Rêber Apo’nun “Tarih Günümüzde Gizli ve Biz Tarihin Başlangıcında Gizliyiz” kitabından derlenmiştir.
Yaşamı büyük bir olaya dönüştürmek, yaşamı bir ulusa, insanlığa mal etmek insanın kendi elindedir. Bizim bütünüyle başarmak veya yapmak istediğimiz de budur. Yaşamı uluslaştırmak, sosyalleştirmek, kültüre kavuşturmak, çekici ve yaşanır kılmaktır.
Bununla bağlantılı olarak devrimde sanatın, edebiyatın rolüne değinilebilir. Biz, devrimle bağlantısı ölçüsünde, bu toplumsal etkinlik alanlarına ilişkin de bazı temel hususları belirtebiliriz.
Edebiyat; şiirden romana, anıdan röportaja kadar birçok türü içerir. Edebiyatın kendisi bir yazı yazma sanatıdır. Sanat ise daha geniş alanları kapsamında bulundurur. Fakat insan eyleminde, insanın toplumsal gerçekliğinde sanatın yeri büyüktür.
Aslında daha da genelleştirilirse sanat; insan yaratma eylemidir. Çok genel bir tanım olarak insanın yaratma tarzıdır. Sanat, insanın doğa üzerinde, ilk çağdan günümüze kadar kendini toplumsal biçimlendirmesi, düşüncesini oluşturmasıdır. Bunlar için yaptığı her şey sanat kavramına girmektedir. Üretim tekniği de bir sanattır. Düşünme tekniği de bir sanattır. Sanat, insan doğuşuyla oldukça yoğun bağlantılıdır.
İlk insan bilimi; büyü ve dindir. Bunlar da birer sanattır. İlk insan tekniği çok basittir. Belki de bir çubuk kesmedir. Bir avcılık tekniğidir. O da sanattır. Fakat toplum geliştikçe; ekonomi, politika, sosyoloji bilim dalları olarak ayrışmaya uğruyor. Sanat alanı da giderek daralıyor. Daha çok resim çizmek, yazı yazmak, heykel yapmak, ses, müzik, vb’leri sanatın alanları olarak bırakılıyor.
Sanat tarihi, toplumları çok iyi işler. Siz sanatla ilgili bir kitapta her şeyi bulabilirsiniz. Devrim için gerekli olan, sanatın daha da ilerici, devrime ilgili yanıdır. Yani gelişmeye ne kadar köstektir, ne kadar yol açandır? Zamanla iyi dinlediğim Kürtçe türkü, beni ulusal soruna çekmiştir, etkisi hayli belirgin olmuştur. Demek ki burada iyi bir türkü veya türküyü iyi söyleyen biri, beni devrime çekmiştir. Bu kadar bir etki gücü var. Daha sonraları heybetli sanat eserlerini gördüğümüzde; heykeller, sanat abideleri, camiler, çeşmeler, kervansaraylar, etkili romanlar okuduğumuzda, bizi derinden etkiledi ve giderek araştırmaya, güzel duygular yaratmaya, bir amaç peşinden koşmaya itti.
Yaşamı çok dar, ekonomik sınırlar içinde algılayan bir çoban gibi, işi gücü birkaç keçi gütmek olan birisinden güçlü sanatkar olması beklenemez, olamaz da. Veya gece-gündüz kan-ter içinde çalışan bir inşaat işçisi, güçlü bir duyguya sahip olamaz. Kendini dar bir üretime mahkum edenlerden sanatkar çıkamaz.
Halk olarak kendimizi düşünelim; kendini bu kadar basit bir şekilde yaşamını kurtarmaya veren bir halk, güçlü bir sanat edimine sahip olamaz ve devrimci eyleme, siyasi eyleme ulaşamaz. Neden? Çünkü onun için mühim olan, bir çorbayı, bir parça ekmeği kurtarmaktır. Bunlar yaşam için daha elzemdir, ama geri kalınır. Ne yapıp edip bu zor durumda bile bir sanatçı çıkarılmalıdır. Bu zor yaşamın sanat dili bulunmalıdır. O Kürdün acılı yaşamını dillendirsin, bu acılı yaşamının müziğini, resmini yapsın. Toplum, bunlar sağlanmadan kaba, maddi ve oldukça da altta seyreden acılı durumdan başka türlü kurtulamaz. Sanat, burada kabul edilemez bir yaşam koşulundan veya onun darlıklarından sıyrılmak, kurtulmak edimi olarak başlıyor.
Sanat dağılmışlığa, boğulmuşluğa çare olmak, nefes olmaktır. Çok iyi biliyoruz ki, toplumsal gerçeğimizde geri bir toplumsal ekonomik düzeyin üstüne, çok geri bir sanatsal düzey eşlik eder. Sömürgeci tahribat o kadar kapsamlıdır ki, yaşamın altyapısını o kadar daraltmıştır ki, bu anlamda üstyapı olan sanatı da neredeyse tüketmiştir.
Bizde çok cılız bir ses vardır. Kürtlük biraz türküde yaşar. Biraz geri insanların ağıtlarında, ezgilerinde yaşar. Diğer bütün alanlar da yok edilmiştir. Demek ki, sanat düzeyi aynı zamanda toplumsal düzeyin bir ifadesidir. Ama yine de bir çağrıdır, bir kimliktir, bir yaşam belirtisidir. Ot gibi yaşanabilir, ama bu pek de iyi bir yaşam belirtisi değildir. Avrupa’da da ekonomik olarak iyi yaşandığı söylenebilir veya başkaları adına müthiş bir sanatçı gibi de olunabilir. Ama bunlar Kürt insanının ulusal gerçeği için yaşadığı anlamına gelmez. Mühim olan kendi temel tarihi, doğal, toplumsal gerçeğinin ifadesi midir, değil midir ve onunla bağlantısı var mı, yok mu? Böyle ise yaşadığını iddia edebilir. Bir maaşı var, ama kimden alıyor? İyi rahatlamış, “iyi sanatkarım” diyor, ama kim için? Hangi tarihle hangi temel toplumsal gerçeklikle bağlantısı var? Ot gibi yaşıyor, ama “ben de Kürdüm” veya “ben de Türküm” diyor. Bunun hiçbir anlamı yoktur. Eşek gibi çalışıyor, o kadar. Kimlik böyle gösterilmez. Bunun her türlü demagojisi, şovenizmi, bir kimlik ispatı yerine konulamaz. Kimlikli olmak gerçeğin temel değerlerine bağlı kalmayı bilmek demektir. Ancak ideolojik gerçeklik, siyasal gerçeklik, sosyal gerçeklik, devrimsel gerçeklik, bir kimlik olabilir.
