Uluslararası komplonun 25. yılındayız. Rêber Apo’yu 24 yıldır tabutluk olarak ifade edilen tek kişilik cezaevinde, zindanda tutan uluslararası sistemi ve bu komploda yer alan güçleri şiddetle kınıyor, 24 yıldır öfkemizi, mücadele ve özgürlük azmimizi büyüten bu komployu mutlaka tümden yenilgiye uğratacağımızı özellikle vurguluyorum. Bu komploya karşı tarihin en büyük direnişini gösteren Rêber Apo’yu selamlıyorum. Onun ortaya koyduğu paradigma ve bu doğrultuda yürütülen mücadele tüm engelleri yıkarak Özgür Kurdistan ve Demokratik Ortadoğu’yu gerçekleştirecektir. Rêber Apo’nun ortaya koyduğu kadın özgürlükçü ekolojik demokratik toplum paradigması dünyada da özgürlük, demokrasi ve sosyalizm savaşçılarını zafere kavuşturacaktır. 21. yüzyıl Rêber Apo’nun ortaya koyduğu paradigma ve demokratik modernite çizgisinin yüz yılı olacaktır. Rêber Apo’nun 21. yüzyıl kadın yüzyılı olacaktır, değerlendirmesi bunu ifade etmektedir. Zaten 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağı daha bugünden görülebilen somut bir gerçekliktir.
Bu komplonun 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Ortadoğu statüsü ile doğrudan bağı vardır. 20. yüzyılın Ortadoğu’sunu şekillendiren bu siyasi düzende Kürtlere yer yoktur. Bu siyasi düzen Kürtleri soykırım kıskacına alan bir düzendir. Rêber Apo önderliğinde yürütülen Kurdistan halkının özgürlük mücadelesi bu siyasi düzenin köklü değişmesini sağlayacağından Ortadoğu statükosunu oluşturan esas aktörler bunu kabul etmemişlerdir. Çünkü Kürt soykırımına dayalı Ortadoğu politikalarında köklü değişikliğe gitmemişlerdir. Lozan Anlaşmasıyla Musul-Kerkük’ün kendi egemenliklerinde kalması karşılığında Türk devletinin Kürtleri soykırıma uğratmasını kabul etmişlerdir. Türkiye 1952 yılında NATO’ya girince ve Sovyetlerin güney kanadının önemi gücü haline getirilince Türk devleti açısından Kürt soykırımını gerçekleştirmenin önü sonuna kadar açılmıştır. Kürt sorununu ve komployu değerlendirirken bu gerçeklik unutulmamalıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesi komploya yol açan bu zihniyetleri ve politikaları geriletmeden de özgürlük ve demokrasi mücadelesi başarıya ulaştırılamaz.
Kuşkusuz 20. yüzyıl dengelerini oluşturan siyasi etkenler eskisi gibi değildir. Yine Türkiye’nin NATO’ya girdiği süreçle bugünkü siyasal süreç arasında farklar vardır. Bu gerçeklikler hem komploya ve Kürt soykırımına yol açan nedenleri bilmemizi hem de siyasi olarak yaşanan değişikliklerin mücadelemiz için yarattığı imkanları görmemizi gerektirmektedir. Bu bilince sahip olduğumuzda mücadelemize yönelik tehlikeleri ve olumsuzlukları görür ve bunları ortaya çıkan imkanları boşa çıkaran bir mücadele geliştirebiliriz.
Rêber Apo komploya yol açacak politik durum, ilişki ve etkenlerin farkındaydı. Olası bir komployu boşa çıkarmak için bir taraftan mücadeleyi geliştirirken diğer taraftan yaratıcı politik yol ve yöntemleri devreye koyma çabası içindeydi. Bunun için reel sosyalizm etkilerinin mücadelede yarattığı yetersizlikleri aşmaya çalışıyorken mücadele tarz ve yöntemlerinde değişiklik yaparak daha etkili bir politik pozisyonla mücadeleyi geliştirmeyi de hedefliyordu. PKK 5. Kongre’sine sunduğu politik rapor tamamen bunu hedefliyordu. Rêber Apo klasik sosyalizm etkilerinin mücadelede yarattığı yetersizliklerle komployu boşa çıkaracak çok boyutlu mücadele verilemeyeceğini görüyordu. Etkili mücadele yürütmek için ideolojik, teorik ve politik alandaki eksiklik ve yetersizlikleri aşmayı önüne koymuştu. 5. Kongre’ye sunulan politik rapor bu yönlü yoğunlaşmaların sonucuydu. Bu açıdan 5. Kongre’ye sunulan belgeler doğrultusunda alınan kararlar önemliydi.
Ancak Şemdin tasfiyeciliği Rêber Apo’nun bu adımına karşı kendi tasfiyeci görüş ve anlayışını dayattı. Şemdin, açıkça olası komplo ve saldırılara karşı ideolojik, teorik ve politik alanda yapılacak değişiklikle mücadele etmeyi değil, teslim olmayı dayattı. Rêber Apo’nun Harekette yaratmak istediği değişimi tersinden ele aldı. Bu yaklaşım Rêber Apo’nun attığı adımları ve yapacağı değişiklikleri boşa çıkarıp örgütü kendi teslimiyet çizgisine mahkum olmasını sağlamak anlamına geliyordu. Rêber Apo Şemdin’in Kürt işbirlikçiliğine dayanan bu tasfiyeci anlayışını görerek tedbirlerini alarak gerekli müdahaleleri yapıp Şemdin Sakık’ı etkisiz kıldı. Şemdin, Partinin kendi teslimiyetçi çizgisine gelmeyeceğini anlayınca kaçtı. KDP’ye sığınarak PKK’ye karşı mücadele etmeyi düşünüyordu. Ancak KDP, Türk devletine ne düzeyde bağlı olduğunu göstermek için Şemdin’i Türkiye’ye sattı.
Şemdin Türk devletine başta Rêber Apo olmak üzere PKK ile ilgili her türlü bilgiyi verdi. Rêber Apo etkisizleştirilmeden PKK’nin tasfiye edilemeyeceğini söyledi. Komplonun hızlandırılmasında Şemdin Sakık’ın verdiği bilgilerin de etkisi oldu. Uluslararası komplocu güçler on yıllardır ‘PKK’ye evet Apo’ya hayır’ diyordu. Harekete böyle yaklaşıyorlardı. Rêber Apo, “zaten sizler, sizin karargahınız iyi çalışmadığı için ben hedef alınıyorum” demişti. Komplonun gerçekleşmesinde yetersiz yoldaşlığın da etken olduğunu söylemesi bu nedenledir.
Rêber Apo’nun özgürlüğü Türkiye’nin Kürt politikasını değiştirecektir
Rêber Apo kendisinin hedef olmasında örgütün yetersizliğini vurgulasa da yarattığı PKK’nin ve militanların mücadele edeceğini de çok iyi biliyordu. Rêber Apo’nun eğitiminden geçmiş kadın-erkek binlerce militan vardı. PKK yıllar içinde önemli bir tecrübe kazanmıştı. Nitekim Rêber Apo genç, orta yaş ve eski kuşakla birlikte PKK’nin mücadele gücü yüksek bir parti olduğunu da vurgulamıştı. Rêber Apo esaret altına alındığında 3 kuşaktan yüzlerce, hatta binlerce kadro fedai olmak istiyordu. Fedailik örgüte yapılan bir dayatma haline gelmişti. Uluslararası komplonun başından sonrasına kadar Rêber Apo etrafında ateşten barikat kuran ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ fedaileri komploya karşı mücadele iradesi, kararlılığı ve çizgisinin ne olduğunu ortaya koymuştu. Halkın sahiplenmesi Kurdistan’ın 4 parçası ve yurtdışında görülmedik düzeydeydi. İşte komplo sürecindeki bu fedailik ve halkın sahiplenme düzeyi komploya karşı 24 yıllık mücadelenin dayandığı temel olmuştur. Komploya karşı bu duruş Rêber Apo’nun ortaya koyduğu paradigma temelinde mücadeleye dönüşerek komplonun amaçlarını boşa çıkarmıştır. Kuşkusuz komplo tümden yenilgiye uğratılmamıştır. Komplo Rêber Apo özgürleştirildiğinde tümden yenilgiye uğratılmış olacaktır. Çünkü Rêber Apo’nun özgürlüğü Türkiye’nin Kürt politikasında değişiklikleri beraberinde getirecektir.
