Kurdistan’da kesintisiz bir direnişi ve özgürlük tarihini başlatan 15 Ağustos Devrimci Atılımımızın 39’uncu yıl dönümünü yaşıyoruz. Büyük atılımın 40’ıncı yılına girerken başta bu atılımın yaratıcısı olan Önder Apo olmak üzere tüm yoldaşların, gerilla güçlerimizin, yurtsever halkımızın ve dostlarımızın diriliş ve gerilla bayramlarını kutluyoruz. Kürt kahramanlık atılımının ölümsüz komutanları Egîd ve Zîlan yoldaşlar şahsında bu 39 yıllık tarihi mücadelenin bütün şehitlerini saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz.
Hareket ve halk olarak Önder Apo öncülüğünde 39 yıldır büyük bir direniş yürütüyoruz. Kurdistan’da ve Kürt sorunuyla ilgili olarak bu son 39 yılda yaşanan bütün gelişmelerin temelinde 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımımız bulunuyor. 39 yılın her anında bu atılımın izi, damgası var. Bugün de baştaki bu tazeliğini ve etkisini sürdürüyor. Kuşkusuz 39 yıl boyunca en çok tartışılan olay, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlatılan yeni Kürt Özgürlük Direnişi ve onun temelinde yer alan gerilla mücadelesi oluyor.
Umudun, inadın ve inancın atılımı
Bugün de bir bütün parti hareketi olarak direniyoruz. Kürt halkı, kadınları ve gençleri olarak direniyoruz. Fakat bütün bu direnişlerin önünü açan, koruyan, yön veren, öncülük eden 15 Ağustos Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan gerilla savaşımız oluyor. Bugün de gerilla direnişi, bütün direnişlere öncülük etmeye ve temel oluşturmaya devam ediyor. Adeta her şeyin belirleyeni konumunda. Bu nedenle bu 39 yıl boyunca en çok tartışılan konu söz konusu gerilla direnişi oluyor. Dost da, düşman da bu 39 yıl boyunca Kurdistan’daki gerillanın yürüttüğü mücadelenin ne anlama geldiğini, kendileri açısından ne ifade ettiğini, nereye varacağını anlamaya ve tartışmaya çalışıyor. Herkes kendi penceresinden olaylara bakıyor ve kendi çıkarı temelinde değerlendiriyor. 39 yılın neredeyse her anında faşist-soykırımcı düşman, TC hükümetleri bugünkü AKP-MHP diktatörlüğü gibi “bitirdik, bitiriyoruz” teranelerinde bulunmuşlardır.
Tabii bütün bu iddialara rağmen 39 yıldır gerilla büyüyerek, parti öncülüğünü geliştirerek, halkı eğitip harekete geçirerek, Kürt düşmanı faşist-sömürgeci-soykırımcı TC egemenliğine öldürücü, ağır darbeler vurarak gelişimini sürdürüyor. 15 Ağustos Atılımı, faşist-soykırımcı diktatörlük altında yok oluşa giden tarihi durdurarak Kürt Özgürlük Tarihi’ni başlatan bir milat olma özelliğini taşıyor. Bu temelde 15 Ağustos Atılımı’na dair en kapsamlı değerlendirmeleri Önder Apo yapmış bulunuyor. Tarihi açıdan ne anlam ifade ettiğini, nasıl gerçekleştirildiğini ve nasıl sürdürüldüğünü çok kapsamlı ve somut ifadelerle defalarca ortaya koymuştur. 15 Ağustos Atılımı’nın tarihi zorunluluğu olarak “insan kalmakta ısrar” kavramını kullandığını biliyoruz. 15 Ağustos Atılımı’nı Kurdistan’da, ona dayalı olarak dünyada insan kalabilmek için bir zorunlu eylem olarak değerlendiriyor. Yine bir umudun, inadın, ısrarın, büyük inancın atılımı olarak ifade ediyor.
Bugün de, 39’uncu yıl dönümünde 15 Ağustos Atılımı’na ilişkin değerlendirmeler, tartışmalar yoğundur. Bir yandan İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı yürütülen mücadele, Önder Apo’nun fikirlerinin dünyada yayılması, diğer yandan Zap, Avaşîn, Metîna, Xakurkê başta olmak üzere Medya Savunma Alanları ve Kurdistan’ın dört bir yanında HPG ve YJA Star gerillalarının 15 Ağustos Atılımı’nın 40’ıncı yılını selamlama eylemleri gerçekleşirken, Kürt halkı, gençleri ve kadınları da dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdikleri 15 Ağustos kutlamalarıyla bu tartışmalara vesile oluyor. 39 yıl önceki eylemler herkesi nasıl etkilediyse, şimdi de Medya Savunma Alanları’nda ve Kurdistan’ın dört bir yanında gelişen gerilla eylemleri aynı düzeyde etkiliyor. Gericiliği yıkımla tehdit ediyor. Kürt halkına, gençlerine, kadınlarına, Türkiye halklarına daha çok umut veriyor. İnsanlığı daha fazla aydınlatıyor, daha çok etkiliyor.
Dolayısıyla 15 Ağustos Atılımının 40’ıncı yılına girerken büyük atılımın etkisinde bir azalma değil, tersine artış vardır. Atılıma dair değerlendirmelerde, tartışmalarda bir azalma, zayıflama değil, tam tersine çoğalma, derinleşme ve yaygınlaşma söz konusu. Bu da 15 Ağustos Atılımı’nın bu 39’uncu yıl dönümünde anlam ve öneminde hiçbir azalma ve eksilmenin olmadığını, etkisinin hiçbir biçimde zayıflamadığını, tersine giderek daha anlamlı ve etkili hale geldiğini bize gösteriyor. Önemli olan noktada budur. Doğru anlamamız ve 15 Ağustos Atılımı’nın gereklerini pratikte başarıyla yerine getiren olabilmemiz için öncelikle bu durumu görmemiz gerekli.
Bilindiği gibi biz, bu kutlama ve anmaları aslında anlam gücümüzü derinleştirmek, yaşanan olayların zengin derslerini çıkartmak ve bu temelde kendimizi eğitip güçlendirerek özgürlük mücadelesini daha doğru ve başarılı yürüten militanlar haline gelebilmek için değerlendiriyoruz. Bu tür tarihi olayların, tarihi günlerin kutlanması, anılması bizim açımızdan, parti, gerilla ve halk açısından bunu ifade ediyor. Dolayısıyla 15 Ağustos 1984 Devrimci Atılımı’nın 39’uncu yıl dönümünü kutlarken de temel yaklaşımımız anlam gücümüzü derinleştirmek, bu 39 yıllık kutsal mücadelenin zengin derslerini derinliğine çıkartmak ve bunu 40’ıncı yıla başarıyla taşımak olmalı. Tüm parti öncülüğümüzün, gerilla güçlerimizin, kadın ve gençlik hareketimizin, halkımızın ve dostlarımızın tutumu böyle olmalı. Çünkü doğru olan yaklaşım budur. Bizi eğiten, geleceğe hazırlayan ve yeni süreçleri başarıyla karşılayan hale bu tutum getiriyor. Önder Apo’nun tarzı, tutumu böyle. Başarılı devrimci-militan olmanın yolu, yöntemi olarak da bize bunu öğretti.
Kuşkusuz 15 Ağustos Atılımı’nın bu 39’uncu yıl dönümünü de böyle karşılamalıyız. Bu yıl dönümünde de kendimizi bu temelde ele almalıyız. 40’ıncı yıl gibi çok önemli, tarihi bir sürece kendimizi hazırlayarak girmeliyiz.
Gerçekten 40’ıncı yıla girmek basit bir olay değil. 39 yıl kesintisiz gerilla savaşı ve halk direnişi içerisinde olmak çok görülen, kolay gerçekleştirilen bir durum değildir. Böyle bir direnişe niyet edip hazırlık yapıldığında ve karar verip çalışma yürütüldüğünde, Vietnam halkı gibi direnen halklar vardı. 15-20 yıl savaş yürütebildiği için Vietnamlılara gıptayla bakılıyordu. “Bu nasıl bir halk ki 15-20 yıl savaşabiliyor, yenilmiyor, ayakta kalıyor, hatta zaferler kazanıyor” deniyordu. Acaba Kurdistan’da da buna yakın bir düzey olabilir mi diye bir umut, arayış, bilinç oluşturma çabası söz konusuydu.
Bu sistem için Kürt halkı en karşıt düşmandır
Kuşkusuz o tür örnekler şimdi kat kat aşıldı. Merkezi-tekelci uygarlık tarihinin tarih dışına ittiği, yokluğuna ferman çıkarttığı Kürt halkı, insanlık tarihinin en zorlu, en amansız, en uzun süreli ve yiğitçe yürütülen özgürlük mücadelesini, 15 Ağustos Devrimci Atılımı’nın başlattığı direniş temelinde gerçekleştirdi. Öncelikle bunu görmek, bu durumun derin anlamına ulaşmak lazım. 40’ıncı yılı karşılarken de görev ve sorumlulukları doğru bilince çıkartıp onları başarmak için her şeyden önce bu 39 yıllık kesintisiz direnişin nasıl yürütüldüğünü, neye dayandığını, kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğini, sahiplerinin ve karşıtlarının kimler olduğunu iyi ve doğru anlamak gerekiyor.
Diğer yandan tabii öncelikle böyle bir atılıma nasıl ulaşıldı, nasıl gelindi, bu atılım nasıl hazırlandı ve gerçekleştirildi? Bu soruların da cevabını doğru verebilmek lazım. Bu soruları cevaplayabilmek için de her şeyden önce 24 Temmuz 1923’te İngiltere, Fransa ve Türkiye tarafından imzalanan, Kürt halkını yok sayan ve yokluğuna ferman çıkartan antlaşmayı doğru anlamak lazım. Bunun başlattığı tarihsel sürecin bilincine derinden ulaşmak gerekli.
Kuşkusuz bu antlaşma da bir tarihsel arka plana dayanıyor ve onun üzerinden yükseliyordu. Sümer’den başlayan 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin 20’nci yüz yılın başında küresel kapitalist modernite hegemonyası olarak gerçekleşmesini ifade ediyordu. Aslında bu iktidar ve devlet tarihi, tekelci uygarlık tarihi diğer halkları, kadınları, işçi ve emekçileri, köylüleri ezdiği gibi, Kürt halkını en temel bir düşman olarak belirleyen, Kurdistan’ı sürekli işgal, istila, savaş, saldırı alanı olarak görüp değerlendiren bir sistemdir.
Öncesinden de Kürt karşıtlığı ve Kurdistan’a savaşın dayatılması vardı. Dolayısıyla 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması bir anda ve durduk yere, kendi kendine ortaya çıkmadı. Onun da dayandığı bir tarihsel temel var. Onu da iyi görmeliyiz. Ama tabii Lozan Antlaşmasıyla başlayan, yüz yıldır Kurdistan’a dayatılan ve Kürt halkı üzerinde uygulanmaya çalışılan zihniyet ve siyaseti de çok doğru anlamak lazım. Önder Apo ilk çıkışta buna “Sömürgecilik” dedi. “Kurdistan Sömürgedir” tanımıyla devrimci çalışmaya, mücadeleye başladı. Fakat sınırlı bir incelemeyle Kurdistan’ın sömürge bile olmadığını, Kurdistan’daki uygulamanın sömürgeciliğin ötesinde olduğunu, düpedüz bir soykırım uygulamasının Kürt halkına dayatıldığını tespit etti. Bu soykırımın bütün özelliklerini ortaya çıkarttı; Fiziki kırımdan demografi değişimine, sürgünden soykırıma, asimilasyona kadar soykırımın bütün alanlarını derinliğine değerlendirdi. 1. Dünya Savaşı ile kapitalizmin küresel hegemonik bir güç haline gelmesi ve dünyayı kendi arasında yeniden paylaşması temelinde böyle bir soykırımın ortaya çıkartıldığını, dolayısıyla soykırımın küresel-kapitalist hegemonya tarafından yaratıldığını ve Türk-Fars-Arap devletleri eliyle de uygulanmaya konduğunu değerlendirdi, tespit etti.
15 Ağustos Atılımı’nın tarihi anlamını ve önemini doğru bilince çıkartabilmek için her şeyden önce bu durumu doğru anlamak gerekiyor. Lozan Antlaşmasıyla Kürtlere biçilen kaderin ne olduğunu doğru bilince çıkartmak lazım. Yani düşman denen gerçekliği, “karşıt güçler” diye ifade edeceğimiz yapıyı doğru anlayıp bilince çıkartmamız lazım. Her şeyden önce bu çok önemli. Önder Apo buna girişirken mümkün olabilen en derin, doğru, sistemli bir biçimde böyle bir tarih bilincini, düşman tanımını ortaya çıkardı.
Gerçi bu Kurdistan’da yaşayanlar açısından öyle çok zor bir durum değildi. Öyle görüp anlamak için çok fazla kâhin olmaya da gerek yoktu. Çünkü 24 saat bu sistem en vahşi yöntemlerle kendisini icra ediyordu. Kürtler durumu kavradıkları andan itibaren bu sistemi reddetmişlerdi. Buna karşı Kuzeyde, Doğu’da, Batı’da, Güney’de direnişler geliştirmiş ve Kurdistan’ın dört bir yanında savaş yaşanmıştı. Fiili olarak katliamlar, soykırımlar gerçekleşmişti ve bütün bunların anıları hala taptaze ortada duruyordu. Yazılmış bir tarihi yoktu. Olayların ayrıntılı olarak ifade edildiği belgeler bulunmuyordu. Çünkü her şey yasaklanmıştı. Fakat toplumun bilinci canlıydı. Yaşayanlar bu tarihi olayları yeni kuşaklara taşıyabiliyorlardı. Dolayısıyla herkes görüyordu.
