Türkiye’de 14-28 Mayıs’ta parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu. Bu seçimler kuşkusuz çok önemliydi; tüm partiler ve siyasi çevreler büyük önem atfettiler. Bu seçimlerin önemi şuradan geliyordu: AKP neredeyse çeyrek asır (21 yılı aşkın) Türkiye’yi tek başına yönetiyordu. AKP artık bir siyasi parti olmanın ötesinde tek başına bizzat devletin kendisi olmuştur. Devletin tüm kurumları AKP’nindi. Ordu, istihbarat, emniyet, yargı başta olmak üzere devletin tüm asli kurumlarına yerleşmiş ve hakim olmuştu.
Peki, 2002 yılında iktidar olan AKP hangi ihtiyaçtan dolayı kurulmuştu? Hangi söylem ve argümanlarla hemen ilk seçimlerde iktidar olmuş ve bugüne kadar kesintisiz iktidarda kalmıştır?
AKP’nin bir proje olduğu kesindir. Erdoğan daha İstanbul belediye başkanı iken hazırlanmıştır. Bu nedenle Erdoğan ilk yurtdışı gezisini ABD’ye yapmış ya da daha doğrusu ABD’ye çağrılmıştır. Böylelikle Erdoğan’a verilen görev, rol ve misyon ABD’de netleşmiştir. Erdoğan’ın yol haritası buna göre belirlenmiştir. Buna göre ilk olarak, Necmettin Erbakan’a karşı kazan kaldırıp muhalefet etmesi gerekiyordu. Sonra da parti kurma girişimini başlatmalıydı. Kuracağı partinin kurucu kadroları öngörülen projeye göre belirlenmeli, buna göre hazırlanmalıydı.
Erdoğan’ın “yerli ve milli” söylemi demagojik ve yalandan ibarettir
ABD, Erdoğan’ı her düzeyde destekleyecekti. Zaten Erdoğan’ın ABD ziyaretinde bunun sözü alınmış ve kararı verilmişti. Amaç, Ortadoğu’da yeni bir strateji ve proje geliştirmekti. Bunun adı da Büyük Ortadoğu Projesiydi (BOP). ABD’nin ılımlı İslam üzerinden Ortadoğu’ya hakimiyeti, bunun için Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi BOP ile olacaktı. Erdoğan’a verilen görev de aslında bunun içindi. Erdoğan ılımlı İslam’ı temsil edecekti. Bu rolünü kusursuz ve tam oynayabilmesi için de BOP’un eşbaşkanı olacaktı. Üstlendiği görev, rol ve misyon önemliydi. Zira Ortadoğu yeni baştan bir restorasyona tabi tutulacak, bu temelde de yeniden dizayn edilecekti. AKP iktidar olmadan Erdoğan’ın bu görevi başarıyla yerine getirmesi düşünülemezdi. Sonuçta AKP iktidar, Erdoğan da başbakan oldu. Demek ki Erdoğan’ın bugün ikide bir “yerli ve milli” demesi ve bu sözcükleri durmadan tekrarlayıp ağızından düşürmemesi sahte, demagojik ve yalandan ibarettir. Daha ilk günden icazetini ABD’den alan Erdoğan, istediği kadar “yerli ve milli” desin, onun bu projenin adamı olduğu gerçeğini gizlemeye asla yetmez. Mevcut süreçte BOP’un işlemediği açığa çıkmıştır. Bırakalım BOP’un işlemesi, aksine çok farklı ve bambaşka gelişmeler yaşanmıştır. Sözüm ona ılımlı İslam kimliği ve kişiliği ile BOP eşbaşkanı olan ve bu temelde rol oynaması istenen Erdoğan tam aksine DAİŞ ve El Nusra gibi radikal-faşist, katil ve katliamcı çete örgütlerini desteklemiştir.
AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde ciddi oy kaybına uğraması ve tek başına iktidar olamayacak kadar zorlanması biraz da o zaman ki iç ve dış gelişmelerin bir sonucu olmuştur. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin oyu yüzde 40’lara düşmüş, buna mukabil HDP yüzde 13’lük oy oranı ile 80 milletvekili çıkaracak kadar büyük bir başarı sağlamıştı. HDP’nin bu süreci sağlıklı idare edemediği gerçeğini bir tarafa bırakalım Özgürlük Hareketinin bu süreçte toplumu muazzam düzeyde etkilediği gerçeğini mutlaka görmek gerekir. Gerillanın yarattığı ve gösterdiği performans ile PKK ve genel olarak Kürt legal ve demokratik hareketi büyük bir psikolojik üstünlük kazanmıştı. Kurdistan özgürlük gerillasının bu süreçte herkesin korkulu rüyası olan, yaptığı katliamlarla dehşet saçan faşist DAİŞ çetelerine karşı gösterdiği direniş muhteşem olmuştur. Öyle ki Kurdistan gerillası, DAİŞ’in terör estirerek yayılması karşısında tam bir bariyer rolünü oynamış, gösterdiği direnişle bu yayılmaya geçit vermemiştir. Yoksa DAİŞ’in Mexmûr’u ele geçirmesiyle birlikte Hewlêr’e girmesinin önünde hiçbir engelin kalmayacağı açıktı. Hewlêr şimdi “özgürse” bunu kesin olarak özgürlük gerillasına borçlu olduğu tartışmasızdır. Zaten bundandır ki Mesud Barzani Mexmûr’da gösterilen direnişin hemen ardında Mexmûr kampına gitmiş, gerillayı kutlama ihtiyacını duymuştur. Şengal’de de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Hatta Şengal’deki direniş daha çok tarihsel, daha çok görkemli olmuştur. DAİŞ’i Şengal’den çıkartan, Êzîdî halkımızı topyekûn bir soykırımdan kurtaran yine Kurdistan özgürlük gerillası olmuştur. Kobanê’de ise yüzyılın direnişi yaşanmıştır. PKK’nin ve Kürdistan özgürlük ierillasının DAİŞ’e karşı insanlık onuru ve yaşam hakkı için gösterdiği direniş, kısa bir zamana sığdırdığı olağanüstü başarı ve kazanımlar kuşkusuz PKK’nin ve Özgürlük Hareketi’nin itibar ve imajını daha da yükseltmiştir. Bütün bunlara bir de Önder Apo’nun birçok konu ve gelişmelere ilişkin yaptığı değerlendirme ve görüşlerinin gündemde tam yer bulmuş olması eklenince PKK ve legal demokratik siyaset başarı için gerçekten muazzam imkân ve avantajlar kazanmıştır. Buna karşılık sömürgeci-soykırımcı faşist AKP devleti ise daha önce de belirttiğimiz gibi her düzeyde savaşın ağır faturasıyla yüz yüze kalmaktan kurtulamamıştır. Özellikle DAİŞ ve Nusra gibi çete örgütleriyle açıkça geliştirdiği ilişki ve her düzeyde yaptığı desteğe rağmen Şengal’in ardından Kobanê’nin de özgürleşmesi AKP’yi oldukça zorlamıştır.
Mevcut sistem faşist zihniyeti ile hareket etmiştir
7 Haziran 2015 seçimleri böyle bir siyasi atmosferde gerçekleşmiştir. Bu süreç, AKP faşist devletinin büyük zorlandığı önemli ve kritik bir süreçtir. Seçim sonuçları AKP için kuşkusuz çok kötü olmuştur. Tarihinde ilk kez tek başına iktidar olma şansını kaybetmiştir. AKP’nin tam bir özel savaş konseptiyle sonuç almak istediği ve adına çözüm süreci denilen süreçteki tüm yalan, hile ve demagojileri açıkça ortaya çıkmıştır. Demokrasi, insan hakları, toplumun yaşam standartlarının yükseltilmesi gibi vaatlerinin de birer yalandan ibaret olduğu görülmüştür. Sahte algı yaratma, yalan ve demagojinin sonuç vermediğini gören AKP, bu defa da açıktan devlet provokasyonlarına başvurarak kaybettiklerini kazanmanın arayışına girmiştir. Yaşanan gelişmeler karşısında Ahmet Davutoğlu’nun “eylemler, terör artıkça oylarımız da artmaktadır” demesi, faşist devlet aklı ve ahlakının ne olduğunu ortaya koymuştur. Açıktır ki soykırımcı-sömürgeci devlet, seçimlerde HDP’nin büyük başarı kazanması karşısında büyük öfkelenmiş ve bunu kesinlikle hazmetmemiştir. Daha önce Ceylanpınar’da öldürülen iki polis olayı, Suruç Katliamı ve Ankara Gar Katliamı gerçekleştirilmişti. Ahmet Davutoğlunun tam da devlet odaklı terör eylemlerinin işlerine ne kadar yaradığını belirtmiş olması ve bu söylemlerin hemen ardından aynı yıl içerisinde erkene alınan seçimlerin gerçekleştirilmesi AKP’nin 1 Kasım seçimlerinde sağladığı başarıyı da neye borçlu olduğunu gözler önüne sermektedir. Büyük provokasyon, inanılmaz hile ve her düzeyde seferber edilen devlet gücü ve imkanları AKP’ye zoraki de olsa kazandırtmıştır. AKP’nin erkene alınan 1 Kasım seçimlerinden önce CHP’yle uzlaşma ve koalisyon arayışları basit bir taktik ve sahte algı yaratmanın ötesinde bir anlam içermiyordu. Zira AKP’nin tek amacı devlet imkanlarını kullanarak hile ve yalanla da olsa mutlaka tek başına iktidar olmaktı. Nitekim 1 Kasım seçimleri AKP’yi tek başına iktidar yapmıştır.
