Pîro Dersim
Türk devletinin zindan politikası öteden beri hep dışarda başta Kürt halkı olmak üzere, devrimci, demokrat ve muhaliflere yönelik politikası ile paralel oluşturulup, pratikleştirilmektedir. Her dönem Kürt Halkına ve Özgürlük Mücadelesine karşı belirlenen imha konseptinin bir ayağını da zindanlara dönük politikalar oluşturmaktadır. Yani Türk devletinin zindanlara dönük konsepti ile dışarda hayata geçirdiği politikalar birbirinden çok farklı olmamakta, zindan ayağı genel konsepte katkı sunacak tarzda ele alınıp, bu yolla sonuç alınmak istenmektedir.
1991 Körfez savaşı ile başlayan, ABD’ye karşı 11 Eylül saldırıları ile yeni bir aşamaya geçen ve “Arap Baharı’’ denilen süreçle birlikte tüm Ortadoğu coğrafyasına yayılan 3. Dünya Savaşı derinleşerek sürmektedir. Ortadoğu’daki 4 temel devlet arasında parçalanıp sömürge statüsünde soykırım dayatılan Kürdistan, bu konumundan dolayı Ortadoğu merkezli gelişen 3. Dünya Savaşı’nın merkezi konumunda yer almaktadır. Ancak 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan farklı olarak bu kez dünya insanlığına yeni bir umut olan ve kapitalist moderniteye alternatif Demokratik Modernite paradigmasıyla, çağa öncülük eden büyük bir Önderlik kurumlaşmasıyla, PKK etrafında oluşan özgür Kürt bilinci ve iradesinin her alanda yarattığı güçlü örgütlenmeyle Kürt halkı bu savaşta en etkileyici güç olmakta ve kendi sistemini adım adım örerek özgürlüğüne ulaşmayı hedeflemektedir.
Türk devleti, PKK ve Önder Apo çizgisinde gelişen Kürdistan devriminde sonlarını görmektedir
Bu durum tüm bölge gerici güçlerini ve kapitalist modernist tüm hegemon güçleri korkutmaktadır. Çünkü Önder Apo çizgisinde gerçekleşecek bir Kürdistan devriminin hem Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi diktatörlüğe, inkara, sömürüye ve sömürgeciliğe dayalı gerici bölge devletlerinin sistemlerini ortadan kaldırarak, halkların eşit, özgür, demokratik birliklerinin oluşmasına yol açacak, hem de azami kâra, sınırsız sömürüye ve köleliğe dayalı kapitalist moderniteye karşı kadın özgürlükçü, demokratik, ekolojik sistem inşasıyla insanlığın özgürlük umudu devrimle taçlandırılmış olacaktır. Bugün Özgürlük Hareketine karşı aralarındaki tüm çelişkilere rağmen bölge ve uluslararası gericiliğin birleşmesi, ortak hareket etmesi ve imha konseptlerini birlikte yürütmeleri bu nedenledir. Tüm bu güçler PKK ve Önder Apo çizgisinde gelişen Kürdistan devriminde sonlarını görmektedir. PKK ve özgür Kürdün tasfiye edilmesi söz konusu olduğunda birlik halinde hareket etmelerinin temel nedeni bu durum olmaktadır.
Bu konuda en fazlada halkların inkârı ve soykırımı üzerinden kendisini var eden, oluşum kodlarının temelinde ırkçılık ve inkâr olan TC, Kürt Özgürlük Hareketinin ve Önder Apo’nun Demokratik Ulus anlayışının başarıya ulaşmasında, Kürt Halkının özgürleşmesinde ve bir statüye sahip olmasında kendi sonunu görmektedir. Bundan dolayı buna göre kendini konumlandırmakta, bu duruma göre 3. Dünya Savaşı’na aktif katılım sağlamakta, nerede Kürt kazanımı ve özgür Kürt irade ve bilinci varsa oraya saldırarak 3. Dünya Savaşı’nda Kürt halkının kazanım elde etmemesi için her şeyini ortaya koymaktadır. En son “Çöktürme Eylem Planı’’ adıyla devreye koyulan soykırım konsepti bunu amaçlamaktadır.
“Çöktürme Planı’’ve soykırım konseptinin hedefleri
2014 sonbaharından bu yana “Çöktürme Planı’’ adıyla devreye sokulan ve halen sonuç alınmak istenen soykırım konseptinin temelde üç ayağı bulunmaktadır.