Komploya karşı 24 yıllık mücadele Kürt halkının özgürlük mücadelesinde önemli gelişmeler yaratmıştır. Komployla PKK tasfiye edilip Türkiye ve Ortadoğu’daki etkisi ortadan kaldırılmak istenirken; bugün Ortadoğu’daki gelişmeleri 24 yıl öncesinden daha fazla etkileyen ve Rêber Apo’nun paradigmasının tüm dünyada etkili hale gelen bir gerçeklik bulunmaktadır. Rêber Apo’nun komplodan hemen sonra yazdığı ilk kapsamlı savunma olan AİHM savunmalarında ‘tarihi komplolar gelişmeleri durduramaz, hızlandırır,’ tespiti doğrulanmıştır.
Komplonun gelişmeleri durduramaması, aksine PKK’nin gelişip güçlenmesi; Rêber Apo’nun paradigmasının tüm insanlığın kurtuluş ideolojisi haline gelmesi komplonun yeni yol ve yöntemlerle yoğunlaştırılmasını beraberinde getirmiştir. 2018 yılının sonunda KCK, PKK ve HPG’den sorumlu arkadaşlar için ABD’nin ihbar edene ödül ortaya koyması bu gerçekliği ifade etmektedir. Nitekim o günden itibaren Türk devleti Medya Savunma Alanları ve Rojava’ya yönelik saldırılarını artırmıştır. Rêber Apo üzerinde ağır bir tecridin uygulanması da komplonun bu yeni aşaması ile ilgilidir. Ağır tecritle birlikte Medya Savunma Alanlarına yönelik işgal harekatını da Rêber Apo’nun Ortadoğu’dan çıkarılıp esaret altına alınarak Hareketin tasfiye edilmesinin hedeflenmesi gibi ele almak gerekir. Yine Rêber Apo’ya saldırı merkezli bir komplo harekatı yürütülmektedir. 1998 komplosunda olduğu gibi uluslararası ve işbirlikçi Kürt ayağı da bulunmaktadır.
Mücadelemiz, 1998 öncesi olduğu gibi Ortadoğu’da uluslararası güçlerin etkisini kıracak bir düzeye gelmiştir. Türkiye, mücadelemiz karşısında iç ve dış politikada tarihin en zor dönemini yaşamaktadır. İşbirlikçi çizgisi Kürt halkı içinde çökme noktasına gelmiş bir KDP gerçeği bulunmaktadır. Bu gerçeklik karşısında komplocular saldırılarını artırarak bu durumdan çıkmak istiyorlar. Son yıllardaki saldırıların yoğunlaşmasını böyle anlamak gerekir. Ancak Kürt halkının özgürlük mücadelesi o döneme göre çok boyutlu bir gelişme gösterdiği gibi o dönemdeki komplocular gibi ne tam bir bütünlük içindeler ne de siyasal durum 1999 gibi benzeri bir sonuç almalarına imkan vermektedir. Uluslararası komplocular o kadar teşhir olmuşlardır ki, Rêber Apo’ya ve Hareketimize yönelik saldırılar halklar tarafından kabul görmediği gibi müttefikler düzeyinde bile artık gereken desteği alamamaktadırlar. Bu açıdan komplocular zayıf bir siyasi zemin üzerinde saldırılarını yürütmektedirler. Bu nedenle mücadele edildiğinde komplocu güçler içinde çelişki ve sorunlar artacağı gibi komployu sürdürme irade ve güçleri de giderek zayıflayacaktır. Bu açıdan komplocuların günümüzdeki saldırılarını tümden boşa çıkarma ve yenilgiye uğratma koşulları eskiye göre çok çok fazla elverişli hale gelmiştir.
Komplocular PKK’nin büyüdüğünü ve geliştiğini görerek tümden yok edilemeyeceğini anlamışlardır. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketini kontrol ya da tasfiye etmede yeni bir yola yönelmişlerdir. Özellikle komplonun esas ayağı olan uluslararası güçlerin bu yola başvurdukları görülmektedir. Artık PKK çizgisinin Rêber Apo çizgisinden ayrılmayacağını görerek PKK’ye hayır; ama kazanımlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya evet, noktasına gelmişlerdir. Böyle yaparlarsa PKK’yi tasfiye edeceklerini, Rêber Apo’nun ideolojik-siyasi etkisini kıracaklarını sanmaktadırlar. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketinin Kurdistan’ın 4 parçası ve yurt dışında ortaya çıkardığı toplumsal ve siyasi etkiyi kendi kontrollerine alma çalışması yürütmeye girişmişlerdir. Türk devleti gerçeği düşünüldüğünde bu bile komplocular arasında sorun yaratmaktadır. ABD, Türkiye’ye biz birlikte Rojava’yı kendi kontrolümüze alalım, PKK’yi böyle etkisizleştirelim, talebi götürdüğünde Türkiye işbirlikçi Kürdü bile kabul etmediğinden aralarında politik uyum sağlayamamışlardır. Türkiye Başûr’da KDP ile ilişkisini PKK’nin Kurdistan’ın 4 parçasındaki tüm kazanımlarını tümden tasfiye üzerine kurmuştur. Türkiye Kürt işbirlikçiliğini bile kabul etmediğinden ABD’nin Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme ve Kürt kazanımlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanma projesinin siyasi temeli de zayıftır. İster birlik olsunlar ister tasfiyede başka yollara başvursalar komplonun siyasi temelleri zayıftır. Bu zayıflığı yaratan da komploya karşı 25 yıla yakındır verilen mücadeledir.
Rêber Apo hala esaret altında bulunduğundan, komplo tümden yenilgiye uğratılmadığından sürekli yeni saldırılarda bulunmaktadırlar. Rêber Apo özgürleşene kadar da bu saldırılar sürecektir. Ancak hem mücadelemizin çok boyutlu yürütülmesi hem de Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesinin dünya genelinde gelişmesi komployu tümden yenilgiye uğratmanın imkanlarını arttırdığı gibi Rêber Apo’yu ve Kürt halkını özgürleştirme hedefine de yakınlaşmış bulunmaktayız. Bu nedenle Hareketimiz komplonun 25. yılını soykırımcı sömürgeci sistemi çökertme ve Rêber Apo’yu özgürleştirme yılı olarak ele almıştır. Hedefini böyle koymuş; mücadelesini Kurdistan’ın 4 parçasında böyle planlamıştır.
Çıkardıkları tek ders göstermelik AFAD gibi bir kurum kurmak
Mücadelemiz, bu hedef temelinde AKP-MHP faşizmini iktidardan düşürerek soykırımcı sömürgeci sistemi sarsma, Kurdistan’ı özgürleştirip Türkiye’yi demokratikleştirme doğrultusunda yeni bir mücadele yılına girmişken Türkiye, Suriye ve Kurdistan’da gerçekleşen bir depremle dünya tarihinin en büyük katliamlarından biriyle karşılaşılmıştır. Yüzbinlerce insan hayatını yitirmiştir. Türkiye’de on binlerce insanın öldüğü büyük Marmara depreminin üzerinden çok zaman geçmemişken böyle bir katliamla karşılaşmak tamamen sorumsuz siyasi zihniyetin sonucudur. Siyaset, esas olarak toplum işleri ile uğraşma ve toplumu mutlu kılmaktır. Ancak iktidarcı devletçi sistemlerde siyaset toplumu aldatma ve sömürü üzerine kurulmuştur. Bu nedenle AKP iktidarı 21 yıldır iktidarda olmasına rağmen depremle ilgili hiçbir tedbir almamıştır. Sadece göstermelik bir AFAD kurmuşlardır. 1999 depreminden çıkardıkları tek ders AFAD gibi göstermelik bir kurum kurmak olmuştur. Bu nedenle bu tür durumlarla ilgilenecek her kurum bu durumdan çıkmış ya da çıkarılmıştır.
