PKK Yürütme Komite Üyesi Duran Kalkan yoldaş ile Demokratik Modernite ve Sosyalizm üzerine yaptığımız röportajın ilk bölümünü yayınlıyoruz.
– Rêber Apo, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra “Sosyalizmde ısrar etmek insan olmakta ısrar etmektir” demişti. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi kapitalist moderniteye alternatif bir sistem olarak “Demokratik Modernite” kavramını kullanıyor. Bu, günümüz sosyalizm anlayışı için ne anlama geliyor? Bugün için sosyalizmi nasıl tanımlıyorsunuz?
Duran Kalkan: Sovyetler Birliği’nin çözülüş sürecinde Önder Apo’nun “Sosyalizmde ısrar etmek insan olmakta ısrar etmektir” dediği doğrudur. Aynı zamanda bu tanımlamasını “Sosyalizmden kuşku duymak insandan, onun sosyal varlığından kuşku duymaktır” diyerek de güçlendirmiştir.
Önder Apo’nun bu tanımlaması insanın sosyal bir varlık olduğu anlamına gelmektedir. En kısa bir biçimde böyle ifade edilebilir. Eskiden bu sosyalistlerle liberaller arasındaki temel bir tartışma konusuydu. Yani insanın nasıl bir varlık olduğu sorusu hep soruluyor, buna farklı cevaplar veriliyordu. Bilindiği gibi liberalizm insanı tekil olarak ele alıyor. Yalnızca birey olarak var olduğunu iddia ediyordu. Sosyalist düşünce ise insanı toplumsal bir varlık olarak tanımlıyordu; “İnsan toplumsallaşarak insan oldu” veya “İnsan toplumla birlikte var oldu” diyordu. Dolayısıyla toplumdan kopuk bireyin ele alınamayacağını, değerlendirilemeyeceğini, toplumla bireyin birlikte ele alınıp değerlendirilmesinin doğru bir değerlendirme olacağını ifade ediyordu ki gerçek olan, doğru olan da buydu. Doğru bir tarihsel bakış açısı, insan-toplum ilişkisine dair doğru bir sosyolojik inceleme gerçeğin böyle olduğunu net bir biçimde bize gösteriyor.
Aslında bunu liberaller de biliyorlardı. Her türden iktidarcı-devletçi güçler de bireyin toplumla birlikte var olduğunu biliyordu. Fakat öngördükleri sömürüyü başarıyla gerçekleştirebilmek için toplumu dağıtmayı, bireyi toplumdan soyutlamayı kendi çıkarlarına daha uygun buluyorlardı. Toplumdan kopartılmış, tekilleştirilmiş bir birey üzerinde her türlü baskı ve sömürüyü uygulamak daha kolay oluyordu. Birey üzerinde bu biçimde daha kolay ve güçlü bir egemenlik kurabiliyorlar. Bunun için de gerçekleri çarpıtmayı, toplumsallığı yok etmeyi, bireyi de toplumdan kopartıp sahte özgürlük ve eşitlik anlayışlarıyla da doldurarak onu egemen sistemi karşısında son derece zayıf ve güçsüz hale düşürüp rahatlıkla sömürebiliyorlardı. İşin gerçeği budur. Dolayısıyla liberalizmin birey-toplum ilişkisine dair görüşleri ciddi bir çarpıtmayı ifade etmektedir.
Geçmişte bunlar açıktan tartışılırdı. Fakat bu durum günümüz açısından da gündemden tümden çıkmış değildir. Daha doğrusu çok fazla gündeme gelmiyorsa, aslında liberalizm bu konuda sosyalizm karşısında kendisini başarılı gördüğü için bu tarz tartışmaları gündeme getirmiyor. Yani artık toplumsallığı dağıttığını, toplumları birey birey parçaladığını, bireyleri toplumdan koparttığını, bireyler üzerinde de sahte anlayışlara dayanarak her türlü egemenlik ve sömürü sistemini kurduğunu, bunda başarılı olduğunu iddia ediyor ve buna da inanıyor. Bu konuda özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından kendisini başarılı görüyor ve sonuç almış sayıyor. Bunun içindir ki eskisi kadar bu tartışma konusu olmuyor. Fakat yine de sosyolojik değerlendirmelere, birey-toplum tartışmalarına girildiğinde bu farklılık net bir biçimde ortaya çıkıyor.
Liberal düşünce toplumsal yaşımı beyinlerden uzak tutmaya çalışıyor
Her türden liberal düşünce bireyi esas alıyor, yaşamı bireyle sınırlı olarak tanımlıyor, toplumsal yaşamı görmüyor, görmek istemiyor. Toplumsallığı gözlerden ve beyinlerden uzak tutmaya çalışıyor. İnsanı toplumdan koparmaya, bireyselleştirmeye ve bu temelde azami bir bireyciliği geliştirmeye çalışıyor. Bu bir gerçek. Liberalizmin gerçeği bu. Ama insan ve toplum gerçeği kesinlikle böyle değildir. İnsan toplumsal bir varlıktır, yani sosyal bir varlıktır. Toplumdan, toplum yaşamından kopuk bir insan yoktur. Bu temelde toplumu olmayan bir bireye, birey ya da insan demek mümkün değildir.
İnsanın insan oluşu aslında tarihsel olarak bu temelde gerçekleşmiştir. Birey ve toplum insanlık tarihinde böyle bir iç içeliği ve diyalektik bütünlüğü ifade etmektedir. Aslında Sovyetler Birliği çözülürken dünyada geliştirilmeye çalıştırılan o yaygın liberal saldırının sosyalizm karşıtı propagandasını temelden çürütebilmek ve zayıflatabilmek için Önder Apo bu tanımlamaları kullanmayı gerekli görmüştür. Bu oldukça da anlamlı, öğretici, eğitici olmuştur. Anlayarak değil de biraz da ezberleyerek sosyalizme katılan insanların sosyalizmin gerçekte ne olduğunu, birey ve toplum yaşamında nasıl bir somutluk kazandığını, yaşam değerinin ne olduğunu somutta görüp anlamalarına hizmet etmiştir.
Her türlü liberal saldırının etkisiz kılınmasında, çürütülmesinde, ona karşı sosyalist bilincin canlı tutulup geliştirilmesinde Önder Apo’nun bu tanımlamaları ve kuşkusuz bu tanımlamalarla yetinmeyerek bu temelde geliştirdiği değerlendirmeler, teorik tahliller son derece etkileyici ve sonuç alıcı olmuştur. Tarihsel bir önem taşımıştır. Kurdistan ve çevresinde her türlü liberal saldırı karşısında anti-sosyalist tutumların geliştiği, dünya genelinde sosyalizmden kaçışın doludizgin yaşandığı bir ortamda Önder Apo’nun bu çabaları Kurdistan’da ve çevresinde sosyalizme inancın ve bağlılığın korunmasını getirmiştir. Sosyalizmden, diğer alanlardaki gibi öcüden kaçar gibi bir kaçış Kurdistan ve çevresinde yaşanmamıştır.
Tabi Önder Apo bunu çok dogmatik, kuru kuruya, sadece kavramları ortaya koyarak ve savunarak yapmamıştır. Bir yandan söz konusu hakikati, bireyin toplumla birlikte var olduğu hakikatini ortaya koyarken, diğer yandan reel sosyalizmin çözülüşüne dair eleştirel ve özeleştirel bir yaklaşım geliştirerek çözülüşü yaşatan temel gerçekleri ortaya çıkartıp onların aşılması, sosyalizmde doğru düşüncelere ulaşılması yönünde düşünsel gelişmeler kat ederek söz konusu çalışmalarında inanılırlığını ve etkinliğini daha çok geliştirmiş, güçlendirmiştir. Sosyalizme dair eleştirel-özeleştirel yaklaşımı, reel sosyalizmde yaşanan hata ve eksikliklerin düzeltilmesi, söz konusu kavramların tarihsel içeriğiyle birleşince Önder Apo’nun düşüncelerini, sosyalizm tanımlamasını daha anlaşılır ve inanılır kılmıştır. Bu da Önder Apo’nun düşüncelerini etkili hale getirmiştir.