Demek ki 2015 seçimleri özellikle de 1 Kasım’da gerçekleştirilen seçim bir anlamda mutlak tek parti rejimi altında yapılan bir seçim olmuştur. Türkiye’de tek partili rejimden sonra çok partili sisteme geçişin ilk seçimi 1946’da yapılmıştır. Zamanlaması ilginç ve dikkate değerdir. Bu yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıllardır. Hitler faşizmi ve diğer faşist devletler yıkılmıştır. Yükselen değerler zamanın demokrasi ve sosyalizm değerleridir. İki dünya savaşında 90 milyona yakın insanın yaşamını yitirdiği koşullarda revaçta olan kuşkusuz demokrasi ve özgürlük kavramlarıdır. Bundan etkilenmeyen yok gibidir. Dünya konjonktürü böyle belirlenmektedir. Sonuçta Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrası olan gelişmelerden ve mevcut konjonktürden etkilenmiştir. Başka ülkelere benzer biçimde hatta ABD’de de olduğu gibi iki partili bir sistemi çıkarları için daha uygun görmüştür. Yani dünya koşulları, değişen konjonktür ve genel gelişmeler Türkiye’yi buna zorlamıştır. Demokrat Parti (DP) böyle bir anlayış ve ihtiyaç üzeri kurulmuştur. Demokrat Parti’nin de katıldığı seçim, tamamen göstermelik olmuştur. Yoksa demokratik bir seçimde hiç açık oy, gizli sayımın olamayacağını herkes bilmektedir. Ama Türkiye’de bu olmuştur. Bu durum çarpıcı bir örnektir. Osmanlı’da oyun çoktur söylemini de destekler niteliktedir. Aynı şekilde AKP’de 7 Haziran 2015 seçimlerinde oy kaybı yaşayarak tek başına iktidar olma şansını yitirmiştir. Ama aynı yıl içerisinde 1 Kasım’da erken seçime gitme koşullarını yaratarak dengeleri değiştirip tek başına iktidar olmuştur. Bunu biraz açmak gerekiyor.
Soykırımcı-sömürgeci rejim tek varlık nedeni olarak ‘PKK’nin bitirilmesini’ görmüştür. BOP için hazırlanan Erdoğan, tüm gücüyle ve devletin de tüm imkanlarını kullanarak Kurdistan Özgürlük Mücadelesine karşı savaşmayı esas almıştır. Ancak devletin içinde halen farklı klikler de vardı. Bu bir sorundu. Önder Apo bu nedenle birçok kez darbe mekaniğinden bahsetmişti. Türkiye nede olsa ortalama her on yılda bir darbelerin gerçekleştiği bir ülkeydi. Bu durumu en iyi çözümleyen Önder Apo’ydu. Türkiye’de olası bir darbenin hangi koşullarda, hangi ihtiyaçtan ve zorunluluktan olabileceğini çok güçlü ortaya koymuştur. Özgürlük Mücadelesiyle sömürgeci-soykırımcı devlet arasındaki ilişki, çelişki diyalektiği gerçekten önemlidir. Bu diyalektik doğru görülmeden, doğru çözümlenip, doğru sonuçlar çıkarılmadan ne Özgürlük Mücadelesinin sorunlarını, zorluklarını ve gelişim düzeyini anlamak mümkündür ne de Türk devletinin yaşadığı sorunları, çelişki ve bunalımlarını anlamak mümkündür. Türkiye’de yaşanan hiçbir ekonomik, siyasi, toplumsal, askeri ve psikolojik durum yoktur ki Özgürlük Mücadelesinden ve PKK gerçekliğinden ayrı ve soyut ele alınabilinsin. Çünkü savaş her şeyi doğrudan etkiler. Hatta o kadar etkilemektedir ki Türkiye’nin tüm ekonomik, siyasi, diplomatik ilişki, plan, konsept ve stratejisi tamamen yaşanan savaşa göre olmaktadır. Bu anlamda savaşı çözemeyen çözülmekte, kazanamayan kaybetmektedir. Bunun düzeyi, niteliği farklı olsa da gerçek budur. Özetle, AKP faşizmi Kürt sorununu ya imha yoluyla ya da demokratik çözüm ve müzakere yoluyla çözebilseydi Türkiye’de darbe mekaniği bu kadar etkili ve işlevsel olamazdı.