AKP iktidarı uzun yıllar devleti ele geçirme dışında bir politika sahibi olmamıştır. Kendi ideolojik görüşlerine uygun bir siyasi, toplumsal, kültürel ve ekonomik yapılanma yaratma uğraşı içinde olmuşlardır. Buna kilitlenmişlerdir. Yoğunlaşmasında halklar, toplumlar yoktur. Kendi yandaşları vardır. Zaten Türkiye tarihinde AKP iktidarı kadar sadece kendi yandaşına çalışan bir iktidar görülmemiştir. Kuşkusuz tüm siyasi partiler bu eğilimi gösterirler. Ancak toplumsal meşruiyet ve tüm ülkeyi temsil etme adına sadece kendi yandaşları için çalışan bir imaj vermemeye de dikkat ederler. AKP iktidarı tam bir partizanlıkla iktidarını sürdürmüştür. Türkiye’nin tüm imkanlarını buna seferber etmiştir. 2015 7 Haziran seçiminde iktidarını kaybetme tehlikesine girince bu defa kendisini iktidarda tutmanın yolları olarak Kürt düşmanlarıyla ittifak kurmaya yönelmiştir. Öte yandan o güne kadar ittifak içinde olduğu Fetullahçıları etkisizleştirmek için de Kürt düşmanlığını bayraklaştırdı. İktidarını Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etme ve Kürt soykırımını tamamlamaya dayandırdı. Bu süreçte de Türkiye’nin tüm imkanlarını savaşa seferber etti. Bu temelde iktidarını ayakta tutma dışında bir politikası olmadı.
Halkın yaşamı, güvenliği ve ihtiyaçları hiçbir biçimde bu iktidarın gündeminin önceliği olmadı. Aksine halkın ve demokrasi güçlerinin tüm taleplerini zorla bastırma politikası yürüttü. Demokrasi düşmanlığında askeri darbe dönemlerini aratan bir politika, yaklaşım ve uygulama içinde oldu. Bu ortamda bırakalım halkın istemlerini dikkate almayı, tartışmasına bile izin vermedi. Bu açıdan ne deprem konusunda uyarıları ve tehlikeleri dikkate aldı ne de tedbirler geliştirdi. Aksine savaş politikalarına kaynak bulmak için sürekli imar afları çıkardı. Özcesi deprem karşısında halkın çaresiz bırakılması doğrudan AKP politikalarının sonucudur. Bu açıdan depremin yarattığı ölümler politiktir. AKP’nin iktidarını pekiştirmek ve Kürtlere karşı savaş yürütmekten başka bir şeyi gözü görmemiştir. Yoğunlaşması, politikaları ve çalışmaları tamamen bu yönde olmuştur. Bu açıdan yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan deprem konusunda bu politika sorgulanmalıdır. Bu politika sorumlu tutulmalı ve yargılanmalıdır. Deprem oldu, siyaseti konuşmayalım, demek en başta da depremde ölenlere saygısızlık olur. Siyaset yapmayalım söylemi demagojidir; iki yüzlülüktür, pişkinliktir, arsızlıktır. Kim ki depremden sonra siyaset yapmayalım söyleminde bulunuyorsa onlar bu suça ortak olmuş olanlardır. Aksine bu katliama yol açan siyasi anlayışı Türkiye’nin sırtından atacak bir politik duruş ve mücadeleye ihtiyaç vardır. AKP-MHP faşizmi karşısında doğru politika yürütmeyenlerin hiç değilse şimdi bu iktidarın politikalarına karşı çıkıp halkları böyle bir katliamdan, zulümden kurtaracak politikayı etkin biçimde yapmaları gerekir. Bunun dışında her yaklaşım bu katliamı yaşatanların suçlarını örten bir politika yapmak olur.
Türkiye tabi ki 100 yıl önceki Türkiye değildir. Öte yandan son yüz yıldır dünyada teknik çok hızlı gelişmiştir. Bir depremde kullanılacak iş makinaları, araç-gereç, canlıları tespit eden termal cihazlar, her yere ulaşmayı hızlandıran uçak ve helikopterler günümüzde yaygınlaşmıştır. Türkiye bu açıdan birçok imkana kavuşmuştur. Tekstil ve prefabrik evler, konteynırlar yapımında da önemli bir mesafe almıştır. Ancak Türkiye için bu imkanlar daha fazla sömürü, insanlar üzerinde baskı yapmak ve Kürtlerin özgürlük mücadelesini bastırmak için kullanılmaktadır. Türkiye’nin imkanları savaş, toplumları aldatma ve egemenlik altında tutma amaçlı özel savaş ve psikolojik savaş araçlarına harcanmaktadır. Türk devletinin basına, toplum içindeki ajanlaştırmaya, toplumu din yoluyla kontrol etmek için Diyanet İşleri’ne harcadığı bütçeler hesaplandığında hangi imkansızlıklardan söz edilebilir! Eğer depremlerde insanların canını kurtarmaya yönelik bir politika olsaydı binalar bu kadar çürük olmaz, deprem anında kurtarma ekipleri can kurtarma işine girişilirdi. Depremden sağ kurtulanlar ölümden beter acı yaşamazlardı.
Deprem ülkesi olan Türkiye’de AFAD denilen kuruma ayrılan bütçe amiyane deyimle diş kovuğuna bile yetmez düzeydedir. Deprem ihtiyaçları diyoruz. AFAD’ın ne yapılanması ne de imkanlarının anında depreme yeterli müdahale edecek düzeyde olmadığı anlaşılmıştır. Öte yandan yapılanması ve hareket tarzı da böyle olayları karşılayacak durumda değildir. Zaten 3-4 gün sonra sadece şehirlere ulaşmış; şehirlerde de binlerce enkazın ancak 5-10 tanesinin üzerine gidebilmiştir. Hatta bu ekiplerin bazılarının aracı ve gereci de yoktu. Tekstil ülkesi olduğunu söyleyen Türkiye’de depremden 20 gün sonra da ciddi çadır eksikliği vardır. Hala depremzedelerin üçte birine bile çadır sağlanamamıştır. Tabi ki 4 gün sonra bazı yerlere çadır da götürmüşler, başka şeyler de; ancak bunlar ihtiyaçların sadece bir kısmını karşılayabilmiştir. Depremzedelerin çoğunluğuna ulaşılamamıştır. Köylere ise bir hafta on gün sonra çok az gidiş olmuş. Göstermelik bazı şeyler yapmışlardır. Bazı köylere birkaç çadır götürerek ihtiyacı karşılıyoruz propagandası yapmışlardır. Özcesi devletin kurumlarının ciddi bir deprem hazırlığı olmadığı gibi deprem sonrası ihtiyaçları karşılayamamıştır.
Depremde yaşananlar tam bir suç pratiğidir
Bu devlet tüm imkanlarını savaşa ve halkın demokrasi istemini bastırmaya harcamıştır. Bir yerde sadece 3-4 gösterici için yüzlerce polisi, onlarca polis aracını seferber etmektedirler. Her gün televizyonlarda gerillalara karşı helikopterleri ve insansız hava araçlarını nasıl kullandıklarının propagandalarını yapmaktadırlar. İha, İha diyorlar. Eğer insanını deprem karşısında çaresiz bırakmak istemeselerdi deprem alanına onlarca iha gönderir; bunlar koordinatları tespit eder; helikopterle de istenilen yere ihtiyaçları yağdırırlardı. Dağlara taşlara bu yolla bomba yağdıranlar köylere 10 gün sonra bir şeyler ulaştırabilmişlerdir. Aslında yaptıkları, katliam gerçekleştikten sonra kendilerini göstermek anlamına gelmektedir. Yüzbinlerce insan öldükten sonra, bu kadar acı çekildikten sonra bir şeyler götürmenin ne anlamı vardır? Bu depremde yaşananlar tam bir suç pratiğidir. Bu katliamların, yaşanan acı ve eziyetin hesabını vereceklerine hala yavuz hırsız misali bağırıp çağırıyorlar.