Bütün bunlar demek ki sanat, “kendi kimliğini bul, gerçeklerle bağlantını kur” çağrısıdır.
Aksi halde olan sanat değil, demagojidir; bir yaranmadır, sanat adına gericiliktir, saptırmadır. Sanatın toplumda, daha çok da bireyin yaşamında canlandırma, ruh verme özelliği vardır. Ekonomi olmaksızın belki kıt kanaat yaşanabilir, ama ruh ve topraktan yoksun yaşanmaz.
Hatta ideolojik olarak bile sanatın işlevini koyarsak; bir insan kendini ne kadar sanata verirse, o kadar ömrünü uzatır ve kendini biraz tatmin eder. Yine bir büyücü, bir sihirbaz, bir bilim adamı, bir din adamı kendini ne kadar sanata verirse, o kadar kendini tatmin eder ve başarır. Siyasetin, hatta bilimin bile sanatla ilgisi vardır. Ve onlar için de bu geçerlidir. Kişi bunlara ne kadar kendini verirse, o kadar etkili ve başarılı olur.
Sanat, yaratıcı ruh demektir. Toplumları sanattan kopardın mı, ruhtan ve kimlikten kopardın demektir. Geriye kalan ise bir moloz yığınıdır.
Şimdi daha çok üzerinde durmamız gereken, sanat ve onun bir kolu olan, bağlantısını kurmaya çalıştığımız edebiyattır. Askerlik bile bir sanattır. Hiç şüphesiz, bilimle bağlantıları oldukça yoğundur, siyasette hakeza öyledir, ama sanatsal yanları daha ağırlıklıdır.
Edebiyat alanında da sömürgeciliğin büyük bir katliam gerçekleştirdiği bilinmektedir. Yani edebiyat alanında sömürgeci etkiler çok yoğundur. Edebi alanda da değerler sömürülmektedir. Hatta Kürdistan’daki edebiyat için kullanılabilecek her türlü malzeme, sömürgeci süzgeçten geçirilerek, bir karşı silah şeklinde kullanılmaktadır. Yine bir Türk edebiyatı araştırılacak olursa, onun oluşumunda da yoğun bir malzeme olarak kullanılma durumumuz vardır. Bu durum müzikte de öyledir. Özellikle edebiyatın temel taşları olan şiir ve romanda kullanılanların kesinlikle hepsi Kürt malzemesidir. Fakat Türk biçimlidir; üzerine Türk damgası vurulmuştur.
Kürt gerçeği, devrim edebiyatına yatkınbir gerçekliktir
Eğer devrimin edebiyatı oluşursa; bu, sömürgeciliğe karşı büyük bir kuvvet haline gelecektir. Sömürgecilik bunu önlemek için Kürt değerlerini ki bunlar kesin devrime ihtiyaç gösteren bir toplumsal gerçekliktir, alıyor, aşındırıyor. Bunun için bazılarını teşvik ediyor, bazılarını korkutup zindana atıyor, bazılarına olanak sunuyor ve sonuçta kendine bağlıyor. Bu ise, Kürt değerlerine karşı hor bakmayı getiriyor. Teşvik vererek daha da kokuşturuyor.
Böyle asimile edilmiş kocaman bir edebiyat kitlesi, sömürgeci ordu gibi kendi ulusal değerlerine karşı savaştırılıyor. Dikkat edin, neredeyse ağırlıklı olarak bütün türküler Kürt gerçeğine dayanır. Ama şu anda Kürt olayına karşı tam bir kontra gibi savaştırılıyor. Belli başlı türkücüleri göz önüne getirdiğimizde, durum daha iyi anlaşılır. Bu Amerika’da da böyledir. Birçok ülkede asimile edenler, sömürülenler içinde azınlıktadırlar. Asimile olanlar kendi halklarının dertlerini, sorunlarını işleyeceklerine, ezilenlerin gerçeklerine karşı kullanılan bir saldırı silahı haline getirilirler. Bu Kürdistan gerçeğinde de çok somut olarak yaratılmıştır. Düşman bir yandan askeri, ordusu, polisi, jandarmasıyla savaşırken, bir yandan da edebiyat kontralarıyla Kürdistan’ı bu alan aracılığıyla bombalamaktadır.
Bu gerçekten acıdır. Kendi halkının içinden çıkmalarına, hatta halkçı geçinmelerine rağmen, çok ağır bir kimlik bozuşmasına yol açmak, cinayetten daha tehlikelidir. Ve halkımızı yaralamaya, manevi ölüme götürmeleri hiç de küçümsenecek bir tehlike değildir.
Burada söz konusu olan; Kürtçe konuşmama, edebiyat yapmamaktan da öteye, özden bir yitirilmişliktir. Kürt gerçekliğinden kopuş, bilgi düzeyinde değil, daha çok özde bir inkarı yaşamak veya çok ayrıksı bazı kelimeler kullanmakla bir imhayı, bir asimilasyonu esas alan, bunun içinde sonsuz erimeyi, sonsuz bozulmayı normal gören zihniyetle donanmış bir kişiliğe bürünmek en tehlikelisidir. Yine bir vicdan azabı duymamak veya haksızlığın olduğunu görmemek, görülse bile hiçbir şey yapmamak en tehlikelisidir. Bu belki de polisinden, jandarmasından, hatta kontrasından daha sakıncalı sonuçlara yol açmaktadır. Çünkü insanın ruhunu köleleştirdin mi, insanın kimliğini buruşturdun mu, aslında ona en büyük darbeyi indirmişsin demektir. Bizde de bu durum var ve bazı şiir, sinema, resim, roman, müzik vb yönlerle aşılmak isteniyor. Ancak o da bizim devrimimizin dayatmasıyla oluyor. Yoksa asıl kaybettiricilerin ulusal alanda, kimlik alanında olduğunu biliyoruz.
