Azami ve sürekli biçimde kapitalistik sermaye ve kârını artırma amacı taşıyan kapitalizm 19. yüzyılda gerçekleştirdiği endüstriyalizm hamlesiyle iktidarı ele geçirme ve topluma tahakküm etme fırsatını yakalar. Endüstriyalizm harekatıyla en genel anlamda yaşamın kendisi ve sürdürülme biçimleri, bir bütün olarak ekolojik sistem, doğal döngü, toplum ve diğer canlılar dahil doğadaki tüm varlıklar hedef olarak görülür. Bu hedeflerine ulaşmak için de toplumun kendisini bir bütün olarak köleleştirmek, bağımlılaştırmak, özünden boşaltmak ve kapitalizmin egemenliğini kabullenmeye hazır kitleler ve bireyler haline getirmeyi öncelikli gereklilik olarak belirlemiştir. Ancak, bunu sadece sermaye ve paranın gücüyle yapamayacağının da bilincindedir. Bunun için ulus-devlet aracını yaratmıştır. Kapitalizmin endüstriyalizm hamlesi, Önderliğimizin deyimiyle ‘’kâr yönetme harekâtı’’ ulus-devlet olmadan gerçekleşemez. Bu araç, tekelci kapitalizme tarihte hiç görülmemiş düzeyde toplumu ve üzerinde yaşanılan coğrafyayı bir bütün olarak egemenliği altına alma imkânı tanımaktadır. Hobbes, Hegel ve diğerlerinin, ulus-devlete ilişkin yaptıkları “kaosu (toplumsal direnişleri ve iktidar güçleri arasındaki savaşları) sona erdiren, düzeni sağlayan, tanrının yeryüzüne inmiş hali vb” tanımlamalar, esasta ulus-devletin, kapitalizmin istediği düzenin ve egemenliğin oluşmasındaki temel rolü olduğunu ifade eder.
Kapitalist tekeller toplumun bilinç ve örgütlenmesindeki boşlukları ne kadar istismar etseler, ellerindeki sermaye gücüne dayanarak iktidar merkezleriyle ne kadar ilişkili olsalar ve hatta bazılarını değişik biçimlerde kendilerine bağımlı kılsalar da, toplum üzerinde egemen ve doğrudan iktidar olma gücüne erişememişlerdir. Ayrıca bu yöntemi, çıkarları için de uygun görmemişlerdir. İşte ulus-devlet, kapitalist tekellerin bu ihtiyacını karşılayan en önemli araç olarak doğmuştur. Ulus-devlet toplumun genelini bir anda egemenliği altına alıp ideolojisi, kurumları, yasaları ve politikaları yoluyla kapitalist moderniteye dahil olacak, kapitalist tekellere hizmet edecek hale getirir. Bu ulus-devletin ‘’iktidar güçleri’’ ise toplumun demokratik ve komünal kültürünü, ahlaki-politik yapısını ortadan kaldırmayı, direnci ve iradesini kırmayı, adına devlet kurulan halkta sahte, yapay bir uluslaşma bilinci yaratırken, bunun dışındaki halkları ve kültürel toplulukları her türlü katliam biçimleri ve özel savaş politikalarıyla imha etmeyi, kendi iktidarının ve kapitalist tekellerin çıkarlarının güvencesi olarak görür. Kapitalist tekeller ise ulus-devletin totaliter anlayış ve yöntemlerle egemenliği altına aldığı ve kendileri için hazır hale getirdiği toplumdaki parçalanmayı, kendi doğasına ve ekolojiye yabancılaşmasını, iradesizliği ve köleleşmeyi daha da derinleştirir ve yaygınlaştırır. Endüstriyalizm bunun en örgütlü, sistematik, planlı saldırı harekâtı olmaktadır.
Ulus-devletle gerçekleştirilen ilk saldırı, kesin ve resmi olarak belirlenen sınırlar dahilindeki coğrafyayı devletin mülkü olarak tanımlamaktır. Bu adımla, esasta söz konusu ülkenin arazileri, su kaynakları, yer altı ve yer üstündeki tüm değerleri ve imkanlarıyla birlikte kapitalist tekellerin hizmetine girmesi kararlaştırılmış ve güvenceye alınmış olur. Bu da “toplumun ortak mülkü” yalanıyla meşrulaştırılır. Ancak söz konusu toplum ve oluşturulan devlet yönetimi-iktidarı ise, bu ülkeyi kendilerinin yönettiği yanılgısına kapılırlar ve giderek buna yürekten inanır duruma getirilirler. Böylece ulus-devlet iktidarı ve onun aracılığıyla kapitalist tekeller o ülkenin ve toplumun değerlerini, zenginliklerini hatta yaşam alanlarını kendi çıkarları için kullanabilir, tasarruflarına alabilirler. İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde endüstriyalizm başladığında kapitalistler tarafından devlet aracılığıyla binlerce köyün boşaltılması, yüz binlerce hektar araziye el konulması, yüz binlerce insanın kentlere sürülmesi olayları bilinmektedir. Son yıllarda gündeme giren maden ocakları, petrol-gaz çıkarma, enerji tesisleri kurma amacıyla her yıl milyonlarca hektarı bulan arazilere el konulması, ormanların yakılması, su kaynaklarının işgal edilmesi, binlerce köy ve mezraların boşaltılması olayları bu gerçeğin yansımasıdır.
Ulus’u oluşturan temel faktörler olarak belirtilen ortak vatan, ortak tarih, ortak ekonomi-pazar, ortak milliyet, ortak resmi dil kavramları, özünde kapitalist tekellerin çıkarlarına hizmet edecek tek tipleştirilmiş, şovenizmle şişirilmiş, iradesiz kitleler, yığınlar yaratmak içindir. Bu tekçilik anlayışı ve siyasetiyle toplumun, toplulukların ve halkların doğal gelişim seyri içerisinde yarattıkları kültürel değerler, kimlik ve ortak özellikler çarpıtılır, üzerleri örtülür, inkar edilir, asimile edilir. Bunların yerine sahte değerler, kimlikler ve kişilikler ikame edilir. Ulus-devlet vatandaşlığı, belirlenen coğrafya üzerinde yaşayan toplumun ve bireylerinin, söz konusu devlet-iktidar aracılığıyla kapitalizme entegre edilmesidir. Çerçevesi belirlenmiş ve resmiyete kavuşturulmuş vatandaşlık, esasta bir bütün olarak toplumu ve tek tek bireyleri devlete karşı sorumlu, yükümlü, bağımlı ve muhtaç hale getirir. Adına devlet kurulan ulus, bu devletin kendisini koruduğuna, doyurduğuna, eğittiğine, güçlendirdiğine ve onurlandırdığına inandırılır.
Zorunlu okul-eğitim sistemiyle kapitalist modernitenin yaşam anlayışı, şovenizm, faşizm, doğaya insan (egemen olan insan) merkezli düşmanca yaklaşım, burjuva özentisi, maddiyatçılık, bireycilik aşılanır. Bu eğitim sistemiyle insan kendisine, toplumuna ve onun değerlerine, doğaya ve diğer canlılara, yaşamın bir bütününe yabancılaştırılır ve hatta birey olarak ayakta kalabilmesi, gelişmesi ve güçlenmesinin bunlara karşıtlık temelinde mümkün olduğu empoze edilir. Okul sisteminde eksik kalan yabancılaşma, askerlik kurumunda tamamlanır. İktidarın hiyerarşik kurumlaşması ve şiddet anlayışı, devletin güçlü, koruyan, korkutan ve aynı zamanda korunması gereken bir varlık olduğu en açık biçimde ve zor yöntemleriyle yurttaşa kabul ettirilir. Askerlik yapmayan adam sayılmazken, “vatan savunması” olarak ezberletilen ise, gerçekte egemen sistemin çıkarlarının savunulması, bunun için de yurttaşların her türlü savaşa sürülmesi ve işlenen insanlık suçlarına ortak edilmesidir. Polis teşkilatları, istihbarat ve benzeri militarist kurumların temel amaçları, iddia edildiği gibi güvenlik ve huzuru sağlamak için değil, tam tersidir. Kapitalist tekellerin, ulus-devlet aracılığıyla topluma ve toplumsal güçlere karşı yürüttükleri savaş bu kurumlar tarafından açık-örtülü, yasal-yasa dışı zor yöntemleriyle tamamlanır.
Devlet bir savaş örgütlenmesi olarak ortaya çıkmıştır
Ulus-devletin kendisi doğaya, topluma ve değerlerine karşı en kapsamlı ve şiddetli bir savaş örgütlenmesi olarak ortaya çıkmıştır. “her ulusa, bir devlet” sloganın gerçekleşmesi için, adına devlet kurulan ulusların birçoğunun büyük katliamlardan geçirildiği ve ardından kendilerinin de sömürgeleri olan halklara benzer katliamları yaşattıkları biliniyor. Hegemonik ve sömürgeci devletli ulusların ise, egemenliği altında tuttukları halklarla ve diğer devletli uluslarla sürekli çatışma ve savaş halinde olmaları gerçeği günümüzde bile sürmektedir. Ulusal kurtuluş mücadelesi verip de bağımsızlıklarını ulus-devlet temelinde örgütleyen devletli uluslar ise hegemonik ulus-devletler ve kapitalist tekellerin egemen oldukları kapitalist moderniteye değişik yöntemlerle ve değişik düzeylerde bağımlı kalmakta veya bu sisteme eklemlenmektedirler. Kapitalist tekeller doğrudan veya dolaylı biçimde ve savaşlar yoluyla oluşmasını sağladıkları ulus-devletleri sürekli savaş halinde tutmayı kendi çıkarlarının temel güvencesi olarak görürler. Başta 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşları, Fransa ve ABD’nin Vietnam ve Kamboçya’ya karşı savaşları, Koreler arasındaki savaş, İran-Irak savaşı olmak üzere tüm savaşlar bu anlayış ve bakış açısıyla yürütülmüştür. Ayrıca hegemonik güçlere bağımlı sömürgeci ulus-devletlerin, sömürgeleri olan halklara ve hatta adlarını kullandıkları uluslara karşı yürüttükleri operasyonlar, yıldırma ve baskı politikaları ile diğer özel-örtülü savaş biçimleri de bu çerçevededir. Savaşlar ve buna bağlı silahlanma endüstrisi, ulus-devlet olmadan varlığını sürdüremez.
