Bilindiği gibi Türkiye de 14 Mayıs’ta genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turda tamamlandı. Tayip Erdoğan yeniden başkan seçildi. Cumhur İttifakı mecliste çoğunluğu sağladığından dolayı Erdoğan yeni Bakanlar Kurulunu atayarak yeni görevlendirmelere gitti.
MİT’in şefi Hakan Fidan, Dışişleri Bakanı olarak atandı. Hakan Fidan, çok uzun yıllar MİT’in başkanlığını yapmış, Türkiye’nin özellikle Irak, Suriye, Libya gibi çatışma bölgelerindeki tüm askeri, istihbarı ve siyasi faaliyetlerde söz sahibi olarak yön vermiş bir kişidir. Kendisinin şimdi doğrudan dış politikanın başına geçmesi, bu anlamda Türkiye açısından Irak ve Suriye siyaseti bağlamında bir sürekliliğin göstergesi oluyor. Bununla beraber ABD, AB, NATO ile ilişkilerde de daha aktif rol alacağı anlaşılıyor.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler de benzer bir profile sahiptir. Kendisi Türkiye’nin Irak ve Suriye’de sınır ötesi askeri işgallerini hem siyaseten ve hem de bu işgalleri sahada bir fiil yöneten kişilerden birisi. Yaşar Güler, Erdoğan’ın yeni kabinesinde savunma bakanı oldu; bu durum askeri olarak işgallerin devamı anlamına geliyor.
Yeni İçişleri Bakanı olarak atanan Ali Yerlikaya da uzun yıllar Gaziantep Valiliği yapmış, Suriye süreçlerini yakından bilen, askeri işgallerde pratik sahada sorumluluğu olan ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Kürt halkına karşı özelliklede Rojava Kurdistan’da mücadelede sorumluluklar üstlenmiş bir kişidir.
İbrahim Kalın, Erdoğan’ın sözcülüğünü ve Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nı yapan bir kişi olarak Fidan’ın yerine MİT’in başına getirildi. Cevdet Yılmaz’da görüntü açısından geçmişte ANAP dönemindeki Abdülkadir Aksu’ya verilen rolü oynayacak. Yani işbirlikçi hain Kürt profili olarak, Kürt sorunu yüzde 95 çözülmüştür yalanını en çok kullanacak isimlerden biri olarak görünen yüz olacak.
Özel savaş kabinesi görev başında
Oluşturulan bu kabine ultra düzeyde bir özel savaş hükümeti olmaktadır. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası tüm ilişki ve politikalarını geçmişteki NATO’nun gladyosu Türkiye versiyonu olan Özel Harp Dairesi’nin günümüzde daha da inceltilmiş yöntemlerini kullanarak yürütecektir. Bundan dolayı kendi diktatörlük çıkarları için Tayyip Erdoğan pragmatik ve makyavelist bir anlayışla ne gerekiyorsa onu yapacaktır. Bugün söylediğini, yarın ‘söylemedim’ diyebilecek, yalanı, talanı kültür haline getirerek politikayı etik olmaktan çıkaracaktır. Bunun için her türlü yönteme başvurmaktan çekinmeyecektir
Tayyip Erdoğan ve yönetimindeki ultra özel savaş kabinesinin yeni dış politikası kimseyi şaşırtmamalıdır. 2002-2022 arası AKP-MHP faşist iktidarları dönemlerine bakıldığında Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki ilkesizliği ve manevraları ve nedenleri rahatlıkla görülecektir.
Erdoğan geçen yıldan bu yana hem Ukrayna hem de Rusya ile “dostane” ilişkiler sürdürdü, arabuluculuk yaptı ve savaşan taraflarla kritik bir tahıl anlaşması gerçekleştirdi. Ayrıca Rusya ile turizm, enerji ve bir nükleer santral projesi aracılığı ile ilişkilerini yürüttü. Kiev’e de insansız hava aracı ve silah satışlarını sürdürdü. Ancak geçtiğimiz günlerde Erdoğan, Moskova’yı kızdırabilecek bir hamle ile Ukrayna’nın NATO üyeliğini açıkça destekleyeceğini belirtti ve Kiev ile başka bir insansız hava aracı üretim anlaşması imzaladı.