Deprem AKP-MHP faşizminin balonunu söndürdü. Dünya bizi kıskanıyor; şöyle yükseliyoruz, şöyle uçuyoruz, derlerken çaresiz ve kof bir iktidar oldukları ortaya çıktı. Zaten bir depremzede dünya bizi kıskanıyor diyordun bize bir çadır bile gönderemedin, diyerek AKP-MHP faşizminin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Deprem kral çıplak dedi. Zaten Erdoğan ve Bahçeli’nin sürekli tehdit ve küfür savurmaları bu gerçekliklerinin açığa çıkması nedeniyledir. Çok suçlu olduklarını biliyorlar. Bu nedenle paçayı kurtarmaya çalışıyorlar. Çünkü yüzbinlerce insanı deprem öldürmedi; tedbir almama öldürdü, hazırlıksızlık öldürdü. İnsanları deprem değil rantçılık öldürdü. Yüzbinlerce insana mezarlarını satmışlar. Halk on yıllarca biriktirdiğini bunlara vererek mezarlarını satın almışlar! İmar barışı denilen şey insanlardan para alıp sen bu mezara girebilirsin demekti. Şimdi utanmadan biz kentsel dönüşüm yapacaktık, diyerek gerçeği saptırmaya çalışıyorlar. Suçu başkalarına yüklemeye çalışıyorlar. AKP-MHP’nin kentsel dönüşüm projeleri depreme yönelik tedbirler için değil, rant elde etme yönlüdür. İnsanların arazi rantı yükselmiş yerlerdeki evlerini alıp oralara gökdelenler yapma, işyerleri yapma biçimindeki rant planını kentsel dönüşüm diye yutturmaya çalışıyorlar. Aslında kentsel dönüşüm amacı güvenli ve sağlam evler yapmak olmamıştır. Belki bu iktidar götürülür yerine demokratik bir yönetim gelirse o zaman halkın canını ve malını koruyacak bu yönlü politikalar devreye konulur.
AKP-MHP iktidarı politikalarıyla Türkiye’nin imkanlarını insanların canını ve malını koruma dışında her şeye harcamışlardır. Şimdi ise halka karşı işledikleri bu sorumsuzluğu ve suçları şunu bunu yapacağım diyerek örtmeye çalışıyorlar. Aslında şunu bunu yapacağız demek bu iktidar açısından halkla alay etmekten başka anlama gelmiyor. Yine Soysuz Süleyman, biz İstanbul depremine hazırlanmıştık, diyerek özrü kabahatinden büyük laflar etmiştir. Deprem İstanbul’da olsaymış başarılı olacaklarmış! Halbuki İstanbul depremine de hiçbir biçimde hazır değillerdir. Marmara çevresiyle birlikte 30 milyon insanı barındırmaktadır. 7.8’lik bir deprem İstanbul’da olsaydı daha ilk günden yüzbinlerce insanın ölümü ve yüz binlercesinin enkaz altında kalacağından söz edilirdi. Türkiye ekonomik olarak da bir anda çökmüş olurdu. Bugünkünden daha büyük bir katliamın sorumlusu olurlardı. Bu iktidarın yandaşları en büyük rantı da İstanbul’da ele geçirdiklerinden Marmara depremi tam olarak rantçılığın çöküşü ve katliamı olarak tarihe geçerdi.
Mücadele tarihimizde depremler olduğunda hemen müdahale etme anlayışı vardır
Bu deprem birçok gerçekliği ortaya çıkardı. Türkiye tarihinin siyasi, toplumsal ve kültürel sonuçları büyük olacak bir deneyim yaşadı. Türkiye tarihinde şimdiye kadar birçok deprem yaşamıştır. Türkiye’de yaşanan depremlerde halk ve örgütlü topluluklar ne zaman devreye girmişse, depremin ihtiyaçları o zaman daha erken karşılanmıştır. Türkiye’de gençliğin, işçilerin, öğretmenlerin, birçok toplumsal kesimin 1960’lı yılların ortasından itibaren örgütlenmesi söz konusudur. Bu nedenle 1970’li yıllarda gerçekleşen depremlerde gençlik başta olmak üzere örgütlü topluluklar hemen harekete geçerek halkın yardımına koşmuşlardır. Yine belediyeler her zaman bu tür durumlarda harekete geçen kurumlar olmuştur. Askerler tamamen genç insanlardan oluştuğundan ve örgütlü olduklarından tüm dünyada olduğu gibi harekete geçebilen kurumlar olmuştur. Depremlerde Kızılay gibi sadece devletin bir kurumu değil, tüm toplum harekete geçmiştir. Aslında Türkiye’de böyle bir gelenek ve eğilim oluşmuştu. 1999 17 Ağustos depremi sırasında da halkın, gençlerin, örgütlü toplulukların harekete geçtiği görülmüştür. Sadece devletin kurumları ve asker depremlere gider diye bir anlayış son depreme kadar görülmemiştir.
Bizim mücadele tarihimizde de depremler olduğunda hemen müdahale etme anlayışı vardır. Daha grup aşamasındayken 1976 yılında gerçekleşen Wan Muradiye-Çaldıran merkezli depremde Haki arkadaş öncülüğünde bir grup arkadaşımız aktif çalışmalar yürütmüştür. Kar-kış koşullarında arkadaşlar sırtlarında köylere erzak, battaniye ve diğer ihtiyaçları taşımışlardır. Apocular Antep’ten, Serhat’tan, Kurdistan’ın her tarafından ve Türkiye’den Muradiye ve Çaldıran’a giderek depremzedelere yardım etmişlerdir. Bu tür olaylarda Türkiyeli devrimciler de halkın yardımına koşmuşlardır.
6 Şubat Pazarcık ve Elbistan merkezli depremlerde de halkın imdadına ilk koşanlar yine devrimciler, demokratik kurumlar olmuştur. Kürt halkı onlarca yıldır örgütlü bir mücadele içinde olduğundan Kurdistan’daki demokratik kurumlar hemen deprem alanlarına koşmuşlardır. Kürt gençleri, HDP ve demokratik kurumların bu çabalarına örgütlülükleri ve emekleriyle katılmışlardır. Bu depremde Kürt halkının hem siyasal hem örgütsel bilincinin ve bu temelde toplumsal sorumluluk anlayışının yüksek olduğu bir daha görülmüştür. Depremin belli düzeyde hasar verdiği ve kayıplara yol açtığı Amed’te hemen örgütlü toplum harekete geçtiği gibi Adıyaman, Malatya, Pazarcık, Elbistan ve İslahiye gibi ağır kayıp yaşayan yerlere ilk koşanlar da Kurdistanlılar olmuştur. Kurdistan’daki örgütlü demokratik kurumlar, HDP ve gençlik bu depremde çok iyi çalışma yürütmüşlerdir. Her bakımdan örnek olmuşlardır. İki-üç küçük belediyenin yaptığı katkılar dikkate alındığında Kurdistan’daki belediyelere kayyum atanmamış olsaydı depremin yarattığı acıları dindirmede çok önemli rol oynarlardı. Bu depremde belediyelerin çeşitli biçimde kısıtlanmasına rağmen rolünün önemli olduğu görülmüştür. HDP’nin desteğiyle AKP’nin kaybettiği İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya ve Ankara belediyelerinin de bu depremde iyi bir çalışma yürüttüğü görülmüştür. Sadece Kurdistan’dan değil, Türkiye’nin her tarafından devrimci gençler, demokratik kurumlar, örgütler ve kesimler, sendikalar kısa sürede harekete geçerek halkın yardımına koşmuşlardır. Bu depremde Alevilerin ibadet yerleri ve kültür evleri olan cemevleri ve kurumları da çok önemli rol oynamışlardır. Alevi toplumunun kısa sürede örgütlenip harekete geçmesini sağlamışlardır. Devletin kurumları ise ancak depremin dördüncü günü sınırlı bazı yerlere ulaşmışlardır. Bunlar da şehirlerin bazı yerleridir. Köylere ise bir haftaya kadar devletin hiçbir kurumu gitmemiş, sonradan bazı köylere askerin gittiği görülmüştür. AFAD ise şehirlerdeki binlerce enkazından 5-10 tanesinin üzerinde çalışma yürütebilmiştir.
