PKK Yürütme Komite Üyesi Duran Kalkan ile Demokratik Modernite ve sosyalizm üzerine yaptığımız röportajın üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.
– 20. yüzyıl devrim teorilerinde devrimci özne sorunu ve nesnel koşulları olgunlaşmış coğrafyalar, siyasi strateji ve taktiklerin geliştirilmesinde merkezi bir öneme sahipti. Demokratik Modernite teorisinde bu devrimci özne kavramına nasıl yaklaşılıyor?
Duran Kalkan: Belirtilen soruya cevap vermeden önce kısa da olsa devlet ve devrim kavramlarına biraz açıklık getirmek gerekiyor. Devletin ne olduğunu, nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını, uygarlık gelişimi açısından ne anlam ifade ettiğini ve nasıl bir güç ya da kurum olduğunu biraz ortaya koyduk. Devlet, aşağı Mezopotamya’da Sümer sistemi içerisinde toplum içinden doğan ama toplum üzerinde yer alan, kısaca baskı ve sömürü çetesi olan örgütlü bir güçtür. Aslında uygarlık yarılmasını ifade ediyor. Uygarlık gelişiminde bir sapmaya da tekabül ediyor.
Özü itibariyle uygarlığın demokratik karakterinden bir sapmayı, uzaklaşmayı, ona karşı alternatif tekelci-merkezi uygarlığı geliştirmeyi içeriyor. Söz konusu devletçi gelişmenin Kapitalist Modernite döneminde ulus devlet halini aldığını, ulus devletlerin de devletin en kurumlaşmış, en örgütlü, topluma en çok savaş açan, en diktatoryal sömürücü biçimi olduğunu belirtebiliriz. Aslında ulus devletlerde faşist karakter belirgindir. Az çok bütün ulus devletler faşist karakterlidir. Bunu da bilmek ve eklemek lazım.
Şimdi buradaki soru; neden sosyalistler devleti, onun özellikle de ulus devletçi aşamasını sosyalizmi kuracak, inşa edecek temel araç olarak benimsiyorlar? Bu anlaşılır değildir. Devlet büyüdükçe ve derinleştikçe bu faşizm oluyor. Yani sosyalizm olmuyor. Diktatörlük boyutu öne çıkıyor. Baskı ve sömürü karakteri artıyor. Böyle bir araçla nasıl devrim yapılabilir, ya da sosyalizm gibi özgürlük, eşitlik, paylaşım ilkeleri hayata geçirilebilir, anlaşılır değildir. Bunun böyle olamayacağı açıktır. Denebilir ki bunu zaten reel sosyalizm de kabul etmedi. Komünizme geçişi devletin sönmesi olarak ele aldı, değerlendirdi. Fakat dikkat edilirse komünizme geçtik dedikleri dönemde devlet sönmedi. Evet, Sovyetler Birliği kendi çelişkileri nedeniyle çöktü ama oradan devletin sönmesi, devletsizlik, demokrasi, demokratik komünalizm ortaya çıkmadı. Tersine bugün Rusya’da ve çevresinde neyin yaşandığı ortadadır. Dört dörtlük burjuva ulus devletler hem de en pespaye biçimde mafya devletleri denen yapıda ortaya çıktılar. Reel sosyalizmden geriye kalan devlet gerçeği budur.