Ayrıca Türkiye, Ukrayna ile Rusya arasında varılan bir anlaşma kapsamında Ankara’nın misafir ettiği Ukraynalı savaş esirlerinin bir kısmını iade etmeye karar verdi. Kremlin, Mariupol Savunması sırasında kahraman ilan edilen Azak alayının iki üst düzey komutanı da dahil olmak üzere subayları serbest bıraktığı için Erdoğan’ı kınadı ve Ankara’nın bu esirlerin savaş sonuna kadar Türkiye’de kalmasını öngören bir anlaşmanın şartlarını ihlal ettiğini söyledi. Türkiye’de tutma sözü verdiği savaş esirlerinin Ukrayna’ya gitmesini kabul ederek başta Putin olmak üzere dünyayı şaşırttı demek Erdoğan tanımamak anlamına gelir.
Ardından Fransızların Türkiye’deki Rus nükleer reaktörünü denetlemesine izin vermesi, aynı zamanda Ukrayna Devlet Başkanı’nın Türkiye ziyareti sırasında Rusların buğday anlaşmasını yenilememesi halinde Ukrayna’nın Karadeniz’deki buğday sevkiyatını Türk savaş gemilerinin eşlik edeceğini söylemesi, Erdoğan bu keskin ‘U’ dönüşlerini İsveç’in NATO üyeliğine yönelik vetosunu kaldırarak taçlandırmasına da şaşırmamak gerekir. NATO liderleri Erdoğan’a şükranlarını bildirip onu kucaklarken Putin kendini ihanete uğramış hissetmesini de abartmamak gerekir. Çünkü Erdoğan-Putin ilişkisi karşılıklı çıkara ve birbirini kullanmaya dayalıdır.
ABD, Rusya ile dolaylı askeri çekişme Çin ile de ekonomik savaş yürütüyor
Ancak Rusya’nın Ukrayna Savaşı’nda yaşadığı başarısızlık, kendisini zayıflattı. Erdoğan bunu gördü ve bu yüzden Erdoğan yeniden dümeni Batı’ya çevirdi. Ekonomik olarak çöken Erdoğan iktidarı Batı ve körfez ülkelerinin yatırımına ihtiyaç duyuyor. Ancak Batı ve Moskova, Erdoğan’ın bu istikrarsız dış politikasını iyi görüyor ve biliyorlar. Batı, Moskova ve Erdoğan ilişkisi ulus-devlet ve hegomonist güçler arası karşılıklı çıkar ilişkisi olduğundan her birinin diğerini kullanma potansiyeli her zaman mevcuttur ve bu kapitalizmin temel karakteridir. Kaldı ki Türkiye ve Erdoğan’ın NATO ve Rusya’yı kuşatan güçlerle olan ilişkilerini en iyi bilen ve okuyan Moskova ve Putin’dir. Buna rağmen Türkiye-NATO yükümlülüklerini anlayışla karşıladıklarını söyleyen Moskova yönetimidir.
2022 yılı Haziran ayında Serxwebûn Gazetesi’nde kaleme aldığım ‘NATO’nun Genişleme Arzusu ve Yarattığı Krizler’ başlıklı yazımdan bir alıntı yapmak yararlı olacaktır.
“24 Ağustos 1949’da 12 ülke tarafından imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’na dayanarak kurulan ve farklı dönemlerde 18 ülkenin daha katıldığı uluslararası bir askeri ittifak olan NATO oluşumu kurulduğu ilk günden günümüze kadar birçok süreçte bölgedeki yıkımın en büyük mimarı olmuştur.
Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü, NATO olarak bilinen uluslararası örgütü duymayan yok gibidir ama gerçekte ne kadar bilindiği tartışma götürür bir konudur. Sadece isim olarak bilinir. Gerçekte ne olduğu, işlevi, dünya halklarına ne gibi yararları veya zararları olduğu ilgili olmayan çevrelerde bilinmez…”
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali harekâtını başlattığı 24 Şubat’tan bu yana 3 aydan fazla süre geçti. Bu süre zarfında yaşananlar ve bundan sonra yaşanacak olanlar Avrupa güvenlik mimarisi, siyasi yapılanması ve genel olarak dünya jeopolitik rekabeti açısından önemli sonuçlar doğurmaya gebedir. Rusya, yıllardır Ukrayna’nın ve eski Sovyet coğrafyasındaki ülkelerin NATO’ya üye olmalarını kabul edilemez bir gelişme olarak görmekteydi ve bugüne kadar bu görüşünü birçok platformda dile getirmekten çekinmedi. Buna karşı ise ABD bu ülkelerle derin ilişkiler içerisine girmeye ve Rusya’yı bu ülkeler üzerinden kuşatmaya almaya devam etti. Öte yandan dünya siyasetinin çok kutuplu hale gelmesi ve Batı hegemonyasının dengelenmesi fikri, Rusya ve Çin başta olmak üzere birçok ülke tarafından sürekli olarak dile getiriliyor. Ama ABD küresel dengeleri bir başka güçle paylaşmak istemiyor. Bu amaçla Rusya ile dolaylı bir askeri çekişme içerisine girerken Çin ile de ekonomik bir savaş yürütüyor. Bundan dolayı diyebiliriz ki NATO SSCB’nin yıkılmasından tam 32 yıl sonra üye sayısını 32’ ye çıkartarak Rusya’yı batıdan önemli ölçüde kuşatmayı başarmış gibi görünüyor. Nitekim son olarak gündemde olan İsveç ve Finlandiya’nın üyelik süreçleri de tamamlanırsa görünüşe göre bu adım Rusya’yı çok ciddi zorluklarla karşı karşıya getirecektir.
Rusya, Çin ve diğer müttefikleri bu mücadelede hızla gelişen bir silahlanmaya, bölgesel aktörleri oyuna dahil etmeye ve özellikle küresel piyasalarda güç elde etmeye başladılar. Özellikle Çin, var olan nicel insan gücünü yıllar içerisinde ekonomik ve askeri konularda bir atılıma dönüştürerek ABD’ye rakip olmaya başladı. Yani temel çekişmeler halihazırda ABD ile karşı cephedeki Rusya ve Çin arasında yaşanıyor. Bu çekişmeler gittikçe derinleşerek bölgedeki kriz ve kaos ortamını büyütmeyi hedefliyor. Çünkü bu güçlerin tamamı kriz ve kaosları kendi lehlerine çevirebilme temelli bir strateji izliyorlar.
Küresel güçler savaşı kendi toprakları dışında yürütmeyi esas alıyorlar
Küresel güçler arasındaki bu uzun soluklu savaşın merkezi yine Ortadoğu ve son yıllarda Balkanlar olmaktadır. Bütün küresel güçler savaşı kendi topraklarının dışında yürütmeyi en temel stratejilerden görüyorlar. Yüzyıllardır var olan bu çıkar çatışması içerisindeki küresel güçlerin fiili savaş sahasına dönüşen Ortadoğu ülkelerinin tamamında sular hiçbir şekilde durulmuyor. Çünkü küresel güç dengeleri bu ülkelerden krizin ve kaosun eksik olmasını istemiyorlar. “Böl-parçala-yönet” ve “kazan-kazan” politikaları ile bölgedeki birçok ülkeyi savaşa sürükleyen bu güçler, bugün tıpkı bir bumerang gibi giderek doğrudan kendilerini vurmaya başlayan çözümsüzlük kriziyle karşı karşıyalar. Artık sistem muazzam bir doyumsuzluk içerisinde debeleniyor. İnsanlık tarihindeki siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel yönüyle önemli gelişmelere ev sahipliği yapmış olan Ortadoğu coğrafyası, yıllardır küresel güçlerin savaş alanına dönmüş olmasından kaynaklı her alanda bir harabeye dönmüş durumdadır. Tabiri caiz ise tutanın elinde kalan bir hal almış durumdadır. Birçok medeniyetin, imparatorluğun gelip geçtiği, bölgede nüfuz kazandığı veya kaybettiği Ortadoğu, küresel ve bölgesel güçler açısından hem “kazancı bol” hem de o oranda gerilimi her zaman yüksek bir coğrafya oldu. Geçmişte Mısırlılar, Asurlular, Babiller, Romalılar, Osmanlılar için geçerli olan bu durum günümüzde ise yerini ABD, İran, Türkiye, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ve Rusya’ya bıraktı.
