Ahlak, üzerinde çok konuşulmasına rağmen, çözümlenmesi yapılamayan toplumsal kurumların başında gelmektedir. Etik adı altında tüm teorikleştirme çabalarına rağmen, pratikte sağlanan gelişmeler oldukça umut kırıcıdır. Toplumsal varoluşun gittikçe ahlaktan yoksun kaldığı bilimce gözlenen ortak bir tespittir. Ama bunun nedenleri ve sonuçları yeterince açıklanmamıştır. Gittikçe gözden düşürülen bir kurum ve konum niteliğine büründürülmüştür. Fakat konu ve kurum olarak ahlak, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlakilikten yoksunluğun sonucudur. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei kentlerinin yanardağdan püsküren lavlar altında kalmasını ahlaki düşkünlükle izah ederken bir hakikatten haber vermek ister gibidir! Ahlaki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlakın) ahlaksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılma biçimidir. Tanrı kavramını toplumun en yüce ve kutsal kimliği olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor.
Ahlakı kavramsal olarak tanımlamak basittir. Toplumsal törelere, alışkanlık ve kurallara göre yaşamayı bilmek ahlakı tanımlayabilir. Fakat bu açıklama oldukça biçimsel kalmaktadır. Etik adı altında antik çağ ve yeni çağ filozoflarının (Eflatun, Aristo, Kant başta olmak üzere) giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha doğrusu, bireyi toplum üyeliğinden kopartıp devlet üyeliğine geçirmenin ön hazırlıkları gibidir. Sanki ahlakın görevi, bireyi devleti için en yararlı hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlaki yorumları uygarlık yanlısıdır.
Her toplumsal konuda olduğu gibi ahlaka ilişkin olarak da tarihe başvurmak daha öğretici olacaktır. Toplumsal çağların yüzde 98 gibi uzun bir döneminde hukukun değil ahlak kurallarının geçerli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle de ahlaki toplum diyoruz. Dolayısıyla bu uzun dönem ahlakının neyi karşıladığını çok iyi bilmeden ahlakı yorumlamak eksik kalacaktır. Toplumsal doğayı esnek zekayla en yüklü doğa olarak tanımlamamız konuya ışık tutabilir. Esnek zekadan kasıt, daha çok düşünerek iş yapmaktır. Düşünme ile iş arasındaki ilişki zorunlu olarak kural gerektirecektir. Çünkü işin nasıl yapılması gerektiğini belirlemek zaten kural demektir. İşe ilişkin bu ilk eylemi ilk ahlak kuralı olarak da belirleyebiliriz. İş derken de her türden toplumsal etkinliği kastediyoruz. Yemekten uyumaya, yürümekten yiyecek bulmaya, hayvanlarla dost olmaya veya çatışmaya, bitkilerle ilgilenmekten balık avlamaya kadar her eylem iştir. Bu iş ise kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık ise toplumun ölümü demektir.
Toplumsal olan her şey ahlakidir
Bu noktada toplumu ekonomik temel ve ahlaki üstyapı gibi bölen kavramlar saçma gelmektedir. Ahlak ekonominin, daha doğrusu yaşamın temel ihtiyaçlarını karşılamanın en iyi yolu olarak tanımlanabilir. Töre ve usül olarak ahlak, ekonominin veya temel ihtiyaç ürünlerinin elde ediliş tarzıdır. Dolayısıyla altyapı-üstyapı ayrımları açıklayıcı kavramlar olmaktan uzaktır. Ahlak, başta ekonomik çabalar olmak üzere, tüm toplumsal eylemliliklerin iyi tarzında gerçekleştirilmesini ifade eder. Dolayısıyla toplumsal olan her şey ahlakidir. Ahlaki olan her şey de toplumsaldır. Örneğin ekonomi ahlaksal olduğu gibi din de ahlaksaldır. Doğrudan demokrasi olarak siyaset ahlakın kendisidir.
