamalarının bu anlama geldiğini birçok çevre ifade etmiştir. Kılıçdaroğlu bile “PKK’yle görüşme yapılıyor” diye değerlendirmiştir. Yine Erdoğan’ın bu söylemlerine Mümtazer Türköne “PKK’yle görüşmeler yapılıyor, görüşmeler belli bir noktaya gelmiş, bunun sonucu Erdoğan böyle açıklama yapıyor” biçiminde bir izahat yapmaktadır. Tabii ki böyle bir şey yoktur. Görüşme de yok, görüşme nedeniyle bu tür sözler de söylenmiş değildir. Ama bu tür sözlerin söylenmesi Kürt sorununda kimin muhatap olduğunu bir daha ortaya koymuştur. Bu vesileyle bir hususu bir daha belirtelim ki, Kürt özgürlük hareketi sorumluları defalarca herhangi bir görüşme olmadığını açıkça ifade etmişlerdir. Dolayısıyla gizli görüşmeler oluyor, Erdoğan bunun sonucu bu tür açıklamalar yapıyor söylemleri gerçeği ifade etmiyor. Tamamen psikolojik savaş söylemleridir. Bu tür söylemlerle Kürt halkının, Kürt demokrasi güçlerinin, AKP’nin baskıcı, antidemokratik ve tasfiyeci politikalarına karşı gösterdiği direnişi gevşetmek istiyorlar. Kürt halkın beklenti içine bırakmayı hedefliyorlar. Bunun doğru olmadığını bir daha belirtiyoruz. Mevcut durumda Türkiye’de AKP’nin politikalarında değişiklik yapacak tek yol ve yöntemin kararlılıkla mücadele olduğunu bir kez daha belirtmek istiyoruz.
AKP geçmişle hesaplaşmıyor yine takkiye yapıyor
AKP’nin Kürt özgürlük hareketinin ve demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadele karşısında kendine demokrat kendine müslüman karakteri açığa çıkmıştır. Şimdiye kadar kendisinin demokratik bir güç olduğu ve Kürt sorununun çözümünü, ancak kendisinin gerçekleştirebileceği algısı yaratarak iktidar olmuştur. AKP’nin en önemli sermayesi ve propaganda gücü bu kendine müslüman kendine demokrat karakteriydi. Ancak siyasal islamın devlet içine alınmasıyla birlikte klasik iktidar bloklarının politikalarını kendi müktesebatı yaparak yeni koşullarda sürdürmeyi üstlenmiştir. Bu durum giderek AKP’nin güç kaynaklarının zayıflamasını beraberinde getirmiştir. AKP hükümeti bu durumu görerek kendine demokrat kendine müslüman imajını tazelemek için psikolojik savaş hamleleri yapmaya başlamıştır. Son zamanlarda İlker Başbuğ’un tutuklanması, 12 Eylül yargılamasının başlatılması, 28 Şubat’la ilgili tutuklamaların yapılması tamamen yıpranan yüzünü yenilemeye ve imaj tazelemeye yöneliktir. Açıkça görüldüğü gibi AKP bu yargılamalarla geçmiş zihniyetlerle hesaplaşmıyor. Tamamen sembolik bazı isimler üzerinden yargılama yaparak giderek statüko sahibi olan ve antidemokratikleşen yüzünü gizlemeyi hedefliyor. 12 Eylül’ün generallerini yargılıyoruz diyor, ancak 12 Eylül’ün kendisine açtığı iktidar yolunu ve kendisine sağladığı iktidar imkanlarını koruyor ve kullanıyor. 12 Eylül’ün iktidarı güçlendirme için gerçekleştirdiği kurumları sürdürdüğü gibi, bu kurumlara hakim olarak 1930’ların CHP’si gibi tek parti iktidarı oluyor. Şu anda AKP tam bir sivil diktatörlük olarak önündeki tüm engelleri temizlemeye çalışıyor. Bunu da bu tür yargılamaların örtüsü altında, demokrasi adına yapıyor.