Bu depremde merkeziyetçi devletçi sistem çökmüştür. Bu tür durumlarda esas gücün toplum olduğu görülmüştür. Toplum esas olarak bulunduğu alanda belli değerler temelinde örgütlü bir oluşumdur. Tarih boyu toplumlar bu tür durumlarda hemen harekete geçmişlerdir. Bulunduğu yerdeki bu tür durumlara müdahale etmişlerdir. Yine komşu köy, mahalle, kasaba ve şehirlere yardıma koşmuşlardır. Böyle durumlarda bir toplumun harekete geçmesi kadar güçlü ve etkili müdahale olamaz. Sadece bir grup ve kurum değil toplumun tümü harekete geçmektedir. 6 Şubat depreminde Kurdistan ve Türkiye’de toplum örgütlü yapılarıyla hemen harekete geçmiştir. Devlet ise merkezi yapısı ve bu tür konulardaki sınırlı imkanlara sahip kurumları ile en fazla ihtiyaç duyulan saatlerde ve günlerde harekete geçememiştir. Bu deprem karşısında gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi dona kalmıştır.
Merkeziyetçi yapılanmalar çökmüştür toplumun ihtiyacını en iyi yerel yönetimler bilir
Bu depremde sadece devletin enkaz altında kalması ve çöküşü gerçekleşmemiştir. Merkeziyetçi yapılanma da çökmüştür. Ülkeler için merkeziyetçi değil, ademimerkeziyetçi siyasi, toplumsal sistem ve yerel yönetimlerin hayati önemi anlaşılmıştır. Toplumda el kaşıyacağı yeri bilir, deyimi vardır. Yerellik bir canlı gibi bütünlük arz eder. Toplumun ihtiyacının ne olduğunu en iyi yereller bilir. Böyle durumlarda ne yapacağını, nereye koşacağını bilir. Zaten anında yetişme gibi bir avantajı vardır. Dünyada siyasal sistemler sürekli daha fazla yerelleşirken Türkiye’de merkezileşme esas alınmıştır. Dünyada Türkiye’de olduğu gibi merkeziyetçi başka bir ülke yoktur. Dünyanın başka yerlerindeki otoriter-faşist devletlerde bile bu düzeyde bir merkeziyetçilik yoktur. Ortadoğu’nun otoriter yönetimleri bile Türkiye’deki gibi merkeziyetçi değildir. Türkiye gibi 85 milyonluk bir ülkenin bu kadar merkeziyetçi olarak yönetilmesi Türkiye’nin her bakımdan boğuntuya getirilmesi olmuştur. Böyle bir ülkenin hiçbir biçimde gelişmesi söz konusu olamaz.
Türk devletinin bu kadar demokrasi düşmanı olması ve merkezileşmesi Kürt soykırım politikasıyla bağlantılıdır. Demokrasi bir yönüyle de yerelin istem ve iradesinin dikkate alınmasıdır. Türk devleti yerelliği Kürtler, Aleviler, diğer farklı etnik ve inanç toplulukları değerlendirir diye reddetmektedir. Yerelin iradesinin gelişeceği her türlü toplumsal, siyasal ve kültürel yaşama karşıdır. Türkiye Avrupa Birliğinde var olan yerel yönetimler, özerklik şartını bu nedenle kabul etmiyor. Özellikle Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geliştiği dönemde yerel ünitelerin iradelerini ve yetkilerini kısıtlamayı esas almışlardır. Yakın tarihte belediyelere kayyum atanmasının nedeni yerelliğin Kürtler tarafından değerlendirileceğinin düşünülmesidir. Kayyum atamasında ileri sürülen gerekçeler sadece Kürt düşmanı, yerellik düşmanı zihniyetlerine kılıf bulmaktır.
Eğer Türkiye’de devlet bu kadar merkeziyetçi olmasaydı şu anda yaşanan acının onda biri yaşanmazdı. Hazırlıksızlık ve tedbirsizliklere rağmen yerelin imkanları birçok zorluğun üstesinden gelebilirdi. Eğer halkın ve tüm toplumun yardıma koşmasına engel olunmasaydı deprem daha iyi karşılanırdı. Binlerce gönüllü enkaz kaldırma çalışmalarına katılırdı. Türkiye’nin her yerinden deprem alanına daha fazla yardım yağardı. Tüm engellemelere ve tehditlere rağmen Kurdistan ve Türkiye toplumu büyük bir çaba içinde olmuştur. Mevcut ceberut devlet baskı, işkence ve tutuklama tehdidi yaptığından deprem alanına koşacak, yardım edecek yüz binlerin, milyonların geri çekilmesine neden olmuştur. Böylece toplumun devasa gücü harekete geçememiştir. Ancak tüm baskılara rağmen toplumun harekete geçmesi yine de çok büyük olmuştur. Tüm baskılara rağmen toplumdaki dayanışma gücünün yüksek olduğu görülmüştür. Aslında toplum kendi gücünü görmüştür. Devlet çaresiz kalırken toplum derhal derde derman olacak biçimde harekete geçmiştir. Baskı ve engeller olmasaydı toplum dayanışması ve desteği tüm dünyaya örnek olacak hale gelirdi. Bu açıdan tüm baskılara rağmen Kurdistan ve Türkiye’de toplum gücünün ne düzeyde olduğu ortaya çıktı. Esas gücün devlette değil, toplumda olduğu görüldü. Zaten devlet de toplumun elinden aldıklarıyla kendine imkan ve güç devşirmektedir. Bu deprem devletin ne kadar gereksiz bir aygıt olduğunu gözler önüne sermiştir.
Bu gerçekliğinin görülmesi çok çok önemlidir. Aslında toplum ve demokrasi güçleri bu süreçte büyük bir moral güce kavuşmuşlardır. Kendi güçlerinin ne kadar büyük olduğunu görmüşlerdir. Devletin ise toplum karşısında güçsüz olduğu ortaya çıkmıştır. AKP-MHP faşizminin toplumun depremde gösterdiği dayanışmaya saldırması kendi kof ve halk düşmanı gerçekliğinin açığa çıkması nedeniyledir. AKP-MHP faşizmi, halkın bu hareketliliğini ve dayanışmasını önleyemezse bunun toplumda örgütlülük bilincini güçlendireceğini görmüştür. Böyle bir harekete geçiş aynı zamanda büyük bir örgütlülük ve örgütlü çalışma deneyimidir. Birçok yerde harekete geçen bu dayanışma grupları zaman içinde kendi içinde dayanışma ve ortaklaşmaya dönüşerek AKP-MHP faşizmine karşı demokratik toplumcu alternatifi ortaya çıkaracağından korkmuşlardır. Uzun yıllar bastırılan ve bir araya gelemeyen topluluklar, gençler, kadınlar bu depremle birlikte hareket etme, birlikte davranma içine girmişlerdir. Zaten AKP-MHP faşizmi toplumun bu dayanışmasını ve harekete geçişini devlete şirk koşma, devletle boy ölçüşme biçiminde değerlendirerek korkusunun esasını gözler önüne sermiştir. Toplum, devlet karşısında güç olmamalı; hiç olmalı! Halbuki ne kadar toplum o kadar az devlet; ne kadar devlet o kadar az toplumdur. Bunun siyasi anlamı ise ne kadar çok toplum o kadar demokrasidir. Ne kadar çok devlet o kadar az demokrasidir. İslam’da Allah’a şirk koşma nasıl görülüyorsa bu faşist kafa da kendisini Allah ve tek hüküm veren güç yerine koyarak toplumun güç olmasına düşmanlık yapıyor.
AKP-MHP faşist iktidarı depremde yüz binlerce ölüme ve yüz binlercesinin enkaz altında kalmasına yol açtığı halde onun tek düşündüğü iktidarını sürdürmek oluyor. Bu nedenle tüm çabası gerçekleri çarpıtma üzerindedir. Kendisi dezenformasyon yapmasına rağmen çadır yok, destek yok diyen halkı suçluyor. AKP-MHP faşist ittifakı bunlara kulak verme yerine bu depremi nasıl fırsata çeviririm, iktidarımı ayakta tutarım hesabı peşinde. 2016 15 Temmuz darbe girişimini Allah’ın lütfu olarak gören Tayyip Erdoğan’ın bu depremi de Allah’ın lütfu olarak gördüğü açık. Depremi takdiri ilah olarak görmesi bunu gösteriyor. Bu iktidar kötülükler iktidarıdır. Bu açıdan hiç kimse bunu da yapmazlar, bu kadar da olmaz demesin. Depreme giden her türlü yardıma el koyacak ve seçimi kazanmak için kullanacaktır. Yine on binlerce ev yapacağız derken de yandaşlarını zenginleştirmek için el ovuşturmaktadır.