O halde işin ilk kuralı, ahlakı, ilk başlardan itibaren toplum için hayati bir konudur. İş en iyi nasıl yapılıyorsa, o en iyi yapma tarzı en iyi ahlak kuralı olarak zihinlere yerleşir. Bu da süreç içinde daha da yetkinleşerek, sağlam bir gelenek olarak toplumsal hafızaya mal olur. Ahlak artık oluşmuş demektir. Töre, gelenek denilen olay budur. Burada çözümlenmesi gereken en önemli husus, ahlakın zihni bir eylem olduğu kadar toplumsal işle ilgili olmasıdır. Hem zihnin çabasını hem de toplumun eylemliliğini gerektirir. Şahsen bu duruma demokrasinin ilk orijinal hali demeyi tercih ederim. Bu durumda orijinal demokrasi ve ahlak özdeşlik kazanıyor. Toplum daha çok hayati işler peşinde koşturup durduğuna göre, iş üzerinde çok düşünüp tartışmak kaçınılmazdır. Bununla da yetinmez; işin en iyi nasıl yönetileceği ve başarılacağı üzerinde de çok durması yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Hem düşünüp tartışmanın, karar vermenin, hem de kararı yönetip işin başarısına dönüştürmenin demokrasinin en dolaysız biçimi olan katılımcı, doğrudan demokrasi olduğu açıktır. Bu ise aynı zamanda toplumun ahlaki yönetilişi, ahlaki yaşamı demektir. Demek ki ahlak ve demokrasinin kaynağı aynıdır. O da toplumsal pratiğin kolektif zihni ve iş yapma yeteneğidir. Tarihsel toplumun ömrünün yalnızca yüzde 98’lik bölümü ahlak ve orijinal demokrasi ile geçmiş olmuyor; günümüze kadar çok parçalanmış, kendi haline bırakılmış toplum birimlerinde de hala ezici ağırlıkla uygulanan hukuk değil ahlaktır. Çok bozulmuş da olsa, aileden etnisiteye kadar, hatta hukukun en ince detayına dek düzenlediği birçok kurumsal alandaki iş yapımına kadar ahlak olmadan yaşamın yürüyemeyeceğini çok iyi bilmek gerekir. Hukuk bir örtüdür. Esasen işi yürüten güç eminim ki hala ahlaktır.
Ahlakın alanı sürekli devlet tarafından daraltılıyor
Uygarlık sürecine baktığımızda konu açısından yapılacak ilk tespit, devlet normlarının ahlakın aleyhine sürekli geçerli kılınmaya çalışıldığıdır. Ahlakın yetmediğinden, hukukun gerekli hale geldiğinden bahsedilecektir, ama böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Sorun ahlakın yetmezliğe düşmesi değil, ahlaki toplumun aşındırılmasıdır. Ahlakın nasıl aşındırıldığını çokça belirledik. Toplum üzerine katmerli sermaye ve iktidar tekelleri kurulmaya başlanmıştır. Üretilen toplumsal değerler gasp edilmektedir. Bu durumda ahlakın yetmezliğinden değil, toplumun tahakküm altına alınmasından, devletin yönetim kuralları denilen hukuk kurallarının uygulanmasıyla baskı ve sömürüye tabi tutulmasından bahsedebiliriz. Dolayısıyla ahlakın, bağlantılı olarak doğrudan demokrasinin alanı gittikçe daralıyor. Buna karşılık devlet yönetiminin, hukukunun alanı genişliyor. Bir tarafın kaybettiğini diğeri kazanıyor. Daha doğrusu, ahlaka devlet zoruyla kaybettiriliyor. Alanı daraltılarak, uygulanması zorlaştırılarak bu durum gerçekleştiriliyor. Daha sonraki tüm uygar toplumlarda ahlakın (doğrudan demokrasinin de) alanı daraltılmaya devam edilip hukukun payı sürekli arttırılacaktır. Nitekim ilkçağ uygarlıklarının bir nevi sonu ve özeti olan Roma uygarlığının hukuku en çok uygulayan devlet yönetimi olması bu gerçeği doğrular. Roma hukuku halen hukukun temel taşlarından biridir. Avrupa uygarlığında, diğer bir deyişle modernizmde toplum adeta hukukun istilasına uğrayacaktır.