O halde bu biçimde sosyalizmin ulus devletle inşa edilip de sonunda devletin sönme durumu gerçekleşmemiştir. Hala onu savunmak, öyle olacağını varsaymak, o beklenti içinde olmak, ona göre hareket etmek anlamlı değildir. Öncelikle bu gerçeği görüp ondan vazgeçmek gerekiyor. Bu soru açısından neden devlet üzerinde bu kadar durma gereği duyduk? Diğer bir etken ise devrimin bir devleti yıkıp yeni bir devlet kurmak olarak tanımlanması, algılanmasıydı. Devrim denen ve esası köklü, yıkıcı, derin değişim ve dönüşüm anlamına gelen olayın sadece bir devletin yıkılıp bir başka devletin kurulması olarak tanımlanması doğru ve anlaşılır değildir. Bir devlet yıkılıp devletsizliğe gidiş öngörülse insan belki onu değerlendirebilir. Fakat dikkat edilirse reel sosyalizmin devrim anlayışında o yoktur. Var olan şudur; Bir devleti yıkıp yerine yeni bir devlet kurmak, bir iktidarı yıkıp yerine yeni bir iktidar kurmak, onun devletini faşist, diktatörlük, sömürücü olarak tanımlamak, kendi devletini ise sosyalist, ilerici, özgürlükçü olarak tanımlamak var. Yani bu onun devleti kötü, benim devletim iyi demek anlamına geliyor. Fakat böyle devletin kötüsü-iyisi yoktur, devlet devlettir. Özü aynıdır ve hepsi birbirine benzer. Önder Apo bunlara da açıklık getirdi. Öyle ki devletteki bütünlük ve sürekliliği ifade etti, “Sümer’den başlayıp günümüzde BM sistemine kadar gelen devletçi bir tarih var” dedi. Biri yıkılıp diğeri kurulsa da, birbirinin devamı olarak bugüne kadar gelmiştir, birbirlerinden kopuklukları yoktur.
Diğer yandan farklı farklı devletler olsa da onlar isim olarak, yönetici olarak farklıdırlar. Özleri farklı değildir. Bir sistemin, devlet gerçeğinin farklı coğrafyalarda ortaya çıkış biçimleri, isimlendirilişleri, farklı yöneticiler tarafından yönetilme durumlarıdır. Yoksa özleri aynıdır. Devlet tektir. Sümer’den bu yana gelmiştir. Çeşitli dönemlerde değişik coğrafyalarda şubeleri olmuştur. Bugün de bütünlüklerini BM’de buluyorlar ve iki yüz civarında şube olarak yerkürede egemenlik sürdürüyorlar. Yerküreyi, yani dünyayı paylaşmış durumdalar. Devletlerin egemenliği dışında kalan bir karış toprak bile bırakmıyorlar.
İdeoloji dar anlamda yaşam ilkeleri ve ölçüleri olarak tanımlanabilir
Şimdi böyle bir devletin birisini yıkıp bir başkasını kurmak, ismini değiştirmek, yöneticisini değiştirmek çok köklü bir değişiklik olmuyor. Devletin özü, karakteri değişmiyor. Zaten bunu yapanlar da ifade ediyorlar. Öncekinin kalıntıları üzerinde yeniyi inşa ediyorlar ve bazı değişiklikler olsa da özünde onun devamı oluyor. Buna devrim dendi. Şimdi devrim kavramı bu biçimde ifade edilemez. Devrim, çok köklü, niteliksel değişimi ifade ediyor. Dikkat edilirse bir devlet kurup yeni bir devlet kurmak aslında niteliksel bir değişim değildir. Niceliksel bir değişimdir. Dolayısıyla devrim değildir, evrime uygun düşüyor. Bir devletten başka bir devlete evrilme oluyor. Ama devrilmek, yani devrim gerçekleşmiyor. Devrim, özün değişmesidir, nitelik değişimidir. Onu da doğru anlamak lazım. Bu bakımdan devletin üzerinde durmamız, aslında devrim gerçeğini doğru ve anlaşılır bir biçimde tanımlamak içindir.
Peki, o halde devrim ne oluyor? Niteliksel değişim oluyor, köklü değişim ve dönüşüm oluyor. Niteliksel değişim, köklü değişimden ne anlıyoruz? Zihniyet değişimini, ideolojik değişimi anlıyoruz. Cevabı bu biçimde vermemiz gerekiyor. Nitelik değişimi demek ideolojik değişim demektir. Yaşam tarzındaki değişim demektir. Yaşam ilke ve ölçülerinde değişim yaşamak demektir. Gerçekten de niteliksel değişim budur ve devrim böyle olur. Ne kadar ideolojik değişim yaşanıyorsa bir altüst oluşta, o kadar devrim gerçekleşiyor demektir. Yani çok yoğun bir yıkma, yeniden kurma olabilir. Eğer bu niteliği değiştirmiyor ya da çok az değiştiriyorsa, eski nitelik yeni araçlarla yeniden inşa ediliyorsa buna devrimci değişiklik denmez, yaşanan bu olaya kesinlikle devrim denmez. Bir şeyin devrim olabilmesi nitelik değişimine, yani ideolojik değişime bağlıdır. Bir ideolojiden başka bir ideolojik duruma geçişte değişim ne kadar oluyorsa, o değişime o oranda devrim denebilir.