20. yüzyılın sonlarına kadar ulus-devletin örgütlediği, daha sonra da kapitalist tekellerin doğrudan kendi denetimlerine aldıkları kültürel ve sportif faaliyetler, özünden boşaltılarak toplumu bağımlılaştırma, alıklaştırma ve sürüleştirme politikalarının parçası halinde yaygınlaştırılır. 2000’li yılların başlangıcından itibaren Avrupa’dan başlayarak spor ve kültürel faaliyetleri doğrudan denetimlerine alan kapitalist tekeller eğlence endüstrisini de oldukça çeşitlendirerek yaygınlaştırırlar. Bu üç endüstri, medya araçlarının etkin desteğiyle günümüzde toplumu ve bireyleri gerçek sorunlarını ve çözümlerini düşünmekten uzaklaştıran, yozlaştıran, ahlaki değerlerin ortadan kalkmasını sağlayan, kapitalist modernitenin egemenliğinin yaygınlaşmasını ve aynı zamanda da çok büyük sermaye ve kâr birikimlerine yol açan sektörler haline gelmişlerdir. İnsan, mal ve hizmet dolaşımını sağlayan ulaşım sistemleri olarak adlandırılan, ama gerçekte özel ve devlet sermayesi tekellerin endüstriyalist planlamaları dahilindeki altyapı projelerinin (tarımsal sulama sistemleri, HES’ler, büyük otoyollar, demiryolları, köprüler, limanlar, enerji dağıtım ağları vb) inşa maliyetleri de toplumdan alınan değişik vergiler, harçlar ve “cezalar”la toplumun sırtına yüklenir.
Yargı kurumu esasta ulus-devletin varlığını, iktidarını, yasalarını, siyaset ve uygulamalarını kabul etmeyenlere karşı oluşturulan bir cezalandırma mekanizmasıdır. Ulus-devlet kuram, kurum ve politikalarıyla topluma kendi varlığını ve egemenliğini kaçınılmaz bir zorunluluk ve gereklilik olarak kabul ettirmeye çalışır. Belirtilenlerin dışında daha birçok örgütlenme, kurum ve politikalarla ulus-devlet, toplumun toplum olmaktan çıkarılarak anlamsız insan yığınlarına, kitlelere dönüştürülmesini sağlar. Toplumu ve bireylerini kapitalist modernite karşısında her bakımdan savunmasız ve çaresiz bırakır. Ortaya çıkan yığınlar devlete ve onun aracılığıyla kapitalist tekellerin hizmetine girmeye hazır hem işçi ve işsiz yığınları hem de bizzat tüketen ve tüketilen konumlara düşürülür. Toplumsal anlamını yitirmiş toplum ve bireyler, kapitalizmin genel anlamda ekoloji, yaşam ve doğaya, özel anlamda da üzerinde yaşanılan coğrafyaya, ülkesine ve doğasına karşı gerçekleştirdiği talan, yağma, yıkım ve katliam saldırılarına duyarsız kalır ve hiçbir ciddi direniş göstermez. Hatta bu saldırılara yine ulus-devlet aracılığıyla bizzat ortak edilir. Katilinin aşığı olmak kavramı bu gerçeği ifade eder. Kapitalizmin, endüstriyalizm hamlesinin beklentisi ve amacı da bu hale düşürülmüş toplum ve bireylerdir.
Endüstriyalizmin yol açtığı ekolojik sorunlar
Endüstriyalizm, özünde her şeyi endüstriye çevirip ticarileştirme, bundan da katlamalı ve sürekli biçimde büyük kâr ve sermaye birikimini sağlama olduğu için esasta yaşamın tümüne yönelik, tarihin gördüğü ve görebileceği en büyük tehdit anlamına gelmektedir. Sadece maddi üretim, ekonomik faaliyetler, değerler ve ilişkiler değil, doğanın kendisi, toplum ve insan hem bir bütün olarak hem de tek tek hedef alınarak imhaya doğru götürülmektedir. Ulus-devletle birlikte maddileştirilmiş, toplumsal ve doğayı doğru anlamlandırma özelliklerinden koparılmış ve adına “pozitif” (melaştırmaya, maddi üretime, paraya yol açan) denen bilim, endüstriyalizm için en elverişli araçların başında gelir. Endüstriyalizmin metalaştırmayı, ticarileştirmeyi ve kâra dönüştürmeyi düşündüğü her şey, gerçekte toplumun emek ve değerleri ile birlikte doğanın kendisi ve barındırdığı tüm varlıklardır. Sadece varlıkları da değil yaşamın bütünü, varlıkların birbirleriyle ve doğayla ilişkileri, yaşam döngüleri ve doğa olaylarının da metalaştırılması ve kâra dönüştürülmesidir söz konusu olan.
Endüstriyalizmin ekoloji düşmanlığı, önce insana müdahalesiyle başlar. Endüstriyalizmde, toplumun ve insanın bir bütün olarak ekolojiye yabancılaşması ve kayıtsız kalması derinleştirilir. İnsanın, toplumsallaşmasını ve doğayla bütünlüğünü esas alan zihniyete dayalı değil de, doğaya karşı savaş yürüterek varlığını koruduğu ve koruması gerektiği empoze edilir. İnsan gelişiminin de rekabet ve güç, birbirine karşıtlık, bireycilik ve bencillikle mümkün olduğu savunulur. Ulus-devletin zorunlu ve düzenli okul sisteminde bu anlayışa göre hazırlanan müfredat ve ders programlarıyla bu ekoloji düşmanlığı kişiliklere ve bilince kazınır. Okulda temeli atılan doğa ve yaşam karşıtı anlayış ve kişilik, kapitalist tekeller ve ulus-devletin egemenliğindeki medya araçları yoluyla kalıcılaştırılır ve sürekli yeniden üretilir. Çünkü yaşama, doğaya ve tüm varlıklara kayıtsız kalan, düşmanlaştırılan insan doğanın, doğadaki varlıkların ve değerlerin endüstrileştirilmesine, metalaştırılmasına, talan ve yağma edilmesine göz yumacaktır. Hatta bunun da ötesinde bilinçli veya bilinçsiz biçimde bu saldırılara bizzat katılacaktır. Keyif için hayvan öldürme, avcılığın bir endüstri haline getirilmesi, madenler ve diğer yer altı ve yer üstü kaynakların sınırsız ve amansız biçimde talan edilmesi, değişik gerekçelerle içindeki canlılarla birlikte ormanların sürekli yakılması ve kırım-katliam düzeyindeki diğer saldırılar karşısında bu kadar sessiz kalınması, çıkan seslerin de çok cılız ve etkisiz olması, insanın doğa anlayışının mevcut düzeyini göstermektedir.
Savaş endüstrisi ve ekolojiye verdiği zararlar daha yıkıcı olmaktadır
Endüstriyalizmde doğaya ve topluma karşı en kapsamlı, derinlikli ve ağır sonuçlara yol açan savaş, savaş endüstrisinin bizzat kendisidir. Devlet ve sermaye güçlerinin kendi aralarında ve toplumsal güçlere karşı yürüttükleri savaşlar yeni yöntemler ve biçimlerin de eklenmesiyle giderek daha şiddetli ve kapsamlı halde yaygınlaşmaktadır. Kapitalist modernitenin egemen olduğu dünyanın, hemen herkes için, güvenlik açısından her zamankinden daha fazla kötü olduğu her gün, hatta her saat başı dünyanın tüm alanlarında yaşanan pratiklerle ve yapılan araştırmalarla da açığa çıkmaktadır. Bu durumu bizzat yaratan kapitalist tekeller ve denetimlerindeki ulus-devlet iktidarları, toplumun karşısında sürekli düşman, tehdit, tehlike yaratmayı temel strateji ve politika olarak uygulamaktadırlar. Her ulus-devletin en azından bir ulus-devletle düşmanlığı ve/veya rekabeti vardır. Bunun yanında Avrupa ülkeleri de dahil hemen hemen tüm ulus-devletlerde mutlaka bir “iç” toplumsal sorun, yani farklı halkların veya kültürel toplulukların özgürlük ve demokrasi mücadelesi vardır. Tabii ki devletin sınıflaşma ve iktidara dayalı olarak varlığını koruduğu gerçeğinden dolayı sınıfsal ve genel anlamda özgürlük-demokrasi-adalet mücadeleleri değişik düzeylerde de olsa varlıklarını sürdürmektedirler. Ulus-devlet iktidarları ve kapitalist tekeller, topluma ve doğaya aykırı olan tüm bu gerçekleri ve gerekçeleri “güvenlik, savunma, huzuru sağlama” vb adlarla savaşları, askerileşmeyi amaçlar ve anlayış, örgütlenme, pratik olarak sürdürmenin temel gerekliliği olarak değerlendirirler.
Militarizm, şovenizm, milliyetçilik ve aşırı sağcılık, egemen güçler tarafından birbirini tamamlayan politikalar temelinde duruma göre bazen açıkça, bazen de örtülü yöntemlerle derinlikli ve yaygın biçimde sürdürülür. Ordu, istihbarat ve polis teşkilatı militarizm, milliyetçiliğin resmi kurumları olarak işlev görürler. Aşırı sağcı partiler, rejimlerin selameti için bazen ‘’geriletilseler’’ veya yer altına çekilseler de hiçbir zaman tasfiye edilmez veya gerçekten güçsüz duruma düşürülmezler. Milliyetçilik ve şovenizmin temeli okul-eğitim sistemidir. Diğer kurumlar ve politikalar, ancak bu kurumun yarattığı sonuçlar üzerine çalışma iş yapabilirler.
Militarizm, milliyetçilik ve şovenizmin yaygınlaştırılmasında, savaş politikalarının topluma kabul ettirilmesinde medya araçları belirleyici ve yaygın bir etkiye sahiptirler. Ulus-devlet, oluşturduğu kurumlar yoluyla medya araçlarını kendi strateji, politika ve operasyonları temelinde kullanır. Sinema ve dizi filmleri, ilanlar, özel programlar, tanıtım programları ve spotları, haber programları, spor karşılaşmaları, kültür-sanat programları ve hatta reklamlarda bile militarizm, milliyetçilik ve şovenizm sürekli işlenir. Bunlardan bazıları açık bir biçimde ordu, polis ve istihbarat kurumları tarafından açık veya örtülü biçimde desteklenirken, bazıları da ulus-devletin ilgili kurumları tarafından denetlenirler.