Bu kötücül iktidarın en temel özelliği Kürt ve Alevi düşmanlığıdır. Kürt soykırımına kilitlenmiş bir iktidardır. Alevi inancını da soykırıma uğratmayı hedeflemektedir. Depremin üs alanları ise Kürtlerin, en fazla da Alevi Kürtlerin yaşadığı coğrafyadır. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Şark Islahat planı temelinde en başta da Fırat’ın batısını Kürtsüzleştirme politikası ve uygulamalarını başlatmıştır. Medeniyet ve okullar götürme adına Kürt diline, kültürüne ve kimliğine yönelik ağır bir saldırı başlatmıştır. Çocukların evde bile Kürtçe konuşmalarına yasak koymuştur. Kürtlük gericilik, Türklük medeniyet olarak gösterilmiştir. Öte yandan Alevi Kürtleri Sünni Kürtlerden koparmak ve karşıtlaştırmak için biz o Kürtlerden değiliz, söylemi altında Kürt karşıtlığı geliştirilmiştir. Tabi sonrasında ise biz asıl Türk’üz Horasan’dan gelmişiz denilerek Kürtlük bilinci ve kimliği yerine Türklük yerleştirilmeye çalışılmıştır. Fransız binbaşı Noel 1920’lerde Kürtlerin en yurtsever olanı ve Osmanlı karşıtı gösterdiği Fırat’ın batısındaki Alevi Kürtler içinde biz Türk’üz söylemi geliştirilmeye çalışılmıştır.
Devlet Fırat’ın batısında bir yanda bu yönlü politikalar yürütürken diğer taraftan Alevililiklerini bir baskı etkeni haline getirip, tüm ekonomik, toplumsal ve kültürel imkanlardan yoksun bırakarak Türkiye metropolleri ve Avrupa’ya göçe zorlamıştır. Bu nedenle Fırat’ın batısındaki Türkler ne metropollere ne Avrupa’ya göç etmezken, Alevi Kürtler ise Türkiye metropollerine ve Avrupa’ya yönelmiştir. Devlet de Alevi Kürtlerin Avrupa’ya göçünü teşvik etmiştir. 1978 Maraş Katliamı ise Fırat’ın batısındaki Alevi Kürtleri için tam bir soykırım haline getirilmiştir. Bu katliam sonrası Fırat’ın batısındaki Alevi köylerde genç kalmamıştır. MİT’in denetiminde çalışan insan kaçakçıları üzerinden bu bölgenin insanı Avrupa’ya taşındı. Bu o kadar yaygın ve açık yapıldı ki, ‘Umuda Yolculuk’ filmi Fırat’ın batısında kendini Avrupa’ya atmak isteyenlerin trajedisini dile getirmiştir. Şu anda Almanya, İsviçre, Fransa ve İngiltere Fırat’ın batısından gitmiş insanlarımızla doludur.
Türk devleti bu depremi de Maraş Katliamı gibi değerlendirmek istiyor. Fırat’ın batısını Kürtsüzleştirmek için son darbeyi vurmak istiyor. 6 Şubat depremi sonrası Fırat’ın batısındaki Kürtler topraklarından koparılarak Türklerin bu alanda kalması ve demografinin tamamen değişmesi için çalışacaktır. Şu anda Fırat’ın batısındaki toprakların %80’i Kürtlere aitken şimdi buralarda Kürtlerin nüfusu Türklerden çok daha az hale getirilmiştir. 6 Şubat depremi ile kalanların da göçertilmesi tam bir soykırım olacaktır; yürütülen soykırım politikası ve uygulamaların tamamlanması olacaktır. Maraş katliamından sonra polisler gençlere neden burada duruyorsunuz, neden Avrupa’ya gitmiyorsunuz, derken bugün de başka konularda halka yardım etmeyenler Avrupa’ya gidişleri kolaylaştırmış bulunuyor. Avrupa’nın vize vereceğiz açıklaması üzerine pasaport vermeyi hızlandırmışlardır.
Bu toprakların yeniden yaşanır hale getirilmesi için seferberlik gerekiyor
Soykırımcı Türk devletinin bu soykırım planını boşa çıkarmak gerekir. Önceleri Maraş’ın ilçe ve köylerinde yoğunlaşan soykırım göçüne bu defa Adıyaman’ı da ekleyecekler. Adıyaman Alevi ve Sünni Kürdün, Kürt kimliğinin, dilinin, kültürünün en canlı kaldığı bölgeydi. Adıyaman bu depremde ağır hasar gören ama en az sahiplenilen şehir oldu. Malatya’da da Kürtlerin en fazla yoğun olduğu ilçe ve köyler depremde yıkıldı. Daha önce ismi Viranşehir olan Doğanşehir bir daha viraneye döndü. Bu durum karşısında tüm Kürtlere ve Alevilere tarihi bir sorumluluk düşüyor. Eğer Kürt ve Alevi olarak var olmak istiyorlarsa o toprakların yeniden yaşanılır yerler haline getirilmesi lazım. Şu anda Türkiye metropollerinde, Avrupa’da ve dünyanın dört bir köşesinde Fırat’ın batısından göç etmiş milyonlarca insanlarımız yaşamaktadır. Bunlar topraklarından kopsalar da Kürt halkının yürüttüğü özgürlük mücadelesi sonucu hem topraklarından neden koparıldığı bilincine kavuşmuşlar hem de örgütlü hale gelmişlerdir. Şimdi bu halkımız düşmanın amacını tersine çevirmek için örgütlenmekte ve mücadele etmektedir. Depremde bu halkımız da büyük sarsıntı geçirmiştir. Çekilen acıların farkındadır. İşte bu farkındalığın yurtseverlik bilinciyle birleştirilip bu toprakların yeniden yaşanır hale getirilmesi için seferber edilmesi gerekmektedir.
Bu deprem şunu gösterdi; devletten bir şey beklemek yanlıştır. Fırat’ın batısı söz konusu olduğunda kötülük beklenmelidir! Bu açıdan başta Fırat’ın batısındaki halkımız olmak üzere tüm Kürtlere ve Alevilere sorumluluklar düşmektedir. Her kimlik kendi var olduğu topraklarda yeniden yeşerebilir, varlığını sürdürebilir. Kurdistan dışında Kürtlük, Alevilerin var olduğu topraklar dışında Alevilik sürdürülemez. Aleviler eğer var oldukları ana-ata toprakları olan Fırat’ın batısı ve Dersim gibi yerlerde var olursa, orada Alevilik canlı olursa o zaman başka yerlerde de belli düzeyde Aleviliklerini sürdürebilirler. Ana-ata topraklarında Alevilik kalmazsa birkaç kuşak sonra Alevilik ya tümden biter ya da sınırlı biçimde başkalaşmış halde kalabilir. Aynı şey Êzidîler için de geçerlidir. Ezidiler ana-ata topraklarında var olmazsa birkaç kuşak sonra Êzidîlik diye bir inanç almaz. Kürtlerin tümü için aynı şey geçerlidir. Kürtlük Kurdistan var ve özgür olduğu taktirde ayakta kalır. Yoksa kültürel soykırım sistemi olan kapitalist modernite koşullarında soykırım yaşamaya mahkum olurlar. Her Kürt, Alevi, Êzidî var olmak istiyorsa ana-ata topraklarını yaşanır hale getirmek için tüm imkanlarını seferber etmelidirler. Bu açıdan çoğunluğu Alevi olan Fırat’ın batısındaki Kürtler ayakta kalacaksa oraları eskisinden daha iyi ve güzel hale getirmemiz gerekir. Kuşkusuz acılar unutulmaz, kayıplar unutulmaz. Ancak bunların anılarına saygının gereği olarak da buraları yeşertmemiz lazım.