Hiçbir dönemde olmadığı kadar yargı siyasallaşmıştır. O kadar siyasallaşmıştır ki, artık siyasal islamcı hiziplerin üzerinde mücadele verdiği bir alan haline gelmiştir. Yargı ilk defa bu düzeyde bir hukuk terörü olarak kullanılmaktadır. Bunu da toplumla dalga geçer gibi “yargı bağımsızdır” söylemiyle yapmaktadır. Önceleri yargı bağımsız değil diyen AKP’liler, şimdi yargının bağımsızlığından söz ederek toplum üzerinde uyguladıkları hukuk terörünü gizlemeye çalışmaktadırlar. İşte tüm bunları 12 Eylül, 28 Şubat yargılamaları, İlker Başbuğ gibi eski generalleri tutuklayarak yapmaktadır. Ama yargılama konusu olan bu darbelerin nedenlerini ve sonuçlarını ortaya koyan bir yaklaşım gösterilmemektedir. Zaten böyle bir köklü yargılama zihniyeti olsa siyasal islamın önünün 12 Eylül’de açıldığı, AKP iktidarının da 28 Şubat darbesinin sonucu olduğu görülecektir. Zaten şimdi bu darbelerin yargılanması şampiyonluğu yapan Fethullah Gülen cemaatinin tüm bu darbelerin destekçisi olduğu belgelerle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla bu yargılamalar bir zihniyet değişimi yaratma ve bu temelde Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlama amaçlı yapılmamaktadır. Tamamen eski iktidar blokları yerine yeni iktidar bloklarının kazandığı mevzileri sağlamlaştırma hareketi olmaktadır. Aslında son yıllarda Türkiye’de yapılan en büyük darbe, Türk Başbakanı Erdoğan’la eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Dolmabahçe’de yaptıkları mutabakattır. Bu mutabakatla Erdoğan Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi konusunda siyasal islamı soruna kadar kullanacağı sözünü vermiş; bunun karşılığında da siyasal islamın devlet içine alınması kabul edilmiştir. Eşi türbanlı birinin cumhurbaşkanı yapılmasına onay verilmesi, siyasal islamın sistem içine alınmasını ilanı olarak görülmelidir. Dikkat edilirse Türkiye demokrasisine ve demokratik güçlerine yapılan bu büyük tarihsel darbeden söz edilmiyor. Dolmabahçe darbesi bir sır gibi mezara götürülmeye çalışılıyor. Demokrasilerde böyle sır olabilir mi? Bu ancak darbecilerin kendi suçlarını gizleme sırrıdır. 1982 Anayasası’nın darbeciler yargılanamaz biçimindeki yasa maddesiyle Dolmabahçe darbesindeki hedeflerin ve planlamaların gizlenmesi arasında ne fark vardır?
AKP darbeleri yargılamıyor. Demokrasi güçleri karşısında sıkışınca sahte demokrasi gösterilerine başvuruyor. Bu tür yargılamalarla görüntüyü kurtaracağını sanıyor. Kendini bu tür yargılamalarla kurtarmaya çalışması AKP gerçeğinin ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Bu tür yargılamalar ve gösteri hamleleri yapmadığı takdirde mevcut iktidarını koruyamayacağı korkusuna kapılmıştır. Bu nedenle bu tür yargılamaları gündeme getirerek devlet içindeki gücünü korumaya çalışmaktadır. Ancak Türkiye’de demokrasi güçleri artık bu tür psikolojik savaş numaralarını yutmuyor. Darbelerle hesaplaşıyorsan darbelerin kurumlarını ve yasalarını ortadan kaldır diyor. AKP bunu yapmaya yanaşmıyor. Çünkü bunu yapmaya kalkıştığında Türkiye’nin gerçek demokratikleşme yolu açılacak, bu da demagoji ve devlet imkanlarıyla ayakta kalan AKP iktidarının sorunun başlangıcı olacaktır. Özcesi bu yargılamalar üzerinden yapılan büyük propaganda hareketi AKP’nin zayıflığının işaretidir.