Peki, Önder Apo’nun buradaki farkı neydi? Öyle bir sömürgeci baskı, zulüm, sindirme durumu vardı ki insanlar gerçeği ifade etmekten korkuyordu. Var olanı söylemekten kaçınıyorlardı. Ya tümden uzak duruyor, ya da çeşitli biçimlerde muğlaklaştırıyorlardı. En yurtseverim diyen ancak ezop diliyle bazı dertlerini, duygularını anlatmaya çalışıyordu. Yani Kürt insanına bunları görmezden, duymazdan, bilmezden gelme dayatılmıştı. Canlı olarak yaşayabilmeleri için böyle olmaları gerekiyordu. Önder Apo “herkesin bildiğini fakat görmezden geldiğini, ben sadece ifade ettim, herkes gibi davranamadım, yok sayamadım. ‘Gerçek budur’ dedim, bütün yük üzerime kaldı” dedi.
Aslında gerçek olan budur. Önder Apo herkes gibi davranmadı. Muğlaklaştıran, gerçekten kaçınan olmadı. Yani sorumsuz yaklaşmadı. Bedeli ne olursa olsun, sonuç nereye giderse gitsin, ne kadar ağır sonuçlarla karşılaşma ihtimali olursa olsun gerçeğin üzerine gitti, durumu anlamaya ve açığa çıkartmaya çalıştı. Hem Kürt halkına dayatılan ve dünyada eşi benzeri bulunmayan soykırımcı zihniyet ve siyaseti açığa çıkardı, sistemi çözümledi. Hem de buna karşı Kurdistan’ın dört parçasında gelişen direnişlerin özelliklerini çözümledi. Direnişler neden, nasıl ortaya çıkmışlar, neden yenilmişler sorularının cevabını aradı. Özellikle de neden yenilmişler, niye bu kadar kadim, tarihin derinliklerinden gelen, neolitik devrimi yaşayan, aşiretçi, kabileci formlarda olsa bile iktidar ve devlet sistemlerine karşı binlerce yıl direnerek kendi varlığını sürdüren bir toplum, tarihin böyle bir döneminde kendisine dayatılan soykırımcı saldırılar karşısında yine direnişe geçmiş ama başarılı olamamıştı?
Kuşkusuz bunun çok önemli nedenleri olmalıydı. Bu tarihi tersine çevirebilmek, yok oluşu varlık ve özgürlüğe dönüştürebilmek için öncelikle bu direnişlerin yenilgi nedenlerinin doğru anlaşılması ve bilince çıkartılması düşman ve soykırımcı sistem gerçeğinin doğru anlaşılması için önemliydi. Buna karşı Bakur’da Şêx Sait, Seyit Rıza önderliğindeki direnişlerin, Rojhilat’ta Qazi Mihemed öncülüğündeki direnişin, Başûr’da Şêx Mahmut Berzenci’den başlayan direnişçi konumun neden başarılı olmadığının doğru ve yeterli bilince çıkartılmasıyla her şeye eleştirel, çözümleyici yaklaştı. Böyle bir tarih bilinci oluşturdu.
15 Ağustos büyük bir tarihi bilincin atılımıdır
15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı kuşkusuz böyle bir tarih bilincine dayanıyor. Lozan Antlaşmasıyla Kürt toplumuna biçilen tarihi tersine çevirmeyi ifade ediyor. O tarih neydi? Kürtlerin soykırıma uğratılması tarihiydi. Kürt ulusunun, Türk-Arap-Fars uluslaşmasının bir yayılma alanı haline getirilmesiydi. Kurdistan’ın bölünüp parçalanarak soykırımcı egemenlik altına alınmasıydı. Bu temelde tarihin en eski halklarından biri olan bu halkın varlığının yok edilmek istenmesiydi. 15 Ağustos Atılımı işte böyle bir tarihsel gidişata karşı, çok net, somut, keskin, radikal, devrimci ve özgürlükçü bir müdahaleyi ifade ediyor. Söz konusu tarihsel gidişatı durdurarak Kürtler açısından yeni bir tarihi başlatmayı içeriyor.
Bu tarih nedir? Özgürlük tarihidir. Bunun için 15 Ağustos’a “milat” deniyor. Özgürce var olma tarihidir. Özgürce var oluş için direnme tarihi, savaşma, mücadele tarihi, savaşarak, direnerek, mücadele ederek varlığı ve özgürlüğü kazanma tarihidir.
Demek ki her şeyden önce 15 Ağustos Atılımı’nı, böyle bir tarih bilinci yarattı. Her zaman, Önderlik gerçeğinin en derin, sistemli ve doğru bir tarih bilinci olduğunu dile getiriyoruz. 15 Ağustos Atılımı’nın hazırlanma ve gerçekleşmesinde de böyle bir tarih bilincinin rolünü en başta doğru anlamalı, doğru görmeli ve doğru uygulamalıyız.
Diğer yandan pratik gelişmeleri biliyoruz. Belki kısa kısa özetlemek bugünün anlam ve önemini, özellikle de 40’ıncı yılın nasıl gerçekleşeceğine dair öngörülerde bulunabilmek için yararlı olabilir. Şunu iyi biliyoruz: Önderlik çıkışı, 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı, Türkiye’de Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki devrimci direnişlerin içinde gerçekleşti. Bu direnişlerin yenilip ezilmesi ardından yenilgi nedenlerini doğru ve yeterli bir biçimde eleştirel, özeleştirel değerlendirmeye tabii tutma sonucunda ortaya çıktı. Önder Apo bunu her zaman ifade etti. Kendi çıkışının 12 Mart darbesine karşı yürütülen direnişlerle, o direniş önderlerinin katledilmesiyle, dolayısıyla o şehitlerin anısının doğru sahiplenilmesiyle olan bağını her zaman ortaya koydu.
Diğer yandan bilinç olarak, irade ve umut olarak Apocu ideolojik gruplaşma başta Vietnam, Küba, Angola, Mozambik gibi ülkeler olmak üzere Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da halkların emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı geliştirdikleri ulusal kurtuluş mücadelelerinin kazandığı zaferlerin etkisi altında kendisini şekillendirdi, bunlara dayandırdı. Sömürgeciliğe karşı, halkların geliştirmiş olduğu özgürlük mücadelelerinin derslerini derinden inceledi, yakından takip etti. O mücadeleleri kendi mücadelesi olarak görüp onların derslerini, sonuçlarını Kurdistan somutuna nasıl taşıyabileceği arayışıyla hareket etti. Kendini dünya ezilen halklarının, işçi ve emekçilerinin ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelelerine dayandırdı. Onların yarattığı bilinci kendisine temel aldı. Böylece Önder Apo, 20’nci yüz yılın ilk yarısında Kurdistan’da gelişen direnişlerin derslerini, 1970’li yıllarda Türkiye toplumunun 12 Mart darbesine karşı direnişi ve başta Vietnam, Küba, Angola olmak üzere, Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direnişleriyle birleştirerek yeni bir düşünce oluşturdu. Yeni bir bakış açısı, arayış, ideolojik politik çizgi, sistemli bir düşünce gücü ortaya çıkardı. Bunları birbiriyle iç içe geçirdi, bir senteze tabii tutarak Apocu çizgiye hayat verdi.
Düşman Önderlik gerçeğini anı anına takip ediyor
Aslında 18 Mayıs 1977’de Haki Karer yoldaşa yöneltilen saldırı böyle bir düşüncenin gelişimini, sistemleşmesini, yayılmasını, yazıya dökülmesini, kısaca bir hareket haline gelmesini engellemek için yapıldı. Demek ki düşman Önderlik gerçeğini anı anına takip ediyor. Günü gününe neler yaptığını, ne geliştireceğini görüyordu. Dolayısıyla daha ileriye gitmesini engellemek istedi. Haki Karer yoldaşın bu şekilde hedef alınması, yapılmak istenenlerin bırakılması, girilen yoldan dönülmesi için ciddi bir tehdidi içeriyordu. “Daha büyümeden başını ezme” sözü, kavram olarak TC egemenlik sisteminde fazlasıyla vardır. Muhaliflere karşı mücadelede uygulanan çok önemli bir yöntemdir.
İşte PKK’ye karşı da bu uygulanmak istendi. “Yılanın başı, büyümeden ezilmelidir” denilerek bu saldırı yapıldı. Korkutmak, kaçırtmak ve bundan vazgeçirtilmek istendi. Kurdistan’da teslim alınmış, boyun eğdirilmiş duruştan kendini çıkartan Önderliksel çıkışı, korkutup ürküterek ya da ezerek var olan yapıya uydurmak istediler. Buna karşı tıpkı 1973 çıkışı gibi Önder Apo’nun iki temel karar verdiğini biliyoruz. Bir tanesi partileşme sürecini daha da derinleştirerek grubu, gençlik hareketini devrimci bir partiye dönüştürmek. Özgürlük direnişini bir parti hareketine kavuşturmak. Diğeri soykırımcı, imhacı saldırının intikamını almak. Mücadeleyi devrimci intikam temelinde yürütmek. Özgürlük mücadelesini, şehitlerin intikamını alarak geliştirmek. Apocu grubun, PKK’nin planlı, bilinçli karar vererek silah kullanması, silahlı şiddete başvurması böyle gündeme geldi. Haki Karer’in katledilmesinin intikamını almak için buna başvuruldu.
Ondan önceki mücadeleler planlı, örgütlü, kararlı duruşlar değildi. Daha çok amatör ve kendiliğindendi. Gençlik hareketi düzeyindeydi. Aslında soykırımcı imha saldırılarına karşı silahla direnme ve kendini koruma anlayışı ve tutumu Haki Karer yoldaşın katledilmesinin intikamını alma temelinde başladı. Bu süreç daha sonra Hilvan ve Siverek direnişleriyle ajanlaşmış yapı-kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet temelinde mücadele stratejisi haline geldi. Kurdistan’ın dört bir yanına bu mücadele tarzı yayıldı. Faşistlere, polise, ajan işbirlikçi yapı-kurumlara karşı mücadele edilerek toplumun üzerindeki baskı sistemi biraz kırılıp toplumun kendini eğitmesi ve özgürlük mücadelesine katılmasının önü açılmak istendi.
Partinin kuruluş kongresinin hemen ardından Maraş katliamıyla birlikte Kurdistan’da sıkıyönetim ilan edildi ve Önder Apo devletin yeni bir darbe sürecine girdiğini tespit etti. Bu tespit temelinde de darbeyi devrimci direnişle 12 Mart darbesinde olandan daha örgütlü, hazırlıklı bir biçimde karşılayıp başarısız kılmak için bir yandan Siverek’te gerilla hareketini eğitip örgütleyerek geliştirmeyi öngördü. Orada başarılı olunamayınca yurtdışına, Lübnan-Filistin sahasına çekilerek o zeminde TC Devleti’nin içine girdiği yeni baskı ve saldırı sürecine karşı bir gücü örgütleme, hazırlama çalışması yürüttü. Gerçekten de Siverek’teki mücadelenin başarılı gelişmediği koşullarnda yurtdışındaki çalışmalar, Lübnan-Filistin sahasındaki çabalar çok önemli, tarihi anlama sahip belirleyici rol oynadı.
Gerçi PKK, Önder Apo hep kendi gücüyle hareket etti. Kendi öz gücüne dayandı. Lübnan-Filistin sahasında da çalışarak, emek harcayarak imkânları, fırsatların en küçüğünü bile çok doğru ve güçlü bir biçimde değerlendirerek, bir de saldırılar karşısında savaşıp şehitler vererek sürdürdü. Fakat böyle de olsa, gerçekten Filistin halkının, Filistin Kurtuluş Hareketi’nin PKK ile ilişkileri, Kürt halkıyla dostluğu, Kürt özgürlük mücadelesine desteği tarihi anlama ve öneme sahip. Önder Apo bu desteğe her zaman şükranlarını ifade etti. Tüm hatalarına, eksikliklerine, zorlayıcı yanlarına rağmen o koşullarda Önder Apo’ya ve PKK’ye destek vermek, Kürt soykırımına karşı Kürt halkına verilebilecek en büyük destekti. Başka hiç kimsenin yapmadığının yapılmasıydı.
Arkadaşlar geliştirilsin diye şimdi hep Kürt-Arap dostluğundan söz ediyor. Kendi tarihimiz içinde, PKK ile Filistin kurtuluş örgütleri arasında böyle bir Kürt-Arap ilişkisi var. Orayı görmeyen, oraya dayanmayan hiçbir yaklaşım doğru bir Kürt-Arap dostluğu ve ittifakı geliştiremez.
PKK hiçbir zaman teslim olmadı
Önderlik, 12 Eylül 1980 askeri darbesini bu biçimde karşıladı. Bir yandan Lübnan-Filistin sahasında kendini toparlama, ideolojik-askeri olarak eğitme, gerilla hareketi haline dönüştürme ve gerilla direnişini hazırlamayı ifade etti. Diğer yandan 1979 Şubatında gelişen İran Devrimi’nin Rojhilat Kurdistan’da yarattığı etkileri, sonuçları, yine 20 Eylül 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nın ortaya çıkardığı pratik-askeri durumu değerlendirmek, gerillanın pratik adımlarını da bu durumların yarattığı imkânlara dayanarak hazırlamak istedi. Mehmet Karasungur arkadaş ’79 Aralığından itibaren böyle bir çalışmayla görevlendirildi. Ardından 1981 Ekim sonu Kasım başında Egîd arkadaş, Karasungur arkadaşa destek olmak, birlikte gerillanın pratik hazırlıklarını yapmak üzere görevlendirildi.