Sanat silahıyla vurulan bir halkın, ülke, tarih gerçekliğinin katlini sanat yoluyla ortaya çıkarması çok önemlidir. Bir toplumun ruhunun, dilinin kesilmesinin sonuçlarını ortaya çıkarmak, çok önemli bir edebiyat görevidir. Bunu ortaya koymak için bir devrimci bile olmaya gerek yoktur. “İlle ben bir örgüte bağlı olmadan edebiyat yapmak istiyorum” diyenlere söylüyorum; eğer bu anlamda gerçekten partisiz, örgütsüz bir edebiyatçı olarak kalmak istiyorlarsa; onların öncelikle ruh, duygu, kimlik, toprak vs tarih katliamını ortaya koymaları gerekir. Böyle büyük bir gerçekliği bir-iki kelimeye sığınıp örtbas etmek değil, bütün yönleriyle ortaya koymak, kişiyi dürüst bir edebiyatçı olmaya götürebilir.
Maalesef bu konuda özlü edebiyatçı yok. Gerçek bir katliamı irdeleyen ve halklar üzerinde yaratılan tahribatı gösteren ne bir Türkiyeli, ne de bir Kürdistanlı edebiyatçı vardır. Zaten kendine “Kürdistan edebiyatçısı” diyen bir kişiyi de bulamazsınız.
Türk edebiyatçılarının da büyük bir kısmı şuradan buradan derlemedir. Ve işi gücü resmi ideolojiyi sanat biçimleriyle yutturmaktan ibarettir. Şiirle de devleti veya Kemalist yaşamı yüceltmeye çalışırlar. Bütünüyle romana hakim olan cumhuriyetin resmi yaşam tarzıdır. Tabii bu da halkların katliamı üzerine, emeğin tam sömürüsü üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla böyle resmi sınırları aşmayan bir edebiyat ve sanat, aslında halklara en büyük darbeyi vurur. Türkiye’de bu çok yaygındır.
Bir Kürdistanlı edebiyatçıdan bahsetmek de mümkün değildir. Halihazırda böyle edebiyatçılar yok. Belki ilgi duymak, anlamak isteyenler vardır. Ama bırakın bunlara edebiyatçı, sanatkar demeyi, bunları kazanmak için bile büyük bir sanat özverisine ihtiyaç vardır.
Bunlar büyük sanat ve edebiyat edepsizidirler. İyi bir edebiyatçı kılmak için, önce bunları edepli kılmak gerekiyor. Onlara tarih gerçekliği çok iyi görülecek bir halkın yaşam gerçekliği, kimlik gerçekliği, giderek savaşım gerçeği kabul ettirilecek ki, biraz terbiyelileşsinler. Terbiye ancak böyle olabilir. Ancak beyin bu değerlerle yoğunlaşırsa, ruh biraz canlanırsa kişi terbiyesini bulur. Ondan sonra belki bazı gerçekler üzerine yönelebilir, bazı edebiyatçı özellikleri ortaya çıkarmasından söz edilebilir.
Büyük bir cahil kesinlikle edebiyatçı olamaz. Temel gerçeklerini kaybetmiş biri, ne söylerse söylesin ciddiye alınamaz, iyi bir ulus edebiyatçısı, iyi bir sınıf edebiyatçısı, sosyal edebiyatçı olamaz.
Savaşan insan kazanılmış insandır
Sanat, sosyal ve ulusal kimliği, onun tarihi dayanağını şart kılar. Yine ulusal biçimlenişi göz önüne getirmeyi ister. Bunlar da hiç olmadığına göre, o zaman ulusal sanatçı, sosyal sanatçı nerede, diye bir soru sorulmalıdır. Kürdistan somutu söz konusu olduğunda daha da bir hiçleşme vardır. Bunun aşılabilmesinin çözüm dili devrimdir dedik. İyi bir devrimci gelişmeye yol açmadan kimliksizliği, sinmişliği, ruhsuzluğu devrimle kırmadan, edepli insan yetiştirmek yine edepsizlerden edebiyatçı yetiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla edebiyatın gelişmesinin temel bir çaresi olarak, bizim bütünüyle devrimci yöntemi esas almamız doğruydu. Bazıları “edebiyatla, sanatla devrime gidelim” diyordu. Belki çok az etkisi olabilirdi, ama Kürdistan’ın katledilmiş gerçeğinde edebiyat o kadar bitik, o kadar etkisizdir ki, ulusal sorunu edebiyatla, sanatla canlandırmayı sağlamak bile mümkün değildir. Hatta tersi sonuçlar bile almak olasıdır. Gerçi Sovyetler’de bazı akımlar ve böyle bir zihniyet oluştu. Yine sözüm ona “Kürt sorunu bir kültür sorunudur” biçiminde görüş belirten birçok örgüt, parti, grup vardı, ama onlar da kültürel bir grup olmaktan ve onun çarpık bir ifadesi olmaktan kurtulamadılar. Sözüm ona sanat ve edebiyatın dilini kullanarak meseleyi çözmek istediler. Ancak bunun mümkün olmadığını çok iyi görüyoruz. Pratiğimiz de bunu çok çarpıcı bir biçimde kanıtlamıştır. Ancak bir çağrı olabilir. Bunun dışında edebiyat kendi başına fazla etkili olamaz. Kaldı ki edebiyatın da gelişmeye, hatta kurtarılmaya ihtiyacı vardır. Ve onu da devrim yapar. Devrim, öncelikle boğulmuş insanı, kimliği elinden alınmış insanı, dili elinden alınmış insanı, ruhu çıkmış insanı, neredeyse canı da elinden alınmış insanı kazanmayı amaçlar.
Savaşan insanda çaba da vardır. “Yaşamak istiyorum” der.