Ne kadar çok hukuk kuralı o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli
Bu gerçek neyi yansıtır? Toplum üzerinde sermaye tekelinin ve iktidar ağırlığının arttığını gösterir. Son dört yüzyıllık moderniteye baktığımızda gerçekleşen şey, azami sermaye birikimi ve iktidar çoğalımıdır, daha doğrusu ikisinin iç içe geçen kümülatif birikimidir. Ahlak açısından belirtilecek olan husus ise işlevsiz kalması değil, toplumun elinden alınmasıdır. Ahlakın bünyesinde uygulanacağı toplum koparılıp alınmıştır. Dolayısıyla karmaşık hal alan toplumun artık ahlakla yönetilememesi nedeniyle hukuka ihtiyaç duyulduğu iddiası büyük bir yalan ve o denli ahlaksız bir yargıdır. Ahlakın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından dolayı iş görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay safdışı bırakmak için propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Kapitalist modernite çağında ahlaka olumsuz yaklaşımın oluşumunda liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu kim bilmez ki! “Mahkemeye düşenin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez” sözü boşuna söylenmemiştir. Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir. Pratik gerçekler günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu doğruluyor.
Konu ile ilgili sorulması gereken önemli bir soru da şudur: Ahlak mı yoksa hukuk mu daha iyi yönetir? Anlatımımız her ne kadar içeriğinde bu soruya cevap veriyor ise de, hukukun zorlama bir yönetim olması bile gerçeği gayet iyi açıklıyor. Bilindiği üzere hukuk ‘devlet zoruyla kanunların yürütülmesi’ biçiminde tarif edilir. Ama ahlakta zorla yürütme yoktur. İçten benimsenmeyen bir kurala zaten ahlak kuralı denilemez. Zora dayalı hukuki yönetimin ahlaki yönetimle karşılaştırılmasında iyinin ağır basacağı, terazinin ağır gelen kefesinin kesinlikle ahlak kefesi olacağı açıktır.
Ahlakla din ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için bir özdeşlik kurmak mümkünse, benzer bir özdeşlik din ve ahlak arasında da kurulabilir. Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır.
Din, ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliğini oluşturuyor
Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi hem korku hem de merhamet duygusu uyandırıyor. Yaşamının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir.
Dinin uygarlık öncesi bir kurum olduğu tartışmasızdır. Ahlakın daha çok yasaklayıcı, sakınılması gereken hususlarını, merhamet ve bağışlayıcılık unsurlarını kapsamına alıyor. Süreç içinde çok daha katı bir gelenek haline geliyor. Bu anlamda ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği dini oluşturuyor. Ahlakın içinden doğmasına ve başlangıçta bir parçasını teşkil etmesine rağmen, zaman ve mekan koşullarının değişimiyle güçlenerek, kurum ve kurallarını çok daha katı ve uyulması şart olan kanunlar haline getirerek (Musa’nın tipik On Emir düzeni) bağımsızlığını ve başatlığını ilan ediyor. Hukukun da benzer bir çıkış olmasıyla kıyaslanabilir. Önce ahlaki kuralların bir bölümü olan hukuk kuralları, devletleşmeyle birlikte gerekleri zorla yerine getirilen kanunlara dönüşerek bildiğimiz hukuku oluşturdu. Uygarlık sürecinin gelişmesiyle birlikte din bir farklılaşma daha yaşadı; sömürü ve iktidar güçlerinin çıkarlarına dönüştürülen boyutlarıyla toplumu ağır biçimde cezalandırabilen bir tanrısallık gücü haline getirildi. Hukukun devlet eliyle yürüttüğü tekel çıkarlarını yeni uygarlık damgalı din tanrı eliyle yürütmeye çalıştı.