Askerileşme eğilimi, içe ve dışa karşı savaşta olma hali, milliyetçilik ve şovenizm politikaları ulus-devletleri ordularını sürekli büyütmeye, modernleştirmeye ve profesyonelleştirmeye, son bilim-teknik gelişmelere göre yeni, etkili ve de çok pahalı silahlar, mühimmatlar ve araç-gereçler almaya, askeri personel maaşlarını ve tazminatları yüksek tutmaya, büyük çaplı araştırma-geliştirme ve silah üretim programlarına yöneltir. Tabii ki bu durum daha fazla satın alma ve daha fazla masraf demektir. Elbette bu harcamalar yeni ülkelerin ve zenginlik kaynaklarının işgali, vergi ve harçların sürekli artırılması ve topluma karşı kemer sıkma politikalarının uygulanmasıyla karşılanmaktadır. Bu nedenlerle tüm ulus-devletlerde savaş-askerileşme bütçeleri dokunulamaz, sorgulanamaz ve eksiltilemez, aksine sürekli artırılır. Ulus-devletlerin “savunma” adı altındaki askeri harcamaları bütçelerinin yüzde 6-12’si arasında değişmektedir. Bu da silah, askeri malzeme ve araç-gereç şirketleri için çok büyük ticaret ve kâr anlamına gelmektedir. Bazı ulus-devletlerde ileri askeri araştırmalar, özel silahlanma projeleri, özel savaş birlikleri ve operasyonları için harcanan ve açıklanmayan örtülü ödenek veya gizli bütçeler bunlardan ayrıdır. Savaş ve çatışmaların sürekliliğinden büyük kârlar eden şirketlerle, bunların sona ermesinden sonra el değiştiren veya işgal edilen alanlardaki yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin talan ve yağmasına ortak olanlar, altyapı ve büyük ölçekli inşaat projelerinin ihalelerini alanlar aynı sermaye grupları olur.
Silahlar ve diğer savaş araç-gereçlerinin üretimi için gerekli olan ham maddelerin çıkarılması, işletilmesi ve taşınması bile başlı başına ekolojik kırımları ifade eder. Silahların üretimden teslimata kadarki süreçleri de aynı tahribatlara yol açar. Silahların denemelerde ve savaşlardaki kullanımları doğaya ve doğadaki varlıklara doğrudan en büyük tehdittir. Patlayıcılar, kimyasal silahlar, biyolojik silahlar, yangın bombaları ve daha birçok savaş malzemesi kimyasal bileşik ve elementlerden üretildikleri için, bazılarının verdikleri zararlar sadece kullanıldıkları yer ve bölge ile sınırlı kalmaz, doğrudan toprağa, suya, havaya ve hatta atmosfere kadar ulaşırlar. Böylece ekosistemin bütününde büyük tahribatlara yol açarlar. 2000’li yıllardan sonra savaşlarda kullanılmaya başlanan termobarik, hafifletilmiş nükleer silahlar, denizaltılarda ve roketlerde kullanılan yakıtlar da dahil olmak üzere tüm nükleer silahlar ve bunları üreten tesisler dünyamızı yok etmekle kalmayıp evreni dahi ölümcül anlamda tehdit etmektedirler. Başta hegemonik ulus-devletler olmak üzere birçok devlet tarafından deniz altında, yerin altı ve üstünde her yıl onlarcası gerçekleştirilen nükleer silah denemeleri ve yol açtıkları zararlar hemen hiç gündeme gelmeyen ve araştırılmayan en büyük doğa ve yaşam katliamlarının başta gelenlerindendir.
İkinci Emperyalist Paylaşım savaşında Japonya şehirlerine atılan atom bombalarının, emperyalist hegemonik güçlerin Vietnam’da, Kore’de, Afrika’daki sömürge ülkelerde yoğun ve yaygın olarak kullanmış oldukları kimyasal, biyolojik, konvansiyonel ve yangın silahlarının milyonlarca insanın ölümüne yol açtıkları, milyonlarca hektarlık alanlarda yaşam emareleri bırakmadıkları kayıtlara geçmiştir. Savaş ve silah endüstrisinin bu karanlık mirası günümüzde bile birçok bölgede ağaçlar ve bitkilerin yeşermemesi, olanların büyük çoğunluğunun hastalıklı olması, çocuk ölümlerinin yüksek olması, havyanların yaygın biçimde ölümleri, nedeni kimyasal ve biyolojik kirlilik olan hastalıkların ve sakatlıkların sürmesi ve daha birçok acı olayla varlığını sürdürmektedir. Yakın dönemde gerçekleşen ve gerçek sorumlularından hala hesap sorulmayan Halepçe, Şengal ve diğer katliamlar hala hafızalardaki yerlerini korumaktadırlar.
Tekrar belirtmek gerekirse savaş ve silah endüstrisi, kapitalist tekellerin ortaya çıkardığı ve sürdürdüğü dev bir kâr ve sermaye birikimine, bundan daha önemlisi gerçek kıyamet ve cehennem haline yol açmaktadır. Ancak bu ulus-devletin toplam, resmi ve kurumlaşmış egemenliği üzerinden gerçekleşir, ondan ayrı değil, onunla birlikte vardır.
Endüstriyalizm, ekolojiye dönük en büyük saldırı harekatıdır
Endüstriyalizm doğaya ve topluma karşıtlık temelinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle doğanın bütününe, doğadaki tüm varlıklara, topluma ve onun manevi-maddi değerlerine düşmanlık yapmayı, kendi varlık gerekçesi olarak görür. Endüstriyalizm buhar, su gibi enerji türlerinin yanında esas olarak kömür, en çok da petrole dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar temiz ve sürdürülebilir enerji kaynakları son on yıllarda yaygınlaşmaktaysa da, bu yöntemler daha çok Avrupa, kısmen ABD ve birkaç ülkeyle sınırlıdır. Dünyanın çoğunluğunda makineler, ulaşım, fabrikalar, elektrik enerjisi, ısınma gibi alanlarda petrolün egemenliği sürmektedir. Petrolün dışındaki yöntemlerin geliştirilmesine ilişkin olarak daha yüz yıl öncesinde başlayan girişimler hala sürmektedir. Ancak egemenliğini kaybetmek istemeyen petrol endüstrisi tekelleri, bu çabaların engellenmesi, sonuç almaması için aralıksız bir mücadele yürütmektedir. Bu gerçeklik başlı başına endüstriyalizmin ne kadar doğa, toplum ve yaşam düşmanı olduğunu fazlasıyla izah etmektedir.
Arama, çıkarma, işleme ve ticaretiyle birlikte kendisi en büyük endüstri olan petrol endüstrisi, aynı zamanda enerji, ulaşım, makine, endüstriyel üretim, ısınma gibi alanlarda yaklaşık yüz elli yıldır egemenliği elinde tutmaktadır. Yaklaşık yüz yıl öncesinde başta Nikola Tesla olmak üzere birçok bilim insanının yenilenebilir, sürdürülebilir, otonom, kendine yeterliliğe dayanan, hatta birçoğu da ağır ve yoğun olmayan teknolojilere dayanan elektrik enerjisi bulma girişimlerini engelleyen petrol tekelleri ve diğer çıkar sermaye grupları olmuştur. Bu tekeller ve gruplar, bu yönlü arayışları ve çabalara karşı ulus-devlet iktidarlarıyla ortaklık halinde sürekli saldırı halinde olmuşlar ve engellemişlerdir. Ancak ekolojik, ekonomik ve toplumsal özellikleri olan bu deneyimlerin ve arayışların sonuçlarından çıkarlarına uygun olanları çalıp tekellerine almışlar, diğerlerini de imha etmişlerdir. Özellikle 2000 yılından sonra gündeme yerleşen temiz, sürdürülebilir, ekolojik enerji ve bu tür enerjilere dayalı olarak çalışan makineler, ulaşım araçları, hatta elektronik araç-gereçlerin üretimi ve işletiminin çoğunluğu, yine benzer sermaye tekellerinin egemenliğindeki endüstriler haline gelmişlerdir. Örneğin elektrikli taşıtların bataryaları ve şarj cihazlarının üretimi, çoğunluğu ABD, Çin ve Kore merkezli olan birkaç sermaye ve endüstri tekelinin elindedir. Güneş enerjisi panelinin temel parçası olan silikon levha üretimi de aynı şekilde birkaç tekelin egemenliğindedir. Bio-dizel akaryakıt, rüzgar enerjisi santralleri gibi birçok teknoloji ya bütünüyle veya temel kısımlarında dünya çapında egemen olan birkaç tekeldir. Yani endüstriyalizm, her şeyi metalaştırıp paraya çevirirken, ortaya çıkan yıkımları ve sorunları da yine endüstrileştirmekte ve paraya çevirmektedir.
Tütün, alkol, sentetik ve bitkisel kaynaklı uyuşturucu endüstrisi, silah endüstrisine yakın cirolara sahiptir. İnsanlığın sonunu getirebilecek özelliklere ve kapasiteye sahip, ancak ileri bilimsel teknik araştırma-geliştirme projeleri adı altında yürütülen faaliyetler trilyonlarca doları tutan bütçeleriyle dev bir endüstri haline gelmiştir, örneğin ABD’de 1960’larda Pentagon bünyesinde başlatılan “ileri teknoloji araştırmaları”na açıklandığı kadarıyla şimdiye kadar 2 trilyon kadar para harcanmıştır. Benzeri çalışmaların Avrupa ülkeleri, Rusya ve Çin devletleri tarafından da yürütüldüğü bilinmektedir. Zihniyeti ve yol açtığı sonuçlar itibariyle bizzat kendisi doğayı, yaşamı ve toplumu imha harekatı anlamı taşıyan endüstriyalizm, bu imha etme “işini” de bir endüstri düzeyinde yürütmektedir.
İki yüz yıllık endüstriyalizm harekatı kapsamında toplum öyle bir duruma getirilmiştir ki nasıl yaşaması ve yaşamaması gerektiğini; doğru ile yanlışı; gerekli olan ile ihtiyacı olanı birbirinden ayırt edemez hale düşürülmüştür. Böyle olunca da kapitalizmin önüne koyduğu her şeye hiç düşünmeden ve sorgulamadan atlamakta, gerçekte kendisinin olandan, kendisine gerekli ve doğru olandan ise aynı biçimde uzaklaşmaktadır.
Endüstriyalizm harekâtında, aşırı kâr ve sermaye birikimine yol açmayan, ancak insanlık ve ekolojik sistem için yaşamsal düzeyde zorunlu ve yararlı olan alanlara yatırım yapılmaz. Aksine bu alanlarda gerçekleştirilmek istenen çabalar kapitalist tekeller ve ulus-devlet iktidarlarının iş birliğiyle engellenirler. Sağlıklı yaşam ve koruyucu sağlık, demokratik eğitim, ekosistemdeki tahribatların giderilmesi, nesli tükenen bitki ve hayvanların korunması, araziler ve su kaynaklarının tükenmesi ve kirletilmesinin önüne geçilmesi, gerçekten temiz-dönüştürülebilir-sürdürülebilir enerji sistemlerinin kendine yeterlilik ve toplumsal ulaşılabilirlik temelinde geliştirilmeleri ve daha sayabileceğimiz birçok faaliyet ve alan vardır. Bunların enerji, sağlık, eğitim başta olmak üzere bir kısmı sermaye tekellerinin egemenliğindeki büyük endüstriler olarak işletilmektedir. Nesli tükenen bitki ve hayvanların korunması, doğadaki tahribatların giderilmesi gibi “uygun” görülmeyenler ise “ihmal, yeterli kaynak ve personelin olmaması” gibi gerekçelerle gündemden çıkarılmaktadır.