Birinci ayak; uluslararası tüm güçlerin desteğini alarak, bölge gericiliği ile ittifaklar kurarak ve Kürt ihanetine dayanarak özgür Kürt iradesini temsil eden gerillanın tasfiye edilmesi olmaktadır. Bu konuda elindeki tekniği ve savaş suçu olarak kabul edilen kimyasal silah dâhil her türlü kirli özel savaş araçlarını devreye sokarak sonuç almak istemektedir. 2015 yılından bugüne kesintisiz bir temelde yürütülen bu imha konsepti özgürlük hareketinin ve gerillasının fedai çizgide yürüttüğü büyük direnişle önemli oranda boşa çıkarılmış, bu durum AKP-MHP faşist ittifakının çöküşünü beraberinde getirmiştir.
Konseptin askeri ayağında sadece gerillaya ve gerilla alanlarına saldırı yoktur; aynı zamanda Kürtlerin büyük bedellerle ve destansı direnişlerle Rojava’da, Şingal’de, Maxmur’da elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmak ve bu alanlarda sistemini oluşturan özgür Kürt iradesini tasfiye etmek, işgalci-soykırımcı Türk devletinin temel hedefi olmaktadır. Irak, Suriye, İran, Rusya, ABD ve diğer uluslararası tüm güçlerle kurduğu ilişki ve geliştirdiği ittifaklar tümüyle bu Kürt kazanımlarının ortadan kaldırılmasına dönüktür.
İkinci ayak ise topluma yöneliktir. Önder Apo’nun özgürlük felsefesi etrafında, on binlerce şehidin yarattığı büyük maneviyat ve direniş kültürü ile örgütlenen PKK’yi ve onun yarattığı değerlere bağlı, direngen özgür Kürt toplumsallaşmasını hedef alan, yoğun, yaygın ve vahşi saldırılarla dağıtmayı, korkutmayı, pasif kılmayı, yozlaştırıp çürütmeyi amaçlayan ve bu temelde psikolojik ve özel savaşın her türlü kirli yol ve yöntemlerini devreye koyan bir toplum kırım uygulaması hedeflenmektedir. Katliamlarla, baskı ve zülüm politikalarıyla, açlıkla, yoksullukla, yasaklarla, tüm toplumsal kurumlaşmalara el koymayla, kadın kırımıyla, fuhuş-uyuşturucu ve ajanlaştırmayla, psikolojik ve özel savaşın her türlü kirli yöntemiyle PKK ve Önder Apo çizgisinde şekillenen yurtsever özgür Kürt toplumsallığı dağıtılmak, parçalanmak, yozlaştırılmak ve bu yolla iradesi kırılarak teslim alınmak istenmektedir.
Soykırım konseptinin üçüncü ayağı ise zindanlara dönük olanıdır. Düşmanın her türlü saldırılarına karşı direnen ya da direnme potansiyeli gösteren herkesin yaygın şekilde tutuklanması, siyasi soykırım operasyonlarıyla toplumun tüm direngen yapılarının zindanlara doldurulması ve zindanlarda bu kesimlerin hem cezalandırılıp, bunlardan intikam alınması, hem de yoğun baskı, işkence ve şiddet politikalarıyla iradelerini kırıp teslim alınması hedeflenmektedir. Zaten basına yansıyan ve deşifre olan “Çöktürme Eylem Planı’’ adlı belgede on binlerce insanın tutuklanması ve zindanlarda bitirilmesi açık bir şekilde karar altına alınmıştır.
Bununla birlikte soykırımcı faşist Türk devleti son 50 yıldır Kürt halkı ve Özgürlük Hareketiyle yürüttüğü savaşta Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi için zindanın çok önemli bir direniş alanı olduğunu da bilmektedir. Özgürlük Mücadelesi’nin tüm kritik süreçlerinde zindandaki yoldaşların kahramanca direnişleri ile sürece öncülük ettiğini, toplumu duyarlı kıldığını, tehlikeleri bertaraf etmede ciddi rol oynadığını bizler kadar, düşman da bilmekte ve hesaba katmaktadır. 12 Eylül faşizmine karşı Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin öncülüğünde gelişen büyük zindan direnişi, Önderliğimizin esareti döneminde Halit Oralların, Selamet Menteşlerin öncülüğünde gelişen “Güneşimizi Karartamazsınız’’ eylemleri ve “Çöktürme Planına’’ karşı “Tecriti kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgürleştirelim’’ şiarıyla gelişen büyük açlık grevi ve ölüm orucu direnişi, zindanların öncülük edip sonuç aldığı süreçler olmaktadır. Bu nedenle nasıl ki dışarda tam bir soykırım dayatılıyorsa, zindanda da soykırım politikası esas alınmakta, tutsaklara “ya teslimiyet ya imha olma’’ dayatmasında bulunulmaktadır.