Türkiye’de darbe mekaniği hep vardır
O halde kabul etmek gerekir ki adına 15 Temmuz darbesi denilen girişim özü itibarıyla sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin PKK ve Kürdistan özgürlük gerillası karşısında yaşadığı büyük zorlanmanın ve tıkanmanın bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Yoksa normal bir düzende darbe koşulları ve darbe girişimi zaten olmaz.
Türkiye’yi sürekli içinden çıkılmaz büyük siyasi ve ekonomik sorunlarla yüz yüze getiren kuşkusuz çözülemeyen Kürt sorunu dolayısıyla demokratikleşmeyen Türkiye gerçeği olmaktadır. Türkiye’de bugün çok derin bir ekonomik-mali kriz yaşanmaktadır. Denilir ki, bir ülkedeki ekonomik çözülüş ve yıkım tüm toplumsal alanın, ahlakın ve siyasetin çözülüşü ve yıkılışının gerçek nedenidir. Bu kesinlikle doğrudur. Türkiye’nin de şu an yaşadığı budur. Doğru olan diğer bir husus da Türkiye’nin tüm siyaset ve ekonomisini savaşa endeksli belirlemesidir. Gerçek yıkımın nedeni de budur aslında. Erdoğan boşuna atılan her merminin fiyatını sormuyor, atılan her bombanın ve harekete geçen her uçağın maliyetinin yüksek olduğunu söylemiyor. Türkiye’nin tüm zenginlikleri ve rezervleri tam olarak savaş için kullanılmaktadır. Bunun topluma yansıyan ekonomik yaşam faturası ise tahminlerin üstünde bir yer tutmaktadır. Hal böyle olunca da durumdan istifade eden, vazife çıkaran güçler ve klikler her zaman olacaktır ve olmuştur da. Türkiye’de darbe mekaniği bu nedenle hep olmuş, yeri ve zamanı geldiğinde aktif biçimde devreye girmiştir. Bağlamından koparmadan 15 Temmuz darbesini de bu perspektifle değerlendirmek kesinlikle doğrudur. Tabi bunun gerçekten planlı bir darbe olup olmadığını, darbe ise neyi hedeflediği ve amacının ne olduğu halen de tartışılan hususlar olmaktadır.
15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte topluma büyük bir şok yaşatılmıştır. Şok dalgaları sürecinde yapılmak istenenler konusunda toplumun desteğini almak rahatlıkla mümkündür. Buna da zaten şok doktrini denmektedir. 20 Temmuz’da hemen ‘Olağanüstü Hal’in ilan edilmesi bundandır. Ardından “Yenikapı Ruhu”yla sözde olan muhalefet adeta teslim alınmıştır.