Tarımın ve hayvancılığın endüstrileştirilmesi birçok hastalığa yol açmıştır
Endüstriyalizmin önce tarımda başlatılmasının elbette bazı temel nedenleri var. Köy, tarım ve hayvancılık kültürü, toplumu ve değerlerini ayakta tutan kültürdür. Zengin ve çeşitli manevi ve maddi kültür biçimlerini barındıran köy toplulukları, komünal yaşam tarzları ve kendine yeterli ekonomileriyle endüstriyalizm önünde büyük tehdit olarak görülmektedir. Kapitalizm, ortaya çıkışından itibaren sürekli bu kültüre saldırmayı kendi varlık nedeni olarak görmüştür. Üretimin ve de tüketimin sıçramalı artışını karşılayacak işçi kitlelerini karşılamak için o dönemki kent nüfusu hem yetersiz hem de üretken olmaktan uzaktır. Boşaltılan kırsal alanlardaki verimli tarım arazileri, meralar, ormanlar ve su kaynakları kapitalist tekellerin devlete ve özel sermayeye ait büyük şirketlerine devredilir. Tarım ve hayvancılık, öncelikle toplumun beslenme, sağlık ve giyim ihtiyaçlarını karşıladığından, bu gereksinimlerin tekelleştirilmesiyle toplumun egemenlik altına alınması kolaydır. En fazla kar ve sermaye birikimi, o dönemde tarım-hayvancılık faaliyetlerinden elde edilmektedir. Tabi ki tüm bunların yapılması ulus-devlet aracılığıyla, onun silahlı güçleri, yargı sistemi ve diğer kurumlarının katılımıyla pratiğe geçirilir. Tüm bu nedenlere dayalı olarak kapitalist tekeller, endüstriyalizm hamlesini önce bu alanda başlatmışlardır. 19. yüzyıl başlarında İngiltere’de başlayan bu süreç 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar Avrupa’da tamamlanır. Savaştan arta kalan kimyasal maddeler, ağır makineler ve silah artıkları, kimya ve biyoloji konusundaki denemeler tarımın endüstrileştirilmesine ivme, çeşitlilik ve yaygınlık kazandırır. 1950’li yıllardan itibaren tarım-hayvancılıkla ilgili faaliyetler ve süreçlerdeki endüstricilikte daha da ileriye gidilir. Bu temelde devletlerarası alanda Dünya Gıda Örgütü, Uluslararası Tohum ve Tarım Geliştirme Ajansı (ICARDA) başta olmak üzere birçok kurum oluşturulmuş, dünyadaki çoğu ülkedeki su kaynakları, tarım arazileri, tarım-hayvancılık faaliyetleri, ürünleri ve gereksinimleri, sermaye tekelleri ve hegemonik güçlerin çıkarlarına uygun biçimde merkezi-bölgesel ve yerel düzeyde örgütlendirilmeye başlanmıştır. Avrupa’daki yayılmasını ve egemenliğini tamamlayan tarım endüstriyalizmi, ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra Latin Amerika, Asya, Ortadoğu ve Afrika’daki ülkelere taşırılır.
Endüstriyelleştirilmiş tarım-hayvancılıkta kullanılan yöntemler ile bunların toplum ve ekoloji açısından yol açtığı sonuçları ayrıntılı açıklamak daha yararlı olacaktır.
Tarım ve hayvancılıkta en önemli konu tohum ve damızlık hayvandır. 1970’li yıllardan itibaren kapitalist tekeller bu konuda egemen olmaya başlamışlardır. Çiftçinin ve üreticinin ektiği ürünün tohumunu geliştirmesi ve beslediği hayvanın ıslahını kendisinin gerçekleştirmesi durumu ortadan kalkmıştır. Bununla bağlantılı olarak gübre, yem, ilaç gereksinimlerinde de aynı durum yaşanmaktadır. Dünya genelinde tohumun, zirai-hayvan sağlığı ilaçları ve hatta gübrenin önemli bir kısmı, Avrupa ve ABD merkezli beş büyük kapitalist tekelin egemenliğindedir. Bu tekeller tüm üretim süreçlerini kendilerine bağımlı kılarken, diğer yandan bu gereksinimler üzerinde sık sık spekülasyonlar ve diğer piyasa oyunları gerçekleştirerek kısa sürede çok büyük sermaye ve kâr birikimleri elde etmektedirler. Bununla birlikte GDO’lu tohumlar, hormonlar, sağlıklı olmayan hayvan yemleri ve diğer yöntemlerle de tarımsal ve hayvansal ürünlerin doğallıkları ve kalitesi bozulmaktadır. Bu da doğal dokuyla birlikte insan sağlığını da ciddi anlamda bozmakta, birçok sağlık sorunlarına yol açmaktadır.
Tarım ve hayvancılıktaki bilgi, üretim araçları, teknoloji, işletme, sermaye ve pazarın kapitalist tekeller tarafından ele geçirilmesinden dolayı, bu alandaki üreticiler ve emekçilerin çoğunluğu vasıfsız, mevsimlik işçiler durumuna düşmektedirler. Arazi, hayvan ve üretim araçlarına sahip olanlar ise yapılan değişik anlaşmalarla devlet ve özel sermaye şirketlerinin bağımlısı tedarikçilere dönüşmektedirler. Bununla birlikte akaryakıt, elektrik, gübre, bitki ve hayvan sağlığını koruma gereksinimleri, araç-gereç, kredi gibi birçok konuda ağır borçlar altında bırakılmakta ve bir süre sonra da ödeyemediklerinden dolayı varlıklarına el konularak işçileştirilmekte ve işsizleştirilmektedirler.
Tarım ve hayvancılıktaki endüstriciliğe bağlı olarak hedef seçilen “az gelişmiş ve gelişmekte olan” bölgeler ve ülkelerde planlama ve projeler gerçekleştirilmektedir. Büyük sulama barajları ve kanal şebekeleri, endüstriyalist çiftlikler, çok büyük ölçeklerde endüstriyel bitki ekimleri gibi projelerle tarım ve hayvancılık faaliyetleri yerel toplulukların, çiftçi ve köylülerin elinden alınıp merkezileştirilmekte, bir kısmı da kooperatifler adıyla devlete bağımlı hale getirilmektedir. Bununla birlikte doğal doku, tarım ve hayvancılığın doğal yapısı ve işleyişi çok ciddi düzeyde tahribatlara uğramaktadır. Doğal üretim yöntemlerinin esas alınmadığı çiftliklerdeki hayvan yetiştiriciliği de toplum ve doğa sağlığı açısından ciddi sorunlara yol açmaktadır. Kısa zamanda çok fazla ürün elde etme amacıyla aşırı miktarlarda sulama, gübreleme, ilaçlama, ağır teknolojilerle toprağın derin ve sürekli işlenmesi yöntemleri esas alınmaktadır. Bunun sonucunda toprakta aşırı tuzlanma, çölleşme, hastalıklar, kimyasal ve biyolojik kirlenme meydana gelmektedir. Böylece araziler tarımsal, canlılık ve verimlilik özelliklerini kaybetmektedirler. Zirai mücadelede doğal ve sürdürülebilir yöntemlerin terk edilerek kimyasal gübre ve ilaç kullanımının esas alınması sadece toprak değil hava, su ve genel bitki örtüsünde de yüksek düzeylerde kirlenmelere yol açmaktadır. Bu durum da arılar, kuşlar, böcekler, balıklar ile diğer hayvanlarda yüksek sayılarda ve yaygın ölümlere yol açmaktadır.
Kapitalist tekellerle iş birliği yapan tarımsal alandaki devletlerarası kuruluşlar, küresel ve bölgesel planlamalar temelinde özellikle “az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanan ülkelere tek tip ürün (mono kültür) rejimleri dayatmaktadırlar. Bu programlar sonucunda söz konusu ülkelerde çok büyük genişlikteki ormanlık ve meralık alanlar tarım arazilerine dönüştürülmektedir. Tarım arazileri de uzun yıllar aynı ürün veya ürün gruplarının ekimi sonucunda giderek yüksek miktarda sulama, gübre, ilaçlama ve ağır teknolojilerle işlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Ayrıca elde edilen ürünler üzerinde yine aynı kapitalist tekellerin borsa ve diğer piyasa oyunları sonucunda her yıl binlerce üretici iflas etmekte ve göç etmek zorunda kalmaktadır. Tek tip ürün programları söz konusu ülkelerdeki doğal dokuyu olduğu gibi bozunuma uğratmakta, bu da çok yüksek sayıda hayvan ölümlerine ve göçlerine, endemik ve kendiliğinden yetişen diğer bitki türleri ve ağaçların yok olmasına yol açmaktadır.
Endüstriyalizmin bir uygulaması da seracılıktır. Seracılık, esasta tarımın iklim, coğrafya ve kültüre uygun biçimde gerçekleştiği ilkesine karşı, kapitalizmin “her yerde, her mevsimde, her ürün yetiştirilebilir” anlayışının ürünü olarak yaygınlaştırılmaktadır. Soğuk ve sert iklime sahip ülkelerde toplumun denetiminde gerçekleştirilmesi şartıyla uygun olan seracılık, 2000’li yıllardan sonra dünyanın çoğu ülkelerinde yaygınlaştırılmıştır. Seracılıkta bilgi, tohum, gübre, ilaç ve araç-gereçler yine dünya çapındaki birkaç sermaye tekelinin egemenliğindedir. Dolayısıyla bölgesel ve yerel düzeydeki seracılık tarımı yapanlar da bu tekeller ve onların yerel işbirlikçisi devlet ve özel sermaye güçlerine bağımlı olmaktadırlar. Endüstrileştirilmiş seracılık yoluyla, aynı zamanda yerel ürün, doğal tat ve sağlıklı ürünlere dayalı kültür ortadan kaldırılarak bunun yerine kapitalist beslenme alışkanlıkları ikame edilmektedir.
Endüstriyalizmin kentleşmeye etkileri toplumu parçalamıştır
Kökeni uygarlık ve devletin kuruluşuna dayanan kentler, kapitalist moderniteye kadarki süreçte belli bir kimlik, işlevsellik, estetik ve mimariye yapıya sahiptiler. Bu özellikleriyle kültürel, sanatsal, bilimsel, toplumsal, ekonomik gelişmelerde de önemli katkıları olmuştur.