Diğer yandan Önder Apo’nun ‘kapitalist modernite’ ve ona alternatif olarak ‘demokratik modernite’ kavramını kullandığı ve öne çıkardığı doğrudur. Dolayısıyla PKK olarak biz de Önder Apo’nun bu düşüncesini ve kavram kullanımını esas alıyoruz. Önder Apo’nun düşünceleri temelinde örgütlenen ve eyleme geçen bir hareket olarak bu temelde demokratik modernite kavramını daha çok kullanıyoruz. Fakat bu sosyalizm kavramını hiç kullanmadığımız, sosyalizmi tanımlamadığımız, demokratik moderniteyi sosyalizm yerine kullandığımız anlamına gelmiyor. Kesinlikle öyle anlaşılmamalıdır. Demokratik modernite ile birlikte Önder Apo demokratik sosyalizmi de yeniden tanımladı, geliştirdi. Reel sosyalizmin eleştiri ve özeleştirisi temelinde demokratik sosyalizmi tanımladı.
Aslında geçmişte olduğu gibi buna bilimsel sosyalizm denmesinin de, yani bilimsel sosyalizm kavramının kullanılmasının da yanlış olmadığını belirtti. Fakat bir farklılık olması açısından demokratik sosyalizm dememizin daha doğru ve anlaşılır olacağını ifade etti. Biz de Hareket olarak bunları esas alıyor ve teorik değerlendirmelerimizi, tartışmalarımızı bu kavramlar çerçevesinde yürütüyoruz.
Reel sosyalizm ekolojik anlayış ve sistem geliştiremedi
Peki, Önder Apo neden “modernite” kavramını öne çıkardı? Şu nedenle; reel sosyalizme dönük en önemli eleştirilerinden birisi olarak, kapitalist moderniteyi yeterince tanımlayamaması ve onun alternatifi olarak kendi modernitesini geliştirememesi biçiminde eleştirdi. Reel sosyalizmin kapitalizm çözümlemesini dar ve tek yanlı buldu. Şunu ifade etti; “Reel sosyalizm, kapitalizmin sömürü boyutunu çözümledi” dedi. Yine Marksizmi değerlendirirken, artı değer sömürüsünü, azami kâr yasasını yeterli bir biçimde çözümlediğini belirtti. Böylece kapitalist sömürünün bir boyutunu ortaya koydu ve bunun alternatifi olarak komünalizmi, paylaşımı da geliştirdi. Sosyalizmi de, artı değer sömürüsünün, azami kâr yasasının alternatifi olarak toplumcu bir sistem, sömürüsüz bir düzen olarak tanımladı.
Fakat kapitalizm bundan ibaret değildi. Onun modernitesi vardı. Kapitalist modernitenin tıpkı artı değer sömürüsü, azami kâr yasası gibi farklı boyutları da vardı. Örneğin endüstriyalizm boyutu; azami kâr yasası temelinde doğanın adeta tümden yok edilmesini gerçekleştiren bir sömürü biçimidir. Yine ulus devlet sistemi, söz konusu kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için her türlü imkânı, aracı yaratan, baskı ve zulmü zihniyet ve pratik boyutta en ileri düzeyde uygulayan bir boyut olarak ulus devlet gerçeğini hiç çözümleyemedi. Artı değer sömürüsünden, azami kâr yasasından kurtulmak istedi ama aynı kapitalist modernitenin endüstriyalizm boyutunu olduğu gibi ele aldı. Buna karşı ekolojik anlayışı ve sistemi geliştiremedi. Ekolojist bir düzen kuramadı.
Diğer yandan artı değer sömürüsünü, azami kâr yasasını aşmayı, onu sağlatan temel sistem olarak ulus devlette gördü. Oysa ki ulus devlet artı değer sömürüsünün, azami kâr yasasının uygulanma aracıydı. Artı değer sömürüsünün uygulanma aracıyla artı değer sömürüsünden kurtulmak mümkün değildi. Dolayısıyla ulus devleti tanımlayamadı. Ulus devletin alternatifini geliştiremedi. Reel sosyalizm Kapitalizmin sömürü boyutu üzerinde daha çok yoğunlaştı. Artı değer sömürüsü temelinde bunu derinliğine çözümledi. Buna alternatif olarak sosyalizmi tanımlamaya çalıştı. Fakat kapitalizm ve modernite ayrışımı üzerinde duramadı. Kapitalizmi Modernitesiyle birlikte ele alamadı. Kapitalist Modernitenin diğer boyutlarını göremedi. Dolayısıyla kendi modernitesini de geliştiremedi. Sonuçta kendi anlayışını, yani sosyalizmini kapitalist modernitenin araçları, boyutlarıyla uygulayabileceğini sandı ve o temelde uygulamaya yöneldi, haliyle ortaya sosyalizm çıkmadı, tersine “tekelci devlet kapitalizmi çıktı” dedi. Önder Apo bu tekelci devlet kapitalizmi tanımlaması üzerinde çok durdu. Reel sosyalizm uygulamasını, endüstriyalizm ve ulus devlet boyutuyla birlikte hızla tekelci devlet kapitalizmine dönüştüğünü, sosyalizmden koptuğunu, dolayısıyla öngördüğü özgürlük, eşitlik, paylaşım ilkelerini toplumsal temelde doğru bir biçimde hayata geçiremediğini ifade etti.
Bu temelde reel sosyalizm değerlendirmesi ve eleştirisinden çıkardığı en önemli sonuç; kapitalist moderniteyi bir bütün olarak tanımlamak ve bunun alternatifi olarak demokratik moderniteyi ortaya çıkartmak, demokratik sosyalizmin modernitesi olarak da demokratik moderniteyi tanımlamak oldu. Demokratik moderniteyi de bu temelde kapitalist modernitenin alternatifi olarak tanımladı. Ulus devlet boyutuna karşı olarak Demokratik Konfederalizm boyutunu tanımladı. Endüstriyalizm boyutuna alternatif olarak eko-endüstriyel, ekolojik endüstriyel toplum boyutunu tanımladı. Kapitalizm boyutuna alternatif olarak demokratik toplum, yani politik ve ahlaki toplum boyutunu tanımladı. Böylece reel sosyalizmin geliştiremediği, tanımlayamadığı, sosyalizmin modernitesini demokratik modernite kavramıyla en geniş bir tanımlamaya kavuşturdu. Reel sosyalizm pratiğinden bu sonucu çıkardı. Reel sosyalizmin teorik yaklaşımlarındaki yetersizliği, sınırlılığı, darlığı böyle bir teorik tanımlama temelinde aştı. Yeni bir teorik tanımlama geliştirdi. Bu durum kuşkusuz çok önemli. Dolayısıyla kapitalizm, sosyalizm karşıtlığı ve tanımlanmasıyla yetinmemek, onun ötesine geçmek lazım. Kapitalizm-sosyalizm çelişkisi ve kavramlaştırması bir gerçekliği ifade ediyor ama yetersiz de kalıyor.
Sadece kapitalizmi ve sosyalizmi bir ideolojik çerçeve olarak ele alıp değerlendirmek ama onun hayat bulduğu moderniteyi görememek, tanımlayamamak gerçekten de toplumu anlayamama, siyasal sistemleri anlayamama sonucunu doğuruyor. Bu bakımdan kapitalizm-modernite ayrışımını iyi yapmak lazım, iyi ve doğru anlamak gerekir. Sosyalizm ile modernite arasındaki ilişkileri de doğru değerlendirmek lazım, dolayısıyla Önder Apo’nun kapitalist modernitenin alternatifi olarak demokratik modernite tanımlamalarını çok iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir. Çünkü böyle olmazsa ne olur? Kapitalizm ve alternatif olarak sosyalizm çok dar ve tek yanlı ele alınır. Tek boyutta görülür. Modernite kavramı hiç görülemez, anlaşılamaz. Dolayısıyla da dar ve tek yanlı bir yaklaşım içinde kalınır. Bunu aşan Önder Apo oldu.