1’inci Konferanstan sonra ülkeye dönüş için büyük bir grubun iki-iki buçuk ay süren bir askeri eğitimi oldu. Egîd arkadaş orada da görevliydi. Sonunda eğitimin sonuçlanmasını bir törenle gerçekleştirdik. Törene birçok çevre katıldı. Çeşitli Arap temsilcileri gelmişlerdi. Libya’nın Beyrut Askeri Ataşesi de gelmişti. Askeri tatbikat ardından onlara söz verdik, hepsi çıkıp konuştu. Libya Ataşesi, “Kürtler Orta Doğu’da ilkleri yapmaya, icatta bulunmaya devam ediyor. Bu, PKK ile daha fazla gelişecek gibi görünüyor. Çünkü buradan bakıyorum da karşımızda hazırlık yapan birlik içerisinde erkeklerle birlikte kadınlar da var. Benim en çok dikkatimi bu çekiyor. Bu, Orta Doğu’da bir ilk oluyor. Libya’ya gidersem Başkan Kaddafi’ye Libya’da kadınların da askere alınmasını önereceğim” dedi. Gerçekten de daha sonra Libya Ordusunda kadınları gördük. Kaddafi’nin güvenliğinde kadın birlikleri vardı. Böyle bir tören ardından Egîd arkadaş Başûr ve Rojhilat alanına, pratik hazırlıkları yürütmek üzere Karasungur arkadaşın yanına hareket etti.
Tabii direniş zindanda gelişti. 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı direnişleri şöyle tanımlayabiliriz: Birincisi yurtdışına çekilirken darbe ardından faşist TC ordusunun askeri operasyonlarına karşı direnme hareketleriydi. Bu Fırat’ın Batısında, Pazarcık etrafında da yaşandı. Kuzey Kurdistan’da da, Dersîm, Çewlîg çevresinde de yaşandı. Mêrdîn, Amed hattında da yaşandı. Türk ordusuna karşı tarihi direnişler verildi. Aslında bunlar, Şıkestun olayından sonra böyle seri bir şekilde PKK’nin yaşadığı olaylardı. Bu dönemde orduyla çatışmalara girildi. Fakat bunlar PKK’nin bilinçli, planlı inisiyatifiyle geliştirdiği eylemler değildi. Türk ordusunun, 12 Eylül rejiminin saldırıları karşısında zorunlu gelişen direnişlerdi. PKK hiçbir zaman teslim olmadı. Her zaman direnmeyi esas aldı. Nerede olursa olsun, saldırı nereden gelirse gelsin, saldıran güç ne kadar büyük olursa olsun PKK bunlara bakmadan direnen bir hareket oldu. Direnme ruhunu, bilincini ve iradesini esas aldı.
Lübnan-Filistin sahasındaki hazırlıklar, 12 Eylül darbesine karşı gerilla direnişini geliştirmek için yapılan hazırlıklardı. Fakat 12 Eylül rejimini yıkmak ve yenilgiye uğratmak üzere bilinçli, planlı direnme zindanda başladı. 1982 Newrozu’nda Mazlum Doğan’ın çaktığı direnme kıvılcımı dörtlerin ateşiyle 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucuna dönüşerek 12 Eylül rejimini, TC’yi, sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti ideolojik olarak yenilgiye uğratan bir sonucu ortaya çıkarttı. Örgütlü direnmeyi başlatma kararı zindandan çıktı. Zindandaki direniş ülkeye dönmek ve gerillayı başlatmak için bir çağrı oldu. Bütün bunları anı anına geliştiren, takip eden, değerlendiren Önder Apo, 1982 Ağustosu’ndaki 2’inci Kongre ardından eylülden itibaren ülkeye geri dönüşü başlattı. Geri dönüş ’82 güzünde, ‘83’te, hatta ’84 yılı boyunca gruplar şeklinde devam etti. Ama esas gövde 82 güzünde ve bir de 83’ baharında ve yazında gerçekleşti.
83 yılı Nisan itibariyle pratik olarak Colemerg Botan sahasında gerillanın pratik hazırlık çalışmalarını yapmayla geçti. Zaten Siverek’te başlatılan çalışmaların hedefi de Botan’a gelebilmekti. 1979 sonunda, ’80 başında “Ulusal Demokratik Güç Birliği” adıyla diğer Kürt örgütlerini bir araya getirip PKK’ye karşı saldırtmanın amacı da PKK’nin Mêrdîn’den Botan’a geçişini engellemekti. PKK Mêrdîn’i aşamamalı, Botan’a girememeli deniyordu. Botan’a girerse bir daha çıkartılması ve yenilmesi mümkün olmaz diye daha o zamandan faşist-soykırımcı rejim bu temelde değerlendiriyordu. Onun için de Botan’a girişinin önü alınmak isteniyordu.
PKK de bu gerçeği bilerek hareket etti. Mücadele teorisini, askeri stratejisini, pratik planlamasını Botan’da merkezileşen ve başlayan bir gerilla savaşı olarak öngördü. Buna göre de hareket etti ve ortaya çıkan koşuları değerlendirdi.
İran’daki Şahlığın yıkılmasının ortaya çıkardığı çok önemli bir siyasi ve askeri durum vardı. Evet, Kurdistan parçalanmıştı, her parça bir devletin egemenliği altına verilmişti, tetikçi o devletlerdi ama yine de Kurdistan sistem tarafından ortak yönetiliyordu. Soykırım, küresel kapitalist modernite sisteminin bir kararı, zihniyet ve siyasetidir. Sistemin öncüleriyle bu devletlerin oluşturduğu ortak yönetimler vardı. Bunlar tarihi süreç içerisinde CENTO Paktı, BAĞDAT Paktı, SADABAT Paktı gibi çeşitli adlarla anıldılar. 20’nci yüzyıl boyunca bu ortak yönetimler hep var oldu. İran Devrimi bu yönetimi parçaladı ve bu yönetimden çekildi. Irak’ın saldırısıyla birlikte bu ortak yönetim ortadan kalktı. Bir araya gelemez, ortak karar alamaz duruma geldiler.
Diğer yandan Irak ve İran orduları sınırda yoğunlaşınca, İran’ın ve Irak’ın Türkiye sınırına yakın alanları büyük ölçüde askeri bakımdan boşaldı. Bu da gerilla hareketliliği ve oralara dayanarak Botan’da, Colemerg’de çalışmaları geliştirebilmek için pratik imkânlar sundu. Bunları başarıyla, çatışmasız ve imkânlar temelinde geliştirebilmek için ‘82’de Karasungur arkadaşların çabasıyla PKK ile KDP arasında 9 maddelik demokratik bir ittifak anlaşması da yapıldı.
PKK ile ilişkiye en çok KDP muhtaçtı
KDP’nin, PKK’ye ihtiyacı çoktu. Çünkü YNK, KDP’ye karşı bütün Kürt örgütlerini ittifakla birleştirmek üzereydi. Bu temelde ulusal kongre topluyordu. KDP tümden tecrit olmakla yüz yüzeydi. Zaten çok zayıf konumdaydı da. Aslında KDP ‘75’te yenilmiş, bitmişti. Bazıları Kuzey’deki gelişmelere, İran ve Irak’taki sonuçlara dayanarak yeniden örgütlemeye çalışıyordu. Özellikle İran kendi cephesinde savaştırmak için büyük güç, destek vererek yeniden diriltme çalışması yürütüyordu. Bu bakımdan PKK de onay verse KDP tümden tecrit olacaktı. Dolayısıyla PKK ile ilişkiye en çok KDP muhtaçtı. PKK’nin Botan’a girebilmesi için KDP ile çatışmamazlık konumunda olması bile çok önemliydi. Hele biraz ilişki içinde olması daha fazla önem arz ediyordu. Onu da sağladı. Bunlara dayanarak Botan ve Colemerg zeminine girildi. Daha baştan Karasungur arkadaşın şehadetinin bu süreç üzerinde çok olumsuz bir etkisi oldu. Çünkü süreci hazırlayan, komuta eden bir arkadaştı.
Diğer yandan tabii imkânsızlıklar, zorluklar, alana yabancılık yanında, yaratıcılıktan yoksun, dar, kitabi kalan, somutu çözümleyip onun gereklerine göre tarz geliştirmek yerine, kendisine göre bir tarz oluşturup onu pratikte uygulamak isteyen zihniyet ve yaklaşımların da pratikte tutmadığı görüldü. Kısaca ’83 planlaması gecikmiş, zamana yayılmış olarak ancak gerçekleşebildi. 3 aylık planlama altı-sekiz ayda gerçekleşebildi.
Birincisi somutu görememe, yaratıcı olamama, Önderlik çizgisini geriden ele alma ve uygulama zaten baştan beri bizde yaşanan bir durum. Hayri arkadaşın kendisini borçlu gördüğü durum da aslında tam da böyle bir durumu ifade ediyor. Önderlik çizgisine ulaşamama, zamanında doğru ve yaratıcı bir tarzla bunu uygulayamama, hep geriden zayıf temelde takip etme bizde yaşandı. Önderlik bunu savunmalarında 15 Ağustos Atılımına ve sürece dönük geliştirilen bir “sağ yaklaşım” olarak tanımladı. Daha sonra bu eleştiriler temelinde pratik hazırlıkların toparlanması, ’84 Ocak sonu, Şubat başındaki merkez komite toplantısının sonuçlarının ülkeye aktarılması, 15 Ağustos eylemliliğini, onu gerçekleştiren HRK’nin ortaya çıkışını hazırlayan temel çabalar oldu. Önder Apo perspektif, talimat ve eleştirileriyle sürekli bu erteleyen, geriden alan, zayıf yaklaşan, “sağ eğilim” diye ifade edilen durumları gidermeye, mücadeleyi geciktirmeden geliştirmeye çalıştı. Önderlik müdahaleleri sürecin daha fazla ertelenmesini, gecikmesini engelledi. Sadece eleştirileri değil, perspektifleri de nelerin yapılabileceği konusunda pratikte çalışma yürüten kadro ve militanlara yol gösterdi. Bunların sonucunda bir dizi toplantı ardından HRK’nin kuruluşunun ilanı ve üç birlik halinde, üç ilçe baskınıyla bu süreci başlatma karar ve planlaması pratikte ortaya çıktı. Bunlar Şemdinli, Eruh ve Çatak eylemleri olarak planlanmıştı. Çatak eylemi gerçekleşmedi. Eruh ve Şemdinli eylemleri gerçekleşti. Üç eylemden ikisi başarılmış oldu.
Her zaman başlangıçta elde edilen başarı daha sonrasını belirleyen temel unsur olarak değerlendirilir. Halk savaş teorilerinde bu vardır. Birçok ülkedeki pratikte de bu var. Aslında Siverek’teki mücadelenin istendiği gibi gitmemesi başlangıcın başarılı olmamasıyla ilgilidir. İlk eylemde başarı kazanamama buna yol açtı.
Dolayısıyla o bilinçle ne olursa olsun bir dahaki girişim başarılı olmalı yaklaşımı bizde çok daha fazla vardı. Üçte iki başarılı oldu. Yüzde yüz başarı yoktur. Ama Siverek direnişinin başlangıcı gibi değildir. Orada askeri olarak tümden başarısızlık var. 15 Ağustos, üçte iki oranında iki kasabanın baskınıyla başarılı bir biçimde başlamış bir eylem oldu. Siverek’te yapılamayan Eruh ve Şemdinli’de yapılabildi.
Gerçekten de zorlukları, sorunları vardı. Kesintisiz bir biçimde yürütmek için anı anına Önder Apo’nun yürüttüğü çabalar her zaman belirleyici, yönlendirici oldu. Ama tabii başlangıçtaki bu sonuç, üçte iki başarı durumu da 39 yıllık bu kesintisiz direnişin sürmesinde gerillanın büyüyüp günümüze kadar gelmesinde, Kurdistan’da yepyeni bir gerilla deneyiminin, gerilla savaşının ortaya çıkmasında temel bir etken oldu.
15 Ağustos Hamlesi nelere yol açtı, neleri ortaya çıkardı? Düşman cephesi açısından şunu söyleyebiliriz: Bir-iki gün bunu gizlediler. Fakat daha sonra basına sızdı. 17 Ağustostan itibaren çeşitli basın organlarında böyle bir eylemliliğin gerçekleştiği bilgisi yer aldı. O zaman Kenan Evren cuntası, gelişen bu durumu yeni bir Kürt isyanı ortaya çıktı gibi algılıyor. O yüzden bu isyancı kalkışmayı ezmek için tüm orduyu alarma geçiriyorlar.