Türk devleti dışardaki konseptini başarıyla hayata geçirmek için nasıl ki tüm evrensel hukuk kurallarını hiçe sayarak bir soykırım ve imha hukuku oluşturup, bu işi yapan asker, polis, istihbarat ve devlet yetkililerine sınırsız yetki verdiyse, zindanlara dönükte aynı yolu izledi ve gerekli düzenlemeleri yaparak zindandaki faşist uygulamaların alt yapısını oluşturdu. Çıkardığı kanunlar ve genelgelerle 12 Eylül Anayasası gibi tümüyle faşizan bir mantıkla ele alınan anayasada var olan kimi haklar ve hukuki prosedürler de tümüyle ortadan kaldırıldı. Cezaevleri sözde de olsa bağımsız olarak nitelendirilen mahkemelere bağlı olmaktan çıkarıldı. Mahkemeler cezayı verdikten ya da tutukladıktan sonra bu cezaların ya da tutukluluk halinin infazı tümüyle zindan yönetimlerine, zindanda AKP-MHP’li kadrolardan oluşturulan ve adına “Cezaevi Gözlem Heyeti’’ denilen, hiçbir hukuki, ahlaki ve vicdani meşruiyeti olmayan çete yapılanmalarına verildi. Bu çete yapılanmaları eliyle zindanlarda yeniden Esat Oktay çizgisi hâkim kılındı. Zaten pek çok zindanda zindan yönetiminde yer alan çeteler bu durumu itiraf etmekte, kendilerinin Esat Oktay’ın devamcıları olduğunu açıkça dile getirmektedirler.
Faşist Türk devletinin zindan politikası ve uygulamaları
Günümüzde Türk devletinin zindan politikalarını ve uygulamalarını ele alırken öncelikle İmralı Zindanı’nda Önder Apo’ya yönelik geliştirilen İmralı işkence sistemini doğru anlamak ve buna karşı geliştirilen mücadelenin anlamını bilince çıkarmak gerekiyor. Türk faşizmi Önder Apo’yu İmralı’da tecrit ederek dünyayla bağını koparmayı, 3. Dünya Savaşı koşullarında Önderliğin etkisini kırmayı, Kürt halkını önderliksiz bırakarak bu savaşta kazanım elde etmesinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. İmralı tecridinin esas amacı budur. Önderliğin sürece müdahale etmesini, yol göstermesini ve etkisiyle direnişi sonuç alıcı kılmasını engellemek istemektedir. Diğer bir hususta yok olma sürecindeki Kürtleri adeta yeniden var ederek, bilinçlendirip örgütleyerek, egemen faşist Türk devlet yapılanmasını yıkımın eşiğine getirdiği için Önderlikten intikam alınmak istenmektedir. İmralı İşkence sistemi tümüyle bu intikam istemi üzerine şekillendirilmiştir. “Bir seferde asarak değil, her gün öldürme’’ olarak kendi yetkililerinin açıkça itiraf ettikleri amaçları, İmralı işkence sistemi olarak pratikte uygulanmaktadır. İmralı’da hiçbir yasa, hukuk çerçevesi yoktur. Tümüyle siyasal iktidarın keyfine göre yaklaşım sergilediği bir gerçeklik vardır. Tüm işkence ve baskı politikalarına rağmen diğer zindanlarda kırıntı düzeyinde bulunan aile ziyareti, telefon, mektup hakkı, avukat-vasi ziyareti gibi en asgari koşullar bile İmralı’da uygulanmamakta, mutlak bir tecrit ve işkence sistemi hâkim kılınmış bulunmaktadır.
Bu açıdan Önder Apo’nun İmralı direnişi oldukça önemli, anlamlı ve kader tayin edicidir. “Ya teslimiyet ya imha’’ konseptine karşı tüm Kürt, Türkiye ve Ortadoğu halkları adına faşizme karşı yürütülen direnişin hem temel halkası, hem de en görkemli zirvesi olmaktadır. Önder Apo; Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanan sorunlara getirdiği “Demokratik Ulus’’ çözümüyle halklara yeni bir umut verirken, İmralı’yı da bu çözümün gerçekleşmesi için faşizme karşı direniş ve mücadele alanı haline getirmiştir. Faşist Türk devletinin Önder Apo’nun “Demokratik Ulus Çözümü’’ hayat bulmasın ve İmralı direnişi topluma ulaşmasın diye dayattığı tecrit o yüzden halklar tarafından kabul görmemekte, kendilerine yapılmış sayılmakta ve buna karşı ciddi direnişler ortaya çıkmaktadır.