Her iki dönüşüm de önemlidir. Tarihin en önemli iki kırılma anını temsil ederler. Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı, kölece çalıştırma gücü ortaya çıkar. Fakat dinin demokratik toplumsal boyutta olan kısmının ahlakla özdeş olan unsurlarının giderek doğa ve toplum birimlerine dönüştüğünü tespit etmek çok önemli bir husustur. Böylelikle uygarlık tarihi boyunca dinin iki karakterli kimlik, gelenek ve kültür olarak gelişmesini anlamlandırmak mümkündür. Uygarlık güçlerinin kimliği olarak din ve tanrı ne kadar korku, ceza, cehenneme atma, aç bırakma, yok etme, merhametsizlik, savaş, tahakküm, hükümranlık, sahiplik ve tapınma kavramlarıyla (Unutmamak gerekir ki, bu kavramlar en çok uygarlık güçlerini, kişiliklerini niteler) yüklüyse, ahlaki ve politik toplum güçlerinin din ve tanrı kimliği de o kadar cesaret, af, bağışlayıcılık, umut, rızıksız bırakmama, var etme, merhamet, sevgi, barış, özünde erime, kavuşma kavramlarıyla yüklüdür.
O halde uygarlık tarihi boyunca dini bu iki kimliği içinde tanımlamak son derece öğreticidir. İbrahimi dinler tipik olarak bu iki eğilimi de bağrında taşıyan özelliktedirler. Dinsel üst düzey temsilcileri (rahip, haham, şeyhülislam, ayetullah vb.) ne kadar uygarlık eğilimini yansıtıyorlarsa, alt düzey ümmet ehli de o kadar demokratik uygarlık eğilimini yansıtır. Eğilimler yerine ve zamanına göre denklik ve başatlık kazanabilirler. İbrahimi dinler bu konumlarıyla modernitenin sosyal demokratlarını hatırlatırlar. Sosyal demokratlar modernite döneminde nasıl burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşımını temsil ediyorlarsa (tabii sermaye ve iktidar tekellerinin hegemonyasında), İbrahimi dinler de uygarlık tarihi boyunca uygarlığın sermaye ve iktidar güçleriyle demokratik uygarlık güçlerinin uzlaşımını (Yine iktidar güçlerinin hegemonyası ağır basar) temsil ederler.
Zerdüşt ve bağlı olduğu öğreti en büyük bir ahlaki devrimdir
Tarihte din-ahlak ilişkisinde müstesna bir öğreti ve kişilik olarak Zerdüştizm’i ve Zerdüşt’ü görüyoruz. Araştırmalar Zerdüşt’ü ve bağlı olduğu öğretiyi büyük bir ahlaki devrim olarak tanımlamaktadır. Zagros dağlarının eteklerinde tarım ve hayvancılıkla geçinen bir toplumsal kültürel (neolitik devrimden beri, MÖ. 12000, hatta dördüncü buzul döneminin kalkış tarihi olan MÖ. 20000’lerden beri şekillenen kültür) ortamda, Sümer uygarlığının (MÖ. 3000 – sonrası) mitolojik ve dinsel hegemonyasına karşı kutsallıktan ziyade seküler, dünyevi ahlakı savunan bir eğilim olarak gelişen bu ahlaki devrime Zerdüşt’ün adına izafeten Zerdüştizm denilse de, çok daha eski köklere sahiptir. Zerdüşt’ün ünlü sözü olan “Söyle, sen kimsin?” hitabıyla Sümer uygarlığının mitolojik ve dini tanrısallığını yargıladığı açıktır. Dolayısıyla uygarlık din ve tanrılarının bu ilk ahlaki eleştirisi çok büyük öneme sahiptir. Filozof F. Nietzsche’nin ünlü yapıtına ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ adını vermesi ve içeriğini Zerdüştvari ahlaki yargılarla doldurması boşuna değildir. Kendisi bu yönlü en güçlü uygarlık yorumlayıcısı olarak tanınmaktadır. Hatta bazen “Zerdüşt’ün Çömezi”, “Dionysos’un Çömezi” lakabını kullanması düşündürücüdür.