Deprem sonrası yaşananlar yeni bir Adıyaman gerçeği ortaya çıkardı
Adıyaman’da önemli bir Sünni Kürt nüfus vardır. Bu nüfus önemli oranda Menzil Şeyhi ve AKP etkisindeydi. Soykırımcı TC Devleti Sünni Kürtlerle Alevi Kürtlerin bir araya gelmemesi için özel savaş yürütüyordu. Nitekim Alevi ve Sünni Kürtler siyasi olarak ayrı saflarda oluyorlar; toplumsal ve kültürel olarak da birbirine uzak duruyorlardı. Deprem bu ayrımları ortadan kaldırdı, kaderlerini birleştirdi. Ne devlet ne Menzil Şeyhi onların yardımına koştu. En acılı günleri olan ilk birkaç gün içinde HDP’liler ve Cemevleri onların yardımına koştu. Adıyaman’da korucu köylere bile devletin yardıma koşması olmadı. Adıyaman’a ilk koşanlar HDP oldu. Yine Cemevleri Adıyaman’da halka hizmet götüren bir yer haline geldi. Deprem ve deprem sonrası yaşananlar yeni bir Adıyaman gerçeği ortaya çıkardı. Kürtlerin Alevi-Sünni olarak ayrışması ve birbirinden kopuk olmalarını sonlandıracak bir süreç yaşandı. Deprem Adıyaman’da Sünni ve Alevi Kürtlerin birliğini ve ortaklaşmalarını sağlayacak. Eğer deprem sonrasındaki durum ve ortaya konulan tutum demokrasi ve özgürlük güçleri tarafından doğru ele alınırsa 1966 Varto depremi Alevi ve Sünni Kürtlerin birlikte yaşama iradelerini nasıl güçlendirdiyse bu deprem sonrası da benzer bir durum yaşanabilir. Böyle ağır yaşanan olaylar önemli toplumsal ve siyasal değişimler ve gelişmeler ortaya çıkarır. Bundan sonrasının Adıyaman’ında da bu gerçekliği görebileceğiz. Yeter ki düşmanın göçertme politikasını engelleyerek oraları yaşanır hale getirelim. Şunu da vurgulayalım, toplum örgütlenir ve dayanışma içinde olursa her türlü engellemeyi aşar. Kültürel, toplumsal, ahlaki, vicdani bir durum olan ve güçlü tarihsel temeli olan dayanışmayı hiçbir güç engelleyemez.
Bu deprem mevcut iktidarın aymazlığı, tedbirsizliği, hazırlıksızlığı ve sorumsuzluğu nedeniyle çok ağır sonuçlar doğurdu. Gerçekleşen depremden daha büyük şiddette depremlerin yaşandığı ülkelerde kayıplar 6 Şubat depremindeki kayıpların binde biri kadar olurken; tabi ki bu depremde yaşananlar ciddi bir sorgulama yaratacaktır. Yaşanan toplumsal, duygusal ve psikolojik altüst oluş siyasal yaşamda o güne kadar ki siyaset ve iktidar anlayışını da sarsacaktır. 6 Şubat’tan sonra Türkiye eski Türkiye olamaz. Eğer eski Türkiye devam ederse bu toplumsal ölüm anlamına gelir. Toplumun da bir kültürü ve bir hafızası olduğundan, ölüm hali olacak bir tepkisizlik durumuna düşmeyeceğinden Türkiye’de köklü toplumsal ve siyasal değişimler beklemeliyiz. Bunun zemini çok güçlenmiştir. Belli bir örgütlülük ve dokunuş çok önemli değişiklikler yaratır. Tarihte ağır sonuçları olan depremlerin ve salgın hastalıkların toplumsal ve siyasal sonuçlar yarattığı bilinmektedir. Özellikle 21. yüzyılda böyle ağır bir katliam sonrası ne toplum eskisi gibi kalabilir ne de siyaset. Daha şimdiden toplumsal zihniyet ve siyasi anlayışta önemli değişimlerin olacağı görülmektedir.
Türkiye’de topluma nefes alma imkanı bırakılmamıştı. Devlet bir kabus gibi toplumun üzerine çökmüştü. Devlet dışında her şey karıncalaştırılmıştı. Devlet de tek kişi haline getirilmişti. Bu depremle toplum devletin büyütülmesinin altında kalmıştır.
Bir musibet bin nasihatten yeğdir, derler. Toplum için böyle bir sınav yaşandı, devlet gerçeğini gördü. Türkiye’deki siyasetin rant ve yalan üzerine olduğunu gördü. Somutta AKP-MHP iktidarının toplumu düşünmediğini, bu nedenle büyük acı yaşadığını gördü. Yine toplum, başta medya olmak üzere psikolojik savaş araçları ile gerçeklerin ne kadar saptırıldığını anladı. Dinin ve milliyetçiliğin iktidarlarının sürdürülmesi kılıfı olduğunu anladı. Bunun yanında toplum, özellikle örgütlü toplum olmanın ne düzeyde önemli olduğunu en zor zamanında fakrına vardı. Kendi imdadına örgütlü gruplar koştu. Toplumsal yaşamın en büyük değerinin toplumsal dayanışma olduğunu gördü. Devletin kendi otoritesi ve gücü için toplumsal dayanışmayı baskı altına alması devlete bakışı da önemli oranda değiştirdi. Bu açıdan toplumun kısa, orta ve uzun vadede tutumunu ortaya koyacağı bir gerçeklik ortaya çıktı.
Bu depremin kısa vadede bu iktidarı götüreceği açıktır. Eğer AKP-MHP iktidarı olası bir seçimde sandıktan şu kadar oy çıktı, biz kazandık demezse kaybetmesi kesin gibidir. Bu iktidarın depremde ortaya çıkan gerçeğinden sonra şunu bunu yapacağım demesinin fazla bir etkisi olmaz. Şu anda iktidara tepki dalga dalga yayılmaktadır. Deprem öyle ağır sonuçlar yarattı ki bunu gizlemek mümkün değildir. 15 milyon insanın etkilendiği söyleniyor. Bunların akrabaları, tanıdıkları, eşleri dostları, arkadaşları vardır. Dolayısıyla yaşananlar anlatılacak ve bir toplumsal hafıza haline gelecektir. Erdoğan ve AKP’nin belli bir tabanı vardı. Bunların bir kısmında da kırılma yaşanacaktır. Depremin yaşandığı alanlarda AKP’nin aldığı oy çok yüksekti. Bunların ve metropollerdeki akrabalarının dörtte birinin bile AKP’den kopması önemli oy kaybı demektir. Bu açıdan AKP’nin yapılacak bir seçimde hile ve zor dışında kazanma şansı kalmamıştır.
En önemlisi ise orta vadede yaşanacak bir değişimdir. Bu değişim Türkiye’nin uzun vadedeki geleceğini de etkileyecektir. Orta vadede depremin toplumsal ve siyasal etkisi daha fazla yansıyacaktır. Toplumsal yaşam ve siyasal alan da bir deprem yaşamış gibi yeni bir biçime bürünecektir. Olumsuz değil olumlu anlamda gelişmeler görülecektir. Türkiye’de şimdiye kadar çeşitli etkenler ve nedenlerle sorgulanamayan, bu nedenle değişimlerin yaşanmasında handikap olan olgular sorgulanacaktır. Türkiye toplumu açısından bu deprem bazı toplumsal ve siyasal kalıpları da yıkacaktır. Belki bu kendini hemen göstermeyecek ama bu değişim mayalanacak ve orta vadede kendini dışa vuracaktır. Depremin özellikle din ve milliyetçiliğin silah olarak kullanıldığı yerde gerçekleşmesi bu olguların sorgulanmasını beraberinde getirecektir. Alevilerin ve Kürtlüğün bastırılması için bu alanlarda milliyetçilik ve dincilik devletin ideolojik kimliği haline gelen Türk-İslam sentezinin yaratılması için öne çıkarılmıştır. Bu projenin depremle birlikte büyük darbe alacağını ve bunun da tüm Türkiye’de etkide bulunacağını belirtmek gerekmektedir.