O zaman işte yaşamın nasılı, anlamlısı, kabul edilebiliri akla gelir. O da insanı edebiyata götürür. Yoksa kolunu kanadını kıpırdatmayan, ağzını çalıştırmayan nasıl edebiyatçı olabilir? Tabii bu konuda düşmanın teşviklerle ödüllendirdiği edebiyatçıları kastetmiyorum. Onlar düşmanın bülbülleridirler. Onun resmi ideolojisinin savunucularıdırlar. Onlar karşı bir edebiyatçı olabilirler, hatta edebiyatçı bile olamazlar. Çünkü, edebiyatçı gerçekleri savmaz veya esas itibariyle toplumsaldır. Olsa olsa o türler bir demagog, bir kontradırlar ve saldırırlar; faşisttir, şovendirler. Böylelerine edebiyatçı diyemeyiz. Dolayısıyla önce devrimle insanı kazanmak, onun canlanışını sağlamak ve giderek daha güçlü bir edebiyat zemini yaratmak doğrudur.
Bizim devrimimizin bu konuda büyük bir edebiyat ortamı yarattığı, tartışma götürmez bir gerçektir. Gören insan, görevli insan, yaşayan insan bizdedir. Bu kadar zindanı yaşayan, bu kadar dağı yaşayan kişilik, kesinlikle edebiyatın zeminidir. Bu kadar teori ile uğraşan, bu kadar güç olayı ile uğraşan kişilik, müthiş bir edebiyat imkanını ortaya çıkarmıştır. Edebiyat yaşamın güzelleştirilmesidir, yaşamın esprisidir, ruhudur, zenginliğidir. Onun da ancak devrimle elde edildiğini çok iyi görüyoruz. Bu tanım düzeyinde böyleyken, şüphesiz daha yakıcı sorular da vardır: Bazı edebiyat biçimleriyle daha neler yapılabilir? Hatta sanatın büyük biçimleri devrimimiz için şimdi ne rol oynayabilir?
Biz edebiyatla devrime katkıyı geliştirebiliriz
Biz müziği biraz canlandırdık. Hatta resmi inkar duvarını yıktık. Kürtçe müzik biraz alan buldu. Bu ilk adımdır. Yine Kürtçe yazılar yasağı delindi. Müzik, resim, heykel için ilgi alanları yaratılmış, zemin sunulmuştur. Fakat alan kendi terbiyecilerinden o kadar yoksun ki, bu konuda o kadar inkarcılık var ki, ilgi duyan çok az veya hiç yok. Duyulsa da beceren yok. Neden? Çünkü terbiyesi yok. Bu iş tarihi bilinç ister, yürek ister, yüreğin olması için de toplumsal boyutlanışı görmesi lazım. Toplumun acısını, toplumun kırımını, imhasını görmesi, dirilişini görmesi lazım. Bu konuda adeta halk deyimiyle kaz kafalık vardır. Donanımsız, terbiyesiz konuşulursa, resmi dil, resmi söylem konuşulursa böyle yazılır, böyle çizilir. Çünkü Türk okullarında bunlar öğrenilmiştir. Halkların gerçeğinden fazla haberleri yoktur. Doğrusu, dayatılan devrim gerçeğindedir. Fakat kişilik ona hazır değildir. En temel, en önde gelen devrimciler bile, devrime hazırlıksızsa, edebiyatçı nasıl hazırlık yapacak? Hazırlık yapabilmesi için bir devrimci kadar yüreğinin olması ve beyninin çalışması gerekiyor. Bunlar edebiyat alanındaki bazı sorunlardır.
Kürt aydınlanmasına, rönesansına veya dirilişine ilişkin olarak, Osman Sebrî, Musa Anter gibi kişilikler de hiç şüphesiz anılmaya değer. Anlamını iyi bilince çıkarmamız gereken ve şahıslarında Kürtlüğü az çok taşımaya çalışan önemli birikimlerdir. Hiç şüphesiz benzer örneklerde vardır. Biz bunları cumhuriyetin veya Kemalizmin, Kemalist belanın Kürtler açısından ortaya çıkışı ile birlikte direnme döneminin değerleri olarak da görebiliriz.
Bu dönem, neden Türklük için bir aydınlanma dönemi oldu da, Kürtler için bir karanlık dönem haline getirildi?
Bu dönemi bir de bu yönüyle ortaya koymak mümkün. Gerçekten Türk ulusalcılığı ne kadar egemen sınıf tarzında da olsa, çok şoven, eli kanlı tarzda da olsa, çok yönlü bir aydınlanmayı yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve bir anlamda Türk aydınlanması, Kürtler için karanlığın gelişmesi, “betonlaşma hareketi” dediğimiz mezara gömülmesi ve nefes alamaz duruma getirilmesidir. Bunun birçok izahı yapılmıştır. Özellikle aydın olduğunu iddia edenlerin çok iyi kavraması gerekiyor ki, PKK gerçeği dışında kalan kesimlerde, onun etki sahası dışında kalanlarda büyük bir çarpıklık ve gerçeğin dışında hareket etme durumu yaşanıyor.
Şüphesiz PKK, tarihi kendisiyle başlatmıyor. Ama bugün PKK’siz bir Kürt ulusçuluğundan ve Kürt rönesansından bahsetmek de gerçekçi değildir. Tarihimizde teorik olarak Kürtlükten bahsetmek mümkün. Yine birey düzeyinde direnmiş kişiler de var. Ama bir hareket haline ve ulusal seviyeye gelme, dar, feodal aşiretçilikten kurtulma söz konusu olduğunda, mumla arasan bulamazsın. Gerçekçi olmak gerekiyor. Eğer Kürt rönesansının değeri bilinmek isteniyorsa, geçmişin çok istenip de yapılamayanı veya başarılamayanı nedir, sorusuna cevap vermek gerekiyor. Türk ulusalcılığı içinde ne hale getirildiğimizi bile anlayamıyoruz. Katliamın kurbanları bugün hakim ulus içinde en iyi kullanım araçlarıdır. Kürt ulusal değerleri, en çok Türk ulusal değerlerine dönüştürülüp hizmet ettirilmiştir. Ve bu, hiç şüphesiz bir Türk ulusal anlayışıdır.