Zerdüştilikte demokratik uygarlık unsurları ağır basar. Zerdüşti ailede kadın-erkek ilişkileri eşitliğe yakındır. Hayvanlara acı çektirilmez, eti çoğunlukla yenmez, ürünlerinden yararlanma esastır. Ziraat büyük değer taşır. Tanrısallıktan arınmış iyilik-kötülük kavramları öne çıkar. Diyalektiğin ilk tohumlarını çağrıştıran düalistik düşünce tarzı (aydınlık-karanlık güçleri) çok belirgindir. Evren diyalektik olarak kavranmaya çalışılmaktadır. Toplumun güçlü ahlaki ilkelerle yönetilmesi esas alınmaktadır. Tüm bu yönleriyle Sümerlere ve kökenlerini oradan alan uygarlıklara karşı güçlü bir ahlaki devrimi yansıttığı çok açıktır. Bilindiği gibi, saptırılmış da olsa, bu devrimin en büyük ürünü Med Konfederasyonu ve onu devralan (Ne yazık ki çok çarpıtılacaktır) Pers İmparatorluğu’dur. Mani (M.S. 250’ler) bu ahlaki öğretide ikinci bir devrim yapmak istese de, oldukça yozlaşmış Sasani imparatorları bunu engelleyecektir. Mani’nin kendisi ağır bir şekilde cezalandırılacaktır. İki dinsel ve ahlaki kimliğin çatışması söz konusudur.
Ortadoğu’dan Hindistan ve Avrupa’ya kadar Zerdüşt-Mani ahlak geleneğinin halen süregelen izleri (Mecusi, Êzidî) mevcuttur. Zendik kelimesi Zerdüşti kökenli olup, bugün bilim anlamında kullanılan ‘Science’ kelimesinin de kökenidir. Gerek Babil’e sürgün (M.Ö. 600–546) döneminde Yahudi peygamberlerin, gerekse Med-Pers İmparatorluk döneminde Grek-İon filozoflarının ve bu iki kesimle birlikte Avrupalı oryantalistlerin direkt Zerdüştik gelenekten oldukça beslendiklerini belirtmek gerekir. Zerdüşt’le aynı dönemde yaşadığına inanılan (M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllar) Konfüçyüs, Sokrates ve Buda da kendi öğretilerini temelde ahlaki topluma dayandırmışlar, uygarlığın ahlakı tehdit etmesine karşı çok güçlü bir ahlaki savunuyu temsil etmişlerdir. Orta çağ’da İslamiyet ve Hıristiyanlık öğretilerinde ahlaki öğe oldukça önemli yer tutar. Avrupa uygarlığı döneminde ise ahlakta büyük bir erozyon yaşanır. Bunun nedenlerini kapsamlıca dile getirmiştik.