Önder Apo’nun bu durumu aşan değerlendirmeleri, düşünceleri kuşkusuz çok önemlidir. Bu anlamda biz demokratik modernite kavramını kullanıyoruz. Demokratik modernite kuşkusuz demokratik sosyalizmin yollarını döşüyor. Demokratik sosyalizme giden yolu döşüyor. Demokratik sosyalizmi hayata geçiren modernite oluyor.
Demokratik sosyalizm demokratik moderniteyle yaşam buluyor
Bununla birlikte kapitalizm ve sosyalizm tanımlamaları moderniteyle birlikte ele alınmazsa soyut tanımlamalar olarak kalıyor. Bedenleşmeye kavuşamıyor. Çünkü kapitalizmin bedenleştiği alan onun modernitesidir. Dolayısıyla sosyalizmin bedenleştiği yer de onun modernitesidir, yani demokratik sosyalist ideolojinin bedenleştiği yer demokratik modernitedir. Bunun da üç temel boyutla tanımlandığını biliyoruz. Birisi demokratik boyutu, yani bir başka deyimle politik-ahlaki toplum boyutudur. Bu, kapitalizmin artı değer sömürüsü ve azami kâr yasasına karşı gelişen boyuttur. Yani daha çok sosyalizmi ideolojik olarak temsil eden boyut oluyor. Kapitalizmin endüstriyalizmine karşı ekolojik endüstriyel toplum boyutu esas alınıyor. Kapitalist modernitenin ulus devlet boyutuna karşı da demokratik modernitenin demokratik konfederalizm boyutunu, ya da demokratik konfederalist toplum boyutunu esas alıyor. Bunları doğru anlamamız gerekir. Birbirine karıştırmamalıyız.
Bu bakımdan da demokratik modernite derken onu demokratik sosyalizm yerine kullanmıyoruz. Demokratik moderniteyle demokratik sosyalizmin iç içeliği var. Demokratik moderniteyle bedenleşiyor. Yani yaşam buluyor, pratikleşiyor. Demokratik modernite, demokratik sosyalizme giden yolu açıyor, onun yollarını döşüyor. Demokratik sosyalizmin gerçekleşmesini sağlıyor. Bu biçimde tanımlar ve anlarsak doğrudur.
Dolayısıyla kendi modernitesini tanımlayamayan ve kapitalist moderniteyi görüp çözemeyen, onu aşamayan reel sosyalizmden farklılığını ortaya koyabilmek için buna demokratik sosyalizm diyoruz. Modernite ve sosyalizm kavramlarına dair ifadelerimiz bu biçimde olabilir. Tabii buna eklememiz gereken bazı hususlar daha var. Demokratik sosyalizmi, demokratik moderniteyle ilişkileri demokratik modernite çerçevesinde böyle değerlendirebiliriz de, fakat bir ideolojik çizgi olarak dayandığı bir paradigması da var. Demokratik sosyalizmin paradigması “Demokratik, Ekolojik, Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması”dır. Yani Demokratik sosyalizm esas olarak kadın özgürlüğüne, ekolojik topluma ve bir de demokratik topluma ya da ahlaki ve politik topluma dayanıyor. Bu temel ilkeleri esas alıyor. Kapitalist sömürü biçimini ahlaki ve politik toplum değerleriyle, ilkeleriyle aşıyor. Endüstriyalist sömürü biçimini toplumsal ekoloji zihniyetiyle aşıyor. Her türlü özgürlüğün, eşitliğin temeline de kadın özgürlük çizgisini koyuyor. Bu bakımdan Demokratik Sosyalizmin bir de kendi paradigmasının bu temel ilkeleriyle bilinmesi, değerlendirilmesi gerekir. Bu noktada biraz daha ileri gidersek, Demokratik sosyalizm aslında reel sosyalizmde kapitalist moderniteyi aşamama sonucu ortaya çıkan tekelci devlet kapitalizminin de bir gerçeği olarak yaşanan küçük-burjuva sosyalizmi dediğimiz sosyalist anlayışları da kesinlikle aşıyor.
Genelde özgürlük, eşitlik, paylaşım ilkeleriyle tanımlanır sosyalizm, bunu hepimiz biliyoruz. Fakat özgürlük kavramı mutlak değildir. Özgürlük ama nasıl bir özgürlük, eşitlik ama nasıl bir eşitlik, paylaşım ama nasıl bir paylaşım? Lenin, “Kapitalistler, ticaret özgürlüğü adına dünyayı soyup soğana çevirdiler” dedi. O da bir özgürlüktü. Toplumu ve bütün toplumsal değerleri, özellikle son yüz-iki yüz yıllık bir pratik içerisinde kapitalizm yerle bir etti. Bunu da bireysel özgürlük adına yaptı. Hatta kadın özgürlüğünü de buraya sığdırmaya, oturtmaya çalıştı. Şimdi bu bakımdan özgürlük, eşitlik, paylaşım ilkelerinin küçük burjuvaca anlaşılması, ele alınışı var. Ki bunların bütününe küçük-burjuva sosyalizmi diyebiliriz. Bir de demokratik sosyalistçe ele alınışları var. Yani buna da zaten “hakiki sosyalizm” diyoruz. Bu konuda küçük-burjuva ölçülerle demokratik sosyalist ölçüler birbirinden nasıl ayrışıyor? İşte özgürlük kavramını tanımladık; bireysel özgürlüğü esas alan, bireyciliği geliştiren, bireyi toplumdan kopartarak toplumsuz bir birey özgürlüğünün gerçekleşebileceğini ve yaşanabileceğini var sayan bir anlayış var. Buna da küçük-burjuva özgürlük anlayışı diyoruz. Aslında liberal özgürlük anlayışı oluyor. Liberalizmin, dolayısıyla kapitalizmin de özü bu oluyor.
Demokratik sosyalizm böyle bir özgürlük anlayışına karşıdır. Birey özgürlüğünü toplumsal özgürlükle ya da demokratik komünle, demokratik topluluklarla ele alıyor. Özgür bireyin ancak demokratik komünde ya da komün yerine topluluk kavramını kullanırsak demokratik toplulukta gerçekleşebileceğini, hayat bulabileceğini söylüyor. Dolayısıyla toplumsuz bir birey özgürlüğünü doğru bulmuyor, kabul etmiyor, gerçekleşebilir görmüyor. Özgür bireyin ancak demokratik komün içerisinde, demokratik toplum içerisinde gerçekleşebileceğine inanıyor. Demokratik toplumun da ancak bu temeldeki özgür bireylerle var olabileceğini söylüyor. Bu yanıyla dikkat edilirse özgürlük kavramında küçük-burjuva sosyalizmi ile demokratik sosyalizm apayrı, tamamen bir birine karşı şeyler söylüyor, iddia ediyorlar. Farklı ölçüleri esas alıyorlar.