Kapitalist modernitede, kentin toplumsal anlamdaki olumlu özellikleri ortadan kalkar. Toplumsal gelişmeye katkı sağlayacak neyi varsa tasfiye edilen kent, ulus-devletin ve endüstriyalizmin, kapitalizmin beyni, yönetim merkezi, kurumu haline getirilir. Böylece endüstriyalizm harekâtında karargah olarak düzenlenir. Daha 19. yüzyıl başlarında İngiltere’de kırsal alanların boşaltılarak, mülksüzleştirilen ve işsizleştirilen yüz binlerce köylünün kentlere yığılması ilk uygulamalar olmuştur. Daha sonra Almanya, İtalya, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde de uygulanan bu politika kapitalizmin ve ulus-devletin egemen oldukları tüm kentlerin oluşumlarında, günümüzde de sürdürülmektedir. Kentli nüfusun oluşumunda kapitalist tekeller ve ulus-devletin birlikte pratikleştirdikleri birkaç temel yöntem ve politika vardır. Devlet ve sermaye tekellerinin iktidarını kabul etmeyen ve buna direnen kırsal, göçer, aşiret toplulukları ulus-devletin zor aygıtları ve yöntemleriyle yerleşim alanlarından kopartılır. Endsüstriyalizm harekatının başlangıcında Avrupa’da temel alınan ve yaygın biçimde uygulanan bu yöntem, günümüzde dünyanın birçok yerinde büyük ölçekli askeri tesisler, HES, GES, kara ve demiryolları, havalimanları, fabrikalar, maden ocakları, konut siteleri gibi projelerin inşa edileceği ve/veya işletileceği tüm alanlarda uygulanmaktadır. Nüfus yoğunluğu, işsizlik, çevre kirliliğine karşı gerekli önlemler alınmadığı için toplum yaşamını direk etkileyen durumlar olmaktadır.
Endüstriyalizm doğaya ve topluma en büyük saldırıdır
Ulus-devlet sınırları içerisindeki yer altı ve yer üstü doğal kaynaklarının tümü kamu malı adı altında devletin mülkü olarak görüldüğünden, bunlar üzerindeki her türlü tasarruf hakkı da devlete ait olur. Ulus-devlet, toplumun ve yaşadığı doğanın tüm değerlerine el koymanın ve bunları yağmalamanın meşrulaştırılma aracıdır. Daha önceki devlet biçimleri, bu güce ulaşamamışlardı ve toplum sürekli direnmekteydi. Ancak, halkların ve ülkelerinin değerlerine bir anda ve tümüyle el koymak ancak ulus-devlet mekanizmasıyla mümkün oldu. Bu yapılanmanın, tarihteki en büyük el koyma aracı olması bu gerçeğe dayanır. Toplumlar, halklar, topluluklar yaşam alanlarıyla birlikte gasp edilir. Tüm yaşam alanı, barındırdıkları canlılarla birlikte su kaynakları ve ormanlık alanlar, madenler, petrol, gaz, inşaat ham maddeleri, maddi değeri olan diğer materyaller, hatta hava ve güneş ışığı da endüstriyalizmin talan ve yağmasına sunulur. Ulus-devlet mekanizması, endüstriyalizmi pratikleştirecek ve ona hizmet eden en faydalı araç olarak kurulduğundan hegemonik merkezler de dahil hiçbir ulus-devletin, bu kaynaklar ve değerler üzerinde pratikleştireceği projeler, kendi iradesi ve politikaları temelinde değildir. Tarihte, “ülkenin kaynaklarını millileştirme” adı altında buna yeltenenlerin çoğu başarısız olup ya kapitalist tekellere teslim olmuş ya da tasfiye edilmişlerdir. Kurulan bir ulus-devletin hegemonik güçler tarafından onaylanmasının, ülkenin kaynakları ve ekonomik değerlerini bu güçlere teslim etmesine bağlı olduğu, şimdiye kadarki pratiklerden açıkça anlaşılmaktadır. Kapitalist tekellerle bağlantılı Dünya Bankası, Uluslararası Kalkınma Ajansı ve onlarca küresel kuruluştan ilgili olanlar tarafından, bu kaynaklar ve değerlerin potansiyelleri ve nasıl işletilebileceklerine ilişkin kapsamlı araştırmalar yapılır. Bu süreçlere bölgesel ve yerel işbirlikçi iktidarlar ve sermaye güçlerinin bazılarının katılımı da sağlanır. Fizibilite çalışmalarının sonucunda hedef olarak seçilen bölge ve ülkeleri kapsayan kalkınma, ekonomik yatırım gibi adlarla büyük ölçekli planlama ve projeler hazırlanır ve söz konusu ulus-devlet iktidarlarının iş birliğiyle hayata geçirilir. Ulus-devlet iktidarları ve sermaye tekelleri kendilerini bu projelerin sahibi olarak gösterseler de genelde ancak uygulamak, gerçekleşen talan, yağma ve elde edilen kâr birikiminden kendi payını almaktır. Tabi bunun için de politik kararlar, yasalar, söz konusu alanlarda yer alan toplulukları rüşvet veya korkuyla sindirmek, yol-elektrik gibi altyapıyı oluşturmak zorundadırlar. Ayrıca bu altyapı inşasının maliyeti de değişik yöntemlerle topluma yüklenir.
Kürdistan başta olmak üzere Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde geçekleşen fiziki, kültürel, ekonomik, siyasi soykırımlar ve bu katliamlar üzerine ulus-devletlerin kurulması ve “egemenliklerinin” tesis edilmesi, bazı ülkelerde de iktidar değişimleri bu sürecin parçalarıdır. Kürdistan’ın parçalanması, sürekli ve değişik katliamlarla tasfiye edilmesi amacıyla gerçekleşenler, Kürdistan üzerinde oluşturulan işgalci ulus-devletlerin oluşum biçimleri, karakterleri, kapitalist yayılmacılıktaki rolleri ve bu devletler eliyle gerçekleşen büyük ölçekli endüstriyalist projeler ve talan harekatları incelendiğinde bu gerçek çok açık biçimde anlaşılır. Avustralya’da Aborijinlerin, Kuzey Amerika’da tüm yerli halkların, Afrika’da kabile toplulukları ve dünya genelinde son iki yüz yıl içinde daha yüzlerce halk ve toplulukların değişik katliamlar ve kırım biçimleriyle ya ortadan kaldırılmaları ya köleleştirilmeleri veya marjinelleştirilmeleri, yine endüstriyalizm harekatı kapsamındadır.
‘Ekonomik Kalkınma’ politikaları ve yol açtığı yıkımlar
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda çok ağır yıkımlarla karşılaşmış ve bitme noktasına gelmiş olan Avrupa ülkelerinin, Sovyet Bloğuna kaymaması ve/veya demokratik devrimlere yönelmemesi için kapitalist tekeller, ABD eliyle ekonomik-sosyal kalkınma adı verilen stratejik politikayı hayata geçirdiler. 1980’lere kadar işleyen bu planlama doğrultusunda, söz konusu Avrupa ülkeleri, Japonya, Kore gibi ülkelerin ekonomik, sosyal ve siyasal yapılarının kapitalistik temelde dönüşümleri tamamlanmış ve ABD’nin sıkı ittifakları durumuna getirilmişlerdir.
Bu ülkelerde misyonunu tamamlayan “ekonomik-sosyal kalkınma” harekâtı 1990’lı yıllardan itibaren Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’da uygulanmaya başlandı. Ancak bu bölgelerde ve ülkelerde uygulanmasında, öncekinden çok farklı olarak modern sömürgeciliğin derinleştirilmesi ve kapsamlı hale getirilmesi esas alınır. Kalkınma adı altında, bu ülkelerde endüstriyalizm politikaları sistemli, planlı ve derinlikli biçimde yeniden örgütlendirilerek talan ve yağma, sermaye ve kâr birikimi azami düzeyde gerçekleştirilmeye başlanır. Ülkelerin ve halklarının kaynakları ve ekonomik değerleri üzerindeki planlamalar kesinlikle onların ihtiyaçlarına ve sorunlarına çare olacak biçimde ele alınmaz. Temel amaç kaynaklar ve değerlerin azami düzeyde metalaştırılması, ticarileştirilmesi, kâr ve sermaye birikimine dönüştürülmesidir. Bunun için en fazla kullanılan kavram olan “katma değer” esasta bu gerçeği örtülü biçimde izah etmektedir. Kapitalist tekeller, “kalkınma” projelerinin kendileri açısından başarılı olabilmesi için ulus-devletin kurumlaşma, işleyiş ve politikalarında bazı değişikliklerin gerçekleştirilmesini sağlarlar. Merkezi ve totaliter devletten, liberal devlete geçiş yapılır. Bu temelde yeni kurumlar ve yasalar hazırlanır, var olanlar da yeni programlar dahilinde değiştirilir. Küresel ve bölgesel ölçekte yetkili ve etkili olan ve yine kapitalist tekellerle ilişkili “kalkınma ajansları” nın şubeleri olarak hedef seçilen ulus-devletlerde de benzeri kalkınma ajansları kurulur ve bunları idari birimler düzeyinde örgütlendirilirler. Bu çerçevede ulus-devletin tüm kurumları önlerine konan “kalkınma” projelerinin gerçekleşmesi için seferber edilirler. Tabii ki ulus-devlet iktidarına, kendi egemenliği altındaki toplumu tek tipleştirmesi, halkları ve toplulukları istediği düzeyde köleleştirmesi, asimile etmesi ve kendi yapay “uluslaşma” projesini uygulaması için inisiyatif tanınır.
Kalkınma adı altındaki politika, planlama ve projelerde toplum ve doğa lehine herhangi adım atılmaz. Aksine toplum ve doğada yer alan ne kadar zenginlik ve değer varsa bunlara el konulması, metalaştırılması ve kâra dönüştürülmesi hedeflenir. Bunun önündeki toplumsal engellerin kaldırılması, toplumun direnişinin kırılması ve toplumun da bu kırımlara ortak edilmesi için her şey yapılır. Toplumsal birlik ve dayanışmanın tasfiyesi için, devlete ve/veya özel sermayeye bağlı onlarca “sivil toplum kuruluşu” oluşturularak seferber edilirler. Topluluk ekonomisini parçalamak ve bireyci “kurtuluşu” geliştirmek için mikro krediler dağıtılır. Çiftçi ve üreticiye sunulan maddi, teknik ve bilimsel “destekler”le, anlaşmalı çiftçilik ve besicilikle, devlet ve özel sermayeye bağlı “kooperatif” oluşumları yaygınlaştırılır. En fazla ve rahat biçimde kâr ve sermaye birikimine yol açtıkları için madenler, petrol ve gaz, değerli toprak elementleri, inşaat ham maddeleri başta gelenlerdir. İnşa edilen HES’ler, tarımsal sulama barajları ve askeri bentlerle nehirler ve dereler endüstriyalizm politikalarının hizmetine sokulur. Toplumun tarım-hayvancılık faaliyetlerine el konularak, araziler ve su kaynakları da dahil kapitalist tekellere bağlı ve/veya onlarla bağlantılı şirketler tarafından endüstriyalist temelde büyük ölçekli tarım-hayvancılık projeleri gerçekleştirilir. Endemik bitki ve hayvan türleri, yerel ve yöresel manevi kültür değerleri, sanatsal ve edebi üretimler, folklor, tarihi eserler, mutfak kültürü ve daha birçok toplumsal değerin koruma, destekleme ve katma değer sağlama adı altında metalaştırılmasının “’ekonomik kalkınma” programlarında önemli yerleri vardır.