Kuşkusuz ideolojik değişimin zihniyet boyutu var, politik-ahlaki boyutu var, ilke ve ölçüleri var. İdeoloji teori demek değildir. Yine çok soyut bilgi birikimi demek değildir. İdeoloji yaşam ilke ve ölçüleri olarak da dar anlamda tanımlanabilir. Bu bakımdan somuttur, yaşamsaldır, ilkeseldir. Öncelikle demek ki devlet ve devrim kavramlarını doğru anlamak, onlara doğru ve yeterli anlamlar yüklemek gerekiyor. Sorulan sorunun doğru anlaşılabilmesi için öncelikle söz konusu kavramlara böyle açıklık getirmek lazım.
Diğer yandan devrimci özne ve nesnel koşullar kavramlarını da kısaca tanımlamakta yarar var. Devrimci özneden kasıt -diğer kavramla uyumlu olmasını istersek- öznel koşullar diyebiliriz. Başka bir tanımlamayla buna sübjektif koşullar da deniliyordu. Dolayısıyla bu iki kavram eskiden sübjektif ve objektif koşullar olarak tanımlanıyordu. Bir yerde bir devrimci hareket açısından değerlendirilirse iç ve dış koşullar da denilebilir. Öznel koşullar, yani devrimci özne, devrimci öncünün gelişme düzeyi, ideolojik, örgütsel çizgi oluyor. Zihniyet olarak, teori olarak, program olarak, ideolojik olarak, strateji ve taktikler olarak, örgüt ve eylem gücü olarak bir devrimci hareketin oluşma, gelişme düzeyini ifade ediyor. Kuşkusuz bir yerde devrimci değişim gerçekleştirebilmek için asgari düzeyde devrimci özneye ihtiyaç vardır. Yani öznel koşulların yaratılması gerekiyor. Devrimci öncünün, yani parti öncülüğünün ortaya çıkartılması lazım.
Nesnel koşullar, ya da objektif koşullar ise daha çok hareketin-partinin ya da öncünün dışındaki koşullardır. Yani mücadele edilmek istenen sistemin durumu; ekonomik, sosyal, kültürel, asker-siyasi yapısı, iç çelişkileri, bu çelişkilerin yol açtığı çatışma düzeyi, yaşadığı kriz-kaos durumudur. Bunlar da nesnel, ya da objektif koşullar olarak tanımlanıyor. Dikkat edilirse bunlar devrimci hareketin kendi dışındaki koşullardır.
Şimdi bu tanımlamalar temelinde söz konusu soruya cevap verebiliriz. Çok iyi biliniyor ki 20. yüzyıl devrim teorileri esas olarak herhangi bir alanda mevcut devlet varlığını yıkmayı ve yerine işçi sınıfının, ya da proletaryanın devleti adıyla yeni bir devlet kurmayı ifade ediyordu. Devrimci bilinç, örgütlenme ve eylem tamamen bu amaçla oluyordu. Hedef iktidar sorunu, iktidarın ele geçirilmesi, bunun için de mevcut devlet yapısının yıkılıp yenisinin kurulması biçiminde belirleniyordu.