Şunu söylemeliyiz ki, Türk ulusçuluğunda diğer azınlıklardan devşirmelerin payı ne kadar büyükse, Kürtlerin de devşirmelerinin payı önemlidir. Nerede ise hepsine bedeldir. Özellikle cumhuriyet döneminde Kürt ulusal değerleri adına ne varsa, katliam temeli esas alınarak talancı ve sinsice bir değer kırılmasıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu sanatsal ve düşünsel anlamda güçlü bir kırılmadır. Sanatın özellikle edebi alanının seçkin isimleri Kürt kökenlidir. Bu konuda aslında kapsamlı bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin, birçok edebiyatçının Kürt kökenli olması tesadüfi değildir. İleri gelen bir Türk edebiyatçısı olmak için biraz da Kürt kökenli olmak gerekiyor. Bu, kısmen TC’nin oluşum mantığıyla da bağlantılıdır. Oluşum mantığında bir Türk’e iyi bir edebiyatçı olma şansı verilmiştir. Ona verilen; resmi tarihi çok şovence tekrarlama misyonudur.
Resmi tarihi, resmi kültürü bu kadar tekrarlayan, iyi sanatçı olamaz ve hiçbir dönemin etkili sesi olamaz. Ermenilerden, Rumlardan, Kürtlerden derlenir. Bunun nedenleri şu: Bunlar ezilen halklardır. Ezilen halkların bireylerinin duygu ve düşüncelerinde köklü altüst oluşlar, ızdıraplar, acı ve ayrılıklar vardır. Bu da sanatın kaynağıdır. Ve nitekim sanatın evrim göstermesi, gelişmesi de bu kişiliklerle olur. Türklerde ise sanat adına varılan şey cumhuriyeti ezberlemektir. Üstelik bunu her türlü şoven değer yargılarıyla herkese ezberletmektir. Bunun için de sanat konuşmaz. Halbuki sanat, biraz devlete muhalif olmayı, eleştirel olmayı gerektirir. Burada tümüyle örgütsel olmak gerekiyor. Tümüyle aşılamak, asimilasyon ile sürekli kendine benzeştirmek: Cumhuriyet yazarlarının ve ideologlarının işlevi budur. Biraz muhalif ve eleştirel olmak da azınlık kökenlilere kalıyor. Ezilen ulusa ait kültür kişilikleri, ciddi bir siyasi mücadeleye güç yetiremedikleri için, siyasi sahayı terkediyorlar. Siyasi eleştiri, örgütlenme ve eylemlilik, yerini edebi eleştiri, edebi eylemlilik ve edebi örgütlenmeye bırakıyor.
Gerçekten de Kürt muhalifliğinde, Kürt eleştirisinde böyle bir yansıma var. Aslını bir yerde inkar ederek veya azınlık kökenlerini Türk edebiyatı biçimine dönüştürerek koruma adına bir tepki biçimi gelişiyor. Önemli bir Kürt aydın kuşağı mı desek? Aslında ne kadar aydın olduğu da tartışmalı. Çünkü Türk aydını olarak bunlar düşünülüyor. Kökeni belki Ermeni, Rum, Kürt, Arap veya Çerkes’dir. Küçük bir kısmı Türk’tür aslında. Devlet sanırım biraz da buna izin veriyor. Yani, “kendi gerçekliğinizi inkar temelinde edebiyat yapabilirsiniz, izin var, yeter ki siyaset yapmayın” diyor, onlar da böylece bu alanı kullanmış oluyorlar. Biz, böyle bir aydınlanmaya, bu yönlü eleştiri getirebiliriz.
Kürtlerin bir aydınlanmayı yaşamaları şurada kalsın, bir jenosidi yaşıyorlar
Türk aydınına gelince, bugün onun temel görevlerini yerine getirmediği görülüyor. Bu son derece olumsuz bir niteliktir. Türk ulusçuluğuna kültürel açıdan katkıları var. Ancak Kürt, Rum, Ermeni gerçekliğine katkıları sınırlıdır. Belki birkaç tipleme düzeyinde adları geçer, o kadar. Örneğin, Kemal Tahir’den tutalım Yaşar Kemal’e kadar. Ruhi Su’dan tutalım Yılmaz Güney’e kadar birçok örnek bu çerçeve dahilinde değerlendirmeye tabi tutulabilir. Fakat büyük katliam ve ardından asimilasyon döneminde Kürtlük neyi ifade ediyor? Bir direnme varsa, bir aydınlanma varsa, bu ne anlama gelir? Biraz da bu sorular üzerine düşünmek gerekiyor. Cumhuriyet gerçekten belki de tarihin tanıdığı en barbar ve hatta Hitler’i bile geride bırakabilecek bir jenosid hareketidir. Ermeniler, Rumlar bu hareketten paylarını almıştı. Kürtler ise daha sancılı bir jenoside tabi tutulmaktadır.
Herhangi bir aydınlanmayı yaşamaları şurada kalsın, bir jenosidi yaşıyorlar. Yani herhangi bir baskı ve sömürüden öteye ulusal katliam rejimi de diyebilirsiniz buna. Evet, katliam rejimi diyebilirsiniz buna. Katliam yalnız fiziksel anlamda yürümüyor. Bilinci yok etme ve böylece ceset haline getirip bırakma veya kullanılacak ucuz malzeme durumuna getirme durumu söz konusu. Böyle bir tahribatla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bu süreçteki Kürt gerçeğini araştırmak isteyenler, dikkatle değerlendirmek zorundadırlar. Gerçeğin doğru bilinci olmadan, aslında herhangi bir ayaklanmadan bahsetmek mümkün değildir. Ve olanı da sahtekarlık ve çarpıklık olur. Zaten olan da biraz budur. Önce gerçeğin adını doğru koymak gerekir.
Kürt ulusçuluğuna ilişkin ucuz bir söylem var, “şöyle isyan ettik, şöyle kahramanca direndik” deniyor. Eğer bu böyle ise geriye bir şeylerin kalması gerekiyordu. Kalanlar çok sınırlı ve başaşağı gidişe hizmet ediyor.