Ortadoğu’da kriz ve çatışma olgusu yeni olmasa da hem son yüzyılı kana bulayan kapitalist güçlerin hem de yerel işbirlikçilerinin çözümsüzlük ve çaresizlikleri elbette yeni bir durum değil. Yüzyıl önce bölgeyi ulus devletler ile parçalayıp, işbirlikçi yönetimler aracılığıyla yönetme denemeleri, kanlı bir yüzyılın sonunda halkların isyan çığlıklarıyla sarsıldı. Ancak halkların direnişleri örgütsüzlük, ideolojik yetersizlik ve öncüsüzlük gibi pek çok nedenden dolayı yeni diktatörlerin türemesinden öteye gidemedi. Eskinin yerini alan “yeni” olamadığı gibi çoğu zaman eskiyi aratır oldu.
Türkiye kendince ABD ve Rusya arasında bir denge rolü oynamaya çalışarak ‘ne şiş yansın ne de kebap’ misali her iki güçten de nemalanmak istiyor. NATO içerisinde Türkiye’ye bekçilik rolü verildi. NATO’nun bütün kirli işlerini Türkiye üzerinden yürütmesi karşılığında NATO da 5. Madde kapsamında Hareketimize karşı giriştiği kirli soykırım savaşında her türlü desteği sunacaktı. Nitekim 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı’ndan sonra gelişen süreçten günümüze kadar da bu madde kapsamında NATO eliyle Türkiye’ye her türlü taviz verilmekle kalınmıyor aynı zamanda uluslararası bağlayıcı yasalar uygulanmıyor ve askeri-siyasi ve ekonomik her türlü destek sonuna kadar veriliyor. Belirttiğim gibi ABD öncülüğündeki NATO ve AB Ortadoğu’yu kendi silah pazarını ayakta tutmak için sonuna kadar kullanıyor. Bu temelde Türkiye’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaş gerekçe gösterilerek en yeni silahlar Türkiye’ye pazarlanıyor. Şimdi böylesi bir konjonktürde faşist Erdoğan ve Bahçeli rejimi büyük bir arayış içerisindedir. Türkiye zaten yıllardır NATO’dan daha fazla destek kopartabilmenin uğraşısını veriyor. Bunu Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşı için yapıyor. Çünkü kendisinin ilelebet var olabilmesinin tek yolu kendisince Kürt halkını yok etmektir. Bu temelde Avrupa ülkelerine karşı Hareketimizi bahane göstererek büyük şantajlar uygulamakta ve radikal İslam kartını oynamaktadır. 2009 yılındaki NATO genel sekreterliği için adı geçen Danimarka’nın eski başbakanı Anders Forg Rasmussen’i veto etmişti. O dönem Başbakanlık koltuğunda olan Erdoğan, Rasmussen’i 2006’daki Hz. Muhammed karikatürü krizini iyi yönetememekle suçlamış ve bunu büyük oranda İslami kesimler içerisinde oldukça abartarak kullanmaktan da geri durmamıştı. Erdoğan’ın bu vetosunun altında İslam sevdası değil PKK karşıtlığı vardı. NATO’ da kriz haline gelen Rasmussen düğümünün