Türk ordusu o zamana kadar bu temelde şekillenmiş bir orduydu. Türkiye ve Kurdistan’daki isyanları bastırarak egemen olmuştu. Çeşitli biçimdeki isyanları bastırarak kendisini şekillendirmişti. Temel stratejisi çeşitli yerlerden gelebilecek isyanları bastırmaya dönüktü. Gerillayla karşılaşmamıştı. Gerillaya dönük her hangi bir bilgisi yoktu. NATO’ya girişinden itibaren, NATO ilişkileri çerçevesinde yeni bir bölüm olarak gayri nizami harp bölümü vardı. Fakat çok yeni ve deneyimsizdi. 1974’te Kıbrıs’ta sınırlı bir deneyim sahibi olmuşlardı. 12 Mart darbesi ardından THKO, THKP-C, TİKKO’nun direnişleri karşısında çok sınırlı bir tecrübeleri oluşmuştu. Ordunun esas duruşu halk ayaklanmalarını bastırmak ve bu temelde toplum üzerinde egemenlik kurma üzerineydi. Bunu da yeni bir Kürt isyanı olarak değerlendirip her yerden kalkışma olacak diye orduyu tümden alarma geçiriyorlar. Sonra anlıyorlar ki iki tane kasaba basılmış. Gerilla eylemidir.
15 Ağustos Atılımı’na karşı en çok Turgut Özal savaştı
Ondan sonra 24 saatte, 48 saatte, 72 saatte yok edeceğiz diye süreler telaffuz edilmeye başlandı. “Güneş Operasyonu” adıyla saldırılara giriştiler. İşte o zaman bu “gayri nizami harp” denen kontrgerilla bölümünü harekete geçirip geliştirmeye yöneldiler. O dönem Turgut Özal hükümetti, Kenan Evren de Genelkurmay Başkanıydı. Askeri boyutu Genelkurmay Başkanı olarak Kenan Evren üzerine aldı. Siyasi-ekonomik boyutunu da Turgut Özal üzerine aldı. Uluslararası alanda sermaye sistemi içerisinde belli bir etkinliği, ilişkisi vardı. Bu ikili Türkiye’nin bütün imkânlarını 15 Ağustos Atılımı’nı ezmek için savaşa sürükledi. Az savaşmadılar. Aslında en büyük savaşı Kenan Evren-Turgut Özal ikilisi verdi. Hatta bazı Özal karşıtları, Özal’ın savaşı çok ciddiye almadığını söylüyorlar. Bunlar doğru bilgiler değildir. Turgut Özal kadar 15 Ağustos Atılımı’na karşı savaşan başka bir hükümet olmadı. Tüm gücünü seferber etti, sonuç alamayınca, “savaşla sonuç alınmıyor başka yöntemler bulmalıyız” diye görüş değiştirdi.
Özal’ın ‘93’teki çıkışı, KDP ve YNK ile kurduğu ilişkiler, dünyadaki gelişmelerle bağlantılıydı ama esas olarak da 15 Ağustos Gerilla Atılımı karşısında yürüttüğü savaşta başarı elde edemeyişi, gerillayı ezememesinin sonucunda geliştirdiği düşünceler, yöneldiği politikaydı. Bu aslında savaşla sonuç almak için her şeyi yapıp sonuç alamamanın sonucunda gerçekleşti.
Tabii 12 Eylül darbesi bir NATO darbesiydi. Türkiye’deki bütün ordu darbeleri birer NATO darbesiydi. Arkasında NATO vardı. Bu dönemde TC, “çapulcular, savaş artıkları” dediği ve 24 saatte ortadan kaldıracağını söylediği bu hamlenin gelişimini durduramayınca ’84 sonunda bu durumu NATO’ya götürmek durumunda kaldı. NATO’dan destek isteyip harekete geçirmeye yöneldi. O günden bu yana bizimle NATO savaşıyor. Geçen ay bu konuda yeni bir karar aldılar. PKK’ye karşı savaşı yürütmek üzere NATO bünyesinde ortak bir komutanlık oluşturdular. Fakat bu biraz daha büyüyen, genişleyen NATO içerisinde yeni bir sistem kurmaktır. Tabii önemsemek lazım. Fakat bu yeni ortaya çıkan bir durum değil. Zaten ‘85’ten beri bu savaşı NATO yürütüyor. Arkasında NATO var.
12 Eylül döneminde Uluslararası sistem, başta İsveç olmak üzere Avrupa sistemi TC’nin Avrupa Konseyi’nden çıkartılması için başvuruda bulunmuşlardı. Türkiye’deki cuntaya karşıydılar, eleştiriyorlardı. Demokrasiyi ortadan kaldırdı diyorlardı. 15 Ağustos eylemlerinden hemen sonra başvurularını geriye çekip Türkiye’ye destek vermeye başladılar. Gördüler ki Kürt direnişi var, kendileri de Avrupa Konseyi’nde Türkiye’nin üzerine giderlerse Kürt direnişine destek olacaklar. Kendilerine hizmet eden TC sistemi darbelenecek, yıkımla yüz yüze gelecek. Onu korumak için hemen başvurularını geri çekip Avrupa Konseyi’nde kalmasını istediler.
İsveç sadece şimdi bize karşı değildi. Daha sonra Palme olayı gelişti. İsveç’i bir provokasyon zemini haline getirdiler. Baştan beri aslında Kürt ilkel milliyetçiliğinin yuvasıdır. Barzaniciliği en çok desteleyen zemin, o zemindir. Bütün o ilkel milliyetçi, reformist, küçük-burjuva milliyetçisi gruplar İsveç’te kümelenmişlerdir. Dolayısıyla İsveç’in TC’ye desteği, PKK’ye düşmanlığı yeni ortaya çıkmıyor. Çok yeniymiş gibi sunmamak lazım. Daha o zamandan bu yana hem İsveç kendi yaklaşımı temelinde hem de sistem, İsveç üzerinden İsveç’i kullanarak bize karşı mücadele ediyor.
Hiçbir zaman yapamadıkları birliği PKK ve 15 Ağustos Atılımı’na karşı oluşturdular
49 tane Türk ve Kürt örgütü İsveç’te bir araya gelip 15 Ağustos Atılımı’nı kınayan, terörizm olarak suçlayan bir açıklama yaptı. Kenan Evren cuntasına; “Siz Apocuları tanımazsınız, biz sizden daha iyi onları tanırız. Bize imkân ve fırsat verin, onlara karşı mücadele nasıl edilir size gösterelim, yardım edelim” diye çağrıda bulundular. Kemal Burkay, “Devrimcilik mi, terörizm mi” diye PKK üzerine bir kitap yazdı, yayınladı. PKK’nin terör örgütü olduğunu ilan etti. Avrupa devletlerinin PKK’yi terör örgütü olarak kabul etmesi için yoğun bir çaba harcadılar. Daha sonra da bu çabalarını Avrupa üzerinden sürdürdüler. Bütün o kaçkın, mülteci, sosyal-şoven, reformist-milliyetçi akımlar, örgütler, zihniyetler bir araya geldi. Hiçbir zaman yapamadıkları birliği PKK ve onun 15 Ağustos Atılımı karşısında oluşturdular. Birlik oluşturup her türlü karşı propagandayı yaparak çağrıda bulundular.
KDP 1985 Ağustos’unda, yani atılımın birinci yıl dönümünde antlaşmadan çekildiğini ve PKK ile her hangi bir ilişkisinin kalmadığını ilan ederek TC ile yeni görüşmeler yaptı, ittifak geliştirdi. ’85 Eylül’ünden itibaren PKK kadrolarını, militanlarını katletmek üzere, TC’nin Kuzeyden gelişen saldırılarını Güneyden tamamlayan bir saldırı konumuna girdi. O da yeni değil. Bu KDP’yi de doğru anlamak lazım. Evet, ‘82-85 arasında 9 maddelik bir protokol ile bir ittifak gerçekleşti. Ama 15 Ağustos Atılımından hemen sonra KDP bunu bozdu.
Aslında ortaya şu çıktı: Öyle bir ittifakla KDP bir yandan YNK karşısındaki sıkışmışlığını gidermek, diğer yandan da esas olarak PKK’yi kendi yörüngesine çekip kendi etkisi altına alarak, üzerinde denetim sağlama amacı temelinde böylesi bir ittifaka girmişti.
KDP bütün örgütlere karşı bunu yaptı. Kendi dışında her hangi bir örgütlenmenin gelişmemesi için her türlü saldırıyı yürüttü. YNK ile birlikte yaptıkları saldırıların temelinde de bu vardı. Böyle benzer bir yaklaşımla PKK ile de ilişkilenmek istediği için başta gelişen PKK’ye şiddetle karşı çıkmak yerine, yumuşak yöntemlerle yanına çekip denetim altına almayı öngörmüş, fakat bunu başaramamıştı. 15 Ağustos Atılımı gelişip Kuzeyde gerilla harekete geçince de anlaşmayı bozup saldırıya geçti. Doktor Şıvan ve arkadaşlarına dönük saldırıları da insan bu çerçeveden bakınca daha iyi anlıyor. Onları da önce yanına çekiyor, fakat denetim altına almakta zorlanınca öncülerini katletti. Ondan sonra hareketi etkisiz kılıp parçaladı ve kendi ajanlarını yerleştirerek denetim altına aldı. Dolayısıyla PKK ile yaptığı anlaşma kendi zeminine çekme çabasının bir sonucu olarak gelişmişti. Eyleme geçmeyi engelleyemeyince, bir de Doktor Şıvan hareketine yaptığı gibi, öncüleri katledemeyince açıktan antlaşmayı feshederek TC ile birlikte PKK’ye karşı savaş başlatmaya yöneldi.
Komploda düğmeye KDP bastı
Aslında PKK’ye dönük de benzer yaklaşımları olmuştu. Mesut Barzani’nin kendisi Şam’a giderek Önderlikle görüşüp anlaşmayı imzaladı. Önderliği Başûr’a davet etti. Bu yönlü tartışmalar da vardı. Biz doğru bulmadık. Zaten Önderlik de çok ihtiyatlıydı, iyi tanıyordu. Bunun da boşa çıkması ve sonrasında 15 Ağustos eylemlerinin de önlenememesi KDP’yi bugün sürdürdüğü ihanet çizgisine soktu. Ondan sonra da hep savaştı. Komploda düğmeye KDP bastı; Önderliğin Roma’dan çıkarılması, tutuklanıp bırakılmaması için Roma mahkemelerine belgeler sundu. Bu belgeler bizde mevcuttur. O bakımdan da şimdiki durum yeni değil.
Diğer yandan hareket açısından eylemler bir netleşme yarattı. Semir provokasyonu vardı. Semir, Baki ve Süleyman’ın Avrupa ve ülkedeki provokasyonları kafa karıştırıcı bir durumdu. Netsizlik vardı, ne olacağı belirsizdi. Hazırlık süreci biraz uzamıştı. Nereye varacak, nasıl sonuçlanacaktı? İşte 15 Ağustos Atılımı, bütün bu soruların yarattığı muğlaklığı, gevşekliği, kafa karışıklığını giderdi. Çizgiyi, olması gereken eylem çizgisini netleştirdi. Halk savaşı stratejisini, onun taktik uygulamalarını net bir biçimde ortaya çıkardı. Kısaca devrimci tutumu, devrimci-militan duruşu, ruhu netleştirdi. Her hangi bir muğlaklığa, tartışmaya, sağa-sola çekiştirmeye yer vermeyecek düzeyde açık etti. Partide önemli bir netlik ve atılım ortaya çıktı.
15 Ağustos Atılımı onurlu yaşamın önünü açtı
Tabii o dönem toplumun bütün kesimlerine ulaşılamamıştı. 12 Eylül rejiminin baskısı, şiddeti çok fazlaydı. Bakur’da çok yoğun bir denetim kurmuş, adeta Kurdistan’ı yeniden işgal etmişti. Zaten eylemlerin böyle düzenlenmesinin bir amacı da basına yansımaması durumunda en azından Botan-Colemerg çevresinin eylemlerden haberdar olması üzerine planlanmıştı. Çünkü daha önce de ‘83’te Çelê (Çukurca)’da, Qilaban (Uludere)’de ajan-işbirlikçi yapıya karşı eylemler yapıldı fakat bu haber bile olmadı. Burada, bu alanda o düzeydeki çatışmalar normal yaşamın bir parçasıydı. Zaten sınır kaçakçılığı temelinde sıkça yaşanan bir durumdu. Onu aşan bir düzeyi ortaya çıkartmayınca basında haber bile olmadı, her hangi bir etki yapmadı. Bu durumu da aşabilmek için mevcut eylemler planlanmıştı. Gerçekleşen eylemlerin etkisi Bakur’a yayılması süreç içinde oldu. Savaşın devam ettirilmesi, gerilla mücadelesinin sürdürülmesiyle oldu. Fakat eylemlerin kışa kadar devam etmesi, her alanda peş peşe eylemlerin gelişmesi, Şemdinli’den Eruh’a kadar Botan halkını yoğun bir şekilde etkiledi.
15 Ağustos’tan yıl sonuna kadar yapılan askeri eylemlere dair bir TC generali 47 askeri eylemin yapıldığı bilgisini veriyordu. Bunlardan Spîvyan çetelerle yapılan çatışma dışında, hepsi askerle, orduyla yapılan çatışmalardır. Böyle devam edince tabii Botan halkında büyük bir kalkış yaşandı. Önceden başlamış olan katılımlar atılımla birlikte çok daha fazla oldu. Halktaki destek çok güçlü hale geldi. Botan toplumu yeni bir direnişin başladığını gördü. O anlamda 15 Ağustos bir milat oldu. Umudu yeniden canlandırdı, iradeyi, kendine güveni yeniden oluşturdu. Onurlu yaşamın önünü açtı. 15 Ağustos Atılımı insanlara onuruyla ölme imkânı kazandırdı. Direnemeden teslim olmuş insanlar için ölüm bile bir zulümdü. Direnişin etkisi altında insanlar bu zulümden kurtuldular. Bu temelde Botan’da yoğun bir kalkış oldu.