Direnme mevcut aslında. Fakat çok yetersiz, çok korumasız olduğu için, çok ezici vurulmalara götürüyor. Ezici vurulmalar ise çok kötü bir uşaklığa, teslimiyete ve özümsenmeye götürüyor. Dersim’de ve diğer isyanlarda yaşanan bu. Zayıf bir direnme, karşı tarafı güçlendirir ve onun en kötü malzemesi haline getirir. İsyanlarımızın böyle bir özelliği var. Kendilerini savunacak güçlü bir kitap bile bırakmamışlar. Özellikle aydınlarımızın bunun üzerinde iyi düşünmeleri gerekiyor.
Osman Sebrî, Musa Anter ve Cigerxwîn gibi kişilikler, aslında bu süreçte biraz silahşörce, ortaçağ şövalyelerine benzer bir tarzda bir kişilik direnmesi, bir ayakta kalma örnekleridir. Ama onların bu süreci ne kadar dillendirdiği de tartışılmalıdır. Ben de bu kişilikleri az çok tanıdım. Osman Sebrî, 1925’lerden itibaren isyandan etkilenip Kemalizme karşı çıkar. Hatta buralarda bizim gibi böyle bir müfreze ile gidip, isyana yardımcı olmak ister, bütün isyan süresince. Fakat “peşime bin kişiyi taktım gittim Suruç’a, orada bir baktım ki, arkamda bir kişi bile kalmamış” diyor.
Cigerxwîn Gercüş’ten, Musa Anter Nusaybin’den gelmişler; ancak kalemleriyle, şairlikleriyle ayakta kalabilmişler. Aslında siyasiydiler. Hatta eylemciydiler. Ama örgüt kurmaya, direnişi güçlendirmeye -küçümsemek için söylemiyorum- büyük yiğitliklerine rağmen güçleri yetmiyor. Ve en son bir Kürt edebiyatı alanı kalıyor, aydınlanma alanı kalıyor, Cigerxwîn şiire yükleniyor. Bu anlamda bir Kürt soluğu olmaya çalışıyor, yine Musa Anter de öyle. O da edebiyata yöneliyor, bir soluk olmak istiyor bu amansız karanlık dönemlerde. Osman Sebrî daha da tutarlı, yurtseverlik kalemi, şairi, dilcisi, kültürcüsü olmaya özen gösteriyor. Biraz kendilerini etraflarına da hissettiriyorlar. Bunlar kesinlikle işbirlikçi Kürt tiplerinden farklıdır. Hele hele KDP geleneğinden çok farklıdırlar.
PKK öncesi dönemde bir KDP’lileşme var. Dört parçada da KDP’ler oluşturulmaya çalışılıyor. Fakat tamamen Kürtlüğün aleyhine çalışan bir konuma gelme söz konusu. Yurtsever örgüt biçiminde kendisini göstermek ister. Ama çok kısa bir süre sonra yurtseverlerin kapanı olur bu örgütlenmeler. Ve nitekim bu kişilikler hızla bu örgütlenmelerden kopuyorlar.
Osman Sebrî çok erken kopuyor: “Barzani beni tutsaydı öldürürdü” diyor. Cigerxwîn yine erken kopuyor. Musa Anter’in KDP’liliği fazla yok. Ortaya ne çıkıyor? Kendileri direnmek istemiştir, ancak başaramamış, zorlanmışlar. KDP bu dönemin en etkili örgütü, ondan da ayrılma gereği duyuyorlar. Çünkü işbirlikçi, devletin güdümünde ve böylece çok dar, çok az olanaklı zorluklarla dolu bir ortamın “Kürt sesi” olmaya çalışıyorlar.
Neyi kurtardı bunlar, diye bir soru sorulabilir. Kürt dili ve kültürünün ölmediğini hissettirmek istemişler. Ve her halde en önemlisi de cumhuriyetin büyük saldırısına karşı teslim olmamayı, bir yurtsever olarak ayakta kalmayı başarmışlardır. Ama bütün bunlar, çok güçlü bir siyasi aksiyona da götürmüyor. Bir siyasi eylemliliğe ve örgütlenmeye götürmüyor. Kendilerinin çok yalnız kalmalarına yol açıyor. Bunlardaki yalnızlığı iyi değerlendirmek gerekiyor aslında. Bütün bir ulusa hizmet etmek istemelerine rağmen, yalnızlık içinde kalmaları dikkatle değerlendirilmelidir. Bu durum ulusal düzeyin gerekliliğini gösteriyor.
Bunlar aslında güçlü edebiyatçılar olarak yapmaları gerekenleri yapmıyorlar. Çünkü ulusal temel ve devrimci direniş temeli zayıf olursa, güçlü bir edebiyat da doğmaz. Öyle istiyorlar. O da çarpık ve yetersiz kalıyor. Böylece talihsiz mi desek, acil bir kuşak mı desek, o dönemin sesi olarak kalıyorlar. Kürt aydınlanmasını kısmen böyle bir soluklanma anlamında yaşamak isteyebilirler. Ancak şöyle bir talihsizlikleri var. Güçlü bir ulusal-demokratik hareket olmadığı için ve dönemleri muazzam bir katliam, asimilasyon, karanlık dönemi olduğu için; büyük yüklenme ve direnmelerine rağmen, çok sınırlı bir etkiye yol açmaktan kurtulamıyorlar. Belki koşullar elverseydi büyük edebiyatçılar olabilirlerdi. Büyük direnişçiler de olabilirlerdi. Hatta askeri, siyasi önderler olarak da bazıları bu kuşağın içinden çıkabilirdi. Nitekim böyle birçok aday da var. İşte, İhsan Nuri, Ağrı dağında fazla gelişim gösteremedi. İran’a savruldu. Bir Alişer, bütün yurtseverliğine rağmen, katledilmekten kurtulamadı. Bir Nuri Dersimi vardı; “ah-vah”larına rağmen yalnız başına çok uzaklarda ölmekten kurtulamadı.
Sanırım hâlâ bu kuşaktan birçok insan var. Bu dönemi sadece umut edip, pratikte gelişmeyi sağlayamamanın acısından kurtulamazlar.
Şimdi bunların bilincindeyiz. Biz bu tip örnekleri, özellikle bu sahada emek sahiplerini göremeyecek kadar inkarcı değiliz, ama fazla abartma gibi bir gerçek dışılığa düşmemeye de özen gösteriyoruz. Biz değerlendirmelerimizi daha çok KDP’lilere yönelik geliştirdik. Çünkü ulusal-demokratik gelişmenin önünü kapatan, daha çok bu tip anlayış, tutuma sahip olan sınıf zemini ve onun işbirlikçi yoluydu.