Devrim anlayışı böyle olunca da bir alanda devrim yapabilmek için, yani mevcut devleti yıkıp yeni bir devlet kurabilmek için var olan devletin iç çelişkileri derinleşmiş, krizi, kaosu, iç çatışmalı durumunun artmış olması gerekiyordu. Eğer bu biçimde zayıflarsa bir devlet, ancak ona karşı yıkıcı etkinlikte bir mücadele yürütülebilirdi. Yoksa bir devletin iç çelişkileri sınırlıysa, azsa, devlet-toplum kopuşu fazla değilse, toplumsal kesimlerin devletle çelişkileri sınırlıysa, muhalefetleri zayıfsa, değişik iktidar blokları arasında çekişme, çatışma sınırlı düzeydeyse, kısaca devlet öyle sıradan vuruşlarla yıkıl deyince yıkılmayacak durumdaysa işte o zaman orada devrimci durum yoktur denilirdi. Yani devletin devrimci eylemle o zamanda, o koşullarda yıkılması mümkün görülmezdi. Dolayısıyla o alanlarda devrimci durum yok, dönem devrimci mücadele dönemi değil, evrimci çalışma dönemidir denilerek stratejiler ona göre belirlenir, evrimci çalışma esas alınırdı.
Devrimci eyleme geçiş, devrimci eylemin strateji ve taktiklerini geliştirme ise iç çelişkileri çok olan, iktidar blokları arasındaki çelişkilerin derinleşmiş olduğu, toplumla devletin kopmuş olduğu, toplumsal muhalefetin değişik biçimlerde devlete karşı, çeşitli iktidar bloklarına karşı geliştiği, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, tüm ezilenlerin iktidar ve devletle mücadelesinin arttığı, dolayısıyla devletin zayıf olduğu, iç çelişkilerinin, krizinin, kaosunun derin olduğu durumlarda ise burada devrimci durum var, dolayısıyla devrimci strateji ve taktikleri esas alınır, devrimci öncü, yani parti söz konusu strateji ve taktiklerle mücadele edip devleti yıkmak için devrimci savaşa ya da ayaklanmaya yönelirse sonuç alabilir. Devleti yıkabilir, dolayısıyla yeni bir devlet kurmanın zeminini yaratabilir. Kısaca devrim yapmış olabilir diye tanımlanıyordu.
Yani devrim bir devleti yıkıp yenisini kurmak olarak tanımlanınca, devrimci mücadelenin strateji ve taktikleri de devleti yıkıp yıkamama, yeni bir devlet kurmanın zeminini yaratıp yaratamama biçiminde somutlaşıyordu. Bunun için aslında sosyalist hareket içerisinde bu çerçevede yoğun tartışmalar da oldu. Örneğin yirminci yüzyıl başındaki önemli bir düşünsel ayrışma bu temelde gelişti diyebiliriz. Bazı akımlar kapitalizmin en çok geliştiği alanlarda kriz ve kaosun arttığını, çelişkilerin derinleştiğini değerlendirerek sosyalist mücadelenin oralarda gelişeceğini, devrimlerin o ülkelerde öncelikle gelişme göstereceğini söylediler. Bazı sosyalistler de tersine kapitalist sömürü sisteminin geliştiği alanlarda sistem çok daha güçlüdür, az geliştiği yerlerde daha zayıf konumdadır, krizi, bunalımı daha derindir, devlet daha zayıftır. Dolayısıyla devlete karşı devrimci mücadele yürütme, devleti yıkma mücadelesini geliştirme bu alanlarda daha kolay gelişir dediler. Örneğin Rus Bolşevikleri bu ikinci düşünceyi savundular. Bunun için devrimin doğuya kaydığını, devrimci mücadelenin yarı sömürge ülkelerde yoğunlaştığını, ulusal kurtuluş devrimlerinin, sosyalist devrimlerin bir parçası olarak öne çıkıp gelişme gösterdiğini ifade ettiler. Bir anlayış, teori olarak bunu geliştirdiler. Daha çok sosyal demokrat olarak tanımlanan akımlar ise Avrupa’nın kapitalist gelişme sağlamış alanlarında sosyalist mücadelenin gelişeceğini ifade ettiler.