Ekonomik kalkınma programları ve projelerinin gerçekleştirilmesi uğruna binlerce yıllık tarihi kültürel eserler, sular altında bırakılarak veya daha değişik biçimlerde imha edilmektedir. İnşaatlar, maden ocakları, petrol çıkarma ve diğer projelere alan açmak için milyonlarca ağaç kesilerek ağaç endüstrisine aktarılmaktadır. Yine aynı gerekçelerle projelere kısa sürede alan açmak için ormanlık ve meralık alanlar yakılmaktadır. Maden, petrol ve diğer yer altı kaynaklarının çıkarılması, işlenmesi ve proje tamamlandıktan sonraki süreçler üzerine toplumun ve ekolojinin korunmasına ilişkin hiçbir tedbir alınmamaktadır.
Kalkınma adı altındaki faaliyetler ve elde edilen ürünlerin, gerçekte toplumun ihtiyaçlarına cevap olmadıkları, şimdiye kadarki pratiklerde çok açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Örneğin dünyanın başta gelen petrol rezervlerine sahip Nijerya’da Shell başta olmak üzere petrol şirketleri, gerçekleştirdikleri büyük talan ve yağmayla kâr ve sermayelerini katlamalı biçimde artırırken, Nijerya’nın su kaynakları ve topraklarının büyük kısmının kullanılamaz durumda kirlenmelerine yol açmışlardır. Kürdistan’da sömürgeci mantıkla, başta altın, gümüş, titan, krom olmak üzere madenler ve değerli elementlerin çıkarılmasıyla TC devleti savaşı finanse ederken, halkın ve doğanın payına düşen ise sürekli katliam, kırım, yoksulluk, işsizlik ve göç olmaktadır. Kalkınma adı altında birçok ülkede gerçekleştirilen projelerin, iddia edildiği gibi ekonomik ve sosyal kalkınmaya değil, tam tersi sonuçlara yol açtıkları çok açık biçimde ortaya çıkmıştır. Bu projeler, halklar için köleleşmenin daha da derinleşmesi, işsizlik, açlık ve yoksulluğun daha da artması, uzmanlar ve gençler başta olmak üzere dışarıya yoğun göçler, psikolojik de dahil olmak üzere ağır sağlık sorunları, toplum içindeki çatışmalar, çeteleşme ve mafyatik grupların türemesi, kültürel ve ahlaki yozlaşma, uyuşturucu ve fuhuşun yaygınlaşması, değişik sömürgeci güçlerin istihbarat örgütlerine bağlı tarikatlar ve sözde insani yardım kuruluşlarıyla toplumun manevi alanda sömürülerek bunun maddi alana taşırılması gibi çok ağır sonuçlar ve sorunlara yol açmıştır. Toplumla birlikte yaşam alanları ve doğa bir bütün olarak yeniden işgal edilmektedir. Yer altı ve yer üstü kaynakları ciddi bir engelle karşılaşmadan ve tükenecek biçimde talan edilmekte; su kaynakları ve topraklar, altı ve üstüyle birlikte temizlenemeyecek biçimde kirletilmekte; doğal ekonomik kaynakların maddi ve ticari ürünlere dönüştürülmesi uğruna barındırdıkları tüm canlılar imha edilmektedir. Endüstriyalist tesislerin inşa, kullanım ve kullanım sonrası süreçlerde toprağa ve su kaynaklarına büyük tahribatlar verilmesi, birçok alanda oluşan moloz ve enkaz yığınları, doğa ve toplum sağlığı açısından çok ciddi sorunlara yol açmaktadır.
Endüstriyalizm yaşamın bütününe düşmandır
Kapitalizmde talebin arzı belirlediği ve piyasanın da arz-talep arasındaki ilişkiler temelinde yürüdüğü savunulur.Bu bir aldatmacadır, arz yani üretim-ürün-meta kapitalist tekellerin denetimindedir. Endüstriyalizmde ise daha da ileri gidilerek talep-ihtiyaç üzerinde oynanır, toplum ihtiyacı olanlar ile ona gereksiz olanları birbirinden ayırt edemeyecek duruma getirilir. Bu yapılırken temel gerekçe ise “insan nüfusunun ve ihtiyaçlarının sürekli değiştiği ve arttığı”dır. Bu nedenle, mevcut üretim biçimlerinin ve hızının buna cevap olamadığı, dolayısıyla her şeyin endüstrileştirilmesi, üretim ve dağıtımın da bu temelde örgütlendirilmesi gerektiği savunulmaktadır. Kapitalizmin kullanım değeri ve ihtiyaç-imkan; üretim-kullanım arasındaki tamamlayıcı uyuma karşı binlerce yıl yürüttüğü savaş, endüstriyalizm harekatıyla teorize edilip sisteme, politikalara ve projelere dönüştürülür. Kullanım değeri tasfiye edilerek, yerine tüketim, dolayısıyla pazarlama ve satış değeri, azami kâr getirme kapasitesi esas alınır. Endüstriyalizmin ilk dönemi olan 1910’lara kadar aşırı üretim patlaması olurken tüketimde aşırı tıkanma yaşandı. Çok fazla üretim, ama yok denecek kadar tüketim ortaya çıktı. Kapitalist tekeller neden oldukları ve zeminini hazırladıkları Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve ağır sonuçlarını, bu krizi kendileri lehine aşmanın fırsatına dönüştürüp silah ve ağır makine endüstrisine ağırlık verdiler. Ancak savaştan sonra kriz aşılamadı, çünkü Avrupa başta olmak üzere dünyanın çoğunluğunda yaşanan sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarla birlikte maddi anlamdaki yıkımlardı. Bu duruma müdahale olarak ABD merkezli sermaye ve endüstri tekelleri yaptıkları hamle ile öncülüğü ele geçirdiler. Kapitalist tekeller üretim ve tüketimin artırılması; dolayısıyla kâr ve sermaye artırımının gerçekleşmesi için arzın talebi belirlemesi gerektiğine karar verdiler. tekelleştirilen, standartlaştırılan, hızlı ve kitlesel biçimde gerçekleştirilen üretim sonucu ortaya çıkan çok büyük miktarlardaki metanın pazarlanmasını, böylece krizleri aşmak ve kâr-sermayenin katlamalı artışını güvenceye almayı hedeflediler. Henry Ford’un üretim bandı, “günlük 8 saat çalışma, beş dolar ücret” sloganı ile birlikte arzın, talebi belirlemesine yönelik faaliyetler başlamıştır. Keynes’in devletin ekonomiye, şirketleri koruyucu biçimdeki müdahalesi ve yurttaşlara tüketici kredilerinin dağıtılması politikası Eisenhower ve Roosevelt dönemlerinde yaygınlaştırıldı. 1930’lardan savaş sonrasına kadarki dönemde en fazla kâr ve sermaye birikimine yol açan faaliyet silah ve savaş araçları endüstrisi oldu. ABD’de hayata geçirilen bu politikalar, 1950’lerden sonra Avrupa ülkelerine taşırıldı. Kapitalist tekellerin ve hegemonik güçlerin çıkarları doğrultusunda, savaştan sonra oluşturulan askeri, siyasi, ekonomik, kültürel kuruluşların ve Marshall Yardım programının desteğiyle kapitalist tekeller, Avrupa ülkelerinin çoğunluğu ile diğer kıtalardaki bazı devletlerin ABD öncülüğündeki kampta yer almalarını güvenceye aldılar. Böylece ABD, Avrupa ülkeleri ve diğer bazı ülkelerde sonuç alan endüstriyalizm harekatı 1970’li yıllarla birlikte tüm yaşam alanları, faaliyetleri, ilişkileri ile birlikte toplumu ve doğayı tümden kapsamına almaya yönelir. Birçok konuda küresel çapta stratejiler, planlamalar, örgütlenmeler, yasal ve hukuki çerçeveler oluşturulur.
İki büyük emperyalist paylaşım savaşı ve daha sonraki süreçlerde kullanılan bilimsel yöntemler, fizik, kimya, elektronik, biyolojik, inşaat mühendisliği gibi alanlardaki bilgi birikimi, deneyler ve sonuçları, sonraki yıllarda başka alanlara taşırılmaya başlandı. Bu temelde kapitalist tekeller ile hegemonik güç merkezleri ortaklığı genetik mühendisliği, otomasyon ve robot teknolojisi, kimya, elektromekanik, elektromanyetik, termodinamik, optik ve gözetleme sistemleri, dijital sistemler, medya araçları, kablosuz iletişim(internet), mikro-biyoloji, astronomi, nükleer teknoloji, kuantum fiziği ve nano teknoloji gibi alanlara çok büyük yatırımlar yapmaya başladılar. Bu konulardaki çalışmalarla bir yandan demokratik-toplumsal direnişleri engellemek, dünya genelinde tam hakimiyet kurmak ve oradan uzaya uzanma amacı gerçekleştirilmek, diğer yandan da katlanan kâr ve sermaye artırımı en üst seviyelere ulaştırmak istenmektedir. 1980’lerden sonra finans kapital denen dönem başlar. En büyük sermaye tekellerinin endüstrileştirilmiş alanlara egemen olmaları ve diğer birçok alanı da endüstrileştirmesi anlamına gelir. Ekonomik ve maddi üretimle hiçbir ilgisi olmayan, hatta ciddi anlamda hiçbir fabrikası, deposu, taşıma aracına sahip olmayan sermaye tekelleri ekonomik üretim alanları ve faaliyetleri üzerinde hakimiyet kurarlar. Sadece markayı, üretim lisansını, parayı ve işletilmesini tekellerinde tutarlar, diğer işleri de tedarikçiler, kendileri de daha küçük taşeronlar çalıştıran müteahhit ve taşeron şirketler, eskinin köle işliklerinden daha beter atölyeler, merdiven altı üretim ve daha birçok yol, yöntem ve taktik kullanılır. Dünyanın en büyük spor ayakkabı ve malzeme markası olan Nike şirketinin hiçbir atölyesi ve makinesi yoktur. Hemen herkes tarafından sevilerek yenilen ve dünya çapında büyük bir pazara sahip olan çikolata üretimi en acımasız, ahlak ve insanlık dışı çocuk köleliği emeğiyle gerçekleşir. Moody’s, Standard and Poors, Fitch gibi büyük sermaye tekelleri, doğrudan fabrika ve üretim tesisleri sahibi olmamalarına rağmen sanayi üretimi, taşımacılık, ticaret yapan yüzlerce şirketi, birçok ulus-devlet iktidarı ve onların egemen oldukları halkları kendilerine bağımlı hale getirmişlerdir.
