Dilzar Dîlok
Yol deyince titrer yüreğimiz
yol, varolmaktır.
varolmak ve yürümek.
yolda olmak, yolculara yoldaş
olmak,
yolun ta kendisi
yol sürüyor ve çağın sancıları
artıyor.
ne rüstemi var bu çağın, ne
siyabendi,
mem’i.
zinler, xecêler alın yazısını
kaybetmiş
venüs heykelleri
ne kaderleri kalmış yaşanacak,
ne kolu kanadı…
şimdi başımızı koyduğumuz taş,
üzerimize örttüğümüz gece
ayazı,
bedenimizin güneşi olan
kalbimizde
sönmeyen bir ateş.
nefesimiz, beynimizde ve
yüreğimizde
koruyor sıcaklığını
ve şimdi biz,
kendi çağımızın çocuğu olmanın
ateşten
imtihanındayız.
anlamın yitirildiği bir zaman
aralığındayız.
varlığın anlamını kendi
bedeninden
kopardığı,
bencilliğin dahi anlamını
kaybettiği
köleliğin inşa edildiği bir
çağdayız
bu çağa doğuşun, bu çağda
varoluşun
anlamını yaşama heyecanında
ve o anlamı
yitirmeme telaşındayız
kürt yurdu insanları, gerilla
etrafında
yeni bir varoluş biçimi
yaratıyordu,
bu varoluş zordu,
ölümcül imtihanlarla doluydu.
bu sınava giren herkes uzun
yaşayamazdı
yola çıkanlar yolu
tamamlayabilsin diye
kendini yol yapıyordu çoğu
yol acımasızdı.
yolcular inatçı.
kiminde yolun başında,
kiminde henüz
şafağı göremeden yol oluyordu
yolcular
her can, can verirken can
oluyordu
ardından gelenlere. kan
oluyordu. zira,
çok can ve çok kan istiyordu
özgürlük.
çok nefes sıcaklığı…
her can, yaşam umudu ve
iddiası oluyordu
cümle cihana. damla damla
yayılıyor,
sürgün veriyor, kök salıyordu.
yol, acımasızdı.
yolcular kararlı.
kurmanç dağlarında canlar
düşüyordu toprağa.
kürt yurdunda, dağlarında,
ovalarında,
sokaklarında, ırmaklarında,
köprülerinde, taş duvarlarında,
canların toprağa düşüşünde
yeni canlar filizleniyordu.
varoluşun ölümle, can verişle,
büyük
bedellerle olması hiç sevilmedi
kürt
yurdunda.
ölüme sevdalanılmadı.
sevda hayatın kendisindeydi.
dağ doruklarına, coşkun ırmak
akışlarına, yayla rüzgarlarına,
kayalarda açan çiçeklere,
uçurum kıyılarına ezgi olan
ceylan sekişlerine,
bademlerin çiçek vermesine,
kayısıların olgunlaşmasına,
kekik kokularına
ve yaşamın her zerrede
yeşerdiği mezopotamya
zamanlarına…
sevdalıydı kürt yurdu insanı.
uğruna ölünecek yaşamlara
ulaşma özlemleri yeşeriyordu
her nefesinde.
herkes ve herşey, varolmak,
ve yaşamak istiyordu.
kahraman olmak isteyeni de
yoktu kürt yurdunun.
herkes ve herşey,
sadece ve sadece varolmak
istiyordu.
bir kuş ötüşü gibi yaşamak
istiyordu.
bir yaprağın dalında salınması
ve ağacının dibine düşmesi gibi
yaşamak istiyordu.
kahraman olma hevesi yoktu
hiçbirinin.
ama şairin dediği
yosun ya da solucan gibi
yaşamanın dahi
ellerinden alındığının da
farkındaydılar.
ve artık, ellerinden alınanları
geri almak istiyorlardı.
yıllar geçti, büyük kahramanlar
gördüler.
büyük anlamlar doldu
heybelerine, yükleri ağırlaştı.
büyük onurlandılar, ve kendi
kitaplarını yazdılar.
kürt analarının dilinden
haykırıyordu tarih:
“biz hiçbir şey istemiyoruz
onlardan!
hiç bir şey! biz sadece özgür
yaşamak istiyoruz.”
ne isteyebilirdik ki,
topraklarımızı, sularımızı,
buğdayımızı, adımızı,
nidalarımızı, kelimelerimizi
ve soluğumuzu dahi elimizden
almış olan düşmandan.