Sözüm ona ulusalcılık yapıyorlar, ama ulusalcılıkla alakası olmayan, ulusal kurtuluşlarda eşine pek rastlanmayan, sahte işbirlikçi Kürtçülük tarzı sergiliyorlar. Gerçek Kürt yurtseverliğini sömürgeci güçlerin istihbarat güçleriyle birleşerek boğmaya çalışan bir Kürtçülük tarzı çıkıyor ortaya. Bunun birçok lekeli tipi ortalığı doldurmuştur. Kürtçülük, uzun süre bunların elinde kalmıştır. Bu çok tehlikeli bir Kürtçülük biçimidir. O saydığımız örnekler, bunlara karşı durmuşlardır, bu önemli. İsyan etmiş, ilişkilerini kesmiş ve farkını koymuşlardır. Ama devletin gizli kuruluşlarını arkalarına aldıkları için, bu KDP türü işbirlikçilik hayli etkili olmuştur. Bize karşı da en tehlikeli ve en zarar verici tutumları bu kökenli güçler sergilemişlerdir. Fakat bir Kürt aydınlanmasından, bir Kürt rönesansından ve dirilişinden söz edilecekse, onu biraz PKK’nin yarattığı koşullarda bulmak en doğrusudur.
Diğer sol gruplarda ise, siyaset yaptıklarını, parti olduklarını iddia edenler var. Saygım var, devam etsinler, inşallah gelişirler de. Fakat politika yapmanın, onun partisini kurmanın öyle kolay bir iş değil, bu konuda oldukça gerçekçi olmaları gerekir.
Politikanın tekniklerini de o kadar önemli görmüyorum. Kürt politikacılığı nedir, Kürt siyaseti nedir, parti siyaseti nedir? Onun üzerinde çok duruyorum. Ama bir taraftan Ankara kapısında bir dilenci olmaktan öteye gidemeyeceksin ve bir taraftan da bana “bu Kürt politikacılığıdır” diyeceksin. Bu doğru bir tavır değildir. Ankara parlamentosunda da politikacılık yapmayı anlarım ve yine orada da bir halk adına neler söylenebileceğini bilirim. Fakat bunun esasını, özünü unutup da çıkar peşinde koşmaya, “Kürt politikacılığı” demenin büyük ayıptan da öteye, işbirlikçilik ve uşaklık olduğunu söylemek durumundayım. Bir yerde politika yapmak, kelle koltukta yaşamayı gerektirir. Bu bilinçte, bu cesarette değilsek, “Kürt politikacısı olayım” deme gafletine düşmeyelim derim. Öyle birçok politikacı da var, ama bunlarda dediğim gibi işin en işbirlikçi ve uzak kesimini oluşturuyorlar. Şu anda da bunlar, en önemli hedeflerimizden birisidir.
Kürt aydınlanması yaratılıyor
PKK’nin ideolojik, siyasi ve askeri yönünden ziyade burada belirtilmesi gereken; ulusun ruhuna, bilincine ve kültür kişiliğine ne getirdiğidir, bu konu yeterince anlaşılamıyor. Mutlaka bir Kürt patlaması, çağı veya kişiliği denilecekse şimdi böyle bir gelişmeye tanıklığımız söz konusudur. İsteyen değerlendirebilir.
Bizim yaptığımız şu: Kürt veya herhangi bir insanlık kesimi diyelim, bu dağlarda veya bu dağların eteklerinde yaşamaya çalışan bir halk adına, bir kimlik, bir kişilik arayanların hareketi diyebiliriz. Bu Mezopotamya ülkesinde, Toroslar’ın eteklerinde, Zagroslar’ın eteklerinde bazı insanların direnmeleri var ve bunların kültür sonuçları çarpıcı olarak ortaya çıkacaktır. Buradaki işgale ve istilaya karşı direnmelerinin mutlaka insanlık açısından bir anlamı ve hümanizması olacaktır. Ulusal yanı kadar, böylesi bir yanı da kendini hissettirecektir.
Bizim gösterdiğimiz gelişim; Türkü, Arabı, Farsı sorgulayacaktır. Onların anti-demokratizmini, şoven ulusçuluklarını, ister dini kisvede, ister milli kisvede olsun; dayattıkları büyük haksızlıkları, insanlık dışı uygulamaları sorgulayacaktır. Bütün bunların yapılması bir yerde, Ortadoğu’da hümanizmanın boy vermesi anlamına gelecektir. Hümanizma, insani gelişmedir. Bu anlamda Kürt ve Kürdistan direnişçiliğinin hümanizma ile çok büyük ilişkisi olacaktır. Örneğin, Fransız Devrimi’nin büyük bir hümanizma hareketi olduğu söylenir. Doğrudur. Bütün ulusları, insanlığı etkilemiştir. Fransız Devrimi, daha çok kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde, onun ilericiliğini esas alarak Avrupa merkezli bir eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve buna benzer temel bazı insani değerleri yaymıştır.