Yine Avrupa’da büyük bir kalkış oldu. Eylemler yansıdıkça Avrupa’nın zemininden de yararlanıldı. İlk büyük kitleselleşme Avrupa’da oldu. Bütün örgütlerin birleşip PKK’ye saldırmasına rağmen yurtsever kitle birden, hızla diğer örgütlerden kopup PKK saflarında birleştiler. Bu şekilde PKK 1985 yılından itibaren on binleri bir araya toplayabilen hareket haline geldi.
Rojava’da da önemli bir etki düzeyi ortaya çıkardı. Rojava, geri çekilişte de, ülkeye dönüşte de ev sahipliği yapmıştı. Afrin’den Derik’e kadar doğrudan PKK’lilerle tanışmış bir toplumdu. Arkadaşlar her alanda kalmışlardı. Diğer örgütlerden de olsalar yurtsever özü olan bütün insanlar Önderlikle tanışmış, gerillaları tanımışlardı. Eylemlerin etkisi çok fazla oldu. Aslında Kürt toplumu üzerindeki 15 Ağustos eylemlerinin etkisini Botan, Rojava ve Avrupa’ya bakıp değerlendirerek görmek lazım. Zaten daha sonra Rojava’da gerillaya katılımlar da bu temelde başladı.
Atılımdan önce Rojava’daki propagandalarımız bir muğlaklık içeriyordu. Kürt örgütlerinde, Komünist Partide bulunan gençler arayış içindeydi. Ne yapacaklarını, nasıl örgütleneceklerini bilemiyorlardı. O dönem PKK’nin de gençlik ve çeşitli toplum kesimleri üzerinde belli bir etkisi gelişmişti ama bunu nasıl örgüte dönüştürecekti? Kuzey Kurdistan’da gelişen bir örgüttü ve Kuzey Kurdistan’a faaliyet yürütmeye gidiyordu. Rojava’da bu nasıl örgüte dönüşecek sorusu cevapsızdı. 15 Ağustos eylemleri o cevapsızlığı aştı. Soruya cevap verdi. Gençlik gerillaya katıldı. Halk yurtsever oldu, gerillayı destekledi. Böylece Rojava ve Avrupa’da örgütlenmenin de önü açıldı. Halkın, 15 Ağustos Atılımı’nı nasıl bir coşkuyla, umutla, iradeyle karşıladığı işte bu gelişmelerle kendini gösterdi. Daha sonra bu Bakur’a da yansıdı.
3’üncü Kongre hamlesi 90’larda serhildanları ortaya çıkardı
Eskiden bir Eruh isyanı var. Eruhlular bir sabah kalkıyorlar ki dört tane askeri getirmiş bir yere koymuşlar. “Bu nedir” diyorlar? “Türk jandarmasıdır, gelmiş buraya karakol kurmuş” diyorlar. Onlar da gidip vuruyorlar. “Eruh isyanı” denen isyan öyledir. Daha önceden Şemdinli’de de öyle bir durum gelişiyor. O isyanlardan kalan güçlü bir yurtseverlik var. İşte o isyancılardan Eruhlu biri ağır hastadır, yatağında yatıyor. Ne kalkabiliyor ne de ölebiliyor. 15 Ağustos günü eylemle birlikte cami hoparlöründen HRK’nin bildirisi okununca bir hareketlenme oluyor. O da büyük bir merakla ne olduğunu soruyor. Etraftakiler de “Kürt gerillaları varmış, askerleri vurup Eruh’u ele geçirmiş” diyorlar. O da “Ya! Allah’a şükür bugünü de gördük” deyip düşüp ölüyor. Yani azaptan kurtarıyor.
15 Ağustos’la başlayan 39 yıllık süreç nasıl gelişti? Tabii 1983-’84-85-’86 süreçlerini iyi anlamak lazım. Gerçekten de başka bir yere, ülkeye, toplumun içine gidiş gibiydi. PKK Botan’da hiç yoktu. Bir tek Gever’de Savaş Buldan PKK’nin taraftarıydı. Onun dışında coğrafya olarak da, toplum ve ilişki olarak da yeni girilen yurtsever bir alandı. KDP ile olan ilişkiler de buna destek sağladı. Yani onlardan da yararlanıldı. Bu yararlanma yanlış değildi. Fakat Önderlik her zaman KDP karşısındaki duruşu eleştirdi. Askeri olarak pratikleşmenin tarzını, yöntemlerini, zamanlamasını eleştirdiği gibi, KDP’ye dönük yaklaşımları da eleştirdi.
Şunu eleştirdi: Bu imkânlardan yararlanmak gerekli ama bu yararlanmayı her şey olarak görmemek, örgütü buraya dayandırmamak lazım. Gerillayı burada mevzilendirmemek gerekir. Onu geriye çekme olarak gördü. Bakur’a geçişi geriye çektiği için eleştirdi. Bir de Başûr’daki KDP yönetimi, bir Kürt gücü olarak görüldüğünden karşı çıkıldığında veya savaşıldığında ister istemez siyasi olarak onu güçlendiren bir etki yaptı. Bu bakımlardan Başûr’daki durumu eleştirdi.
3’üncü Kongre ve 1987 yılı, 15 Ağustos Atılımını yenileyen ve yeniden canlandıran, genişleten bir hamle oldu. 3’üncü Kongre’nin hem askeri tarz, taktik bakımından yaptığı düzeltmeler, hem ideolojik bakımdan fedai çizgisini geliştirmesi, her türlü erkek egemen zihniyet ve siyasete karşı kadın özgürlük bilincini, özgürlük çizgisini, bu temelde fedai militan ölçüleri geliştirmede paradigma değişimini başlatması önemli bir hamle oldu. Bunun sonuçları 1987’den itibaren gerillaya yansıdı. 3’üncü Kongre hamlesi doksanda serhildanları ortaya çıkardı. Halk direnişini geliştirdi. Gerilla savaşını büyüttü, halkı bilinçlendirdi, örgütledi ve sonunda harekete geçirdi.
Demek ki öncü gerilladır, halk değil. Halkı, gerillanın öncülüğünün eğitici ve örgütleyici gücü harekete geçiriyor, eyleme kaldırıyor.
Serhildanlar, bir toplumun, sömürgeci soykırımcı sistemden kopuşunu ifade etti. Önce parça parça kadrolar kopuyorlardı, sonra halkın kopuşu oldu. Yani demokratik ulusun temellerini attı. Rojava’da gelişmeler oluyordu. Avrupa’da 1985’ten itibaren bir çekirdek oluşmuştu ama esas olarak Bakur’da demokratik ulusun temellerini attı. Buna “Ulusal Diriliş Devrimi” dedik. Ulusal diriliş devrimi, toplumu sistemden koparak demokratik ulus haline gelme, bu temelde bilinçlenip örgütlenmeye ve eyleme geçmeye başlamasını ifade ediyor.
Gerilla ve halk direnişi birleşmişti
Tabii böyle bir ulusal diriliş devriminin, demokratik ulus hareketinin ideolojik olarak öncülüğü 3’üncü Kongre ile birlikte gelişen kadın özgürlüğüydü. Pratik öncülüğü de serhildanlardaki kadın katılımı ile oldu. Böylece aslında serhildanlar bir yandan ulusal diriliş devrimi ve demokratik uluslaşmanın başlangıcı olurken, aynı zamanda kadın özgürlük devriminin başlangıcı oldu. İdeolojik ve pratik olarak böyle bir devrim hareketini de başlattı. Daha sonraki süreçte özgürlük devriminin derinleşmesini ve yenilmezliğini bu gelişme sağladı.
1993 yılı bir ara süreçtir. Önderliğin, 1993 Newrozuyla birlikte içine girdiği bir ateşkes ve demokratik siyasi çözüm arayışı var. Bunda Turgut Özal’ın ve kısmen de Talabani’nin rolü var. Bir süreç değerlendirmesiydi. Aslında 1992 sonundaki Güney Savaşı sonuçlarının değerlendirilmesiydi. Gerçekler açığa çıkmıştı. Gerilla, halkı harekete geçirmişti. Gerilla ve halk direnişi birleşmişti. Kürt sorunu denen sorun açığa çıkartılıp aydınlatılmıştı. Sorun üzerindeki o bütün sır perdeleri kaldırılmıştı. Büyük bir aydınlanma hareketi olmuştu. Dolayısıyla siyasi çözüm de bunun üzerinde gelişir mi diye Önderlik şans tanıdı ama TC sistemindeki o çeteci ve soykırımcı güçler bunu bir taktik fırsat olarak değerlendirip kendilerini hazırlayarak yeni bir imha saldırısı başlattılar. PKK’ye dönük imha saldırısı başlatabilmek için hazırlık yapmayı bir taktik olarak kullandılar. Demirel de bunlara alet oldu. Zaten genelkurmay cephesi, Doğan Güreş ve arkadaşları kontrgerillaydılar. Mehmet Ağar, Tansu Çiller ittifakını oluşturdular ve böyle bir çeteci ekip 1993-’98 savaşını ortaya çıkardı.
15 Ağustos Atılımı’nı Kürtler açısından özgürlük bayramı yaptık
1998’de Önderliğin yaptığı değerlendirme önemlidir. Önderlik 15 yıllık savaşı anı anına, amansız bir biçimde yönetti. Altı yıl Mahsum Korkmaz Akademisi temelinde, altı yıl Parti Merkez Okulu temelinde bu savaşın sorunlarını çözen, çizgisini belirleyen, komutasını, savaşçısını hazırlayan bir büyük direnişin sahibi oldu. Sonunda ‘98’de şu noktaya vardı: 15 yıllık savaşın sonucunu pata olarak değerlendirdi. Yani ne zafer ne de yenilgi durumu. Bunu bizim açımızdan da, gerilla açısından da, hareket açısında da, TC Devleti açısından da böyle değerlendirdi ve bunun daha fazla devam etmesinin sakıncaları üzerinde durdu. Çeteleşmeyi geliştiriyor, yozlaşmaya neden oluyor dedi. Zaten gerilla öncülüğündeki direnişle büyük gelişmeler sağlanmıştı. Kürt toplumu aydınlatılmıştı. Parti öncülüğü gelişmişti, savunma gücü ortaya çıkmış, gerilla ve halk serhildanları gelişmişti.
Aslında Kürtler açısından sorun çözülmüştü. Kürtler kendi zayıflıklarını, geriliklerini büyük ölçüde aşmışlar, bilinç ve örgütlülükle özgür yaşama gücüne sahip olduklarını ortaya koymuşlardı. Türkiye ve dünya açısından da gerçekler bütün yalınlığıyla açığa çıkartılmış, gerekli aydınlanma sağlanmıştı. Böyle bir ortamda demokratik siyasetin önünü açarak bu çeteleşmeye, yozlaşmaya götüren süreci durdurmak gerektiğini değerlendirdi.
Daha sonra ABD’nin, Türkiye üzerinden Hafız Esad yönetimine dönük gelişen baskısı sonucunda Önderliğin Suriye’den de çıkartılma durumu gündeme gelince, bunları demokratik siyasi çözümün önünü açmak için değerlendirmek istedi. Avrupa’ya çıkış bu temelde yaşandı. Avrupa demokrasisini bir de bu biçimde sınamak istedi. Roma’ya kadar gitti. Roma’da sekiz maddelik bir çözüm planı sundu. Gerçekten de Kürt iradesini tanımak, Kürt sorununu çözmek isteyenler için makul bir çözümdü. Avrupa sisteminin ilkeleriyle çelişen hiçbir yanı yoktu. Fakat Önderliğe İmralı yolu gösterildi. Ne Avrupa ne ABD ne de BM, Kürt’ü inkâr eden ve imha etmeyi öngören sistemsel duruşlarından vazgeçmediler. Zaten bu zihniyet ve siyaset temelinde uluslararası komployu sürdürüp Önderliği imha etmek istediler, bu olmayınca da İmralı sistemi altında idama mahkûm etmeye kalkıştılar. Onu da başaramayınca İmralı çürütme politikası içerisinde yenilgiye uğratmak, etkisiz kılmak istediler.
Önder Apo 15 yıl dışarıda komuta ederek 15 Ağustos Atılımı’nı yürüttü. 25 yıldır da İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemine karşı direnerek bu mücadeleyi yürütüyor ve öncülük ediyor. Kürt Özgürlük İradesini ayakta tutuyor ve soykırımcı sisteme dayatıyor. 25 yıldır İmralı sistemi altında Önderliğe dönük geliştirilen saldırılar bu dayatmayı kırmak, ezmek için yapılıyor. Bir de 15 Ağustos Atılımı, bu şekilde 25 yıldır uluslararası komploya karşı böyle bir mücadele olarak sürüyor.