Aslında faşizmin kurumlaşma, tüm dizginleri kendinde toplama, muhalefeti ezme ve PKK’yi de bitirme planı daha 2014 yılında ‘Çöktürme Planı’ adı ile başlamıştı. AKP faşizmi ve Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbesinden olağanüstü istifade ettiği bir gerçekliktir. Hatta “Allah’ın bir lütfudur” demişlerdi. Darbe girişimi sonrası AKP ve Erdoğan’ın ilk işi, Avrasya ve Ergenekon kliğiyle stratejik ilişki kurmak olmuştur. Artık sadece PKK, direnen güçler, devrimci-sosyalist hareketler değil klasik Kemalistler dahi hedeflenmiştir. Üçlü-dörtlü ittifak, devletin her alanında her düzeyde konumlanmaya ve kurumlaşmaya başlamıştır. Bu temelde kendine göre iç ve dış dost ve düşman güçler belirlenmiştir. Türk şovenizmi ve milliyetçiliği neo-Osmanlıcılık ruhuyla harmanlandırılıp kaskatı bir faşizm ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla şimdiki devletin adı artık AKP, lider de ikinci Atatürk olarak Erdoğan kabul edilmiştir. Devlet yeniden yapılandırılmıştır. Buna bir özel savaş devleti demek kesinlikle doğrudur. Çünkü her şeyini mutlak Kürt soykırımını tamamlamaya hasretmiş, varlığını ve geleceğini bunun üzerine kurmuş ve geliştirmiştir. Önder Apo’nun Erdoğan için yaptığı şu belirleme gerçekten çarpıcıdır: “Nasıl ki Mustafa Kemal Atatürk Türk devletinin birinci kurucusuysa Erdoğan da ikinci kurucu olmak istiyor. 2023 yılında 1923’te yapamamış olduklarına yüzyıl sonra ulaşmış olacaktır.” Cumhuriyetin birinci yüzyılında Kürt isyanları ezilmiş, ikinci yüzyılında ise başlatılan soykırım tamamlanmalıydı. AKP ve Erdoğan’ın üslenmiş olduğu ya da kendilerine verilen yeni görev, rol ve misyon açıkça budur.
AKP faşizmi toplumun tüm değerleri ve psikolojisiyle oynamaktadır
Katliam ve soykırım gerçekleştirmek için toplum psikolojisini oluşturmak gerekir. Türk milliyetçi ve şovenist damarı Kürtlere karşı ırkçılık düzeyinde şaha kaldırılmalıdır ki tarihte sel hareketi denilen Kürtleri yok etme hareketi daha rahatlıkla ve daha kusursuz biçimde gerçekleşebilsin. Bunun örneklerini Türk egemenlerinin gerçekleştirdiği Ermeni Katliamında, aynı şekilde Hitler’in yaptığı Yahudi Katliamında görmek mümkündür. Görüldüğü üzere tarihte de hep böyle olmuştur. Her soykırımın güçlü bir propaganda alt zemini oluşturulmuştur. Ermeni Katliamı zamanında Türk egemenlerinin geliştirdiği propaganda ile Türk halkında yaratmak istedikleri algı “Ermeniler Türkleri yok edecektir” olmuştur. Hitler ise Yahudiler için “Alman ırkını yok edecekler” demiştir. Hitler buna bir de eşcinselleri, engellileri, komünistleri vs eklemiştir. Kendine göre tüm kötülüklerin algısını yaratmıştır. Sömürgeci, işgalci Türk devletinin Kürtler için baştan beri söylediklerinin Türk toplumunda ne kadar etkili olduğu bilinmektedir. PKK ve Özgürlük Hareketi’ni kast ederek sürekli “Ermeni, şaki, ülkeyi bölecekler, ayrı bir devlet kuracaklar, kadın ve çocuk katili vb” propagandaları çok güçlü yapmıştır. AKP ve Erdoğan faşistinin bugün bile hala “terör baronları, eşkıya, terörist, bölücü vs” diyerek kendi eserleri olan, kendilerinin yarattığı şovenist milliyetçi toplum psikolojisiyle nasıl oynadıkları ve yönettikleri gözler önündedir.