Kürt direniş gerçeği de bütün bu resmi temsil düzeylerine büyük bir cevaptır, büyük bir karşı koymadır. Dolayısıyla bunun tanınması demek, Ortadoğu halkları hümanizmasının ortaya çıkması demektir. Ve bu da, yalnızca Kürt aydınlanması değil, önemli oranda bütün Ortadoğu halklarının aydınlanmasıdır. Bu aydınlanma içinde Mezopotamya buna beşiklik etmek ile karşı karşıyadır. Çünkü insanın genel normları bu coğrafyada şekillenmiştir. Daha öncesi, yazı, askerlik, siyaset biraz da buradan yola çıkılarak ilk adımlarını atmıştır. Kürt gerçeğinde, bir devrimle tekrar bu maziye, bu insanlık tarihi kadar eski gerçeğe uzanma söz konusudur. Çok ilkel politika yaptığımızı söylüyoruz. Fakat aynı zamanda bu, en ilkeli politikadır da. Çok ilkel bir askeri tarzda savaşıyoruz, ama bu, ilk dönemde başlatılan askerileşmeyle ifade ediliyor. Yani tarih kadar eski, ama en yenisi olmayı da içinde barındıran bir direnişçilik ve savaşçılık, dolayısıyla hümanizması, aydınlanması çok kapsamlı olacağa benziyor. Direniş başarı kazanırsa, özüne ters düşülmezse, insanlık ile ilgili yönleri büyük bir özenle korunup geliştirilirse, kazanan bir Kürdistan, Arap, Fars ve Türk egemen gelenekli şovenizme karşı bir zafer olacaktır. Demokrasi, halkların gücünün ortaya çıkarılması, birleşmesi ve dayanışmasıdır. Bir yerde Mezopotamya uygarlığı, İstanbul uygarlığının, Mısır uygarlığının, Fars uygarlığının, hatta Anadolu uygarlığının daha güçlü temellerde ilk söylem kazanmasıdır. Biliyoruz ki, bu yeni aydınlanma açısından da önemli bir adımdır.
Kemalistlere gelince, iddialarında “biz de bir Anadolu aydınlanma hareketiyiz” diyorlarsa da, bana göre tersi daha anlamlıdır. Anadolu uygarlığı üzerine bir kabus olarak çökme durumları var. Muazzam bir Türk şovenizmiyle Anadolu uygarlıkları çok çarpıtılmıştır ve gerçek özünden saptırılmıştır. Dolayısıyla biz Kemalizm’e bir büyük aydınlanma yaftası yapıştıramayız. Arap milliyetçiliğinin de kendi uygarlığını bile günümüzde ne kadar temsil ettiği sorgulanmaya değer. Büyük İran uygarlığının şimdiki rejimlerce ne kadar temsil edildiği de sorgulanmaya değer.
Bir Kürdistan devrimi de bu sorgulamada çok iddialıdır. Halklar adına iradeyi, halklar adına seçeneği ortaya çıkarabilir. Mübalağa etmiyoruz, ama ısrar edilirse ilkelere ters düşmezse, kendi devrimini çok uygunca yayabilirse, mutlaka böyle büyük düşünmeyi de bilmek gerekiyor. Tabii bu, bir kültür meselesidir. Siyasi, askeri önder olarak gelişim gösterme meselesidir. Büyük duygu, büyük düşünme meselesidir. Tarihe uzanma meselesidir, geleceği dar ufuklu görmeme meselesidir. Gelişme bu temelde sağlanırsa hiç şüphesiz aydınlanma da muhteşem olur.
Tarihi temeli var ve güncel olarak da devrimin yayılması halkların özlemine uygundur. Politikasını, askerliğini ve onun ruh çalışmasını da böyle sağlam götürürse, hiç şüphesiz gelişmeler de bu denli çaplı olabilir. Bu cücelerden kurtulmak gerekiyor, karanlık noktalardan kurtulmak gerekiyor. Çok basit ailecilik-kabilecilik gibi tortu-kalıntı zincirlerinden kurtulmak gerekiyor.
PKK bu konuda büyük bir mücadele ve militanlık içinde, Ortadoğu’yu düşündürüyor. Düşünür ve politikacıları düşündürüyor. Kimi dost, kimi düşman yaklaşımlar içinde, buna Avrupa’yı ve hatta ABD’yi de dahil ediyoruz. Önemle eğiliyorlar. Demek ki, işleri ilerletmişiz. Şimdiden bu kadar çevrenin ilgilenmesi, sağlam bir zemin üzerinde ciddi sonuçlara yol açabilecek bir konumda hareket edildiğini kanıtlıyor. Dolayısıyla böyle Kürt ağırlıklı, Kürdistan ağırlıklı bu yeni direnmeyi dikkatle değerlendirmek, ulusal özellikleri kadar, insani yanını, yine kişiye yönelik yanı kadar toplumsal düzenlenişe yönelik yanlarını da özenli, iç içe hazırlamak, aslında iddiasının gücünü de ifade edecektir. Biz buna dikkat ediyoruz. Yazmak isteyen kalemler, bu çağı değerlendirmek isteyenler biraz gerçekle, devrim gerçeği ile temas kurmalı. Duygulanmak isteyenler buradaki yüreği biraz duymayı bilmeli ve kesinlikle sahte, yanıltıcı olmamalıdır.
PKK’deki ruhun büyümesi kesin. PKK’deki ruh yücedir, cesaretlidir. Tam zafer konusunda iddiası vardır. Bunu biz kimseye çiğnetmeyiz, çarpıttırmayız. Belki şehitler tam seslendirilmemiştir; belki eylemleri, belki yaşamları tam edebi ifadesini bulamamıştır, ama bu demek değildir ki hep böyle gider. Ve bazı köksüzlerin, tabansızların, çarpıtıcıların keyiflerince kullanıp, diline dolayıp ya da eline kalem geçirip, karalayacakları bir zemin asla değildir. Yani güçlü bir temeli vardır. İnanıyorum ki, günü gelir en güzeli yazılır, üzerine en güzeli inşa edilir. Siyaseti de yapılır, askerliği de yapılır, edebiyatı da yapılır, müziği de yapılır. Zemini var, sahiplenmeyi bekliyor. Şimdiden de çıkıyorlar. Zaten dediğim gibi, zemini sürekli güçlendirmeye çalıştığımız için daha fazlaları da önümüzdeki dönemde çıkacaktır.
Duygu, aşk olmadı mı edebiyatçılık, sanatkarlık olmaz. Kürt aydınlarına bunu söylüyorum. Hepsi birer koca-karı düşkünüdür. Düşkün olacaklarına biraz ruhlarını görmeye çalışsalar, ruh ne kadar bitirilmiş. Sen yüreğini Ağrı dağı kadar düzeltemezsen ve (tabii bu yiğitlikle, savaşçılıkla mümkün), bunu sergileyemezsen, neyin edebiyatını yapacaksın? Şimdi ben yine Kürt aydınına fazla dokunmak istemiyorum. Çünkü çok nazik ve bitiktir aslında. Ama yine de cesaretlensinler. Hiç olmazsa bizi duyarak cesaretlensinler.