Aslında farklılık eşitlikte daha çok görülüyor. Küçük-burjuva sosyalizminde eşitlik kavramı, salt eşitlik ya da mutlak eşitlik denen kavramlarla da tanımlanıyor. Yani farklılıklarına bakmaksızın herkesi eşitlemek, herkesin aynı ücreti alması gibi. Deniliyor ya eşit işe eşit ücret. Aynı işi yapması, aynı şeyleri yemesi, giymesi gibi aslında tekleştiren, bu düzeyde aynılaştıran, robotlaştıran bir yaklaşım öngörülüyor. Bu tabii tekeller ve yoksulların var olduğu bir ortamda bir anlam ifade edebiliyor. Bu kadar birbirinden kopmuş, farklılaşmış olanları birbirine eşitlemek bir ilericilik gibi görünüyor. Ama bu ilericilik geçicidir. Peki, bu eşitleştirme neye göre oluyor? Soru orada doğru cevabını arıyor. Tabii kim bu eşitleştirmeyi yapıyorsa kendine göre eşitleştiriyor. Örneğin kadın eşitliği mi olacak ya da kadın-erkek eşitliği mi olacak, burada kadını erkeğe eşitleyerek eşitlik sağlanıyor. Kapitalist işçi eşitliği mi olacak; işte işçi kapitalistleşsin ve herkes kapitalist haline gelsin, eşitlik öyle sağlanır diyor. İşçilerin önüne kapitalistleşme hedefini koyuyor. Farklılıkları görmüyor. Dolayısıyla çeşitliliği görmüyor, doğadaki ve toplumdaki farklılığı, çeşitliliği, çok renkliliği, zenginliği görmüyor. Farklılıkları yok edip tekleştirmeyi esas alıyor ki faşist zihniyet ve siyaset zaten buradan doğuyor. Esas olarak da bunu iyi görmemiz lazım.
Demokratik sosyalizm farklılıklara dayalı eşitliği esas alıyor
Oysa demokratik sosyalizm tamamen farklılıklara dayalı bir eşitliği esas alıyor. Yani diyoruz ya demokratik sosyalizm, demokratik komün ya da demokratik konfederalizm farklılıkların kendini özgürce örgütleyip eşitçe katıldığı bir sistem oluyor. Yani farklı bir varlık, başkasına dönüşerek onunla eşitleşmiyor. Kendi varlığını koruyup geliştirerek onunla eşitleşiyor. Kendi özgünlüğünü özgürce koruyor. Demokratik sosyalizm bütün farklılıkların özgünlüklerini esas alıyor, yok etmiyor. Bu bakımdan da zenginliği esas alıyor. Gerçek eşitleşme böyle oluyor. Kadını erkekleştirerek eşitleşme değil de kadını kadın olarak bilinçlendirip örgütleyerek, toplumsal yaşama erkek kadar bir özne olarak katılımını öngörüyor. Bu çok önemli ve anlamlıdır. Buna biz farklılıklara dayalı eşitlik anlayışı diyoruz. Yani farklılıkları esas alan, farklılıkların varlığını, özgünlüğünü ve özgürlüğünü öngören bir eşitleşme anlayışı diyoruz. Demokratik sosyalizm küçük-burjuva sosyalizminin o farklılıkları görmeyen salt eşitlik anlayışını böyle aşıyor.
Diğer önemli bir husus da demokratik komün sistemidir. Reel sosyalizm komünü bir devlet organı olarak gördü, devletleştirdi, devlet kurumu yaptı. Oysa demokratik sosyalizmde komün topluma aittir. Toplumsal bir olaydır. Komün, içinde yer alanların kurumudur. İçinde yer alanlar komünün sahibidir. Yoksa devlet bütün komünlerin sahibi değil, hatta hiçbir komünün sahibi değildir. Bu temelde komün olmada, komünal yaşamda eşitlik anlayışıyla da bağlı olarak farklılıkları gözeten bir paylaşım anlayışı vardır. Yani herkese bir tas çorba, yüz dolar maaş diyen bir sistem değil. Bunu Önder Apo firavun sosyalizmi olarak tanımladı. Firavunun köleleri de yaşamda bir yerde eşittiler. Hepsi aynı işleri yapıyordu. Sabah akşam herkese bir tas çorba veriliyordu. O da veriliyorsa tabi! Aralarında her hangi bir fark olmuyordu. Bu herkese aynı şeyi dağıtan sistem de küçük burjuva komün anlayışıdır. Demokratik sosyalizmin komünal anlayışı nedir, demokratik komün nasıl oluşuyor? İhtiyaca göre paylaşımdır, kullanımdır. Yani demokratik komünde ihtiyaca göre kullanım esastır. Tüm gücü oranında hizmet etme, katılma, üretme, ihtiyacı kadar kullanma ilkesi hayat bulmaktadır.
Evet, reel sosyalizm de bu ilkeyi esas aldı, komünün temel ilkesi olarak. Özellikle Marks bu ilke üzerinde çok durdu. Genişçe tanımladı, bunları biliyoruz. Bunlar hiç kuşkusuz önemli tanımlamalardı. Bu gerçekleri reddetmiyoruz ama pratik uygulama Marks’ın tanımladığı gibi olmadı. Aslında farklı oldu. Neden düşünceler hayata farklı geçti? Tabii bu soruyu sorup değerlendirmek lazım. Bütünlüklü bir uygulama geliştirilmedi de onun için diyebiliriz. Yani bu uygulamanın anında gerçekleşecek bir durum olduğu görülmedi. Yaşamın bütününe uygulanmadı da ondan.
Evet, Marks o düşünceleri geliştirdi ama kendisi o düşüncelerin gereklerine uygun olarak ne kadar yaşadı? Kendinden başlatarak böyle bir yaşamı ne kadar geliştirdi? Çevresini bu temelde ne kadar eğitti, örgütledi, örgütsel yaşamını, partileşmeyi bu yaşam ilkeleri ve tarzı temelinde ne kadar geliştirdi? Bunlar tabii tartışılması, sorgulanması gereken hususlar oluyor.
Bu temelde Önder Apo’yu değerlendirdiğimizde, ele aldığımızda tamamen her şeyi kendisinden başlattığını, doğru yaşam ölçüleri ve ilkeleri olarak öngördüğü her şeyi kendi yaşamında hayata geçirdiğini, çevresini bu temelde örgütlediğini, partiyi, gerillayı tamamen bu ilkeler temelinde geliştirdiğini, yani demokratik komünü siyasi iktidara bağlı ele almayıp sonraya bırakmadığını, tam tersine kendinde, kadroda ve partide baştan itibaren uygulamaya koyduğunu, hayata geçirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu oldukça önemli oluyor. Uygulamanın saptırılması konusundaki olası girişimleri engelleyen, zayıflatan temel bir unsur da bu oluyor. Yani sosyalizm sonraya bırakılan bir yaşam tarzı, ideoloji olmaktan çıkıyor. Onun bilincine varıldığı andan itibaren yaşanılır kılınıyor.
İlla ki bütün toplum sosyalist olsun, hepimiz aynısını yaşayalım demiyor. Bir kişi bu mevcut olan toplumdan koparak kendisini sosyalist anlayışa ulaştırıyorsa, bunu pratikte ertelemeksizin alternatif sosyalist yaşamı kendisinde başlatarak gerçekleştiriyor. Bunu bir gruba, bir partiye, bir gerillaya dönüştürebiliyor. İşte Önder Apo gerçeği, bunu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyalizmi siyasi iktidar alındıktan sonra uygulanan bir anlayış, ideolojik çizgi, yaşam tarzı olmaktan çıkarıyor. Siyasete, iktidara bağımlılıktan kurtarıyor. Tam tersine bir anlayış, bir zihniyet durumu olarak öngörüyor. Böyle bir zihniyete ulaşılır, böyle bir anlayış edinilirse siyasi iktidar kim olursa olsun, nerede olursa olsun ondan kopuk olarak kendi siyasetini de oluşturma temelinde sosyalizmin yaşanabileceğini ortaya koyuyor. Bir bireyde de yaşanabilir, küçük bir grupta da yaşanabilir, bir partide de yaşanabilir, bir bölgede de yaşanabilir, bir toplumda da yaşanabilir. Değişik düzeylerde de yaşanabilir. Bu gerçekliği ortaya çıkarıyor. Demokratik sosyalizmin bir de bu boyutları var. Bunların hepsinin doğru anlaşılması Önder Apo’nun düşüncelerinin yeterli ve bütünlüklü anlaşılması açısından gereklidir.