Sosyalist bağımsız devletler süreç içerisinde BM’nin iktidarcı ve devletçi sistemiyle uzlaştılar
Dikkat edilirse sosyal demokrat akım kendi teorisi doğrultusunda çok ciddi bir gelişme sağlayamadı. Fakat özellikle de yirminci yüzyılın hem iki dünya savaşı arasında hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bolşevik akımın teorisi doğrultusunda çok önemli, ciddi gelişmeler yaşandı. Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Ortadoğu’da önemli gelişmeler oldu. Birçok devlet varlığı ve etkinliği ayaklanmalarla, ya da uzun süreli devrimci ulusal kurtuluş savaşlarıyla, gerilla mücadeleleriyle yıkıldı. Onların yerine yeni devletler kuruldular. Fakat sonuç ne oldu? Çok açıktır, sosyalist ya da bağımsız devlet diye kurulan bu devletler süreç içerisinde tekrar BM’nin iktidarcı ve devletçi sistemiyle uzlaştılar. Ona dâhil oldular. Daha önce savaş yaptıkları devletlerle her türlü ilişki ve işbirliğine yöneldiler. Açığa çıktı ki özünde onlardan çok fazla bir farkları yoktur. Bazı bakımlardan farklılıklar yaşasalar da söz konusu farklılıklar özde değil, daha çok biçimdedir, yaşamın çeşitli alanlarındadır. Bazı sosyal reformlar kapsamındadır. Yoksa bir nitel değişim, ideolojik değişim söz konusu değildir.
Böylece aslında söz konusu iki pratikte 20. yüzyılın devrim teorilerinin doğru olmadığını, sosyalizmin devletle inşa edileceği düşüncesinin, dolayısıyla da sosyalist devrimin bir devleti yıkıp yeni bir devlet kurmak olarak tanımlanmasının doğru olmadığını ortay koydu. 20. yüzyıl deneyiminin ortaya çıkardığı en temel pratik sonuçlardan biri budur. O halde bir devlete kapitalist devlet ya da sosyalist devlet demek bir anlam ifade etmiyor. Devlet devlettir. Onun başına eklenen kapitalist ya da sosyalist kavramları o devletlerin özünü değiştirmiyor, farklılık göstermiyor. Tam tersine aslında sosyalizmin uygulanamazlığını ortaya koyuyor.
Bunları bu biçimde eleştirel değerlendirmeye tabi tuttuktan sonra şimdi Demokratik Modernite inşasında devrimci öncü ya da öznel ve nesnel koşullara yaklaşım hususuna cevap verebiliriz. Öncelikle şunu ifade edelim; Apocu teori de mekan ve zamandan kopuk değildir. Dogmatik diyalektiği eleştirip aşmaya çalışarak aslında diyalektiğin gerçek özünü geliştirmeye çalışmıştır. Bu çerçevede de zaman ve mekan kavramlarını önemsemektedir. Zaman ve mekanın toplumsal yaşam üzerinde etkisinin olmadığı gibi bir düşünceye kesinlikle sahip değildir. Bunun bilinmesi gerekiyor. Fakat mevcut koşulları ya da mevcut dünya durumunu, nesnel koşulları olgunlaşmış coğrafyalar ve böyle olmayan coğrafyalar olarak ayırmıyor.