Bu kısa tarihi hatırlatmalar bile gösteriyor ki, ahlaki toplum büyük bir direngenlik sergilemiştir. Ahlak kendisi olarak kaldıkça uygarlık güçlerine teslim olmamıştır. Dayatılan uygarlık dini ve hukukuna karşı Demos’un ahlaki ısrarı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Günümüzde ahlak konusundaki temel sorun ve görevler nasıl konumlandırılacağına ilişkindir. Sosyal bilimin bir dalı olarak etik (ahlak teorisi) konusunda çalışmalar yapmak şüphesiz entelektüel alana ilişkin bir görevdir. Önemli olan etiğin toplumla nasıl bütünleşeceğidir; aşındırılan ahlaki toplumun nasıl yeniden ve daha güçlü temellerde ahlakla donanacağıdır. Ahlakı yeniden inşa görevi sadece asrın, modernitenin değil, toplumun sürdürülüp sürdürülemeyeceği sorunudur. Küresel krizin hukukun zor gücüyle aşılamayacağı açığa çıkmış durumdadır. Dinselliğe yeniden dönüş de umutsuz bir vakadır. Toplumsal doğanın güçlü ahlaki dokusu tekrar işlevselleştirilmedikçe, hiçbir yolla modernitenin küresel krizden çıkamayacağını iyi kavramak gerekir. Yaşanan kriz beş bin yıllık uygarlık sisteminin bütün toplum karşıtı güçlerinin ahlaki toplum aleyhine yarattıkları krizdir. Dolayısıyla çıkışı da ahlaki toplumda, ahlakın doğrudan demokrasi özdeşliği nedeniyle politik toplumda aramak diyalektik gereğidir. İlke olarak bu tespitte birleşilmedikçe hiçbir ahlaki görev doğru olarak belirlenemez. O halde kapitalist modernitenin küresel krizine karşı demokratik modernitenin yapacağı güçlü çıkışta en büyük silahı olan yeniden inşa çalışmalarında kendisini bekleyen ahlaki görevleri ilkeler halinde belirlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:
Toplumu ayakta tutan ahlaki unsurlardır
1- Modernitenin küresel krizi (günümüzdeki sistemik, yapısal kriz) beş bin yıllık uygarlık güçlerinin ahlaki topluma karşı yürüttükleri yıkımın sonucu olup, diyalektik gereği krizden çıkışın da ahlaki toplumun yeniden inşasında aranması doğru olup bu inşa ana seçenek durumundadır.
2- Demokratik modernitenin temel birimi olan ahlaki ve politik toplum, uygarlık ve modernite güçlerinin tüm aşındırma, çürütme ve yok etme çabalarına rağmen, toplumsal doğa olarak varlığını ezici biçimde sürdürmektedir. Uygarlık güçleri dar bir elit şebeke olup, (Belki de hiçbir zaman toplumsal doğanın, politik ve ahlaki toplumun yüzde onundan fazla olmamışlardır) esas ağırlığı halen ezilen, sömürülen tüm uluslar, halklar, etnisiteler, kadınlar, köy-tarım toplumları, işsizler, göçebeler, gençlik, marjinal gruplar vb. oluşturmaktadır.
3- Toplumu ayakta tutan ve sürdüren esas olarak devletin hukuk düzeni değil, tümüyle toplumdan soyutlama çabalarına rağmen zayıf da kalsa ahlaki unsurdur. Toplum yok edilmedikçe ahlak da yok edilemez. Bir toplumdaki krizin derinliği ahlaktaki alçalmayla bağlantılıdır. Ahlak er geç sadece krizden çıkış için değil, toplumların mutluluk içinde sürdürülebilir olmalarında da temel toplumsal doku ve kurum olarak rolünü oynamak durumundadır.
4- Etik çalışmalar entelektüel alana, demokratik siyaset çalışmaları politik alana ilişkin görevler olmakla birlikte, ahlaki toplumla bütünleşmedikçe rollerini oynayamazlar. Ahlak her iki alan görevlerinin pratikleştiği toplum gerçeğini ifade eder. Demokratik kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak değerlendirip ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Camiler sadece namaz gibi son derece basit bir ritüelin yeri değildir. Hz. Muhammed döneminde camiler esas olarak ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği merkezlerdi. Namaz sadece bu işi onama ritüeli olarak düşünülmüştü. Sonraları ritüel esas oldu. Esas ahlaki ve politik toplum inşası ise unutuldu, unutturuldu.
Demokratik modernite ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği ahlaki kurumlar olarak program, örgütlenme ve çalışma tarzı bakımından gerekirse reformdan geçirilip yeniden düzenlemelere kavuşturulmalıdır. Alevi Cemevleri daha çok ahlaki ve politik toplum kurumları rolünü oynamalarına karşılık, onların da yeniden inşa çalışmalarında öncü düzeyde yeni düzenlemelere kavuşturulması gerekir. Devlet ve iktidar dayatmalarına karşılık, ahlaki ve politik toplum birimlerinin kutsal ve ahlaki direnme hakları vardır. Gerekirse bu hakkı kullanmaları gerekir. Din ve vicdan (ahlak) özgürlüğü de bunu gerektirir.