– Frankfurt Okulu ya da Annales Okulu nasıl kapitalist sistemi, tarihi ve alternatifleri derinleştirip tartıştıysa, demokratik modernite/uygarlık da Öcalan tarafından yeni bir sosyal bilim okulu olarak tanımlanıyor. Bu ne anlama gelmektedir?
Duran Kalkan: 19. yüzyılda sosyalistler tarihi neredeyse kapitalist sömürünün Avrupa’da yaygınlaşıp geliştiği dönemle başlatıyorlardı. Ondan önceki tarihi görmüyorlardı. Hatta tarih öncesi ilkel dönem olarak tanımlıyorlardı. Uygarlığın kapitalizmle birlikte oluştuğunu iddia ediyorlardı. Sanayi devriminin ortaya çıkardığı gelişmeleri, Avrupa aydınlanmasını kapitalizmin ortaya çıkardığı bir gelişme olarak değerlendiriyorlardı. Bu temelde de kapitalizmi çok övüyorlardı. Tarihin altın çağı olarak adlandırıyorlardı. İnsanlık kapitalizme ulaştı, en büyük devrimini yaptı, dolayısıyla kolayca sosyalizme geçecek diyorlardı. Kapitalizmi adeta sosyalizmin başlangıcı gibi görüyorlardı. Sosyalizmin temel taşlarının döşenmesi biçiminde değerlendiriyorlardı.
Uygarlık Sümer’le başlatılıyor
20. yüzyılda bu bakış açısı kısmen değişti. Yeni arkeolojik bulgular bu tarih anlayışına belli bir darbe vurdu. Fakat bu değerlendirmeleri çok aşan, yeni değerlendirmelere ulaşan bir bilinç de ortaya çıkartmadı. En fazla onlar da tarihi Sümer sistemiyle başlattılar. Yazı Sümer’de icat edilmişti. İlk şehir, Uruk şehri de Sümer’de kurulmuştu. Devlet Sümer’le başlamıştı. Sınıflar Sümerlerde icat olmuştu. Sınıf mücadelesi Sümer’le başlamıştı. İktidar burada derinleşmiş, gelişmişti. O halde tarih Sümer’le başlamıştı. Bütün bunlar insanlık tarihinin altın gelişmeleri biçiminle değerlendiriliyordu. Dikkat edelim şehir, sınıf, devlet, iktidar, erkek egemenliği çok büyük bir ilerleme olarak görülüyor. İnsanlık için gelişme olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla uygarlık Sümer’le başladı deniyordu.
Sümer öncesi tarih ilkel tarih olarak görülüyordu. Neolitik topluma, klana toplum bile denmiyordu. İlkel topluluklar deniyordu. Klan yaşamı ilkel topluluk yaşamı olarak tanımlanıyordu. Tarım-köy devrimi, neolitik devrim, kadın devrimi uygarlık olarak görülmüyordu. Uygarlık öncesi barbarlık dönemi olarak değerlendiriliyordu. İktidar ve devlet sistemine bu denli bağımlılık vardı.
Sosyalist düşünce neden iktidar ve devleti bu kadar esas aldı, neden iktidar ve devlete bu kadar bağlandı? Tabii en çok sorulması, tartışılması, doğru cevap aranması gereken soru burası oluyor. Nitekim devletin bir baskı ve sömürü çetesi olduğunu tanımlayan da sosyalistlerdi. Bizzat Lenin ve Marks bu tanımlamaya ulaştı. Sosyalizmi devlet olmayan devlet olarak tanımladı. Devlet olmayacaktı. Oysa Sovyetler Birliği’nin sosyalizmi, reel sosyalizm en büyük devlet oldu. Hem de bütün boyutlarıyla en mükemmel devlet oldu. Hiçbir eksikliği, farklılığı olmayan bir devlet olarak kendini şekillendirdi. Bunu herkes biliyor, herkes de söylüyor.
Peki, bir yandan baskı ve sömürü çetesi diyeceksin, toplumun içinden çıkan ama toplumun üstünde yer alan, toplumdan kopan, toplum üzerinde her türlü baskı, sömürü, egemenliğin, ayrımcılığın, eşitsizliğin kaynağı olan bir güç diyeceksin devlete, sosyalizmin ve de komünizmin devletin sönmesiyle gerçek anlamına ulaşacağını savunacaksın, böyle bir düşünce sistemin olacak, buna inanacaksın, bunu esas alacaksın ama ondan sonra da her türlü devletçi gelişmeyi olumlayacaksın, öveceksin, bir gelişme olarak göreceksin. Bir devleti yıkıp yeni bir devleti kurmaya devrim diyeceksin. Sosyalizmi en gelişmiş ulus devlet aracıyla gerçekleştirebileceğini sanacaksın, söyleyeceksin, inanacaksın. Özgürlüğü, eşitliği, paylaşımı, komünalizmi devletle gerçekleştireceğini iddia edeceksin. Baskı ve sömürü çetesiyle sömürüsüzlüğe ve baskısızlığa ulaşacağını iddia edeceksin. Bu akıl alacak bir durum değildir.
Özellikle sosyalizmin Marksist-Leninist ekolünün en fazla ve en çok göze batan bir biçimde hata yaşadığı alan burası oluyor. Bu özellikle Rusya’da bir boyutuyla anlaşılıyor da. Küresel kapitalizmin, onun emperyalist aşamasının imha edici saldırılarıyla karşı karşıya gelince savunma gücü oluşturmayı, ordu kurmakta ve devlet örgütlemede öngördüler. Ancak bu saldırılar bir devlet ve onun ordusuyla yıkılabilir dediler. Kızıl ordu örgütlenmesine öyle gidildi. Kızıl Ordu’nun abartılarak esas alınması öyle gelişti. Proletarya diktatörlüğü kavramı o temelde daha fazla yer etti ve Ekim Devrimi üzerinde geliştirilen sistem tarihin en büyük, en yoğunlaşmış, en bürokratik devletçi sistemi oldu. Bu tartışmasız bir gerçeklik. Şimdi bunun doğru anlaşılması, değerlendirilmesi gerekiyor.
Dikkat edilirse ister kapitalist hamle ile uygarlık başlatılsın, tarih başlatılsın, isterse Sümer’le tarih başlatılsın hepsi de devletleşmeyi esas alıyor. İktidar ve devlet sistemini tarih olarak görüyor. İnsanlığı, toplumları iktidar ve devlet olarak tanımlıyor. Tıpkı günümüzdeki ulus devletlerin yapmak istediği gibi bireyi, toplumu ulus devlet içinde eritiyor, ulus devlete bağlıyor. Devletsiz hiçbir şey bırakmak istemiyor. Bu yanlıştır. Aslında bugünün ulus devletleri bunu en ileri düzeyde gerçekleştiriyorlar. Peki, sosyalizmi mi geliştiriyorlar, yoksa tam tersine sosyalizmi yok mu ediyorlar, bir sosyal varlık olarak toplumu ve bireyi tüketiyorlar mı? Kuşkusuz ikincisi doğrudur. Pratikte gerçekleşen ikincisi oluyor.