…
şoreş beytüşebap,
düşmanından hiçbir şey
istenmeyeceğinin derin
bilincinde bir gerillaydı.
dağın kalbinde yaşamı
örüyordu.
anlamın ve hissin yaşattığı insan
olmanın yolculuğunda azimle
yürüyordu.
bir dağın kalbinde,
tam göğsünün üstünde
ter dökerek
santim santim oyduğu ve dağın
kalbine kendi kalbini koyduğu
bir mağara inşa etti.
kadim zamanların taş çağlarını
düşündü bir bir.
ekmek yapmayı, suyu, ışığı,
rüzgarı koydu yanına.
yaşamı, direnişi, düşman
bilincini ekledi.
ve tüm bilincini mayalayan
önder apo öğretisini koydu o
mağaraya.
dersim dağlarında,
dağın kaybolan kilidini arayan
zîlan’ı düşündü.
xakurkê yiğitlerini,
kadın gerilla yoldaşlarının
özgürlük tarihini yeniden yazdığı
cenga haftanîn’i,
onların yarattığı direnme
gücünü,
azim ve kararlılığı düşündü.
kararını günden güne damıttı,
azmini biledi.
düşman, elli uçakla çırav’ın
susuzluğunun,
xêre’nin kuraklığının,
siyane’nin cennet güzelliğinin
üzerine düşen şubat kuraklığına
saldırdığında,
garê dağları demirden kuşların
kanatlarının gölgesinde
kaldığında,
ve tüm ağaçları, kuşları,
karıncaları, sincapları
ihanetin eşliğinde katletmeye
başladığında, tüm biriktirdiklerini
koydu ortaya şoreş.
karşısında, kör kuyulara
düşmüş,
ve kötülüğe, yalana, ahlaktan
kopuşa bulanmış bir düşman,
bu düşmanı sırtında taşıyan
kötürüm bir ihanet,
ve hepsini yaşatarak zincirlerini
kalınlaştıran bir dünya gardiyanı
vardı.
hepsini koydu bildiklerinin
yanına.
hepsini topladı.
üzerine imralı’da
çağın direnişinden bir damla
ekledi.
ve yeni bir anlam oluşturmanın
planını yaptı.
santim santim inşa ettiği
mağarada,
oluşturduğu planın uygulanışını
an an hesapladı.
torbalara doldurduğu toprağı,
varillerde biriktirdiği suyu,
mermilerini ve bombalarını
koydu yanına.
aklını, beynini, yüreğini,
yılların eşliğinde
Önder Apo’dan
ve Önderliğin yoldaşlarından
öğrendiği anlamları bir araya
getirdi,
tüm bunları direnişle ördüğü
yaratılış anlarına bölüştürdü.
yaşamı ördüğü mağaranın her
bir zerresine neyin düştüğünü
hesaplarken, yoldaşlığın
anlamını düşündü.
neydi yoldaşlık? hangi anlarda,
nasıl ortaya çıkmalıydı?
imralı nereye düşerdi? insanlığın
kalbinin ve beyninin
neresindeydi imralı?
neydi yoldaşlık? ve yolun hangi
aralığında yolun bir zerre taşı
toprağı olmayı
gerektirirdi?
ulu divan kurulmuş,
sorular sorulmaya
başlanmıştı.
şoreş, özgür yaşam divanında
sordu
sorularını. cevaplarını kendisi
verdi,
yüreğiyle, direnişiyle yarattı,
tüm yoldaşlarıyla paylaştı.
ve özgürlük zamanının
anlamı kıldı.
özgürlük zamanı şoreş’in
kahramanlık anlarıydı.
imralı zincirlerini kırma,
Önder Apo ile buluşma
ve yoldaşların yoldaşı olma
anıydı.
direnişle düşmanı dize getirme
anıydı.
belki kendisi bunları biliyor,
hissediyor
ve de tanımlıyordu.
tanık olanların bilmezliği ise
tarih yaşanıp tamamlandıktan
sonra giderilecek
ve bir tarihi başlatacaktı.