Kapitalist tekellerin egemenliğindeki bilim-teknik, gelişme ve ilerleme adına çok hızlı bir üretim yarışının zemini haline getirilmiştir. Özel önem verilen ürün tanıtım etkinlikleri ve medya reklamlarıyla yeni ürün adı altında her gün yüzlerce ürün pazarlara sürülmektedir. Çok zengin ürün çeşitliliği ve her bir ürünün, aynı türden diğerlerine göre çok farklı teknik özelliklere ve avantajlara sahip oldukları algısı yaratmak için her türlü yol yöntem kullanılır. Ancak bu ürünler arasındaki farklılıklar biçim ve nüansın ötesine geçmez. Bazı ürünlerde birleştirilen birçok özellik de, gereksiz ve ürünün misyonuna terstir, örneğin fiyatı 400-600 dolar arasında olan ve bazı bilgisayar fonksiyonları da yüklenmiş Apple Watch (Apple dijital kol saati)in işlevlerinin çoğu gereksiz, faydasız ve kullanılabilir değildir. Büyük reklamı yapılan Microsoft’un Surface model dizüstü bilgisayarı iki yılı dolmadan dibe vurmuştur. Buna benzer daha yüzlerce örnek vardır.
Lüks tüketim alışkanlığı
Devletin kuruluşuyla birlikte başlayan lüks tüketim alışkanlıkları, kapitalizme kadarki tarihsel süreçte saraylar, iktidar güçleri ve onların yakınları ile sınırlı kalmıştır. Ancak 18. yüzyıl sonlarında aristokratlardan burjuvalara, ulus-devletin iktidar çevrelerine geçiş sağlamıştır. Gerekli olmayan, ayrıcalıklı, halktan ve diğer insanlardan daha üst düzeyde ve farklı olduğunu göstermeye çalışan lüks tüketim alışkanlığı endüstriyalizmle daha yaygın hale gelir. Önce zenginler ve iktidar çevrelerinde görülen lüks tüketim alışkanlıkları, bu alanın oldukça kârlı olduğunu fark eden kapitalist tekeller tarafından bir endüstri olarak düzenlenir. Lüks tüketim alışkanlıkları kapitalist modernitede zenginliğin, egemenliğin, hatta psikolojik baskının önemli bir göstergesi olarak, anlayış düzeyinde örgütlendirilir. Uzun bir süre boyunca egemen güçlere mensup olanların ve mafyatik çete gruplarının çok ötesine geçmeyen lüks tüketim anlayışı ve alışkanlığı, 1970’li yıllardan itibaren toplum içinde de yaygınlaştırılmaya başlanır. Bu temelde toplumun her bir kesimine ve grubuna hitap eden taklit lüks tüketim ürünleri bolca piyasaya sürülmektedir. Günümüzde sahte altın ve mücevherat, tekel markalarına ait ürünler reklamlar, dizilerin etkisiyle sokaklara kadar uzanan geniş ticari ağlarla büyük kâr ve sermaye artırımına yol açarak sürmektedir. Dünyanın en zengin aile ve kişileri arasında lüks tüketim eşyası şirketlerinin sahiplerinin hemen hiç değişmeden listenin başlarında yer almaları bunun en bariz örneğidir. Örneğin Loreal, Givenchy, Dupont, Channel gibi tekel markaların sahiplerinden her birinin serveti 70-130 milyar dolar arasındadır.
Sağlığın endüstrileştirilmesi
Kapitalizmin insana ve toplumun varlığına yönelik gerçekleştirdiği en önemli iki saldırı alanından birisi sağlıktır. Önderliğimiz, kapitalizmin toplumu kanserleştirme olduğunu ve bizzat kanserin de bir kapitalizm hastalığı olduğunu belirtir. Endüstriyalizm harekâtında toplum ve doğa sağlığının bozulması, bir bütün olarak yaşamın sağlıklı sürdürülmekten çıkarılması temel hedeflerden biri olarak belirlenmiştir. Bozulan sağlığın düzeltilmesi adı altında yürütülen faaliyetler de oldukça kapsamlı bir endüstri haline getirilmişlerdir. Sağlığın bozulması da, düzeltilmesi de endüstri haline getirilmişlerdir. Endüstriyalizm bizzat egemen hale getirdiği yaşam alışkanlıkları, beslenme, hareket, çalışma tarzları ile toplumun ve tek tek bireylerin tümden hastalıklı hale gelmesine yol açmaktadır. Örneğin sigara ve kahve tüketiminden kaynaklanan damar sertliğine ve buna dayalı sağlık sorunlarından dolayı Avrupa genelinde her yıl ortalama 400 bin insanın öldüğü, resmi istatistiklerde yer almaktadır. Avrupa ülkeleri ortalamasında nüfusun yüzde 35-40 arası obeziteden muzdariptir. ABD’de bu rakam daha fazladır. Sigara, uyuşturucu, uyarıcı maddelerin kullanımına doğrudan ve dolaylı bağlı nedenlerle dünya genelinde her yıl milyonlara insan ölmektedir.
1980’li yıllardan itibaren hem bir hastalık olarak kanser oldukça yaygınlaşmış, hem de bazıları bilinçli ve planlı, bazıları da birtakım denemelerin tesadüfi sonuçları veya yan etkileri olarak ortaya çıkan birçok ölümcül, bulaşıcı ve yaygın hastalık ortaya çıkmıştır. En yakın ve çokça tartışılan, ancak birçok göstergenin yapay bir virüs olduğuna işaret ettikleri Corona 19 virüsü resmi sayılara göre 10 milyonu aşkın insanın ölümüne neden olmuş, bu hastalığı atlatan yüz milyonlarca insanda da ağır etkileri sürmektedir. Ortaya çıkışından itibaren bu virüsün sürekli yeni varyantları ortaya çıkmakta veya üretilmektedir. Covid 19 virüsünün yaygınlaştığı iki yıl içerisinde internet üzeri çalışan ticaret şirketlerinin karlarının 7-8 katı arttıkları, Covid 19 ilaçlarından elde edilen kârların yüz milyar doları aştığı açığa çıkmıştır. 1980’lerde ortaya çıkan AIDS hastalığı kapitalizmin hegemonik merkezlerinde milyonlarca insana bulaştıktan sonra şimdi de Afrika, Asya ve dünyanın diğer bölgelerindeki yoksul halklar arasında her gün yüzlerce insanın ölümüne yol açmaya devam ediyor. Yoksullaştırılmış Afrika kıtasının, neredeyse kaderi haline gelen Ebola, Maymun Çiçeği başta olmak üzere birçok salgın hastalık her yıl on binlerce insanı öldürmeye devam ediyor.
Endüstriyalizmin yarattığı, sadece fiziki değil ruhsal, düşünsel ve davranışsal sağlık sorunları da artarak sürmektedirler. İlaç ve sağlık araç-gereçlerinin tamamına yakını, sağlık eğitimi ve hastanelerin önemli bir kısmı kapitalist tekellere doğrudan veya dolaylı biçimde bağlıdırlar. Teknolojinin, kimyasal madde içerikli ilaçların yoğun olarak kullanıldığı modern hastanelerde gerçekleştirilen tedavi ve ameliyatlardaki başarısızlıklar ölüm oranları geçmişteki sağlık merkezlerinden daha fazla olmaktadır. Kapitalist moderniteye has, bireyci yaşam tarzına dayalı olarak ortaya çıkan yeni sağlık sorunları da gün geçtikçe artmaktadır. Kendi doğal halini beğenmeyen, bir anlamda kendini pazarlama anlayışını yansıtan estetik ameliyat zenginlerde ve hatta orta sınıflarda bile yaygınlaşmaktadır. Ruhsal ve bedensel sağlığın bozulmasının ve kendini pazarlama anlayışının son ürünü de estetik gülüş kazandırma ameliyatıdır. Bireyciliğin, aç gözlülüğün bir diğer göstergesi olan aşırı mide büyümesi ve mide küçültme operasyonları, yağ aldırma, botoks kullanımı gibi insanın kendi doğasına karşıt olma düzeyini gösteren daha birçok hastalık sağlık endüstriyalizmin son ürünleri olarak yaygınlaşmaktadır.
Klasik sömürgeci ulus-devletlerin, sömürge altında tuttukları halklara karşı gerçekleştirdiği faşist soykırımcı uygulamalarda da endüstriyelleşmiş sağlığın önemli bir rolü vardır. 1990’lı yıllardan itibaren Kürdistan’da uygulanan gebeliği önleyici ilaçların, virüs bulaşmış ve/veya ağır olumsuz yan etkileri olan aşıların değişik yöntemlerle dağıtılması; 2021 yılı içinde iktidara yakın bazı kişilerin getirdikleri ve henüz ne kadar insanın ölümüne yol açtıkları bilinmeyen sahte ameliyat yöntemleri; organ nakli ve kan verme kampanyaları üzerinden örgütlenen mafyalaşma ve daha birçok örnek, bu gerçeğe işaret etmektedir. Sağlığın endüstrileştirilmesinin en insanlık dışı bu yöntemleri, daha önce Birleşik Krallık tarafından Avustralya, Afrika ve Asya kıtalarında sömürgeleştirilen halklara karşı uygulanmıştır.
Endüstriyalizm medya ile büyük algı operasyonları yapmaktadır
Ulus-devletler ellerindeki tüm zor araçları ve kurumlaşmış iktidarlarına rağmen toplumun ruhsal, düşünsel, psikolojik dünyalarını ele geçirememişlerdir. Kapitalistler de üretim araçları, süreçleri ve faaliyetlerini denetimlerine alsalar da, toplum üzerinde tam egemen olamamışlardır. Her iki egemen güç de toplumun ve toplumsal güçlerin sürekli direnişleriyle karşılaşırlar. Bu nedenle endüstriyalizm harekatında medya araçları ve iletişim faaliyetleri belirleyici bir role sahiptirler. Uzun bir geçmişe dayanan yazılı basın kapitalist modernite de şirketleştirilir, bilim-teknik gelişmenin ürünleri olarak telefon, radyo ve televizyon buluşları devrim niteliğindedirler, 1990’lardan itibaren ise internet, toplumsal kullanıma açılır. Kitlesel iletişim alanı olarak medya, 1950’li yıllardan itibaren önce ABD ve İngiltere’den başlayarak, daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde ve giderek dünya genelinde kapitalist tekeller ve ulus-devlet iktidarlarının tekelci egemenliklerine alınır.