Demokratik uygarlık tarihi
Şimdi Önder Apo’nun geliştirdiği düşünce hem 19. yüzyıl hem de 20. yüzyıldaki sosyalist bakış açılarını, onların tarih anlayışlarını, tarih tezlerini eleştiriyor, doğru bulmuyor. Yeni bir tarih anlayışı, tarih tezi geliştiriyor. Demokratik uygarlık sistemi olarak tanımladığı düşünce sistemi aslında böyle bir yeni bakış açısını ifade ediyor. Bunu böyle görmemiz gerekir. Demokratik modernite hiç kuşkusuz kapitalist modernitenin alternatifi olarak geliştiriliyor. Fakat demokratik uygarlığı devletçi ya da tekelci veya merkezi uygarlığın alternatifi olduğunu, tam olarak öyle ele alındığını söyleyemeyiz. Evet, tekelci uygarlık oluştuktan sonra demokratik uygarlık onun alternatifi oluyor. Daha doğrusu aslında demokratik uygarlığın alternatifi olarak devletçi ya da tekelci uygarlık gelişiyor. Sümer’de bir uygarlık yarılması yaşanıyor. Önder Apo bunları net ifade ediyor. Sümer’de bir uygarlık yarılması yaşandığına göre demek ki önceden bir uygarlık var. Sümer’de yarılıyor ve buradan tekelci-devletçi uygarlık ortaya çıkıyor, gerçek uygarlık sistemine alternatif olarak. Biz gerçek uygarlık sistemine aslında Demokratik uygarlık diyoruz. Başat insanlık tarihini Önder Apo demokratik uygarlık sistemi olarak tanımlıyor. Demokratik uygarlığın tarih anlayışı olarak ifade ediyor. Buna aslında uygarlık da diyebiliriz.
Türkçe çevrilerde bazı sorunlar yaşıyoruz. Çünkü Türk Dil Kurumunun (TDK) geliştirdiği Türkçe sözlüklerde kavramların çarpıtılması vardır. Örneğin en çok çarpıtılan kavramlardan bir tanesi de uygarlık kavramıdır. Uygarlık kavramını bu sözlükler Arapça ‘medeniyet’ kavramının Türkçesi olarak ifade ediyorlar. Arapça medeniyet kavramı da medine’den, yani şehirleşmeden geliyor. Şehir uygarlığı demek oluyor. Medeniyetin karşılığı olarak da Türkçesine uygarlık deniyor. Oysa Arapça böyle değildir. Arapça’da Türkçe olan uygarlığın Arapça karşılığı ‘Hadara’dır. Yani medeniyet değildir. Medeniyet ise Arapça’da şehirleşmeyi ifade ediyor. Medine’den geliyor, şehir uygarlığı oluyor. Böyle olunca, uygarlık ve medeniyeti bir dil aynı ele alınca, o zaman medeniyet işte Sümer’de başladı. İktidar, devlet, şehirleşmenin merkezi oydu. Sınıflaşma orada oldu. O halde Aristo mantığıyla uygarlık da orada başladı gibi bir çıkarsamaya gidiyorlar. Bu yaklaşımlar doğru değildir.
Uygarlık özü itibariyle yerleşiklik, yani kültürün kalıcılaşması anlamına geliyor. O da yerleşik toplumda gerçekleşebiliyor. Yerleşik toplum şehirleşme değildir. Ondan önce tarım-köy devrimi var. Binlerce yıllık tarım-köy yerleşik toplumu var. İkinci bir hususu, son arkeolojik kazıların net bir biçimde ortaya çıkardığı bir sonuç olarak buraya ekleyebiliriz. İlk şehir Uruk değildir. Yani tarihte ilk şehirler Sümerlerde kurulmadılar. Ondan çok önce de şehirler vardır. Hatta yeni bulgular M.Ö 15 bin yıllarında kurulmuş, yaşanmış şehir sistemlerinin olduğunu bize gösteriyor. Bu şu anlama geliyor; Şehirle sınıf, şehirle devlet, şehirle iktidar özdeş değiller. Devlet şehirde gelişti, bu doğru, sınıflaşma şehirlerde oluşuyor, bu da doğru. Şehirler devletleşmenin ve sınıflaşmanın zemini oluyorlar. Fakat şehir eşittir sınıf-devlet demek doğru değildir. Sınıfsız ve devletsiz şehirler de var. Sınıflaşma ve devletleşme olmadan önce kurulmuş, yaşanmış şehirler de var. Yeni arkeolojik kazılar bize böyle şehirlerin olduğunu, insanlığın bu tür şehirlerde devletsiz ve sınıfsız olarak yaşadığını net bir biçimde gösteriyor. Bu da oldukça önemli ve yeni bir durumdur.
Bu bakımdan uygarlığı, tarihi Sümer’le başlatmak, uygarlığı devletle özdeşleştirmek oluyor. Aslında toplumu devletle tanımlamak oluyor. Devletle toplumu birbirine karıştırıyor o zihniyet, iç içe geçiriyor. Oysa toplum ayrıdır, devlet ayrıdır. Bunu tartışmaya bile gerek yok. Toplumun ne olduğunu da, devletin ne olduğunu da şimdi yeterince bilebilecek durumdayız. Demokratik uygarlık sistemi bütün bunlara açıklık getiriyor. Bu konuda yeni bulgu ve bilgilere dayanarak yeni bir tarih anlayışını tanımlıyor. İnsanlık tarihinin yüzde doksan sekiz kadarlık bölümünü klan toplumunun yaşandığı dönem olarak değerlendiriyor. Klan toplumunu kök toplum olarak ifade ediyor ve günümüzde de bütün toplumların içerisinde kök hücre olarak yaşanmaya devam ettiklerini belirtiyor. Klan toplumuna daha büyük bir anlam veriyor, yer veriyor. Tamamen politik ve ahlaki yapıda olduklarını belirtiyor. Doğal toplum, politik ve ahlaki toplumun esas olarak klan toplumunda yaşandığını ifade ediyor. Bunlar önemli yeni değerlendirmelerdir.
Yine esasta uygarlığın ya da demokratik uygarlığın ikinci dönemi olarak mezolitik ve neolitik dönemi tanımlıyor. Bunu M.Ö 20 bin yıllarından itibaren gelişen bir dönem olarak tanımlıyor. Önemli bir bölümünün anaerkil olarak yaşandığını ifade ediyor. Kadın devrimini bu dönemdeki gelişmelere dayandırıyor. Tarım-köy devrimi olarak bu dönemi tanımlıyor. Ve binlerce yıl yaşanan, klandan sonra klanın hareketliliğini aşarak toplumların yerleşik yaşama, tarım-köy toplumu olarak geçtiği binlerce yıllık uzun dönemi böyle tanımlıyor.
Önder Apo aslında büyük devrim neolitik devrimdir diyor. Tarım-köy devrimidir. Yani tarihin en büyük birinci toplumsal devrimini neolitikle gelişen kadın öncülüğündeki tarım-köy devrimi olarak tanımlıyor. İkinci büyük toplumsal devrimi sanayi devrimi olarak tanımladı. Tarım-köy devriminden sonra insanlığın yaşadığı ikinci büyük toplumsal devriminin sanayi devrimi olduğunu ifade etti. Sanayi devrimini böyle anlamlandırdı, tanımladı, değerlendirdi.
Sanayi devrimi ile kapitalizmi iç içe, eşit ele alan, aynıymış gibi gösteren yaklaşımları eleştirdi, mahkum etti. Kapitalizm bir sömürü ve egemenlik biçimi, sanayi ise bir üretim, toplumsal yaşam biçimi. Kapitalizm sanayi devrimine, sanayi toplumuna dayanmış olabilir, onun üzerinde gelişmiş olabilir ki gerçeklik de zaten böyledir. Fakat bu şu anlama gelmiyor; sanayi toplumuyla kapitalizm bir ve eşittir, aynı şeydirler. Böyle aynılaştırmak kesinlikle yanlış. O kapitalizmi hiç anlamamak oluyor. Kapitalizme hiç hak etmediği, kendi bünyesinde taşımadığı özellikler kazandırmayı ifade ediyor. Böyle yanılgılara düşmemeliyiz. Bu bakımdan doğrulara ulaşmalıyız.