Aslında kapitalizmin doğası gereği, sömürü ilkesi gereği çelişkiler içerdiğini, kriz ve bunalım yaşadığını değerlendiriyor. Bu nedenle de devrimci çalışma için her zamanın ve zemininin uygun imkânlar ve fırsatlar sunmakta olduğunu değerlendiriyor. Yine geçmişte reel sosyalizmin içine düştüğü bir hatayı tekrarlamıyor. Örneğin sosyalist ilişkiler, sosyalist yaşam, sosyalist ideoloji ancak kapitalizm çok güçlü olmuşsa, kapitalist sömürü en derin biçimde yaşanmışsa ondan sonra gelişir, kapitalist sömürünün az olduğu yerlerde ona karşı mücadeleyle sosyalizm inşa edilemez gibi bir anlayışı da doğru bulmuyor. Yani reel sosyalizm ancak kapitalizmden sonra sosyalizme geçilebilir diyordu. Herhangi bir coğrafya parçasında kapitalizm yoksa, feodalizm varsa sosyalizme geçilemez, önce kapitalizme geçilmeli, ancak kapitalizmden sonra sosyalizme geçilebilir gibi teoriler ortaya atan yaklaşımları çok öne sürdü. Reel sosyalizm döneminde böyle akımlar çok gelişti. Önder Apo o dönemde de o düşünceleri doğru bulmadı, itibar etmedi. Sosyalizmin öyle bir devlet biçimi olmadığını düşündüğü için ancak kapitalizmden sonra sosyalist ilişkiler yaşanır, kapitalizm yoksa insanlar sosyalizmi yaşayamaz gibi bir yaklaşımı son derece yanlış, dogmatik, ezbere buldu. Tersine baştan itibaren Kurdistan’da sosyalist bir parti olunabileceğini, sosyalist ilişkilerin gelişebileceğini, sosyalist insanın, kadronun, partinin ve mücadelenin ortaya çıkabileceğini öngördü, savundu, esas aldı ve bir de pratikte gerçekleştirdi. Tarihsel gelişme Önder Apo’nun düşüncelerini ve pratiğini doğruladı.
Kısaca Apocu devrim teorisinde nesnel koşullar, olgunlaşmış coğrafyalar ve bu duruma gelmemiş coğrafyalar ayırımı yoktur. Bütün coğrafyalarda devrimci çalışma yapmak, örgüt kurmak, mücadele etmek, gelişme sağlamak için gerekli nesnel koşullar vardır. İktidar ve devlet sisteminin egemen olduğu, hüküm sürdüğü, baskı ve sömürünün yaşandığı her yerde buna karşı özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik, demokrasi, paylaşım için mücadele edilebilir ve işte buna da devrimci çalışma ve mücadele denir, dedi. Bu anlamda nesnel koşullar olgunlaşmış mı, olgunlaşmamış mı, devrimci çalışma burada yapılabilir mi, yapılamaz mı sorgulanmasında bulunmadı, bulunmaz. Fakat şunu hesaba katar; Her yerde baskı ve egemenlik sistemi aynı yöntemlerle aynı içerikte, aynı düzeyde olmayabilir. Değişiklikler yaşanabilir. Nesnel koşullar dediğimiz koşullar her yerde aynı değildir. Farklılıklar arz eder. Bir yerde değişik düzeydeki yöntemlerle, biçimlerle uygulanır, başka bir yerde daha farklı düzeylerde uygulanır. O halde bunları dikkate almamazlık olmaz. Apocu devrim teorisinde, Demokratik Modernite teorisi bunları dikkate almayı öngörüyor. Bu farklılıkları görmek, somut durumu buna göre tahlil etmek ve devrimci çalışmanın yolunu, yöntemini, biçimini buna göre geliştirmek gerektiğini düşünüyor, ona inanıyor.
Demokratik Modernite kuramı yeni bir devrim teorisini ifade ediyor
Kendi devrimci çalışma biçimlerini, stratejik-taktik yaklaşımlarını, tarz ve yöntemlerini, bu durumları da, yaşanan farklılıkları da öngörecek biçimde yaratıcı tarzda geliştiriyor. Öyle kalıpçı, dogmatik, her yerde aynı şey uygulanır gibi bir düşüncesi kesinlikle yoktur. Önemli bir husus kesinlikle budur. Kendini bu temelde somut koşullara uygun ve yaratıcı yaklaşımlarla pratikleştiren olmak kaydıyla her yerde sübjektif koşullar gelişebilir, devrimci öncü teorisiyle, programıyla, ideolojisiyle, strateji ve taktikleriyle, örgüt ve eylemiyle ortaya çıkabilir. Demokratik Modernite teorisi bir de bunu öngörüyor. Bu anlamda yaratıcı olmak, somut durumun gereklerine göre hareket etmek, amacı, yöntemleri, aracı bu temelde tespit etmek kaydıyla devrimci öncünün her yerde örgütlenebileceğini, devrimci çalışma ve mücadele yürütebileceğini, toplumu eğitme, örgütleme temelinde gelişme sağlayabileceğini, partileşmeyi, parti öncülüğünü yaratabileceğini, uygun alanlarda toplumu da eğitip örgütleyerek Demokratik Modernite ölçülerine göre özgür birey demokratik komün yaşamının parça parça geliştirilebileceğini öngörüyor. Zaten devrimi de böyle bir yaşam tarzında, ideolojide değişim olarak değerlendiriyor. Bir kişinin eğitilir, zihniyeti ve yaşam tarzı değişime uğratılabilirse orada kişilik devriminin yapılmış olduğunu varsayıyor. Belli bir toplumsal kesimin eğitimle zihniyet yapısı, yaşam ölçüleri bireycilikten koparak demokratik sosyalizm çizgisine doğru değişime uğratılırsa, demokratik komün yaşamı değişik düzeylerde geliştirilebilirse işte orada devrimin geliştiğini, Demokratik Modernitenin inşa olduğunu, demokratik toplum ya da demokratik ulus gelişiminin yaşandığını kabul ediyor.