İmralı zindanı kadar olmasa da diğer zindanlarda da İmralı işkence sisteminden çıkarılan sonuçlar temelinde politikalar hayata geçirilmekte ve bu yolla sonuç alınmak istenmektedir. Günümüzde TC’nin zindan politikalarını pek çok hukukçu ve insan hakları savunucuları ve kurumları savaş hukuku, ya da düşman hukuku olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanımlama zindanlarda yaşatılan vahşete açıklık getirmek amaçlı dile getirilmektedir. Ancak bu tanımlama bile yaşananları açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Düşman hukuku ya da savaş hukukunda bile tutsakların kimi hakları bulunmakta, bu haklar uluslararası sözleşmelerle garanti altına alınmaktadır. Yani düşman da olsa yaptıkları bir hukuk dâhilindedir. Ancak bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da bulunan zindanlarda var olan vahşetin hiçbir hukukta yeri yoktur. Çeteleşmiş bir faşist iktidar yapılanmasının tümüyle intikam ve öç alma histerisiyle, ırkçı ve faşist hezeyanla hayata geçirdiği keyfi uygulamalar olmaktadır.
Mesela Pandemi gerekçesiyle 2020 baharında “İnfaz Düzenlemesi’’ adıyla çıkarılan yasa kapsamında cezaevlerindeki disiplin cezaları giderek arttırıldı. İnfaz hâkimliği olağanüstü yetkilerle donatıldı. Cezaevi gözlem heyeti pek çok konuda yetkili kılındı. Cezaevi idareleri insanların şartlı bırakılma ya da bırakılmama, cezalarının ne şekilde infaz edilmesi, mahsup işlemlerinin olup olmaması vb birçok konuda karar verir hale getirildiler. Oysa bu konuların hepsi normalde “bağımsız’’ mahkemelerin vermesi gereken kararlardır. Kendi kanunlarında bile bu böyledir. Ancak cezaevi idareleri, gözlem heyetleri, infaz hâkimliği yetkili kılınarak tümüyle keyfiliğin önü açıldı. Yine daha önceki süreçte tutuklulara getirilen, kendi aile ve birinci dereceden akrabası dışındaki 3 kişiyle yasal görüşme hakkı ortadan kaldırıldı. 2016’da fiili olarak hayata geçirdikleri avukat kısıtlamaları yasal hale getirildi. Böylece savunma hakkı önemli oranda engellendi. Siyasal içerik taşıyan yayınların ve Kürtçe materyallerin tümü mahkeme kararı olmasa dahi verilmemesi yasallaştırıldı. MİT tarafından sorgulamak üzere cezaevinden insanların alınarak işkenceye götürülmesinin önü açıldı. Böylece hem işkencenin süreklilik kazanmasının, hem de MİT’in her türlü kirli oyun ve komployu tutsaklara karşı uygulamasının yasal zemini oluşturulmuş oldu.
Zindanda siyasi onurlarını korumak amacıyla tutsakların yaptığı her türlü eylem-söylem ve tavır disiplin suçu kabul edilmektedir. Artık slogan atmak, kelepçeli tedaviyi kabul etmemek, çıplak aramaya karşı çıkmak, ayakta sayım vermemek, halay çekmek, zılgıt atmak, Kürtçe türkü söylemek ziyaretçileriyle ve telefonda Kürtçe konuşmak, Kürtçe mektup ve yazı yazmak vb yaklaşımların hepsi suç kategorisine alınmış durumda ve disiplin ihlali olarak değerlendirilerek cezalar verilmektedir. Daha önce üç kez disiplin cezası almak tutuklunun infazını yakmaya yetiyordu ancak bu bile fazla görülerek ilk disiplin cezasında dahi infazını yakma kararı verilebilecek artık. Bu da tüm siyasi tutukluların infazının peşinen yakılacağı anlamına gelmektedir.