Devlet çerçevesinde gelişen uygarlıklar merkezi-tekelci uygarlıklar
Dikkat edilirse Önder Apo’nun geliştirdiği demokratik uygarlık sistemi, bu temeldeki tarihsel bakış açısı, tarih tezi de diyebiliriz buna, bütün tarihsel süreci yeniden değerlendiriyor. Mezolotik ve neolitik dönemde gelişmiş tarım-köy devrimini ve toplumunu demokratik uygarlık sisteminin ikinci büyük dönemi olarak tanımlıyor. Üçüncü dönem Sümer’le başlayan bu uygarlık sistemindeki yarılmadır. Burada bir yarılmanın olduğunu, Sümer’deki şehirleşmelere dayalı olarak sınıflaşmanın, iktidarlaşmanın, devletleşmenin, erkek egemenliğinin, ataerkilliğin ve hiyerarşinin iç içe, birbirlerini besleyici temelde ortaya çıktıklarını belirtiyor. Bu konuda şunlar eşzamanlıdır; sınıf, devlet, erkek egemenliği eşzamanlıdırlar. Erkek egemenliğine dayanan aile sisteminin bu dönemde geliştiği, günümüze kadar da bu temelde geldiği açık bir gerçektir. Burada yarılan, farklılaşan, ayrışan devletçi uygarlık oluyor. İktidar ve devlet sistemi oluyor. Yani Önder Apo, iktidar ve devleti tekelcilik olarak tanımlıyor. Buna tekelci uygarlık, merkezi uygarlık da diyor. Böyle bir ayrışma olunca tabii tekelci uygarlığın alternatifi olarak Demokratik uygarlık sistemi yaşanıyor. Üçüncü tarihsel dönem de bu dönemdir; Sümer’den günümüze kadar gelen dönem yani. Burada tekli uygarlık yok. Alternatifli uygarlıklar var. Birçok iktidar ve devlet çerçevesinde gelişen uygarlıklar merkezi-tekelci uygarlık sistemi olarak tanımlanıyorlar. Her alanda onun alternatifi olarak Demokratik uygarlık sistemi var. Topluma dayalı, demokratik toplum güçlerine dayalı, politik ve ahlaki toplum güçlerine dayalı olarak gelişen uygarlık yapılanmaları, aslında demokrasi mücadelesinin tümü demokratik uygarlık sistemi olarak ifade ediliyor. Bunu da Önder Apo üç temel çağda inceliyor. Birincisi, ilk çağ olarak tanımladığı dönem; Sümer’den başlayıp Roma’ya kadar gelen döneme ilk çağ diyor. İkincisi, Orta çağ olarak Avrupa’daki ve Ortadoğu’daki gelişmeleri, daha çok dine dayalı egemenlik sistemlerinin gelişimini ifade ediyor. Üçüncü olarak da yakın çağı tanımlıyor. Yani kapitalist modernite dönemi dediğimiz son 500 yıllık dönemi de yakın çağ olarak tanımlıyor. Daha ne kadar uygarlık sistemi haline gelip gelemeyeceği belli değildir. Kapitalizm hala bir modernite durumu, yani bir çağdır. Tarihsel misyonunu gerçekleştirebilmiş, tanımlayabilmiş değildir.
Demokratik uygarlığı bunlara alternatif olarak tanımlıyor. İlk çağda kölelerin mücadelesini, yine köleleşmeye karşı mücadele eden, direnen, özgür yaşamak isteyen bütün klanları, kabileleri, aşiret topluluklarını, etnisiteyi, köleleşmeye karşı direnen, kölecilikten kurtulmak için mücadele eden kadın mücadelesini, her türlü tekelci-iktidarcı devlet sistemi dışında kalan, ona karşı mücadele halinde olan yapılanmaları demokratik uygarlık olarak ifade ediyor. Yine ortaçağda köle direnişlerini, kadın direnişini, köylü direnişlerini, etnisiteyi öngörüyor. Yakın çağda da kapitalizme karşı yine bu unsurlarla birlikte gündeme gelen ve bir rol oynayan, yeni mücadele olarak işçi sınıfı mücadelesi öne çıkıyor, gündemin ön saflarına geliyor. Tüm bunları demokratik uygarlık mücadelesi olarak, demokratik uygarlık gelişimi olarak tanımlıyor. Önder Apo’da böyle bir tarih anlayışı, demokratik uygarlık tanımlaması, demokratik uygarlık güçlerini ele alma durumu var.
İşte günümüzde tekelci kapitalist ulus devlet sistemine karşı olan, ona karşı mücadele eden tüm kesimleri aslında demokratik modernite unsurları, dolayısıyla demokratik uygarlık mücadelesi olarak ifade ediyor, tanımlıyor. Demek ki demokratik uygarlık sistemi böyle kapsamlı, klandan günümüze kadar gelen, tarihsel toplum çözümlemesi yapan, tarihsel toplum gelişiminin farklı dönemeçlerini bu biçimde tanımlayan yeni bir düşünce sistemidir. Demokratik uygarlık sistemine böyle bakmamız gerekiyor. Bu kadar bütünlüklü, tarihsel toplum gelişimini çözümleyen düşünce sistemi varsa, elbette ki bunu bir okul olarak tanımlayabiliriz. Bu sosyal bilime bir katkı ya da sosyal bilimin yeni bir bakış açısıdır. Dikkat edilirse tarihi kapitalizmle başlatan sosyal bilimlerden ayrılıyor. Yine tarihi Sümer’den başlatan sosyal bilimlerden de ayrılıyor. Yeni bir tarihsel toplum tanımlaması var. Dolayısıyla diğer sosyal bilimlerden kopmuş yeni bir sosyal bilim oluyor.
Elbette ki bunu böyle görmemiz, yeni bir sosyal bilim olarak ele almamız ve değerlendirmemiz gerekli ve bu düşünce sistemini esas alan eğitime de sosyal bilim okulu demeliyiz. Öğretiyi sosyal bilim öğretisi olarak tanımlamalıyız. Bu bakımdan bir Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi gerçeği vardır. Bunu Önder Apo’nun kendisi tanımladı. “Ben tarihsel olarak bir sosyal bilimci olarak tanımlanabilirim ve anlaşılabilirim, ele alınabilirim” dedi. Yani kendisini bir sosyal bilimci olarak tanımladı. Geliştirdiği demokratik uygarlık sistemini yeni bir sosyal bilim düşüncesi olarak ifade etti. Buna göre de yeni bir sosyal bilim akademisinin oluşturulmasını belirtti. Bütün çalışmaların böyle bir sosyal bilim akademisi temelinde yürütülmesini istedi ve böyle bir okul ya da akademinin bizzat kendi adıyla ifade edilmesini de kendisi öngördü. Yani Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi her alanda olmalı, kurulmalı, bütün özgürlükçü çalışmalar, sosyolojik tartışmalar, değerlendirmeler böyle bir okul bünyesinde, akademi temelinde yürütülmelidir dedi.
Kuşkusuz bu sosyal bilimin çok büyük bir bölümünü, temelini Jineoloji, yani kadın bilimi oluşturuyor. Kadın gerçeğini ve özgürlük sorununu, mücadelesini bir devrim temelinde ele alarak tüm boyutlarıyla çözümleyen, değerlendiren düşünce sistemine Jineoloji, kadın bilimi diyoruz. Sosyal bilimin merkezini oluşturuyor. Çünkü Önder Apo, toplumsal yaşamın gelişiminde, insanın oluşumunda kadının belirleyiciliğini ifade ediyor. Önceki düşüncelerin çoğu kadının erkekten yaratıldığını söyler ve iddia ederken Önder Apo bu düşünceleri de eleştirdi. Çok çeşitli biçimlerde yaptığı incelemelere dayandırdı, tarihsel gelişmelere dayandırdı, kadının yaşamdaki etkinliğine, kadının yaratıcı, doğurgan özelliğine, biyolojik, fizyolojik varlığına dayanarak bu düşünceyi mahkum etti. Tersinin doğru olduğunu, ana unsurun kadın olduğunu, eğer birinin diğerinden yaratılma gibi bir durum varsa ancak erkeğin kadından yaratılmış olma durumunun daha doğru olabileceğini değerlendirdi. Jineolojiyi de tarihsel ve düşünsel olarak böyle bir bakış açısına oturttu.