açılmasında Roj TV’nin kapatılması söz konusu oldu. Erdoğan rejimi bundan iki şekilde çıkar sağladı. Birincisi, Kürt halkının sesi olan Roj TV’nin kapatılmasıyla Erdoğan’ın yürüttüğü kirli savaştaki istekleri kabul edilmiş oldu. İkincisi ise Rasmussen’in göreve gelmesi karşılığında “NATO Genel Sekreter yardımcılığı” görevinin bir Türk yetkiliye verilmesi kararlaştırıldı. Daha sonraki yıllarda da NATO’nun bekçiliğini ve tetikçiliğini yapmaya devam etmek koşuluyla Avrupa sahasında yurtsever Kürt halkına karşı yürütülen kriminalize etme ve tasfiye çabalarına Avrupa devletleri de önceden olduğu gibi desteklerini arttırdılar. Erdoğan-Bahçeli rejimi istiyor, NATO ülkeleri de kendi kolluk güçleriyle bu istekleri Kürt devrimci ve yurtseverlere karşı uyguluyordu. Yani uzun lafın kısası NATO Türkiye’den istediğini alıyordu ama Türkiye’de kendi isteklerinin büyük bir kısmını NATO eliyle uygulamaya koymayı başardı. Yıllardır olduğu gibi şimdi de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı “PKK’ye destek veriyorlar” gerekçesiyle veto kartını kullanıyor.
Ukrayna üzerinden başlatılan büyük savaşta dengeler oldukça değişkenlik kazanacaktır. Bunun sonuçları uzun vadeli ortaya çıkacak ve birçok güç bu savaşa ya dolaylı ya da doğrudan katılmak zorunda kalacaktır. Türkiye bu savaş ve pazarlık ortamında kendi aklına göre kârlı çıkmanın peşindedir. Bir taraftan ABD’yi NATO’nun boğazlar maddesini uygulayarak Rus savaş gemilerinin geçişine izin vermeyerek etkilemeye çalışıyor. Diğer taraftan Rusya ile de AB ve NATO’nun yaptırımlarına katılmayarak etkileme ve bundan çıkar sağlamaya çalışıyor. Bilindiği gibi Rusya’nın elinde her ne kadar büyük bir çıkmaza girse bile tüm dünyayı etkileyecek kartlar var. Bunların başında tahıl, petrol, doğal gaz ve daha birçok ürün geliyor. Türkiye zaten yıkımı yaşayan ekonomisini ayakta tutmak için Rusya ile ilişkilerini iyi tutmak istiyor. Çünkü hem tarımda hem de enerjide büyük oranda dışa bağımlı bir ülke ve yanı başındaki Rusya’dan bu ürünleri getirmek daha ucuza geliyor. Ayrıca güvenlik açısından da Rusya’nın kendisine saldırmasının olabilirliğini azaltmaya çalışıyor. Ama unutulan nokta şudur: ABD bunları görmezden gelmeyecektir. Nitekim öyle de oluyor. Şu anda bir başka NATO üyesi olan Yunanistan üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışıyor. Aslında TC’ye ‘sınırı aşma’ demeye getiriyor. Sonuçta Türkiye neyi kazanmayı hayal ederse etsin kazanacağı şeyi küresel güçlerin işine ne kadar yaradığı belirleyecektir.