Türkiye bölgede ve içeride sıkışmıştır. Pozisyonu öyle güçlü değildir. AKP hükümeti zaten siyasal İslamın devlet içine almasıyla birlikte geçmişte politika gereği, toplumu etkileme gereği söylediği demokratik söylemleri de bir tarafa bırakmıştır. Zaman zaman bu tür söylemleri söylemeye devam etse de artık pratikte inandırıcılığı kalmamıştır. Bu açıdan artık Türkiye’de demokrasinin gerçekleşmesi için Kürt halkına ve demokrasi güçlerine düşen görev, ortak bir demokrasi hareketi yaratarak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümü mücadelesini yükseltmektir. Halkların Demokratik Kongresi bunun için en önemli zemindir. Türkiye’ye demokrasi getirecek güç, başta Kürt halkı ve sol-demokratik güçler olmak üzere tüm demokrasi güçlerinin, etnik ve dinsel toplulukların, emekçilerin, kadınların, gençlerin AKP hükümetine karşı gerçek bir demokrasi mücadelesi yürütmesidir. Türkiye ancak böyle demokratikleşebilir, Kürdistan böyle özgürleşebilir. Artık tek tek herhangi bir siyasi gücün mevcut durumda demokrasi mücadelesini yükseltebilmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde etkide bulunması mümkün değildir. Gelinen aşamada yeni bir iktidar bloğu ortaya çıkmıştır. Bu iktidar bloğu kendine göre taze bir güçtür. İdeolojik ve siyasal olarak yeni argümanlarla varlığını sürdürmektedir. Her ne kadar bu yeni argümanlar Türkiye halkının karşısında inandırıcılığını yitirmiş olsa da içeriden ve dışarıdan aldığı destekle demokrasi güçlerine karşı bir direniş sürdürmektedir. Halkın demokratik taleplerine ve özlemlerine karşı bir direniş yürütmektedir. Bu statükonun sahibi yeni güç kendine göre bir anayasa yapıp, yeni Türkiye’yi yarattım diyecektir.
AKP halkların modeli olamaz
Yeni Türkiye’nin yaratılması tamamen Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin elindedir. Bunun için de birlik ve ortak mücadele çok çok önemlidir. Gelinen aşamada birliğe gelmeyen, ortak mücadele etmeyen tüm hareketler AKP iktidarının kalıcılaşmasına, güçlenmesine hizmet edecektir. Bu gerçeğin görülmesi gerekmektedir. Pratikte AKP hükümetinin her gücü nasıl ezdiği görülmektedir. Fırsatçıdır. Hedeflerini adım adım düşürmektedir. Bir nevi Bismark politikası izlemektedir. Tüm muhaliflerine birden yönelme yerine adım adım yönelmektedir. İşte en son aydın ve sanatçı kesimi düşürme hamlesi yapmıştır. Bir muhafazakar sanat kavramı ortaya çıkarılmıştır. Özgür ve demokratik sanatı, sanatçıyı tasfiye etmek için saldırıya geçilmiştir. İstanbul Belediyesi’ndeki muhafazakar sanat adı altında yeni sanat anlayışının ortaya konulması bu anlama gelmektedir. İstanbul bilindiği gibi Türkiye’de sanatın, düşünmenin, düşüncenin merkezidir. Bu yönüyle geçmişten beri belediyeyle sanatçılar ve aydınlar arasında belirli bir ilişki olmuştur. Belediyenin sanat faaliyetlerini teşvik etme yönlü imkanları vardır. Şimdi Belediye bu imkanlarını kullanarak aydın ve sanatçıları teslim almaya çalışmaktadır. 2 yıl önce bunu yapmazdı, 3 yıl önce yapmazdı. Çünkü kendisine karşı olanları çoğaltmak istemiyordu. Bir bir düşürmek istiyordu. Şimdi sıra kültür ve sanata gelmiştir. Bu açıdan tüm demokrasi güçleri, sol güçler, sosyalist güçler bu gerçeği iyi görmelidir. AKP’ye karşı büyük mücadele veren Kürt özgürlük hareketinin yanında yer alınması tarihi bir sorumluluk haline gelmiştir. Halkların Demokratik Kongresi bunun için bir platformdur. Bunun içinde bütün güçler vardır. Kürt halkıyla Türkiyeli demokrasi güçlerinin birleşmesi burada gerçekleşmektedir. Bu, AKP hükümetini yenilgiye uğratacak tek güçtür. Nitekim son zamanlarda Halkların Demokratik Kongresi’ni hedef almalarının nedeni budur. Eğer bu gerçekleşirse AKP mevcut zihniyetiyle iktidarda kalamaz. Halkların Demokratik Kongresi’nin içinin dolması, bütün demokrasi güçlerini kapsaması demek, AKP’nin sonunun başlangıcı demektir. Bu nedenle Kürt halkıyla Türkiye demokrasi güçlerinin birliği istenmiyor.