Türkiye bir düşünce ve duygu kaosu içine girmiştir. Bu kaostan daha doğru düşünce ve duyguların doğmasını beklemeliyiz. Herhalde tarih boyu bu düzeyde düşünce ve duygu kaosu yaratan olaylar çok azdır. Bu açıdan bu durum küçümsenemez ve mutlaka sonuçları olacaktır. Bu deprem en başta vicdanları sarstı. Bir vicdan devrimi yaşanmasının zeminini yarattı. Yine insanların dünyaya bakışında topluma, çevresine, devlete, siyasi yaşama bakışında sarsıntı yarattı. Bu da zihniyet devriminin güçlü zeminidir. Vicdan ve zihniyet alanındaki değişiklikler ise mutlaka önemli sonuçlar yaratır.
Türkiye 100 yıldır demokrasi ve özgürlük mücadelesi verilen bir ülkedir. 1960’lı yıllarla birlikte toplumsal ve siyasal mücadelede bir hızlanma yaşanmıştır. 1970’li yılların başından itibaren gelişen Kürtlerin özgürlük mücadelesi de Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha köklü, kapsamlı ve boyutlu hale getirmiştir. 12 Eylül askeri faşist cunta, son yıllarda da AKP-MHP iktidarı bu yönlü mücadeleleri bastırmada her yol ve yöntemi kullansa da, uzun yıllara dayalı ve ağır bedeli olan halkların demokrasi mücadelesi Türkiye’de önemli bir demokrasi ve özgürlük gücü ve birikimi ortaya çıkarmıştır. Zorla bastırılsa da, toplumsal ve siyasal yaşam içinde etkileri olan bir mücadele tarihi ve birikiminden söz ediyoruz. İşte bu tarih ve birikim bu depremin yarattığı ortamda harekete geçirilir ve doğru örgütsel güce ve mücadele çizgisine kavuşturulursa, bu konuda asgari bir çaba gösterilirse Türkiye’de yeni bir dönem ve tarih başlar. Türkiye artık 6 Şubat öncesi gibi kalamaz. Türkiye toplumsal gerçeği bunu kabul etmeyecektir. 6 Şubat öncesi eski Türkiye’nin birçok gerçeği ve kabulü çöktü. Artık yeni şeyler söyleme ve yapma zamanıdır. Eski siyasi anlayışa rağbet edilmeyecektir.
Temel ihtiyaç bu iktidarın devrilmesidir
AKP-MHP iktidarı eski zihniyet ve toplumsal kültürü ayakta tutmak için çabalasa da ne eski gücü ne de inandırıcılığı kalmıştır. Sürekli bağırıp ve tehdit etme bu zayıf durumlarını gidermeye yöneliktir. Mezarlık yanında geçerken korkakların ıslık çalarak korkaklıklarını bastırması modundadır. Ancak toplumda bundan öte köy yok diyerek korkuyu önemli oranda aşma vardır. Zaten bu iktidarın yarattığı korku duvarı yıkıldığından kendini ayakta tutması mümkün değildir. Çöküntüye uğrayan, çatlayan, yıkılmaya yüz tutmuş korku duvarlarını ayakta tutma gayreti sonuç vermeyecektir. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güçleri bu iktidarın korku duvarını yeniden oluşturmasına fırsat vermemeli ve müsaade etmemelidir. Onların tehditlerine, deftere yazıyoruz demelerine asıl biz deftere yazıyoruz, hesap soracağız diye karşılık verilmelidirler. Şimdi böyle söylem ve tutumlar ortaya konuluyor. Bunlar önemlidir. Öte yandan bu süreçte şu bu ayrılıklar ve farklı düşünceler bir tarafa bırakılmalı, tamamen bu iktidarın yıkılmasına odaklanılmalıdır. Bu iktidar yıkıldığında özgür tartışma ve doğruyu bulma zemini doğacaktır. Halk ortaya hangi doğru konulursa ondan yana olacaktır. Vicdan ve zihniyet devrimi sürecine girilen bu ortamda halkın doğrulardan yana tavır koyacağı beklenmelidir. Şu anda temel ihtiyaç bu iktidarın devrilmesi, asgari düzeyde de olsa bir demokratik ortamın oluşmasıdır. Ortada artık bu temel payda dışında şu bu çıkar ve farklılığın önceliği kalmamıştır. Depremle birlikte toplumun sağlıklı yaşam güvencesi öne çıkmıştır. Çünkü bu iktidar toplumun her türlü yaşamı için büyük tehdit durumundadır.
Depremden hemen sonra KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’nın tüm özgürlük savaşçılarına kendilerine saldırılmadığı müddetçe askeri operasyon ve eylemleri durdurma çağrısı yapması da depremin yarattığı insani, vicdani ve toplumsal durumla ilgilidir. Öte yandan bu dönemde doğru siyasi yaklaşım da ancak bu çerçevede olabilirdi. Hareketimiz 17 Ağustos 1999 Marmara depremi sırasında da bu tutum içindeydi. Türkiye ve Kurdistan halkının bu kadar acı çektiği dönemde halklarımızın bu savaşa değil, depremin yarattığı acıları sarmaya dikkatlerini vermeleri çok önemliydi. Öte yandan Türk devletini bu tür ağır sonuçlara yol açan savaş politikasından kurtarıp halklar için en doğru yol olan barış ve demokratik çözüm yoluna çekmek için de bu adım gerekliydi. Çünkü Türkiye’nin tüm sorunlarından kurtarılmasının yolu Kürt düşmanlığına dayalı savaş politikasını bırakmaktan geçer. Deprem vesilesiyle Türkiye halklarına bu gerçeği göstermek açısından da çatışmasızlık ilan etmek önemliydi. Böyle bir çatışmasızlık genç nüfustan oluşan ordunun en dinamik gücünü deprem bölgelerine sevk edilmesine de fırsat verecekti. Bu çatışmasızlık Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Ermeni, Alevi, Sünni halk acı çekerken bu halkların dayanışma içine girmesi açısından da önemli bir karardı.
Ancak Türk devletinde yaşanan tüm olumsuzluklara neden olan Kürt düşmanlığına dayalı savaş politikası, bir daha halklara büyük yıkım getiren bu zihniyetten vazgeçilmeyeceğini gözler önüne serdi. Hangi koşullarda olursa olsun Kürt düşmanlığında ısrar edileceği açık biçimde ortaya konuldu. Savaşı yaratan nedenin Kürt düşmanlığı olduğu çok açık biçimde gözler önüne serildi. Biz hiçbir biçimde Kürt soykırımından vazgeçmeyiz denerek saldırılarını sürdürüyorlar. Saldırılarını ne Medya Savunma Alanları’nda ve ne de Rojava’da durdurdular. Mevcut iktidar ve onun emrindeki güçler için insan yaşamının hiçbir öneminin olmadığı böylece ortaya konulmuştur. Ordu güçlerinin deprem bölgelerine neden gitmediği de bu tutumlarıyla daha iyi anlaşılmıştır.
Bu çatışmasızlık ilanından sonra ne işbirlikçi KDP ne de TC’yi destekleyen uluslararası güçler AKP-MHP iktidarına saldırıları durdurun diyebildiler. Böylece Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmede amaç birliğinde olduklarını ortaya koymuş oldular. Kürt Özgürlük Hareketi bu durum karşısında sabırlı olduklarını ama bu saldırılar durdurulmazsa aldıkları kararı sürdüremeyeceklerini belirtmiştir. Soykırımcı sömürgeci Türk devleti böyle bir ortamda dahi azgınca saldırıyorsa onda hiçbir insani, ahlaki, vicdani değer olmadığının herkes tarafından görülmesi gerekir. Hiçbir moral ve manevi değeri olmayan bu zihniyet ve politikanın da ne kadar saldırırsa saldırsın verdireceği kayıplar dışında kazanacağı bir şey olamaz. Güçlü moral değerlere sahip halkımız ve özgürlük savaşçılarımız bu insanlık dışı saldırgan güç karşısında tarihi direnişini sürdürecek ve mutlaka kazanacaktır.