Denetimli serbestlikten iyi halli olanlar yararlanabilecek ve bu iyi hali de belirleyecek olan infaz hâkimliği, cezaevi yönetimi ve gözlem kurulu olacak. Tamamı AKP ve MHP kadrolarından oluşan bu kurumların bırakalım iyi halle siyasi tutsakları bırakmayı, infazlarını da en ufak bir sorunda yakarak yıllarca tutsakların fazladan yatmalarına yol açacaklarını bilmek için kâhin olmak gerekmiyor. Yine cezası biten tutsakların derhal tahliye edilmeleri gerekirken bu en temel evrensel infaz hükmü ortadan kaldırılarak tahliyesi gelen tutsak bu gözlem heyetlerine çıkarılıyor. Tahliye edilip edilmeyeceklerinin kararını “Gözlem Heyeti’’ adlı bu çete belirliyor. Hiçbir yasal ve hukuki dayanağı bulunmayan bu çete yapılanmasını kabul etmeyen, çıkmayan ya da çıktıklarında dayatılan pişmanlık şartını kabul etmeyen yüzlerce tutuklunun tahliyesi erteleniyor, tutukluluk süreci uzatılıyor. 30 yıl gibi uzunca bir süre onurlarıyla zindanda kalan ve sömürgecilerin kendisine verdiği cezayı tamamlayan tutsaklar bu uygulama nedeniyle bırakılmamakta, bu yolla pişmanlık dayatmasının sonuç alması amaçlanmaktadır. Kısacası yapılan son düzenlemelerle zindanlarda dört başı mağrur bir faşizm kendisini kurumsallaştırmıştır diyebiliriz.
TC faşizmi kendisini zindanlarda kurumsallaştırmıştır
Türk devletinin günümüzde Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ne karşı yürüttüğü savaşın yüzde doksanı özel ve psikolojik savaştır. Geriye kalan yüzde on ise tekniğe dayalı yürüttüğü savaş olmaktadır. Yani esas aldığı temel yöntem psikolojik savaş olmaktadır. Bu konuda önemli oranda uzmanlaşmıştır ve kimi sonuçlarda almaktadır. Hatta diyebiliriz ki AKP-MHP faşizmi günümüzde psikolojik savaşla ayakta kalmaya, iktidarını korumaya çalışmaktadır. Zindanlarda da temelde özel-psikolojik savaşı esas almaktadır. Bu konuda düşmanın tüm uygulamalarını özel savaş kapsamında ele almak gerekiyor. Hiçbir uygulama oradaki idarenin tasarrufunda gerçekleşen, lokal bir durum değildir. Dayatılan her uygulama ile düşman kimi sonuçlar almak istiyor. Kısa sürede yapamadığı irade kırma ve teslim almayı uzun sürece yayılmış politikalarla pratikleştirmek istiyor. Gündem saptırma, arkadaşların yoğunlaşmalarını dağıtma, örgütselliği zayıflatma ve dağıtma, umutsuzluğu ve çaresizliği geliştirme, bıktırıp-bezdirerek daraltma, tıkatma vs pek çok yol ve yöntemle bu amacına ulaşmayı hedefliyor.
Kameralar ve özel dinleme teknikleriyle arkadaş yapımız sürekli izlenip dinlenerek, günlük politikalar oluşturulup hayata geçiriliyor. Hatta tek tek tüm arkadaşlar hakkında özel dosyalar oluşturularak özel politikalar belirleyip uygulama noktasına kadar psikolojik savaşı indirgemiş bulunuyorlar. İşin bir yönü bu olurken diğer taraftan tutsakların duygu ve düşüncelerini de yönlendirmek, ideolojik ve politik muğlaklıklar yaratmak da psikolojik savaşın temel bir hedefi olmaktadır. Zira zindanlar yapısı gereği psikolojik savaştan en çok etkilenecek yerler olmaktadır. Dışardaki mücadeleden kopartılan devrimciler, tv-gazete vb ile yoğun bir psikolojik savaşa tabi tutulmaktadırlar. Bununla bir yandan sistem kendi yaşamını çekici kılarak tutsakların özlemini uyandırmak istemekte, diğer yandan ise verdiği haber ve tartışma programları ile sahte zaferler yaratılarak mücadelenin bittiğini propaganda etmektedir. Bu yolla devrimci tutsakları manevi-moral çökertmeyi ve sisteme entegre etmeyi hesaplamaktadırlar. Bu açıdan özünde zindanlarda devrimci tutsaklara yönelik bir çürütme politikası uygulanmaktadır. Bu konuda kullanılan en temel yöntem ise psikolojik savaş olmaktadır. Evet, kaba baskı ve işkenceler var ve kullanılıyor ama sonuç alma konusunda özel ve psikolojik savaş yöntemini esas aldıkları bilinen bir gerçeklik olmaktadır.