5- Modern kılıklı laisizm ile gelenek adına yola çıktığı iddiasındaki radikal veya ılımlı yeni dincilik sanıldığı gibi birbirlerine karşıt iki eğilim olmayıp, liberalizmin eklektik iki ideolojik versiyonu olarak ahlaki ve politik bir rol oynayamazlar. Bu yönlü tuzaklara düşmemek için dinin demokratik muhtevasıyla laiklikteki kısmen özgür ve seküler unsurları benimseyerek yaklaşım geliştirmek önemlidir. Her iki unsur demokratik modernitenin yeniden inşasında ancak bu kapsamda rol oynayabilirler. Aralarındaki asırlık oyunlar ve kavgalara taraf olmamak kadar, dini ve ahlakı yozlaştırıcı, boşa çıkarıcı, moderniteyle çıkar temelinde yeniden entegre edici çabalarını boşa çıkarmayı bilmek gerekir.
6- Hukukun devlet zoruyla toplum üzerinde estirdiği teröre aldanmamak gerekir. Ahlak esas, hukuk talidir. Adaletli olduğu müddetçe hukuka saygı duyulur. Aksi halde sonuna kadar ahlaki ve politik toplumda ısrar etmek şarttır. Toplumun savunulması ve sürdürülebilirliğinin esas yolunun ahlaki tutumdan geçtiği bir an için bile unutulmamalıdır.
7- Ahlakın kurum olarak küresel temsilinde Vatikan türü Katolik ekümeniklerle İslâm ümmetini (ekümenini) temsilen eski halifelik kurumunun (bu arada Musevilik, Budizm vb ahlaki ve dini gelenekler de dahil edilerek) ve benzerlerinin ortaklaşa bir çatı altında yeniden kurumlaşmaları, teolojiden çok etik uygulamalar üzerinde yoğunlaşmaları tüm insanlık adına ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasında büyük rol oynayabilir. Bir nevi ulus-devletlerin BM çatısı altında bir araya gelmesi gibi, temel ahlaki öğretilerin modernite saldırılarına karşı bir araya gelerek kurumlaşmaları başarıları için şarttır. Tüm kutsallıkları ve ahlaki öğretileri yutmaya çalışan uygarlık ve modernite canavarlıklarına karşı Küresel Kutsallıklar ve Ahlaki Öğrenim Konfederasyonu bu şartın gereği olarak kurulmak durumundadır.
8- Demokratik modernite güçleri ahlaki alana ilişkin görevlerini benimseyip yaşamsallaştırmadıkça, uygarlık ve modernite güçlerinin kapsamlı ideolojik ve maddi kültür silahlarıyla yürüttükleri saldırılara karşı demokratik toplum birimlerini başarıyla savunup sürdüremeyeceklerini bilmek durumundadır.
Ahlaka ilişkin konu ve kurumun tanımlanmasına yönelik bu kısa değerlendirmeler çözüm önerileri niteliğinde olup üzerinde kapsamlı tartışmayı gerektirir. Ahlaki toplum alt-üst yapılandırma şemalarına sığmadığı gibi, toplum doğası da bu tür şemalara uymaz. Her toplumsal birim, hatta birey ahlaktan pay almadan yaşayamayacağını iyi bilmelidir. Önemli olan iyi bir ahlakla toplum ve bireyin donanmasıdır. Uygarlık ve modernite canavarlıkları ne denli saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz. Demokratik modernitenin yeniden inşa çalışmalarında, tüm toplum birimlerinin ahlaki görevlerinde gösterecekleri başarı küresel sistem krizinden zaferle çıkışta temel ölçüt olmaktadır