15 Ağustos Atılımından sonra Türkiye’de bir kişiyi daha idam ettiler. Ondan sonra idamlar fiilen durdu. 2 Ağustos 2002’de de Anayasa’dan idamı kaldırdılar. Bunların hepsi 15 Ağustos Atılımı ve Önder Apo’nun mücadelesine bağlıdır. Kürtlerin ve gerillanın mücadelesi Türkiye’de neye yol açıyor diye soranlara pratik cevap olarak bunu söyleyebilirim. Çünkü bazıları gerçeği çok alçakça tersyüz ediyor; Mücadelenin Türkiye’ye zarar verdiğini, Türkiye’de faşizmi beslediğini, MHP’yi tırmandırdığını söylüyorlar. Bunların hepsi boş laflar. Türkiye’de aydınlanma, bütün yalanların yıkılması, maskelerin düşmesi, gerçeğin açığa çıkması, demokrasi ve özgürlüğün nasıl olacağının görülmesi 15 Ağustos Atılımı’yla, gerilla direnişiyle, PKK mücadelesiyle oldu. PKK ve 15 Ağustos Atılımı, Kürtler için nasıl özgürlük ise Türkiye toplumu içinse demokrasidir.
15 Ağustos Atılımı’nı Kürtler açısından bir özgürlük bayramı yaptık. O düzeye geldi ama bunu Türkiye’de bir demokrasi bayramı haline getiremedik. Bu bizim açımızdan büyük bir eksiklik. Ama Türkiye’de “ben devrimciyim, demokratım, sosyalistim” diyenler açısından da çok büyük bir eksiklik. Hala sosyal-şovenizmin etkilerinin var olduğu görülüyor. Hala Kürt sorununa ve Kürt sorunun çözümüne ihtiyatlı yaklaşıyorlar. Egemen güçler kadar bile sorunu esas almıyor ve sorunu gündeme getirip mücadele etmiyorlar. Onun için de etkisizdirler. Darbe yapan subaylar, biliyor mu diye Adnan Menderes’i idama götürürken sınamak amacıyla “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” diye soruyorlar. O da hiç düşünmeden “Kürt sorunu” diye cevaplıyor. Ama sosyalistlere sorsan nereden kaynaklandığını bile bilmediği birçok uyduruk sorunu, en önemli sorun diye önüne getirirler. Ama devleti yönetenler ne yaptığını biliyor.
Kürt sorununu çözebilmek için Türkiye toplumunun doğru bilinçlendirilmesi çok çok önemli. Önder Apo İmralı mücadelesinde bunu geliştirmek istedi. Kürt sorununun ulus devlet çizgisinde çözülemeyeceğini gördü. Önderlik kadar hiç kimse ulus devlet zihniyetini, çizgisini geliştirmedi, propagandasını yapmadı, ulus devletin çözüm olacağına inanmadı. Hiç kimse O’nun kadar mücadelesini vermedi. Gerilla da onun içindi, ordu kurma da onun için geliştiriliyordu. Devlet temelinde Kürt sorununu çözme mücadelesini Önder Apo kadar hiç kimse Kurdistan’da geliştirmedi. Şêx Mahmut Berzenci’nin biraz böyle yaklaşımları var. Gazi Muhammed ve arkadaşlarında bir devlet olma tutkusu ve arayışı epeyce güçlü ama tabii PKK bunları çok çok aştı.
Önder Apo sosyalizmin ve demokrasinin devletten kurtarılmasını sağladı
Bu sistem, Kürtlere ulus devlet vermiyor. Onun yokluğu üzerinde oluşmuş. Ya sistemi tümden değiştireceksin ya da bu sistemde o çözüm yok. Bu temelde paradigma değişimi aslında böyle gündeme geldi. Ulus devlet çözümü yoksa o zaman çözüm nasıl olmalı sorusu, arayışı Önder Apo’yu paradigma değişimine götürdü. Sosyalizmin ve demokrasinin devletten kurtarılmasını sağladı. Sosyalist özgürlükçü akımların literatüründeki bütün yanlışları ortadan kaldırdı. Amaçla araç çelişkisini kökten çözdü. Özgürlük, eşitlik gibi ilkeleri en büyük baskı, sömürü tekeli olan devlet ve iktidarla gerçekleştirme anlayışının yanlışlığını ortaya koydu. Başarı getirmeyeceğini, devrim yapılsa bile korunamayacağını gösterdi.
Zaten tarihsel olarak da bütün özgürlükçü akımların nihayeti böyle olmuştu. En son reel sosyalizmin çözülüşü bu konuda son derece öğretici bir dersti. Önder Apo ne yaptı? Bir paradigma değişimi yaptı. Bu paradigma değişimiyle birlikte, PKK’de de yaşanan ideolojik bunalımı çözerek başta Kürt sorunu olmak üzere kadın özgürlük sorunu, bütün ekolojik sorunlar, iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkardığı bütün toplumsal sorunlar için “Demokratik Ulus ve Demokratik Konfederalizm” çözüm modelini ortaya çıkardı. Siyasi yapı ve ulus devlet alternatifi olarak Demokratik Konfederalizm, milliyetçi, tekçi uluslaşmaya alternatif olarak da Demokratik Ulus projeleriyle bütün sorunlara çözüm geliştiren bir değişimi, düşünsel yenilenmeyi, yeni bir paradigmayı ortaya çıkardı. Böylece bütün ezilenler için kurtuluş yolunu gösteren bir Önderlik haline geldi. Kendisini evrenselleştirdi, küreselleştirdi.
Dünyadaki düşünceleri Kurdistan’a getirip Kürt sorunu çözümünde bir teoriye, ideolojik-politik çizgiye, strateji ve taktiğe dönüştürüp pratikleştirmeye çalışıyordu. Daha sonra ise Kurdistan’da gerilla öncülüğünde gelişen büyük özgürlük mücadelesinin dersleri temelinde bu sefer halklar, kadınlar, işçi ve emekçiler başta olmak üzere bütün insanlığın iktidar ve devlet sistemi tarafından yaratılan sorunlarının çözümünü öngören düşünce sistemini ortaya çıkardı. Böylece Önderliğini, bütün ezilenlerin kurtuluş Önderliği haline getirdi, evrensel, küresel kıldı.
Diğer yandan da büyük gücüyle Türkiye’yi aydınlatmaya, insanlarını ikna etmeye çalıştı. Türkiye’de sosyal şovenizmi, faşist-ırkçı-şoven milliyetçiliğin etkilerini kırmaya yöneldi. Sosyal şovenizmin etkilerini kırarak Kürt özgürlüğü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesini, demokratik devrimini öngören bir anlayışı, zihniyeti geliştirmeye, bunu Türkiye’deki devrimci, demokratik harekete, kadın-gençlik hareketlerine, Türkiye toplumuna yaymaya çalıştı. Çünkü çözüm orada olacak. Çözüm Türkiye’nin demokratikleşmesinde olacak.
Bu da sadece birkaç insanı demokratikleştirmek müttefik yapmak değil, bütün Türkiye toplumunu demokrasi bilinciyle aydınlatmaktan geçiyor. Bunlar için çaba harcadı. Bu 25 yıllık sürecin çeşitli aşamaları var. 2004’e kadar gelen bir süreç var. Aslında Önderlik 2003 baharında süreci bitirdi. 1983’te olduğu gibi biz yeniden uzattık, erteledik. Tasfiyeciliğin etkilerini aşarak harekete geçemedik. Ancak bir yıl gecikmiş olarak 1 Haziran 2004’te hareketi Önderlik çizgisiyle yeniden bütünleşir hale getirebildik.
Yeni bir direnme ve mücadele süreci başlattık. Hem tasfiyeciliği yenme hem de AKP’nin uluslararası komployu başarıya götürme misyonunu boşa çıkarma hamlesiydi. PKK’nin yeni paradigma temelinde yeniden yapılanmasını, demokratik konfederalizm çözümünü halka taşıyarak pratikte gerçekleştirmesini sağlama hamlesiydi. Demokratik siyaset stratejisiyle bu hamle sonuca götürülemeyince 1 Haziran 2010’da strateji değişikliğiyle Devrimci Halk Savaşı Stratejisini, dördüncü stratejik hamle sürecini başlattık.
Düşman 2014’te Çöktürme Eylem Planıyla buna karşılık verdi. 24 Temmuz 2015’ten itibaren de fiilen uygulamaya koydu. Sekiz yıldır buna karşı direniyoruz. Çöktürme eylem planı Rojava Devrimi’ni tasfiye etmeyi, Şengal’deki gelişmeleri yok etmeyi, esas olarak da Medya Savunma Alanları’nda gerillayı ezip PKK öncülüğünü tasfiye etmeyi hedefleyen bir saldırıdır. Çöktürme Eylem Planı’nı böyle görmek lazım. Kuşkusuz TC Devleti’nin 15 Ağustos Atılımı karşısında her zaman bu hedefi vardı. Daha önce de PKK’ye karşı böyle süreçler geliştirdi ama Çöktürme Eylem Planı kadar somutlaşmış, görüş birliği oluşturmuş, tüm imkânları seferber etmeyi öngören bir saldırı önceki süreçlerde olmadı. Bu kadar uzun süreli, devamlılığı olan bir saldırı gelişmedi. Bu saldırıya karşı sekiz yıldır direniliyor.
Rojava Özgürlük Devrimi bu direniş içerisinde gelişti. Özellikle 1 Haziran 2010’dan itibaren içine girilen yeni stratejik mücadele sürecinin önemli bir sonucu oldu. Tabii daha önceki devrimci çalışmalara ve gelişmelere dayandı. Daha önceki süreçte Medya Savunma Alanları’nı ve Bakur’daki gerillayı tasfiye etmeyi hedefleyen düşman saldırıları oluyordu. Rojava Devrimiyle birlikte faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset çok daha korktu. Medya Savunma Alanları’nın Efrîn’e kadar uzaması ve sınır boyunca Kurdistan’daki özgür alanların bu kadar genişlemesi TC’yi büyük korku ve telaşa soktu. Çöktürme Eylem Planıyla bütün bu gelişmeleri ezip imha etmeyi öngördüler.
KDP ihaneti AKP-MHP faşizmiyle en üst düzeyde birleşti
39’uncu yılda da bu saldırılar sürdü. Biz 15 Ağustos’un 39’uncu yılını Zap, Avaşîn ve Metîna’daki direniş öncülüğünde karşıladık. Buraya dönük işgal saldırıları bütün yoğunluğuyla sürdürülüyor. Biz de bu işgale karşı HPG ve YJA Star gerillaları olarak büyük bir direniş içerisinde olduk. Önceden yapılan hazırlıklara dayalı olarak tünel, tim savaşını birleştirerek kahramanca bir direniş yürütüldü ve bu büyük bir kararlılıkla sürdürülüyor. Bunun etrafında diğer alanlarda gelişen bir gerilla direnişi, onun etrafında da gençlik ve kadın hareketlerimiz öncülüğünde gelişen bir halk direnişimiz var. Demokratik siyaset de bu temelde mücadele yürütüyor.
Dikkat edilirse 15 Ağustos Atılımı’nın 39 yıllık mücadelesinin her yılı büyük bir mücadeleye sahne oldu. Hem zorlukları daha çok oldu hem de mücadelenin derinliği ve kapsamı daha çok büyüdü. 39’uncu yıl tümüyle böyle olmuştur. Kimyasal ve taktik nükleer silahlara karşı, KDP ihanetinin en üst düzeyde AKP-MHP faşizmiyle birleşip saldırmasına karşın 39 yıla bedel bir mücadele verildi. Küresel sistem, aslında TC koordinatörlüğünde DAİŞ’i, Hizbulkontrayı, KDP’yi tetikçi olarak öne sürüp gerillayı ezmek, PKK’yi tasfiye etmek istiyor. Dolayısıyla 39’uncu yıl mücadelesi her zamankinden daha büyük bir mücadeleye sahne oldu.
Sonuç olarak 40’ıncı yıla nasıl giriyoruz? Mayıs seçimleri sonucunda yeni bir Türkiye yönetimi oluştu. Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na dayalı yeni bir faşist-sömürgeci, soykırımcı yönetim ortaya çıkartıldı. Bu ittifak Kürt soykırımını sürdürüp sonuca götürme vaadiyle seçime girdi ve bu temelde seçim propagandası yaptı. Seçim sonrasında da kendisini tamamen bu amaca göre yapılandırdı, şekillendirdi. İttifaklarını oluşturdu; Astana görüşmesi, NATO görüşmesi, Orta Doğu görüşmeleri ile dışarıdan da alabileceklerini aldı. KDP’yi uşaklaştıracağı kadar uşaklaştırdı.
Şimdi tüm gücüyle saldırıyor. Medya Savunma Alanları’nda işgali tamamlamak için saldırıyor. Mexmûr ve Şengal’e fırsat buldukça havadan, olmazsa ajanları yoluyla karadan saldırıyor. Rojava’ya dönük 24 saat saldırı halinde. Siyasi durum gereği doğrudan askeri işgal saldırısını her yere yayamıyorlar. Bazı yerlere yaydılar. Bunu daha da genişletmeye çalışıyorlar. Yayamadıkları yerlere de hava saldırısıyla, MİT-Kontgerilla marifetleriyle saldırı yürütmeyi hedefliyorlar. Karşımızdaki düşmanın böyle bir saldırısı var. Buna Rusya ve İran da kısmen destek verdi. İsveç’in NATO’ya girmesi çerçevesinde, NATO ve ABD’den de PKK’ye karşı yürütülen mücadele için tam destek alıyor. İhaneti kullanarak, Hizbul kontrayı tekrar devreye koyarak topyekûn bir saldırı yürütüyor. Bunu görmemiz lazım. Bu saldırıyı olabildiğince büyütmeye çalışıyor. Saldırının askeri boyutları ortada. İfade ettik, bunu sadece askeri değil, siyasi ve diplomatik olarak da yürütüyor. İşte Bağdat’a gidip Kurdistan’ın sularını Kürtleri katletmek için pazarlık konusu yapacak. Herkese her şeyi pazarlıyor. Kürt değerlerini de Kürtleri yok etmek için pazarlıyor. Bu kadar gözü dönmüşçesine bir saldırı var. Siyaseten toplum üzerindeki saldırı düzeyi, 12 Eylül’ü fazlasıyla aşmış olan zindanlardaki baskı ve katliam ortada. Sokakta ajanlaştırma faaliyeti, kadın ve gençler üzerindeki özel savaş en ileri düzeyde.