Günümüzde en fazla öne çıkan uygulamalardan biri de katletme olmaktadır. Dışarda yürütülen soykırım politikası ile paralel içerde işkenceyle katletme, intihara sürükleme ve hasta tutsakları bırakmayarak, tedavi etmeyerek ve en ağır koşullarda tutarak kasten ölümüne yol açma günübirlik basına yansıyan durumlar olmaktadır. Eskiden bir yılda zindanda hastalık vb hallerden dolayı yaşanan şahadetler 3-5 iken özellikle son 3 yılda bu konuda büyük bir artışın yaşandığına tanık olmaktayız. İHD’nin basına yansıyan açıklamasında son bir yılda 47 devrimci-yurtsever tutsağın zindanda yaşamını yitirdiği belirtilmektedir. Neredeyse haftada bir arkadaşımız zindanlarda katledilmektedir. 30 yıl zindanda her türlü faşist baskı ve işkenceye karşı direnen yoldaşlarımızın son bir yılda, dışarı çıkmak üzereyken şehit düşmeleri öyle sıradan ve tesadüfü bir durum olmamaktadır. Tamamıyla bilinçli, tasarlanarak gerçekleştirilen katliamlar olmaktadır. Mesela kanser hastası olan bir insan sürekli doktor gözetiminde tedavi olmalı, uygun hijyenik koşullarda tutulmalı, beslenmesi özel olmalı. Böyle bir arkadaşı tedaviye götürmeyerek, hücrede tutarak ve en sağlıksız koşullarda en kalitesiz beslenme koşullarına tabi tutmak onun katledilmesi anlamına gelmektedir.
Çok rahatlıkla yaşananlardan şu sonucu çıkarabiliriz. Faşist Türk devleti idam cezasını isteyerek, insani değerlere ters olduğunu düşünerek ve evrensel insan haklarının gereği olarak kaldırmadı. AB’ye girmek, kimi konularda çıkar elde etmek için adeta formalite olarak yasalarından çıkardı ama yukarda belirttiğimiz uygulamalarda da görüldüğü üzere yasalarından çıkarsa da fiili olarak uygulamaktan geri kalmadır. Mesela resmi olarak yasalarında idam cezası bulunan ve bunu uygulayan İran’da bile bir yılda 47 siyasi tutsak idam edilmemektedir. Dolayısıyla idam cezasının fiili olarak günümüzde Türkiye zindanlarında uygulandığını bilmek gerekiyor.
Hasta tutsaklara yaklaşım bu çerçevede olmaktadır. Türk devleti hasta siyasi tutsakların hastalık nedeniyle yaşamını yitirmesi için her şeyi yapmaktadır. Bu konuda kendi yasalarında kimi maddeler olsa da pratikleşme süreci bu yasa maddelerini uygulamama üzerinden şekillendirilmiştir. Normalde ölümcül hastalığı bulunan, kendine bakamayacak düzeyde hastalığı ya da engeli olan tutsakların cezalarının ertelenmesini öngören yasa maddeleri mevcuttur. Ancak bu konuda yetkili kılınan kurum Adli Tıp Kurumu olmaktadır. Adli Tıp Kurumu kanser hastasından, yüzde 80 engelli olanına kadar pek çok hasta tutsak için “cezaevinde kalabilir’’ raporu vermekte, dolayısıyla bu insanlar ölüme terkedilmektedir. Mahkemede tutsağa idam cezası veren hâkim ile hastalığına rağmen “cezaevinde kalabilir’’ kararı veren Adli Tıp Heyeti arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Bir de bunu dahi aşan uygulamalar vardır. Kimi tutsaklara Kürt düşmanı, faşist, ırkçı Adli Tıp Heyeti bile “cezaevinde kalamaz’’ raporu vermesine rağmen ilgili infaz hâkimliği ve cezaevi yönetimi uygun görmediğinden hasta kimi tutsaklar bırakılmamaktadır. Bu durum açık olarak bu tutsakların infaz edilmesi anlamına gelmektedir.
Cezaevlerinin işkenceli koşulları, disiplin cezaları, tek kişilik hücrelerde tutma, hijyen ve sağlıklı beslenme koşullarını oluşturmama, keyfi uygulamalarla hastaneye götürmeme, kelepçeli tarzda muayene dayatma gibi nedenlerle hasta tutsakların içerde tedavi edilmeleri de engellenmektedir. Tüm bu uygulamaların sonucunda yaşanan şahadetler kesinlikle hastalıktan kaynaklı değildir. Bilerek ve tasarlayarak bir katletme politikası tüm pervasızlığı ile hayata geçirilmektedir. “Asmayalım da besleyelim mi’’ gibi faşist zihniyetinin devamcısı olan günümüzdeki AKP-MHP çete yapılanması “öldürmeyelim de tedavi mi edelim’’ yaklaşımını pratikleştirerek fiili olarak idam cezasını zindanlarda uygulamaktan geri kalmamaktadırlar.