AKP faşizmi toplumun tüm değerleriyle ve psikolojisiyle, yalan ve demagoji yaparak rahatlıkla oynayabilmektedir. 1 Kasım 2015 seçimlerinden bu yana, özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tüm propaganda, söylem ve argümanlarını PKK ve Kürt düşmanlığı üzerinden geliştirmiştir. 2023 Mayıs seçimlerine de bu temelde hazırlanmıştır. Öyle ki, sanki seçim AKP ile PKK arasında olacak gibi Önder Apo’nun kişiliğine dahi saldırmaktan tutalım Kürt halkının tüm kazanımlarına ve değerlerine karşı son derece kirli ve alçakça bir dil ve üslup kullanmıştır. Zira Erdoğan faşisti ve AKP, savaş uğruna Türkiye’nin tüm rezervlerini tüketip geleceğini karartmak üzere oldukları çok iyi bilinmektedir. Topluma verebilecekleri ve sunacakları başka hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle ırkçılığa soyunan bir Kürt ve demokrasi düşmanlığı geliştirilmiştir. İktidarını idame ettirmenin tek yol ve seçeneği yalana ve demagojiye dayalı Kürt düşmanlığı üzerinden toplumu kutuplaştıran, sahte propaganda ile seçimi kazanmak olmuştur. Bunun için devletin tüm gücü ve imkanları kullanılmış, tarikat ve cemaatler harekete geçirilmiş, medya ordusu seferber edilmiştir. AKP rejimi ve faşist Erdoğan büyük suçlar işledikleri için geri dönüşü olmayan bu süreçte mutlak iktidar olmanın dışında hiçbir şans ve geleceklerinin olmadığını çok iyi görmüşlerdir. Önder Apo AKP’nin bu durumunu yıllar önce yine çok çarpıcı biçimde şu cümlelerle belirtmişti: “Erdoğan, AKP iktidarda kalmak, iktidardaki ömürlerini uzatmak için her şeyi yapacaklardır. Çünkü iktidarda kalmazsa o zaman nelerin olacağını en iyi Erdoğan’ın ve AKP’nin kendisi bilmektedir. Dolayısıyla sonuna dek iktidarda kalmak için direnecekler. Topyekûn soykırım savaşını doğrudan, açıktan yürütecekler. Bir dönem de bu tarzda iktidarda kalacaktır. Bu da boşa çıkartıldığında o zaman işlevini yitirmiş olacaktır, iktidardan düşecektir. Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye edemeyenler kendileri tasfiye olurlar. Mücadele ve savaş diyalektiği bu doğrultuda işlemektedir”. Erdoğan ve AKP faşizminin yaptığı ve geleceği de buna göre olacaktır.
Bunalımların her zaman devrimleri değil, bazen karşı devrimleri de ürettiği söylenir, bu doğrudur. Yoksa normalinde AKP faşizminin iktidarını sürdürebilmesi için hiçbir neden yoktur. Türkiye’de tüm koşullar adeta devrimi dayatmaktadır. Ama bu süreçte Erdoğan ve faşist AKP’nin en büyük avantajı şu olmuştur: Bu muazzam koşulları değerlendirebilecek radikal, devrimci, demokratik bir öncü ve hareket burjuva anlamında da olsa gerçek bir muhalefet maalesef ortaya çıkmamıştır. Türkiye siyaset tarihinde devlet partilerinden hiçbir parti koşullar ne olursa olsun hiçbir zaman gerçek anlamda radikal bir muhalefet yapmamıştır. Toplumu sokağa dökmek, meydanlara taşımak, radikal yürüyüş ve serhildanlar neredeyse hiç olmamıştır. Nitekim CHP’nin ısrarla radikal muhalefet yapmaktan çekinmesi, bunun önünde bir emniyet sibopu rolünü oynayarak, halkın sokağa ve meydanlara çıkmamasını istemesi bu son seçimlerde açıkça görülmüştür. Devlet partilerinde durum bu iken devrimci cephedeki durum da başka bir açıdan benzer bir pozisyondadır. Emek ve Demokrasi İttifakı’ndan söz ediyoruz. İttifaklar sorunu zamanında çözülmemiş ya da geliştirilmemiştir. İlkeler, ölçüler, program ve hedefler zamanında netleştirilmemiştir. Hepsinden önemlisi tarihsel perspektif ve sorumluluk anlayışı zayıf kalmıştır. Büyük hedefleri gerçekleştirmenin büyük düşüncesi, büyük eylem ve irade gücü tam ortaya çıkartılamamıştır. İş böyle olunca AKP-MHP faşizmi bütün bu zafiyet ve yetmezliklerden olanca gücüyle istifade etmiş, bin bir hile, baskı ve oyunla tekrar iktidar olmayı başarmıştır.