Aslında devrimci çalışma ve mücadeleyi bu temelde bir çalışma ve gelişme olarak öngörüyor. Dikkat edilirse burada devleti yıkmak yoktur. Ama bu söylem devletle mücadele yoktur anlamına gelmiyor. Devletle mücadele var ama ne düzeyde? Devleti daraltma, sınırlandırma, devletin toplum üzerindeki bilinç olarak, örgütlenme olarak, yaşam olarak etkisini daraltıp onun yerine alternatif yaşam olarak Demokratik Modernite ölçülerinin ve ilkelerinin, politik-ahlaki toplum yaşamının geliştirilmesi olarak öngörüyor. Bu bakımdan da bir anda yüzde yüz gelişen devrim ve devrimci gelişmeden söz etmiyor. Devrimci çalışmaya göre devrim yüzde bir oranında gelişebilir, yüzde beş oranında gelişebilir. Bu toplumun eğitilip örgütlenmesi, özgür birey ve demokratik komün yaşamına alınmasına bağlı. Bazen devrimci değişim yüzde otuz olabilir, demokratik ulus yüzde otuz gelişme gösterir, ulus devlet yüzde yetmiş oranında kalır ve sürekli bir mücadele bu iki güç arasında sürer ve devam eder. Bu bakımdan devrim zaten yaşanıyor. Demokratik Modernite zaten var. Demokratik Modernite unsurları kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Bunun için mücadele ediyorlar. Devrim bunların biraz daha bilinçli, örgütlü ve planlı kılınması oluyor. Bu anlamda bir devrimci başlangıçtan söz edebiliriz, ondan sonrası devrimin sürekli gelişimidir. Örneğin devletçi sistemi daraltıp sınırlandırarak, kuşatarak, zayıflatarak, giderek devleti etkisiz kılmaya kadar gittiği gibi farz edelim ki devleti bu biçimde yok etti, o halde devrim bitti değil, özgür birey ve demokratik komün çizgisinde toplumun sürekli ruh, duygu, bilinç, davranış olarak geliştirilmesi çalışması sürecektir. Önder Apo, “devrim sürekli olacak” diyor. Kesintisiz bir devrim yaklaşımı var. Devrimin başlangıcı var ama bitişi diye bir şey yoktur.
Aslında devrimin yenilgisi diye bir şey de yoktur. Gerilemesi olabilir, ilerlemesi olabilir, güçlenmesi olabilir ama öyle mutlak zafer kazanması ya da mutlak yenilgiye uğraması diye bir durum söz konusu olmaz. Demokratik öz yönetimler topluma dayalı olarak gelişirler. Onlar Demokratik Moderniteyi temsil ederler. Devletçi iktidarlar bir yerde olur, onlar devleti temsil ederler. Devletle devrim, ulus devletle demokratik ulus, dolayısıyla Kapitalist Modernite ile Demokratik Modernite sürekli bir çelişki ve çatışma durumunu yaşar. Apocu devrim teorisine göre devrimci çalışma ve mücadele böyledir. Bu yeni bir yaklaşımı ifade ediyor.