Günümüzde Türkiye hapishaneleri kelimenin gerçek anlamıyla işkencehanelere dönüştürülmüş durumdadır. Günlük olarak tutsakların odalarına baskın yapma, tüm yazılı materyallerine el koyma, ayakta sayım, ırkçı marşlar okutmaya zorlama, A Takımı denilen çeteler eliyle ses yalıtımlı olan süngerli odalarda her türlü fiziki işkenceye tabii tutma, siyasi kadın tutsaklara yönelik tecavüzden tutalım her türlü cinsel istismarda bulunma, tutsakların kendi aralarında ve dışarıyla her türlü bağını koparma, süreklileşen sevk ve sürgün politikalarıyla adeta tutsaklara yaşamı cehenneme çevirme vb her gün basına yansıyan uygulamalar adeta normalleşmiş durumlar olmaktadır.
Türkiye’deki işkencehanelere karşı herkes seferber olmalıdır
Tabii faşist Türk devletinin zindan politikalarını ele alırken buna karşı görkemli ve yaşamın her bir anında yürütülen büyük bir direnişin de olduğunu unutmamak gerekiyor. Nasıl ki dışarda gerilla ve halkımızın soykırım uygulamalarına karşı büyük direnişi düşmanın sonuç almasını engelleyip, faşizmi çöküş sürecine sokmuşsa, zindan direnişinin de bunda büyük bir yeri ve rolü var. Bir dava insanının en zorlu anı düşmanın eline geçtiği andır. Düşmanın elinde, başka bir silahı ve imkânı bulunmayan dava insanın çıplak bedeni, iradesi ve bilinciyle yürüttüğü direniş en anlamlı, en görkemli ve en kutsal direniş olmaktadır. En zor koşullarda ve imkânsızlıklarda sonuna kadar direnen insanlara sahip bir davanın yenilmesi mümkün değildir. Bugün dışarda fedai çizgide yürütülen direnişe de özünde kaynaklık eden zindan direnişi olmaktadır. Günlük yaşamın her anının işkenceye dönüştürüldüğü bir ortamda, günün 24 saati fedai çizgide yaşayan ve direnen bir zindan gerçekliği ile karşı karşıyayız. Hasta yoldaşlarımız onursuzluğu kabul etmektense bir an dahi tereddüt etmeden ölümü göze almakta, düşman kadar hastalığa karşıda onurlu bir duruşun ve direnişin sahibi olmaktadırlar.
Önder Apo öncülüğünde yürütülen bu “Onur Savaşçılığı’’ günümüzde hareket ve halk olarak düşman karşısında direnişimizin özünü oluşturmakta, moral-manevi bir güç kaynağımız olmaktadır. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekiyor ki biz dışarda olanlar zindan direnişçiliğine, zindanda en ağır koşullarda bir halkın, davanın onurunu savunan yoldaşlarımıza yeterince sahip çıkmamakta, yoldaşlık görevlerimizi yeterince yerine getirmemekteyiz. Bu konuda yaşadığımız yetersiz yoldaşlık düşmanın pervasızca işkencelerini yürütmesine imkân ve olanak tanımaktadır. Önderliğimiz üzerindeki mutlak tecrit durumu, yaşamından dahi haber alamama hali, İmralı işkence sistemi, her gün zindanlarda yaşanan şahadetler ve genel olarak tüm zindanlarda uygulanan işkence ve baskılar karşısında biz dışardakilerin kıyameti koparması, serhildanlara kalkması gerekirken, çok yetersiz ve etki düzeyi fazla olmayan kimi çabalar dışında genelde yaşanan tepkisizlik durumu en temel sorunumuz olmaktadır.
12 Eylül faşizmi sürecinde dışarda ciddi bir gücümüz ve imkânımız yoktu. O nedenle zindandaki yoldaşlarımız canlarını ortaya koyarak düşman saldırılarını engellemek zorunda kaldılar. O süreç ve koşullar için doğru ve gerekli olan buydu. Ancak bugün sadece Türkiye ve Bakur Kürdistan’ında yüzlerce kadromuz, binlerce çalışanımız, milyonlarca yurtseverimiz, yüzlerce kurumumuz vardır. Buna rağmen etkili kimi eylemler yapamamak, zindanda ağır koşullarda direnen Önderliğimiz ve yoldaşlarımızı doğru ve yeterli düzeyde sahiplenmemek çok büyük ve ciddi bir yetersizliğimiz olmaktadır. Yaşanan durumu sadece düşmanın faşist, ırkçı yapısıyla izah edemeyiz. Düşman zaten öyledir. Bu bilinen bir gerçekliktir. Ama bu düşmana karşı üstüne düşeni yapamamak, direnişi geliştirmemek, Önderliğimize ve yoldaşlarımıza sahip çıkamamak mutlaka aşılması gereken bir durum olmaktadır. Bugün her açıdan Bakur Kürdistan’ı ve Türkiye metropollerinde büyük toplumsal direnişleri açığa çıkarmanın zemini de, imkân ve olanakları da fazlasıyla vardır. Olmayan öncülük ve iradedir; görevimiz ise bunu gerçekleştirmektir.