Sıcak savaş dönemlerinde ulus-devlet iktidarlarınca propaganda amacıyla kullanılan medya araçları, böyle olmayan durumlarda çok daha etkili ve yaygın biçimde kullanılırlar. Günümüzde büyük bir endüstri haline gelen kitle iletişim araçları kapitalist tekellerin ve ulus-devlet iktidarlarının topluma ve doğaya karşı yürüttükleri savaşta en etkili araçların başında gelmektedir. Ulaşılması ve ulaşması kolay televizyon, egemen güçlerin denetiminde hala toplumu kitlesel biçimde etkileme, bu güçlerin istedikleri biçimde yönlendirme ve şekillendirme işlevi görmektedir. Haber, politik tartışma, tematik programlar, filmler, diziler ve eğlence programlarının tümü bu amaç doğrultusunda hazırlanıp yayınlanırlar. Kitle iletişim araçlarıyla ilgili tüm konularda etkin ve yetkin kurumlar oluşturulmuştur. Özellikle televizyon programları, istihbarat birimleri ve diğer özel-savaş örgütlenmeleri tarafından yayın öncesi ve sonrasında büyük bir titizlikle incelenir, gerekli görülünce duruma göre ceza verilir, iptal edilir veya programda bazı değişiklikler yapılır. Ayrıca birçok televizyon ve hatta radyo programı, diziler, filmler, haberler, reklamlar ve ilanlar da bizzat bu özel savaş örgütlenmeleri tarafından hazırlanmaktadırlar. Ulus-devletler medya araçlarını ve faaliyetlerini, önlerine konan strateji ve hedefler doğrultusunda toplumu sindirme, tek-tipleştirme, sürüleştirme, kendi asıl sorunlarından uzaklaştırma ve devletin egemenliğin kabul edilmesini sağlama temelinde yoğun ve yaygın biçimde kullanırlar. Sömürgeci ulus-devletler ise, sömürgeciliğini güvenceye almak amacıyla bu yaklaşım ve politikaları uygular. Kapitalist tekeller ve şirketler ise daha fazla satış gerçekleştirmek, ürünlerini cazip kılmak, bireycilik, tüketicilik, maddiyatçılık, toplum ve doğa düşmanlığının yerleşik ve yaygın hale gelmesini hedeflerler. Reklam faaliyeti büyük bir endüstri haline gelmiştir. İnternet sistemini kendi kontrollerinde örgütleyen hegemonik güçler, zamanla bu egemenliklerini büyük sermaye tekelleriyle paylaşır duruma gelmektedirler. Televizyonun tek taraflı olarak gerçekleştirdiği toplumu etkileme, algı yaratma, yönlendirme faaliyetlerini internet, bu sisteme egemen olanlara, çok taraflı ilişkiler yumağında ve daha etkin biçimde gerçekleştirme imkanı sunmaktadır. İnternetin kendisi dev cirolara sahip büyük tekellerin egemenliğindeki bir endüstriye dönüşmüştür.
Erkek egemen zihniyetin, kadına karşı yürüttüğü savaşın en yoğun gerçekleşme alanı medya araçlarıyladır. Erkek egemen-cinsiyetçi bakış açısı reklamlar başta olmak üzere, egemen güçlerin denetiminde üretilen filmler, diziler, eğlence ve hatta tartışma ve haber programlarında bile çok yaygın biçimde görülmektedir. Kadın hem metanın kendisi, hem de yaşama dair ne varsa bunları metalaştırmada etkin bir araç olarak kullanılmaktadır. Kadınla doğrudan ilgisi olmayan ürünler dahi, kadın bedenin pazarlanması aracılığıyla tüketicilere tanıtılır. Yapılan, ürünle birlikte kadını pazara sürmektir. İktidar ve sermaye denetimindeki medya araçlarında gösterilen filmler ve dizilerde kadın ya geri ve cahil, ya suçlu ve kötülüklerin kaynağı veya zavallı karakterleriyle öne çıkarılır. Birçoğunda ise kadın bir cinsel obje olarak kullanılır.
Sanal toplum yaratılmak istenmektedir
Reklamlar, ürün tanıtımının ötesine geçerek toplumu çok etkili manipülasyon ve spekülasyonlarla iktidar ve sermaye güçlerinin istekleri doğrultusunda toplumu ve bireyleri yönlendirir. Reklamların etkisiyle insanlar, gerçekte ihtiyacı olmayan ve çok fazla üretilen ürünleri tüketme yarışına kapılırlar. Gerekli gereksiz hemen her şeyin reklamı yapılır, izleyiciden beklenen ise hiç sormadan, araştırmadan hemen satın almasıdır. Bunun için psikoloji, görsellik, ruh hali, zamanlama, ses kullanma tarzları, yalan-yanlış bilgiler, hatta sihirbazlık teknikleri bile seferber edilir. Her şey daha çok satmak, dolayısıyla daha çok kâr ve sermaye artırmak için yapılır.
Her şeyin metalaştırılması, ticarileştirilmesi, yaşamın bir bütün olarak gerçek anlamından koparılması, tabii ki başta insanın anlamsızlaşmasını ve gereksizleşmesini hedefler. Felsefeden ve maneviyattan koparılan bilim, teknikle buluşturulunca insanın bedensel emeğinin yerini alan makineleştirme esas alındı, zaman içerisinde makineler ve ardından gelen robot teknolojisi, sadece maddi üretim faaliyetinde değil, hızlı ve yaygın bir biçimde yaşamın tüm alanlarında yer almaya başladılar. Elektronik ve mekaniğin birleştirilmesiyle ortaya çıkan gelişmiş otomasyon sistemleri endüstriyel üretimin tamamında, taşımacılıkta, ticarette ve hatta bankacılıkta yaygınlaşmış durumdalar. Günümüzde gelişmiş robot teknolijisi, kapitalist tekellerin topluma ve doğaya karşı bir silah olarak kullanılmakta, daha şimdiden birçok açıdan insanı anlamsızlaştırmaktadır.
En azından onlarca yıldır sanayi üretimi, elektronik iletişim, sağlık gibi alanlarda sayılı tekellerin denetiminde kullanılmakta olan yapay zekanın faaliyet alanları, 2000’li yıllardan sonra oldukça genişlemeye başlamıştır. Yapay zeka teknolojisinin daha şimdiden büyük kârlar getiren bir endüstri haline getirilmesi, bununla birlikte topluma karşı yürütülen endüstriyalizm harekatında oldukça işlevsel ve etkili olduğu görülmektedir. Yapay zeka programları makinelerden robotlara; sanayi üretiminden tarıma; sağlıktan taşımacılığa; eğitimden spora; siyasetten ekonomiye; silah endüstrisinden medya araçlarına kadar hemen tüm alanlarda hızla yaygınlaşmaktadır. Bilgisi ve ilgisi olan her kesim tarafından gündemde tutulan bu konu üzerine farklı öngörüler, senaryolar, tedbirler geliştirilmeye çalışılmaktadır. Yapay zekanın tasarım, üretim, gelişim ve yaygınlaştırma süreçlerinin tekelleşmeye dayanması gerçeği, daha şimdiden belki de insanlığın ve de doğanın sonunu getirebilecek sonuçları ortaya çıkarmaktadır. Birçok çevre tarafından yapay zekanın insanları işsiz bırakacağı, insan kontrolünden çıkabileceği vb. konulara odaklı tartışmalar yürütülmektedir. Ancak bunlar da dahil, eğer ciddi ve köklü yaklaşılıp tedbirler alınmaz ise, sorunun çok daha tehlikeli ve kapsamlı boyutlara ulaşması ihtimali yüksektir. Yapay zekanın hafıza oluşturma ve bu hafızanın değişik dillere çevrilmesinde 400 bin insanın ağır psikolojik, düşünsel ve bedensel sorunlarla karşılaştığının açığa çıkması örneği bile, felaketin boyutlarını fazlasıyla izah etmektedir. Ancak, acil biçimde çözülmesi kaçınılmaz olan en büyük sorun, yapay zeka teknolojisinin kapitalist tekellerin elinde, toplumun varlığı ve değerlerine karşı, hatta yaşamın bir bütününe karşı çok etkili ve yıkıcı bir silah olarak kullanılmasına doğru gidiştir. Yapay zeka da sonuçta insan ürünüdür ve insanlığın milyonlarca yıla dayanan mirası üzerinde geliştirilmiştir. Dolayısıyla tam ve doğrudan bir biçimde toplumun demokratik denetiminde geliştirilmesi halinde, zararları en aza indirgenebilir ve birçok sorunun aşılmasında yardımcı olabilecek bir araç olarak değerlendirilebilir.
Anlamsızlaştırılan, gereksiz duruma düşürülen insanın ekolojiye yaklaşımını da görmek gerekir. 1950’li yılların sonunda ABD de askeri ve istihbarat amaçlı başlatılan elektronik iletişim, bilgisayar, internet, yapay zeka çalışmaları bir süre sonra diğer hegemonik güçlerce de geliştirilerek toplumu, potansiyel-aktif ve olası direniş güçlerini, kültürel, muhalif, asi grupları izleme, gözetleme, kontrol etme faaliyetlerinde etkin ve yaygın biçimde kullanıldılar. Bilgisayar ve kapalı devre internet ve görüntülü telefon teknolojisini ise kısmen bazı kurumların faaliyetlerinde kullanılır duruma getirdiler. Aynı egemen güçler, bu teknolojileri güvenceli biçimde kendi denetimlerinde tutma kapasitesine ulaştıklarında 1980’li yıllarda toplumun gündemine taşıdılar. Bir yandan bu gelişmiş ve kompleks teknolojileri çok büyük kâr ve sermaye birikimini sağlayan dev endüstriler olarak örgütlediler, diğer yandan da bu teknolojileri, topluma karşı savaşta en etkili silahlar olarak kullanmaya ağırlık verdiler.
Sosyal medya adı verilen iletişim ağları, toplumsal bilinç, örgütlenme ve kullanım anlayışından yoksunluk nedeniyle günümüzün en etkili özel savaş aracı düzeyine ulaşmıştır. Küresel çapta tekeller düzeyine ulaşan Google, YouTube, X ve daha birçok sanal platformun, büyük paralar karşılığında hedef seçilenlerin kişisel ve kurumsal verilerini ulus-devlet iktidarlarına teslim etmeleri artık sıradan bir faaliyet olarak görülmektedir. Günümüzde küresel ölçekte dev bir endüstri haline gelen reklam faaliyeti ile “sosyal medya” tekellerinin iş birliği sonucunda ortaya tam felaket hali çıkmaktadır. Bu araçların egemen kullanım biçimleri toplumun parçalanmasını, dağıtılmasını ve topluma ait ne varsa özünden boşaltılarak ticarileştirilmesine yol açmaktadır. Bununla kalınmayıp bireyin, üstüne para ödeyerek ve gönüllü biçimde kendisini izlettirmesine, ürün olarak pazarlamasına yol açmaktadır. Ancak diğer yandan da bu platformların sahibi olan şirketlerin kasalarına her bir dakikada yüz binlerce dolar girmektedir.