Bu gerçekler dikkate alındığında çeşitli sol demokrat güçlerin birliğe mesafeli davranması anlaşılır değildir. Hala Halkların Demokratik Kongresi’nin dışında kalan sol demokrat güçler vardır. Ya da bakacağız, göreceğiz yaklaşımı içindedirler. Bunlar kesinlikle AKP hükümetine hizmet eden yaklaşımlardır. Bunları böyle belirtmek istiyoruz. Örneğin, ÖDP Halkların Demokratik Kongresi’ne karşı olmadığını ve dostluk içinde olacağını söylemektedir. Ama tutumuyla Halkların Demokratik Kongresi’nin güçlenmesini, etkili hale gelmesini engelleyen bir konuma düşmektedir. Bu da tamamen AKP’nin işine yaramaktadır. Artık ÖDP ve diğer sol demokrat güçler tarafından bunun görülmesi gerekiyor. Bu vesileyle ÖDP’lilere bir daha sesleniyoruz: Bu yaklaşımlarını bırakmalıdırlar. Sol demokratik güçlerin ortak tutum takınmalarındaki yetersizlikleri nedeniyle AKP bu noktaya gelmiş, güçlenmiş, Türkiye AKP’ye teslim edilmiştir. On yıldır, yirmi yıldır yürütülen bu sorumsuz politika Türkiye’de bir demokrasi hareketinin ortaya çıkmasını engellemektedir. Artık bunun bırakılması gerekmektedir. Halkların Demokratik Kongresi etrafında bütün güçler toplanırsa, bunu bir üst çatı olarak görüp bunun etrafında mücadele yürütürlerse, AKP kısa sürede sarsıntı yaşar ve telaşa düşer. Ama mevcut politikalarla olmaz. Dünyada işçi hareketi gelişiyor, sol hareketler gelişiyor, ABD’de böyle oluyor, Latin Amerika’da şöyle oluyor, Türkiye’de de böyle olacak, geleceği böyle kazanacağız biçimindeki pratik değeri olmayan söylemlerin zamanı geçmiştir. Bu açıdan önümüzdeki dönemde tutarlı demokrat olmanın, tutarlı sosyalist olmanın, demokrasi güçlerinin birliğinin tutarlı savunucusu olmanın ve AKP’ye karşı yürütülen mücadelenin başarılı yürütülmesinin yolu böyle bir çatı altında ortak mücadele yürütmekten geçmektedir. Şu da bilinmelidir ki, Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlamak Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlamaktır. Bunu esas almadan Türkiye’nin demokratikleşeceğini düşünmek, sosyalizmin gelişeceğini sanmak da büyük bir yanılgıdır.
Kürt sorununun çözümünde doğru bir yaklaşım benimsemeden Türkiye’nin demokratikleşmesini kimse beklememelidir. Bu nedenle Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi, aynı zamanda Türkiye’deki sol demokratların, demokrasi güçlerinin, sosyalistlerin de özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Onların mücadelelerinin en temel bileşenidir. Hatta onların hedeflerinin, amaçlarının ruhunu ortaya çıkaran en temel mücadeledir. Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketi yürüttüğü mücadele ile bu doğrultuda ne kadar etkin ve samimi olduğunu göstermiştir.
Bu yönüyle önümüzdeki dönem gerçekten Türkiye’de bir demokrasi hareketinin gerçekleştirilmesi gereken bir dönemdir. Seçimlerdeki blok ve daha sonra ortaya çıkan Halkların Demokratik Kongresi’nin daha da genişletilerek daha da etkin kılınarak mücadele edilen bir platform haline getirilmesi gerekmektedir. Bu gerçekleştirilirse hem Türkiye’nin demokratikleşmesinde hem de Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Türkiye’deki demokrasi güçlerinin çok etkin bir rolü olacağını düşünüyoruz. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde etkin olunursa, bu sadece Türkiye’nin demokratikleşmesi olmayacaktır, tüm Ortadoğu’nun demokratikleşmesi olacaktır. Tüm Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde Türkiye’nin model haline gelmesi gerçekleşecektir.
AKP halkların modeli olamaz. Baskıcı ve sömürgeci zihniyetle, yeni Osmanlıcı yaklaşımlarla bölgeye model olunabilir mi? Bölgeye model ancak halkların özgürlüğünün ve demokrasinin gerçekleştiği demokratik bir Türkiye ile olunabilir. O zaman Türkiye gerçekten bütün Ortadoğu’da etkin olan bir güç haline gelir. Ama demokratik karakteriyle etkin bir güç haline gelir. Bu da özgürlüğün ve demokrasinin tüm Ortadoğu’ya yayılması ve Ortadoğu’nun dünyada özgürlüğün ve demokrasinin merkezi haline gelmesiyle sonuçlanır. 1 Mayıs’ın kutlandığı bu günlerde tüm demokrasi güçlerinin bu duyguyla hareket etmeleri 2012’nin özgürlük ve demokrasi güçleri açısından başarıyla dolu bir yıl haline gelmesini sağlatır.