Erdoğan rejiminin bütün çabaları beyhudedir
Son yıllarda Erdoğan rejiminin Rusya ile çok fazla yakınlaşması ve ABD’ye rağmen S-400 hava savunma sistemlerini alması sonrasında ABD bir takım sıkı ambargo uyguladı. Bunların en başında geleni ise F-35 programından Türkiye’nin çıkarılması oldu. Türkiye İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri karşısında Hareketimize karşı yürüttüğü savaşı derinleştirmek için yeni destekler arzulamasının yanında bu kirli soykırım savaşında başarılı olabilmek için ABD’nin silah ambargosunu kaldırmasını amaçlıyor ve bu konuda ABD’yi ikna etmeye çabalıyor. Bundan dolayı da bu iki ülkenin üyeliğine karşı veto kartını kullanıyor. Görünüşe göre bu kriz gittikçe derinleşeceğe benziyor. Çünkü belirttiğim gibi ABD’de buna karşı Yunanistan’ı sahaya sürmek istiyor. Her ne kadar NATO Türkiye’nin daha fazla Rusya ile yakınlaşmasını önlemek için bazı isteklerine yeşil ışık yakmış ve ABD kongresinde bir yumuşama olmuş olsa da ABD silah ambargosunu kullanmaya devem edecek gibi gözüküyor. Bundan dolayı NATO, İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerine karşı veto etmekten vazgeçmesi için Hareketimize karşı yeni hamlelere girişebilir hatta ABD’nin silah ambargosunu kaldırmasını da sağlayabilir. Tabi bunlar savaşın seyrine bağlıdır. Bütün bunlara rağmen Erdoğan-Bahçeli faşist rejimi şu anda gerilla karşısında günbegün kaybetmektedir. Bu derece çırpınması kendi iktidarının ömrünü uzatabilmek ve en kötü senaryoda bile yerine gelecek iktidarın yönetememesini sağlamaktır. Bu yolla halkı kendisine mahkûm kılmak istemektedir. Mücadelenin hepimize gösterdiği gibi Erdoğan rejiminin bütün çabaları beyhudedir.
Haziran 2022 de yazdığımız bu olası değerlendirmeler bizi doğrulamış olup son süreçte Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta 11-12 Temmuz tarihlerinde yapılan NATO Zirvesi’nin ana gündem maddelerinden biri de Türkiye’nin çok sayıda şart öne sürerek şimdiye kadar onay vermediği İsveç’in üyeliğine ilişkin protokolün imzalanması olmuştur. Finlandiya’nın üyeliği konusunda daha önce Türkiye vetosunu kaldırmış, Finlandiya NATO ya üye olarak katılmıştı. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın NATO karşısında üç aylık direnmesi Kürt halkına yönelik soykırım politikalarına destek amaçlı olduğu, Türkiye deki ekonomik krizi gölgelemek için silah ve para tedarikini sağlamayı amaçladığı, İsveç- Türkiye arasında NATO garantörlüğünde imzalanan 7 maddelik protokolde mevcuttur. Buna somut bir örnek de vermek mümkündür: İsveç Devlet Silah İhracat Kontrol Dairesi (ISP) 15 Ekim 2019’da, Türkiye’nin Rojava’ya yönelik askeri harekatı sonrası silah ambargosu uygulama, silah satmama kararı almıştı. Bu ambargonun iki yılın sonunda kaldırılması doğrudan NATO üyeliği pazarlığının bir sonucunda gerçekleşti. Ayrıca İsveç terörle mücadele yasasıyla ispiyon-ajanlık kanununda bazı değişikliklere gidildi. Böylece 1 Ocak 2023 itibariyle herhangi bir İsveçli gazetecinin, İsveç’in veya ortaklarının zarar görebileceği herhangi bir yazı-haber yapması cezaya tabi tutuldu.
Tayyip Erdoğan ve onun ultra özel savaş kabinesi tüm dış politikasını ikinci cumhuriyet olarak tanımlayacağımız Türk-Sünni İslam ekseninde, yeni dönem Turancı anlayışına uygun yayılmacı politikalarla pragmatik ve makyevelist yöntemlerle idealize ettiği Türkiye yüzyılına ulaşmanın hedefi ve amacı içerisinde olacaktır. Bunun için Türki Cumhuriyetler, selefist-cihadist yapılar temel dayanakları olsa da savaş sanayisinin, finans kapital pazarında sürekli ciritler atacak, fakat kendisini NATO’nun Neopol (Yeni Polis) ve NeoSoldate’si (Yeni Askeri) olmaktan kurtaramayacaktır.