O halde sorun şu oluyor: Mevcut iktidarcı ve devletçi sistemi doğru kavramak, ona karşı demokratik toplumu doğru anlamak, doğru tanımlamak, Kapitalist modernite ve alternatifi olarak Demokratik Moderniteyi bilince çıkarmak, bunlar arasındaki çelişki ve mücadeleyi görerek, Kapitalist Modernite etkilerini daraltacak, zayıflatacak, darbeleyecek, Demokratik Modernite ölçülerini, ilkelerini toplumlar nezdinde eğitim ve örgütlenmeyle geliştirecek bir mücadeleyi yürütür hale kendini getirmek kalıyor. Devrimin öznel koşulları bu biçimde hayat buluyor, belirginlik kazanıyor ve pratiğe geçiyor. Mevcut durumu anlayan bir devrimci zihniyet varsa; düzenden, sistemden kendisini kopararak sistem içinde sisteme karşı bu temelde mücadele etmeye yöneldi mi ve kendisini çoğaltan, büyüten, yeni insanlarla kendini topluluk ve toplum haline getiren bir gelişmeyi yarattıkça demokratik toplum, demokratik ulus gelişmesini, demokratik öz yönetim sisteminin ortaya çıkmasını sağlıyor demektir. Buna devrimci gelişme diyoruz. Önder Apo Kürdistan Özgürlük Hareketi’nde en önemli devrimin kişilik devrimi olduğunu söyledi. Bir kişinin Kapitalist Modernite sisteminden koparak Demokratik Modernite ilkelerine göre yaşar hale gelmesini o kişinin devrim yapması olarak ifade etti. Bugün bir kişide devrim, yarın on kişide devrim, öbür gün otuz kişide devrim, işte Demokratik Modernite devriminin bu temelde gelişme göstereceğini, Demokratik Modernite güçlerinin devrim çalışmalarını bu esaslara göre yürütmesi gerektiğini net olarak ortaya koydu.
Sonuç olarak 20. yüzyılda olduğu gibi nesnel ve öznel koşullara benzer yaklaşım yoktur. Çünkü devlet ve devrim algısı, anlayışı, yaklaşımı farklıdır. Demokratik Modernite kuramı yeni bir devrim teorisini ifade ediyor. Bu yeni devrim teorisine göre de her yerde devrimci çalışma yürütmenin ve gelişme sağlamanın koşulları vardır. Yeter ki devrim doğru anlaşılsın, bir ideolojik mücadele, ideolojik değişim ve gelişme olarak görülsün. Yeter ki devrimci mücadele yol ve yöntemlerine yaratıcı yaklaşılsın. Bu konuda istekli, inançlı olunsun ve iradeli bir çalışma yürütülsün. Her yerde devrimci öncü değişik düzeylerde de olsa ortaya çıkartılabilir, devrim kendisini devrimci öncüde temsil eder, devrimci öncü de kendisini sürekli kitleselleştirebilir. Yani sürekli bir mücadeleyle demokratik ulus örgütlülüğünü geliştirebilir. Koşullar daha uygun olur, daha uygun yöntemler bulur, etkili, başarılı mücadele eder, bunun sonucunda hızlı gelişmelere yol açabilir, genişleyebilir. Toplum üzerindeki etkisi artar. Dolayısıyla demokratik öz yönetim sistemi gelişir, Demokratik Modernite toplumda daha güçlü yaşanır kılınır. Kapitalist Modernite de daraltılmış olur. Kapitalist Modernite unsurları imhacı saldırılar yaparsa ona karşı öz savunmayla direnir. Direnmede zayıf düşerse darbe yer, geriler, daralabilir. Fakat saldırıları kırarsa daha hızlı gelişmeler sağlayabilir, kitleler tarafından daha çok benimsenen bir gelişme düzeyini ortaya çıkartabilir. Yeni devrim teorisi ve bunun pratikleşme düzeyi, onun da objektif ve sübjektif koşullara yaklaşımı özet olarak böyledir.
Devam edecek…