Hâkim olan MHP ideolojisidir
Tabii bütün bunların hepsini en çok da ideolojik, kültürel saldırı olarak yürütüyor. Aslında askeri, siyasi ve diplomatik saldırı da esas olarak ideolojik, kültürel saldırıya dayanıyor. Çok yoğun bir propaganda bombardımanı var. Önder Apo, kapitalist moderniteyi toplum kırım saldırısı olarak değerlendirdi. Toplum kırım saldırısı en fazla TC tarafından soykırım olarak Kürtlere karşı yürütülüyor. Türkiye toplumuna karşı toplum kırım olarak yürütülüyor. Öyle ki bunun temelinde zihniyet, duygu ve ruh kırımı var. Herkesi insan olmaktan çıkartmaya çalışıyor. Herkesi, posası çıkmış, istenildiği gibi sömürülen, tetikçi olarak kullanılan faşist bir çeteye dönüştürmek istiyor. Gerçekten de bunu çok büyük ölçüde de yapıyor. Son seçimler de onu gösterdi.
Bir örgütlülükleri vardır. Bunun korkutmayla, satın almayla bağı var ama en çok da zihniyet kırımıyla, ideolojik, kültürel saldırıyla bağı var. Basını, sanal medyayı, müziki, dizileri, sinemayı her şeyi çok etkili kullanıyor. Eski Kemalizm’in izi bile kalmadı.
Şimdi İttihat ve Terakki’nin Türk-İslam sentezci, yani dinci-milliyetçi ideolojisi tümüyle Türkiye’ye hâkim oldu. Hâkim olan ideoloji MHP’dir, AKP MHP’lileşti ve onu uyguluyor. Dolayısıyla Enverci bir cumhuriyet var. Buna “İkinci Cumhuriyet” diyorlar. Bu doğrudur. Mustafa Kemal’in adı kullanılıyor ama Enver Paşa zihniyeti ve siyaseti hâkim. AKP-MHP ittifakı bu duruma geldi. Çok açık ki 40’ıncı yılda da saldırıları bu temelde tüm gücüyle sürdürecek, bütün gücünü seferber ediyor ve edecek de. Bunda her hangi bir tereddüt, kuşku yoktur.
Peki, bunun karşısında ne yapmak gerekli? Bu sorunun cevabını bulmak için de çok düşünmeye, tartışmaya gerek yok. 39 yıllık 15 Ağustos direnişi 40’ıncı yılda da ne yapmamız gerektiğini bize gösteriyor, nasıl yapmamız gerektiğini öğretiyor. Düşman saldırıları 40’ıncı yıl görev ve sorumluluklarımızın neler olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. Gerilla zaten yoğun bir saldırı altında ve bunu kırmak için gerçekten de 15 Ağustos Atılımı’nın yıl dönümünü selamlama temelinde Tepe Cûdî ve bütün Zap, Avaşîn, Metîna alanında çok etkili eylemler geliştirdi. Bu hala da sürüyor. Bakur’da da Mêrdîn’den Dersîm’e, Garzan’a kadar çatışmalı bir pozisyon var. Botan’da çatışmalı durum sürüyor. Gerilla 15 Ağustos 1984’te başlattığı ve 39 yıldır geliştirdiği direnme tutumunu, çizgisini 40’ıncı yılda da tam bir Apocu fedai ruhla şehitler çizgisi ve öncülüğünde sürdürüyor. Dağdaki bu durum artık şehre yayılıyor. Kentlerde, metropollerde kısmi eylemlilikler var. Tabii daha çok yayılması gerekiyor.
Topyekûn bir halk direnişini geliştirmeliyiz
Düşman askeri bize nerede saldırıyorsa bizim de orada ona askeri olarak saldırabilmemiz lazım. Diğer türlü olmaz, yoksa karşılık veremeyiz. O bakımdan Başûr’un da, Şengal’in de, Rojava’nın da askeri bakımdan yapacağı işler çoktur. Fakat sadece askeri eylemlerle olmaz. Topyekûn faşist-soykırımcı imha ve tasfiye saldırısı varsa, biz de ona karşı devrimci halk savaşı stratejisi temelinde topyekûn bir halk direnişinin sahibi olmalıyız. Gerilla direnişi bunda öncü. Bu direnişi sadece parti kadrolarının, gerillanın profesyonel devrimcilerin işi olmaktan çıkarıp yerel gerilla haline getirmek, halka yaymak, öz savunmaya dönüştürmek gerekiyor. Yani sadece öncü savaşı yetmez, öncü halkı da savaştırır hale gelmeli. Sadece kendimizi savaştırmayla uğraşmamalıyız. Çoğu arkadaşın perspektifi o kadardır.
Gençlik yönetiminden arkadaşlar var. Kaç milyon Kürt genci var, bu gençleri örgütleyip savaştırması için parti kendilerini başkomutan olarak görevlendirmiş ama “Biz HPG’ye gidip kendimiz savaşacağız” diyorlar. Bu kadar da dar ufuklu olmak çok kötü bir şey. Gerçekten böyle olmaz. Bu, nasıl bir imkân üzerinde olduğunu, nasıl bir görev ve sorumlulukla bağlı olduğunu görmemeyi ifade ediyor. Dolayısıyla halkı savaştırır hale getirmek lazım. Bu da “halk niye savaşmıyor, niye savaş alanında durmuyor, bu ne biçim halk!” demekle olmaz. Halkı öncü eğitir, örgütler, komuta eder. Komutan lazım. Halk, komutansız nasıl savaşacak. Halka komutanlık yapabilen kimse var mı? Bir kişi “ben bu yurtsever toplumu eğiteceğim, yerel gerillacı yapacağım ve savaştıracağım” diye ortaya çıkıyor mu? Hayır, çıkmıyor. “Ben ancak kendimi savaştıracağım” diyor. Sadece kendisiyle sınırlanmış bir devrimcilik, çok dar bir devrimcilik. Bunun Apoculukla ne alakası var. Önderlik gerçeğiyle ne alakası var.
Dikkat edelim gerçekten Önderlik böyle midir? Önder Apo’dan bunu mu anlıyoruz? Öyle anlayamayız. Bunun için savaşın yayılması lazım. Yayılması demek, sadece Türkiye’ye, Başûr’a yaymak değil, her yerde halka, gençliğe, kadınlara yaymak gerekir. Öz savunma savaşını her yerde geliştirmek lazım. Sadece öncü düzeyinde, profesyonel devrimci gerilla düzeyinde geliştirmek yetmez. Bizim bir zayıflığımız da buradadır. Bunun bilincine varmışız. 40’ıncı yılda bu zayıf yanlarımızı aşmaya çalışacağız. Aştığımız oranda başarılı olacağız.
Tabii onun yanında halk direnişi de var. Demokratik siyasetin direnişi var. Serhildanları, kitle ve demokratik siyasi eylemliliği de her yerde geliştirmek lazım. Bunu bir kampanya, atılım düzeyinde yürütmek gerekli. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü, Kürt sorununun çözümünü hedefleyen bir hamlesel mücadeleye ihtiyacımız vardır. 15 Ağustos Atılımı’nın 40’ıncı yılına girerken 40’ıncı yılda mücadeleyi yeni bir atılım mücadelesi haline getirmemiz, yeni bir hamlesel düzeye ulaştırmamız gerekiyor.
15 Ağustos 1984 bir başlangıçtı. Yeni hamle çözümler üretmeyi, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlamayı ve Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirmeyi öngörmeli. Yani başlangıç değil, çözümü yaratan, sonuçlar doğuran bir yapıda olmalı. Ama yine dikkat edilirse hamlesel olmaya ihtiyacımız var. Bunu dört parça Kurdistan’da, yurtdışında ve her yerde geliştirmeliyiz.
Devrimci Halk Savaşı stratejisiyle hareket ediyoruz. Bunda zayıflıklar, eksiklikler olduğunu değerlendirdik. Sonuçta şunu görmeliyiz: Düşmanın saldırıları yoğun, hiçbir ahlaki, hukuki kural dinlemiyor. Her gün katliam yaparak ancak ayakta kalıyor. Böyle yapıyorsa bu güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Başka türlü mücadeleyi yürütememesinden, kendisini ayakta tutamamasından kaynaklanıyor. Evet, Tayyip Erdoğan yönetimini yeniledi, çeşitli ilişkiler de kuruyor, fakat hiçbirisi yeni değildir. Bütün gücüyle eski ilişkileri sürdürmeye çalışıyor. Biraz daha kredi ve destek bulmaya çalışıyor.
Yoksa Kazakistan’daki yönetim biz artık burada toplantı yaptırmıyoruz dedi. İran’la her zaman çelişkilidirler. Rusya ile ilişkileri gel-gitlidir. Tabii NATO destekliyor. ABD, Ukrayna Savaşı nedeniyle savaş yanlısı ve Türkiye’ye çok fazla prim verdi. Ama 1952’den beri yöneten NATO’dur. Ondan önce de İngiltere sistemiydi. Söylenenlere göre bir gün Mustafa Kemal sürekli girdiği koma durumundan çıktıktan sonra hemen “bana İngiliz elçisini çağırın” diyor. Elçi gelince Cumhurbaşkanlığı mührünü önüne koyup “Alın bunu, başıma bunu saran ve beni bu hale getiren sizsiniz, ne hayrını görüyorsanız görün” diye çıkışıyor.
Tabii TC’yi İngiltere kurdu. İngiltere ile çatışıyor gibi göründü ama öyle değil. 1’inci Dünya Savaşı’nı TC-İngiltere anlaşması sonuçlandırdı. 1926 Ankara antlaşmasıyla Irak-Türkiye sınırını da çizdiler. Şunu bilmemiz lazım: Tayyip Erdoğan, herkesi seferber edebilmek, imkân ve fırsat bulup bu savaşı sürdürebilmek için yaşına bakmadan 24 saat o hasta haliyle çalışıyor.
İçte bir sürü karışıklık var. Muhalefet yeniden dizayn oluyor. CHP’deki kaynama durumu iyidir. Birinci kurucu parti CHP idi. Şimdi AKP-MHP oluyor. CHP aşılıyor. Zaten mevcut varlığı AKP-MHP faşizmine koltuk değneği olmaktan başka bir sonuç ortaya çıkartmıyor. Yeni, demokratik akımlar daha çok çıkacak. Devrimci mücadelenin gelişmesi için imkânlar daha çok.
Dünyada da durum böyledir. 3’üncü Dünya Savaşı, PKK mücadelesiyle daha mücadeleci bir şekle büründü. Kurdistan özgürlük mücadelesinin sisteme vurduğu darbeler, 1’inci ve 2’inci dünya savaşında yediği darbelerden daha büyüktür. Bunun askeri yıkıntısı çok fazla olmayabilir ama zihniyet yıkıntısı, düşünsel aydınlatma, bütün yalanları yıkma, maskeleri düşürme, hakikati ortaya çıkartmada PKK mücadelesinin kapitalist modernite sistemi üzerindeki yıkıcı etkisi çok daha fazladır. Bu şimdiden çok büyük bir noktaya ulaşmış durumda. Giderek tam iki sistem çatışmasına dönüştü. Bu, kapitalist modernite ile demokratik modernite çatışmasıdır, tekelci uygarlıkla demokratik uygarlık çatışmasıdır.
Dünyada HPG ve YJA Star gibi bir gerilla gücü yoktur
Bu giderek daha da fazla gelişiyor ve dünyaya yayılıyor. Dolayısıyla bizim mücadele potansiyelimiz, imkânlarımız daha fazla. Evet, uzun bir mücadele süreci yaşadık, belli bir yıpranma oldu, ağır bedeller ödedik, acılar çektik. Ama bilinçlendik, örgütlendik, mücadele etmeyi öğrendik, mücadeleyle özgür yaşayabileceğimizi, kazanabileceğimizi gördük. Dört parça Kurdistan uyandı, yurtdışındaki Kürtlük uyandı. Fedai çizgisinde yeni bir parti ortaya çıktı.
PKK gibi bir parti dünyada yoktur. HPG ve YJA-Star gibi bir gerilla dünyada yoktur. Bu düzeye tarihte ilk defa ulaşılıyor. Çünkü Kürt soykırımı gibi bir soykırımcı saldırı da dünyada yok. Tam ona karşılık olan bir mücadele tarzı ortaya çıkmış.
Diğer yandan paradigma değişimi, bütün ezilenlerin kurtuluş yolunu aydınlatmış, bunu bölge ve dünyaya daha fazla yaymıştır. Bu, kadınlar, gençler, aydınlar, siyasetçiler, sanatçılar, işçi ve emekçiler, ezilen halklar tarafından çok daha fazla benimseniyor. Dış mücadele daha fazla gelişme potansiyeline sahip ve çok daha fazla gelişiyor. Önderlik gerçeğini daha güçlü savunuyorlar. Dikkat edelim Lozan’daki Kürt Konferansı, Avrupa aydınlarının gerçekleştirmiş olduğu konferans kadar Önder Apo’yu sahiplenemedi. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için mücadele çağrısı yapamadı.