Türkiye devrimci-sosyalist hareketi ile legal Kürt devrimci demokratik hareketi şu gerçeği artık çok iyi bilmelidir. Kapitalizmin doğduğu ve yükselişe geçtiği bir dönem vardır. Bir de kapitalizmin günümüzde, şimdi olduğu gibi her yönüyle bunalım ve kriz içinde olduğu, insanlığa vereceği ve vaat edeceği hiçbir şeyin olmadığı bir dönem vardır. Kapitalizmin ilk dönemi ulusların doğuş dönemidir. Burada dinamizm vardır. Robespierre ve 16. Louis’i bu dönemle anmak gerekir. Kapitalizmin kriz, kaos ve bunalım içinde olduğu günümüzde ise ulus devletçi rejimlerin miadını doldurduğu gerçeği vardır. Buna da Saddam Hüseyin’i yine Mısır, Libya ve diğer ülkelerde yaşanan gelişmeleri örnek vermek yanlış olmayacaktır. Yeni dönem, tarihin evirildiği yeni süreç Demokratik Ulus hatta Demokratik Uluslar Birliği sürecidir. Bunları şunun için belirtiyoruz; Türkiye demokratikleşmeden devrim, sosyalizm ve Kürt sorununu çözmek adına hiçbir gelişme olamaz. Bunu her Kürt yurtseveri, devrimcisi hatta varsa her Kürt milliyetçisi bile mutlaka bunu bilincine iyice kazımalıdır. Fakat sorun Kürt kördüğümü sorunu olunca her Türkiyeli sosyalist, devrimci de bilincine iyice kazımalıdır ki bu kördüğüm çözülmeden Türkiye’nin demokratikleşmesi asla mümkün değildir. Önder Apo bunun için İskender’in kılıçla çözdüğü Gordion Kördüğümü örneğini vermiştir. Ondan sonradır ki Asya’nın kapıları yeni bir tarih yazımı, tarihin yeni bir sayfası için açılmıştır. Evet, Kürt kördüğümü sorununun çözülmesiyle de Türkiye’nin demokratikleşeceği ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi için de kapının tam olarak aralanacağı kesindir. Mayıs 2023 seçimlerine Kürt, Türk, Ermeni, devrimci, sosyalist, yurtsever ama hepsi, tüm güçler böyle tarihsel bir perspektifle hareket etmeliydi. Böyle olsaydı durum şimdi bambaşka olacaktı. Stratejik yoğunlaşmama, jeopolitik düşünememe, uzak görüşlü ve öngörülü olmama, dar politik ve çıkar hesapları, popülist-bireyci yaklaşımlar ve dayatmalar maalesef çok şey kaybettirmiştir. Sanıyoruz demokrasi ve özgürlük mücadelesi pratiğinde ve 2023 Mayıs seçimlerinde alınacak ya da alınması gereken en büyük ders budur. Sonuçları kapsamlı, derinlikli ve bütünlüklü değerlendirildiğinde üçüncü çizgi dediğimiz Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiyelileşme ve Kürt sorununun çözümü perspektifiyle tüm yurtsever, devrimci, sosyalist güçlerin mücadelenin her düzeyinde gerçekleştirecekleri birlik ve ittifakın ne kadar önemli ve elzem olduğu görülecektir.
Türkiye artık Kurdistan’la birlikte şimdi yeni bir sürece girmiştir. AKP-MHP rejimine bir de Hüda-Par eklenmiştir. Devletin aklı böyle buyurmuş, böyle gerek görmüştür. Yapılacak olanlar bellidir. Hüda-Par’a nasıl bir rol ve misyon verildiği bilinmektedir. Hüda-Par yeri geldiğinde sahte İslamcı, sözüm ona Kürtçü rolünü oynayacak, yeri geldiğinde ise provokasyon yaratma ve özel savaşın tam bir partneri olma görevini yerine getirecektir. Bir tarafta böyle sahte alternatifler yaratılmaya çalışılırken, diğer yandan çöktürme planı mutlak kararlılıkla geliştirilecektir. Kuşkusuz sürecin yönünü ve birçok gelişmeleri faşizme karşı verilen mücadele ve gösterilen direniş düzeyi belirleyecektir. Her zirvenin arkası bir düşüştür. Sömürgeci-soykırımcı faşist rejim her türlü iç ve dış imkân ve referanslarını kullanarak zirve yapmıştır; ötesi yoktur. Bundan sonra bir baş aşağı süreci kaçınılmazdır. Bunun zamanını, süresini, çözülüş ve çöküş hızını belirleyecek olan da hiç kuşkusuz direniş ve demokrasi mücadelesi olacaktır.