Politik ve ahlaki toplumda da kadına böyle bir merkezi rol verdi. Demokratik sosyalizm mücadelesinde kadını öncü güç olarak gördü, tanımladı. Mücadelede, örgütlenmede kadın öncülüğünün böyle bir gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli ve şart olduğunu değerlendirdi. Kadın özgürlük devrimini bütün özgürlükçü devrimlerin, gelişmelerin, toplumsal değişimin temeli olarak gördü. Sosyal bilimi değerlendirirken bu gerçekliği tabi dikkate almalıyız.
Ana gelişmeler Mezopotamya’da yaşanmıştır
Diğer yandan uygarlığın gelişiminde Mezopotamya’nın rolünü tabii önemli olarak değerlendirdi. Klan toplumu, yerkürenin değişik alanlarında gelişmiş olmasına rağmen tarım-köy devriminin geliştiği, yerleşik yaşama, klanın göçebe yaşamından tarım-köy yerleşik yaşamına geçişin, dolayısıyla ilk büyük toplumsal hamlenin, uygarlık gelişiminin merkezinin Mezopotamya olduğunu ifade etti. Gerçekten de bütün bulgular, arkeolojik kazılar bunu gösteriyor. Farklı alanlarda da bu tür dönemlerin yaşandığını kabul etmek lazım. Fakat ana kanal Mezopotamya’dır. Ana gelişme Mezopotamya’da olmuştur. Diğerleri biraz tali, sınırlı olarak kalıyorlar. Büyük gelişme, yaygın gelişme Mezopotamya’daki neolitik devrimdir, tarım-köy düzenidir, uygarlık gelişimidir. Nitekim uygarlık yarılması da bu gelişmeyi takiben Aşağı Mezopotamya, yani Sümer’de, günümüzdeki Irak toprakları üzerinde gerçekleşiyor. Ve bütün bunlar da anlaşılırdır. Mezopotamya’nın hem yerleşik toplum gelişiminde, yani toplumsallaşma ve uygarlaşmanın bu düzeydeki gelişiminde hem de uygarlık yarılmasında iktidarcı-tekelci-devletçi uygarlığın ortaya çıkmasındaki merkezi belirleyici rolü Mezopotamya’nın önemini ortaya koyuyor. Tarihsel toplum gelişiminin merkezi kanalının Mezopotamya olduğunu gösteriyor.
Önder Apo bir de demokratik uygarlık sisteminde bunu değerlendiriyor, ki bu gerçekten yanlış değildir. Bazıları bunu eleştiriyorlar. Çok fazla Mezopotamyacı ya da Ortadoğucu olarak görüyorlar. Kendini merkeze alma yaklaşımı olarak bunu değerlendirmeye çalışanlar da var. Bu tür görüşler yanlıştır. Önder Apo’nun Mezopotamya’yı merkez yapmaya ihtiyacı yoktur. Öyle söylemekle de kazanacağı bir şey yok. Fakat şu bir gerçek: Önder Apo Kürt toplumunu esas aldı, inceledi, o toplum üzerinde bütün düşüncelerini ve eylemini geliştiriyor. Kürt toplumunun incelenmesi Önder Apo’yu böyle bir düşünce sistemine götürdü. Bu Kürt toplumu nedir, nasıl bir toplum, Kürt bireyi ve komünü nasıl oluşmuş, Kürt toplulukları nasıl yaşamışlar, nasıl toplumsallaşmışlar, tarih içerisindeki yerleri nedir? Bunu araştırma, inceleme, Kürt gerçeğini tarihsel olarak açığa çıkartma arayışı Önder Apo’yu böyle bir bakış açısına götürdü. Değerlendirmeye ve düşünceye ulaşmaya götürdü. Bunu böyle görüp anlamak lazım.
Gerçekten birey olarak da, toplum olarak da Kürtler niye diğer toplumlardan bu kadar farklılık ifade ediyorlar? Yine Kurdistan’a ve Kürt toplumuna bu kadar saldırı niye var? Ta Sümer’den bu yana hep saldırıya uğramış, uygarlığı, devletçi sistemi ele geçirmek isteyen bütün fatihler Mezopotamya’yı, dolayısıyla Kurdistan’ı işgal etmek istemişler, Kürtler üzerinde yüz yıldır inkar ve imha, yani soykırım zihniyeti ve siyaseti nereden doğmuş ve nasıl uygulanıyor? Neden dünyada hiçbir devlet ya da profesör, akademisyen, hiçbir din, ahlak buna karşı çıkmıyor, herkes bunu kabul ediyor ya da en azından sessiz kalıyor? İşte bunlar bu sorulara cevap ararken ulaştığı düşünceler oluyor. Bunlar da bugünkü Kürt gerçeğini anlamak ve onu değiştirmek için mücadele eden, yola çıkan ve böyle bir mücadeleye Önderlik eden, mücadelenin bütün zorluklarını yaşayan bir Önder kişilik için bu sonuçlara ulaşmak anlaşılır bir durumdur. Böyle görülmesi gerekiyor. Farklı yaklaşımlar, farklı anlayışlar doğru değildir. Bir merkez yapma durumu yoktur. Oradan kazanılacak bir durum da yoktur. Ama hakikate erme, gerçeği bilince çıkarma çok önemli. Bugünü doğru anlayıp yarını başarılı ve doğru kurabilmek için geçmişin de doğru ve bütünlüklü anlaşılması şart. İşte böyle bir geçmiş arayışı içerisinde Önder Apo’nun ulaştığı düşünce sistemi bu oluyor ki bunu anlamak lazım. Dar yaklaşımlarla ret etmek yerine gerçekten de demokratik uygarlık sistemini bilince çıkartmak, anlamak, bu temelde bu düşünce sistemini inceleyen ya da bu düşünce sistemini ifade eden sosyal bilimi tarihsel ve güncel toplumsal gerçekliğe uygulamak, gelecek mücadelesini böyle bir düşünce sistemine dayandırarak yürütmek en doğrusudur ve kazandırıcı, sonuç alıcı olanıdır.
Bu düşünce sistemi, demokratik uygarlık düşüncesinin ortaya koyduğu sosyal bilim, tarihsel olarak oluşmuş insanlık düşüncesinin en son ve en bilimsel, gerçeğe en yakın sentezidir. Önder Apo’nun düşünce sisteminin böyle büyük bir sentezleme olduğunu da bilmek ve kabul etmek gerekir.
Dikkatle incelenirse Önder Apo’nun düşünce sisteminde bir şeyleri baştan esas alan, doğru olarak gören, bir şeyleri de tümden karşısına alıp reddeden bir yaklaşımı yoktur. Mitolojiden bu yana, insanlığın oluşumundan bu yana geliştirdiği bütün düşünce sistemlerine değer biçen, saygıyla yaklaşan, onları bütünlüklü ele alan, değerlendiren, insanlığa hizmet etmiş olan ve hala hizmet eden yanlarını değer biçip alırken, hizmet etmeyen, toplumdan kopan, iktidar ve devlet sistemine, tekelciliğe hizmet eden, hakikatle çelişen yanlarını da eleştirip aşan, böylece bütün olumlulukları, yani toplumla bağlı ve toplumsal varlığa, özgürlüğe, toplumsal hakikate, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe hizmet eden yanlarını alıp bunların sentezlenmesiyle oluşturulan bir düşünce sistemi olarak demokratik uygarlık sistemini esas alıyor. İşte yeni sosyal bilim ya da Apocu sosyal bilim bu düşünce sistemini ifade ediyor. Bunun da bir okul olarak görülmesi, tarihsel toplumun böyle bir düşünce temelinde ele alınıp değerlendirilmesi bizi gerçeğe daha çok yaklaştırıyor, doğruları bulmamızı ve daha doğru bir gelecek öngörerek planlayıp, başarılı mücadele etmemizi sağlıyor.