Kısaca eksiklerimiz, geçmişten kalan hatalarımız çok, birçok imkân ve fırsatı heder ettik. Birçok potansiyeli kullanamadık. Ama mevcut haliyle düşman, faşist-soykırımcı zihniyet ve siyaset bütün imkân ve fırsatlarını, bütün potansiyelini azami derecede harekete geçirirken devrim cephesi, biz hala potansiyelimizin çok az bir kısmını harekete geçirebilmiş durumdayız. Savaş olarak hala öncünün verdiği bir savaş var, o da dağ ile sınırlı kalmış durumda. Öncüden öte, tüm toplumu, yurtseverliği savaştırabilmek için zengin bir potansiyelimiz var. Kadın ve gençlik hareketleri bütün bölgede etkili bir düzeyde seyrediyor. Orta Doğu’da demokrasi hareketini geliştirmek için büyük bir potansiyel var. Kürt özgürlük mücadelesi bu bakımdan öncüdür. Yine tabii dünyada geniş bir mücadele potansiyeli var.
Küresel sistemi değiştirme mücadelesi yürütüyoruz
Artık sadece ulusal bir mücadele yürütmüyoruz. Kürt sorununu çözmek istiyoruz, ama Kürt sorununu, yaratan güçler küresel sistemdir. Küresel sistemi değiştirme mücadelesi yürütüyoruz. 40’ıncı yılda bu çok daha fazla öne çıkacak ve gelişecek. Burada aslında sorun şu: Bizim bu potansiyeli doğru eğitip, örgütleyip eyleme dönüştürebilmemizdir. Yerinde ve zamanında öncülük görevlerini başarıyla yerine getirebilmektir. Parti öncülüğünün, gerilla öncülüğününün, kadın ve gençlik öncülüğünün rolünü her alanda her zaman doğru bir tarzla, yöntemle, yeterli bir tempoyla yerine getirmesidir.
Aslında 40’ıncı yıl, büyük bir çatışma yılı olacak ve 40’ıncı yılda büyük başarı kazanmamamız için hiçbir neden yok. Ama bu biraz bize bağlı. Bizim kendimizi engel olmaktan çıkarmamız gerekli. Engel olmaktan kendimizi çıkartabilir miyiz? Evet, kesinlikle çıkartabiliriz. Bu noktada 15 Ağustos ve 14 Temmuz büyük bir öğreticiliğe sahip. Yine 30 Haziran büyük bir fedai öğreticilikle karşımızda durmaktadır. Demek ki bizim eksikliklerimiz giderilmez değildir. Giderilebileceğine dair örnekler çoktur. Ama o gerçekliğe ulaşmamıza, orada bütünleşmemize bağlı. 30 Haziran çizgisini, 14 Temmuz çizgisini, 15 Ağustos çizgisini doğru anlamamıza bağlı. O çizgiyi doğru özümseyip başarıyla uygulamamıza bağlı.
Şimdi düşman bazı yerlere saldırıyor ama 12 Eylülde her yere saldırıyordu. 15 Ağustos 1984’te eylemler olurken ortalık güllük gülistanlık değildi. Her şey devrimden yana, dolayısıyla karşı devrim çok zayıf değildi. Tersine karşı devrim çok güçlüydü. Karşı devrim 12 Eylül darbesiyle hamle yapmıştı. NATO, İran-Irak savaşıyla Orta Doğu’yu yeniden ele geçirmeye çalışıyordu. İran’ın açtığı gediği tümden kapatmak istiyordu.
Şimdi o koşullarda 15 Ağustos Atılımı nasıl oldu? 14 Temmuz direnişi için sorduğumuz soruları 15 Ağustos için de sormamız lazım; Atılım, nasıl gelişti ve neye dayandı? İmkânlar ve fırsatlar çoktu da onun için mi büyük devrimci atılım ortaya çıktı? Hayır. Tersine hiç yoktu. O halde onunla bile devrimci eylem yapılabiliyor. Büyük atılım başlatılabiliyor. 15 Ağustos Atılımı gibi tarih yapan atılımlar o koşullarda bile ortaya çıkartılabiliyor. Peki, şimdiki imkân ve fırsatlar bu konuda daha mı az ve zayıftır? Hayır, daha güçlü. Potansiyelimiz daha mı az? Hayır, daha güçlü. Geriye bizim 15 Ağustos Atılımını, 14 Temmuz Direnişçiliğini, 30 Haziran direnişini geliştiren o ruhu, bilinci, iradeyi, yaratıcılığı edinmemize kalıyor. Sorun yine bizde ve çözüm de bizden doğru gelişecek.
O halde 15 Ağustos Atılım ruhunu, zafer inancını iyi edinmeliyiz. Önder Apo “Bir umudun, inadın, iradenin, inancın atılımı” dedi. Şu imkânın, bu fırsatın atılımı demedi. Tersine “Umudun, iradenin, ısrarın ve inancın atılımı” dedi. O halde bunları edindiğimiz zaman şimdiki imkânlarla çok daha fazla bu atılımı geliştirebiliriz.
Egîd komuta çizgisini doğru anladığımız zaman şimdiyi daha iyi uygulayabiliriz. Egîd yoldaş bir kâhin değildi. Bizim gibi bir insandı. Belki sorunları çoğumuzdan daha çoktu, zayıflıkları daha fazlaydı. Ne bilinci o kadar çoktu ne imkânı, ne de fiziki gücü o kadar vardı. Peki, nasıl böyle bir sürece yol açtı? Bunu iyi anlamamız lazım. O bilinci, inancı, iradeyi, o ısrarı, o fedakârlığı görebilmemiz gerekli. O yaratıcılığı doğru anlamamız lazım. Önder Apo “Kendini bu işe yatırmak” diyordu. Gerçekten yatırıcı olabilmek gerekli. Önderlik “Komutanını arayan savaş” dedi. Arkadaşlar da bunu hep söylüyorlar ama ondan sonra da kendilerine komutan diyorlar.
Aslında bu savaşa komutan olunabilirdi. Zamanın da olundu da. Önder Apo’nun kendisi komutanlık ediyordu. Bir defa komuta çizgisini orada göreceğiz. Egîd komuta çizgisini doğru anlayacağız. Böyle imkâna, fırsata, hazıra dayanan bir komuta çizgisi değildi. 24 saat yoğunlaşmaya, düşünceye, emeğe dayanan bir komuta çizgisiydi. İdeolojik-örgütsel-askeri-eylemsel her konuda öncülük eden bir komuta çizgisiydi. Komple bir devrimcilikti. O bakımdan savaş, komutasını ortaya çıkardı. O çizgiyi doğru anlamamız, o çizgiye doğru girebilmek gerekli. Öyle olursa en zayıf, zor ortamlarda bile büyük atılımlar, gelişmeler yaratabilecek eylemler ortaya çıkartılabiliyor. Bu mümkün mü? Evet, mümkün. 15 Ağustos Atılımı bunun en büyük kanıtı. Zindan direnişi bunun en büyük kanıtı. 39 yıllık bu savaşın her anı bunun en büyük kanıtı. Kadın-erkek on binlerce şehit verdik. On binlerce savaşçı oldu.
Demek ki mücadele edilirse, bu işe kendini yatırma olursa oluyor. Daha doğru savaşsaydık elbette şehitlerimiz daha az, kazanımlarımız daha çok olacaktı. Önder Apo “Defalarca yenilgiye uğrattığımız düşmanı kendi zayıflıklarınız nedeniyle yeniden canlandırıyorsunuz” dedi. Gerçekten o düşmanı canlandırmaz, yenilgiye uğratırdık.
Şimdi bütün bunlardan ders çıkartmayı bilmeliyiz. Esas olan budur. 39 yıllık kesintisiz savaş hem de her gün 24 saat, anı anına savaş, ideolojik, askeri, siyasi bütün boyutlarda savaş kadar zengin dersleri olan büyük bir tecrübe birikimi olamaz. Bu bakımdan bizim büyük hazinemiz budur. Bu hazineyi doğru kullanmamız gerekli. Bu yıl dönümünde en çok üzerinde durmamız gereken nokta budur.
Gerçekten düşman gerçeği nedir ve bizim gerçekliğimiz, potansiyelimiz, imkân ve fırsatlarımız ne, nasıl bir tecrübeye, dersler toplamına sahibiz, o halde neler yapabiliriz? Ona göre değerlendirelim. Böyle ele alırsak hiçbir sorunumuz kalmaz, her sorunu çözebiliriz, her türlü görevi başaran olabiliriz. Her ortamda büyük eylemler geliştiren olabiliriz. Biz bu hale gelirsek de mücadeleyi çok güçlü ve etkili yürütürüz. Dolayısıyla 40’ıncı yılın o büyük çatışmalarında büyük kazanan, büyük başaran biz oluruz. Hedef ve amacımız budur. Bu sadece bir iddia değil, bu 40 yılın dersleri doğru özümsenip ulaşılan dersler temelinde hayata geçirilirse ortaya çıkacak kesin sonuç devrimin büyük başarısı olacak. Düşman, 39 yılda ciddi biçimde daha çok sarsıldı, daha çok darbe yedi.
Bu faşist diktatörlük her an yıkılabilir, çökertilebilir
Şimdi yeni bir hükümet kuruluyor, önüne dört-beş yıllık bir hedef koyuyor ama o kadar süreceğini sanmamak lazım. Bu faşist diktatörlük her an yıkılabilir, çökertilebilir. Buna inanmak lazım. Çünkü çok büyük darbe yedi. Eleğe döndü, delinmedik, parçalanmadık bir yanı kalmadı. Ortada devlet diye bir şey kalmadı. Aslında sadece böyle bir diktatörün yönetimi var. Dolayısıyla topyekûn direnişi her cephede etkili bir biçimde geliştirdiğimiz zaman bu rejimin yıkılacağına inanmamız lazım.
Seçim sonrası birçok değerlendirmede “zaten faşizm seçimle yıkılmazdı” dendi. İyi, çok güzel, şimdi bizde bu 15 Ağustos Atılımının 40’ıncı yılına girerken şunu diyoruz: “Faşizm seçimle yıkılmaz, neyle yıkılır?
Savaşla, mücadeleyle, antifaşist direnişle, devrimci savaş ile yıkılır. O halde devrimci savaşı geliştirelim. Her yere yayalım ve bu faşizmi yıkalım.” AKP-MHP faşizmini yıkmak bugün dünya devrimi yapmak gibi bir şeydir. Öyle hiç de dar bakmamak gerekiyor. Dünyada en köklü ideolojik, köklü değişiklikler yaratacak olan AKP-MHP faşizminin, TC sisteminin yıkılmasıdır. Amerika’daki değişiklikten çok daha fazla küresel etkiye sahip. Çünkü küresel sistem buraya dayanıyor. ABD yönetiyor ama dayanak TC sistemidir. Onun bu Kürt düşmanı, faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetidir. Dünyaya yön veren odur. Bu yıkılırsa dünya büyük bir demokratik devrimi yaşayacak.
Elimizde bu fırsat var. Şimdi 40’ıncı yıla biz de bütün bunları değerlendirmiş olarak giriyoruz. Dikkat edilirse kendi pratiğimizin derslerini çıkartmak, hata ve eksikliklerimizi gidermek için özeleştirel olmalıyız. Her yerde kendimizi yenilemeliyiz. Bayramın coşkusunu yaşarken, bu temelde kutlamalar yaparken aynı zamanda eleştiri, özeleştiriyle kendimizi düzeltme, yenileme, 15 Ağustos Atılım ve zafer çizgisinde kendimizi yeniden yapılandırmayı öngörmeliyiz. Bu temelde parti öncülüğü, gerilla, kadın ve gençlik öncülüğü olarak, halk ve dostlarımız olarak kendimizi yeniler ve bu 40’ıncı yıla AKP-MHP faşizmini yıkmak, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü ve Kürt sorununun çözümünü sağlamak hedefiyle hamlesel bir mücadeleyle girersek kesinlikle kazanırız.
Hareket olarak bizim tutumumuz böyledir. Bu süreçlerin gelişebileceğini az-çok tahmin ediyorduk. Buna göre kendimizi hazırladık da. Bu gerillayla başladı, gençlik eylemleri bunu destekliyor. Yurtdışında Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü isteyen eylemler çok önemlidir. Rojava’da halk her zaman ayakta. Bunu diğer alanlara da yayıp daha planlı, örgütlü hale getirdiğimizde bu 40’ıncı 15 Ağustos yılı, özgürlük ve demokrasi mücadelesini, devrimci halk savaşı çizgisi stratejisiyle geliştirmede en büyük hamle ve mücadele yılı olacak.
Buna inanıyoruz, böyle bir hamleyi geliştirebilmek için de tüm yoldaşları, gerilla güçlerini, yurtseverleri ve dostlarımızı görevlerine sahip çıkmaya davet ediyoruz. Biz bu 40’ıncı yılı böyle karşılıyoruz. Daha umutlu ve inançlıyız. Daha büyük mücadele edeceğiz ve daha çok kazanacağız. Hedefimiz kesinlikle budur. Bunlar temelinde bir kere daha başta Önder Apo olmak üzere yoldaşların, halkımızın ve dostlarımızın 15 Ağustos Diriliş ve Gerilla Bayramını kutluyor, 40’ıncı yılda özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese üstün başarılar diliyoruz.