Bugün Zap’ta, Avaşîn’de kimyasal silahlar başta olmak üzere kapitalist modernitenin 21. yüzyıl tekniğine karşı direnen gerillayı nasıl ki yalnız bırakmamamız gerekiyorsa, düşmanın büyük zulmü ve baskısı altında direnen zindandaki yoldaşlarımızı da sahiplenmek, mücadele ve direnişlerine güç katmak en temel dönemsel görevimiz, yurtseverlik ve yoldaşlık görevimiz olmaktadır. Düşman sonuç almak için gerillaya, topluma ve zindanlara topyekûn saldırıyor. Bu temelde tüm imkân ve olanaklarını seferber ediyor. Böylesine kapsamlı ve kader tayin edici savaş ve saldırıya karşı bizler de ancak Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelinde topyekûn bir direnişle saldırıları boşa çıkarabilir ve zaferi elde edebiliriz. Bu konuda gerilla üzerine düşeni yapıyor ve fedai çizgide direniyor. Zindanlarda başta Önder Apo olmak üzere tarihi bir direniş yaşanıyor. Şu anda direnişimizin zayıf halkası Bakur Kürdistan’ı ve Türkiye’deki toplumsal direnişi yeterince geliştiremeyişimiz olmaktadır. Dolayısıyla temelde buna yüklenmek, bu durumdan çıkışın öncülüğünü yapmak ve topyekûn direnişi açığa çıkararak faşizmi yıkıp Önderliğimizin ve halkımızın özgürleşmesini sağlamak bizlerin tarihi, dönemsel ve güncel görevi olmaktadır.
Hiç birimizin imkânların yetersizliğinden, olanakların olmayışından, düşman yönelimlerinden, halkın katılımsızlığından şikâyet etme hakkı ve lüksü yoktur. İmkân ve olanaklar fazlasıyla vardır. Her türlü saldırı ve yönelime rağmen, doğru temelde öncülük etmediğimiz halde Önderliğine, mücadelesine, değerlerine ölümüne bağlı bir halk gerçekliğine sahip olduğumuzu 2022 Newroz’unda gördük. Düşmanın yönelim ve saldırıları ise bizler için mücadelesizliğin değil büyük direnmenin gerekçesi olmalıdır. Gerisi bu imkân ve olanakları doğru kullanmak, halka gitmek, halkla aramızda oluşan mesafeyi kapatarak bütünleşmek ve yarattığımız örgütlülüğe doğru temelde öncülük ederek eylemsel kılmak olmaktadır. Yapılmayan, eksik olan budur; yapılması gerekende bu olmaktadır.
Halk ve hareket olarak büyük ve kapsamlı bir savaşı yaşamakta, kapsamlı saldırılara maruz kalmaktayız. Bu saldırılara karşı geliştirilen direnişte günlük olarak şehitler vermekteyiz. PKK şehitler partisidir ve içinde bulunduğumuz ay şehitler ayıdır. Dolayısıyla Önderlik ve şehitler çizgisi karşısında kendimizi, duruşumuzu, katılımımızı yeniden sorgulama, yetersizlikleri görme, aşma kararlılığına ulaşma ve dönem görevlerini başarıyla ve zafer çizgisinde pratikleştirme zamanıdır. Önderlik gerçekliğine ve yüce şehitlerimize bağlılığın yolu bu olmaktadır. 1 Haziran Atılım ruhu ile eksikliklerden arınma ve zafere kilitleme tek doğru devrimci-yurtsever duruş ve yaklaşım olmaktadır. Bu temelde Önder Apo ve zindandaki yoldaşlarımızın “Onur Savaşçılığında’’ onlara yoldaş olmak, direnişlerine güç katmak, eylemlerimizle seslerini tüm topluma ulaştırmak boynumuzun borcudur ve yaşam gerekçemizdir.