Metropol, büyükşehir belediyeleri AKP’ye kaptırılmamalı
Türkiye’de 9 ay sonra yerel seçimler olacaktır. AKP faşizminin yerel seçimlere nasıl bir avantaj ya da demagoji ile gireceği önemlidir. Çöktürme planında başarılı olmadığı takdirde süreç kesinlikle aleyhinde olacaktır. Şayet Türkiye’nin metropol, büyük şehir belediyeleri AKP’ye kaptırılmaz ve AKP’nin oylarındaki düşüş devam ederse bunun AKP’yi ciddi biçimde zorlayacağı kesindir. Fakat bunun şartı AKP faşizminin devrimci-demokratik muhalefeti geriletememesi, çöktürme planında başarılı olamaması, dolayısıyla demokrasi ve özgürlük mücadelesinin daha da bir ivme kazanarak mutlak gelişmesidir.
Bunun için Emek ve Özgürlük İttifakı, bileşenlerini daha da çoğaltmalıdır. Öyle ki demokrasi ve özgürlükten yana olan tüm kesimler ve tüm güçler ittifakta kesin yer almalıdır. Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin inançlı, muhafazakâr olduğu bilinmektedir. Bu inançlı ve muhafazakâr kesim kesinlikle faşizmin insafına bırakılmamalıdır. Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik İslam perspektifi çok önemlidir. Geçmiş süreçte görülen en büyük zafiyet ve yetmezlik tam da bu noktada ortaya çıkmıştır. Emek ve Özgürlük İttifakı bu kesimlere ulaşmamış, bu alanda mücadeleyi hiç düşünmemiştir bile. Aynı şekilde toplumun tüm sosyal kesimlerine ulaşmak şarttır. Orta sınıf deyip geçmemek gerekir. Devrimci muhalefetin zayıf olduğu dönemler orta sınıfın en çok rejime yarandığı dönemlerdir. Bu nedenle orta sınıf için demokrasinin değil faşizmin malzemelerini derlediği depo denilmektedir. Mücadelede kararlılık, örgütlenme ve eylemsellik düzeyi geliştikçe bu kesimin de etkileneceği açıktır. Önemli olan toplumun bütün kesimlerine ulaşabilmektir. Hayatın boşluk affetmediği gibi siyasetin boşluğu hiç affetmediği bir gerçekliktir. Girilmeyen ve ulaşılmayan her yere ve kesimlere zaten başkaları ulaşmış ve girmiş demektir. Bu en azından objektif olarak böyledir. O halde mutlaka toplumla bütünleşmek olmazsa olmaz olarak görülmelidir. İnsanın doğası toplumsallıksa, insandaki bu özü ortaya çıkarmak ve örgütlemek esas olmalıdır. Önder Apo, destur niteliğinde şunu belirtmiştir “toplumu örgütlediğin kadar senindir”. Dolayısıyla asla kendiliğindenci bir beklenti içinde olmamak gerekir. Emekle ve bilinçle örgütlendiği kadar toplum kendisi içindir. Yoksa kolaycılığa da tenezzül etmemek gerekir. Önder Apo, hep kolaydan kaçınmamızı istemiştir. “Alışılmış olan her şey kolaydır. Alışkanlık daima bir kolaycılığa denk düşer” demektedir. Demek ki kazandırmayan, rastgele, dar, yüzeysel, plansız, perspektifsiz koşuşturan tarz mutlak terk etmelidir.
Sonuç olarak; devrimci mücadele çok boyutlu ve birçok araç ve yöntemlerle geliştirilen bir mücadeledir. Elbette öncelikli ve belirleyici düzeyde olan ile tali düzeyde etki yapan mücadele biçimleri de vardır. Seçimler de devrimci mücadelenin bir aracı ve yöntemidir. Bu anlamda önemsemek gerekir. 2023 parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’ye kaybettirilseydi Türkiye’de hiçbir şeyin bugünkü gibi olmayacağı kesindi. Çünkü AKP bileşenleriyle birlikte bizzat devleti temsil etmektedir. Tam da bu noktada Erdoğan ve AKP’ye kaybettirmekle devletin zihniyetinde bir kırılma gerçekleştirilecek, bir gedik açılacaktı. Belki bunun adına devrim denilmeyebilirdi. Ama demokrasi ve özgürlük güçlerinin devrim için muazzam düzeyde bir güç ve olanak kazanacakları açıktı. Demek ki mücadelenin tüm alanları önemlidir. Seçimler de önemlidir. Çıkarılacak olan derslerle gelişmeleri daha örgütlü ve başarıyla karşılamak için gerçekten çok çalışmak, çok yoğunlaşmak ve mutlak başarıyı esas almak gerekmektedir.