Mevcut düşünce akımlarının hakikat açıklamalarının inandırıcı olmadığı, varoluşu doğru ve yeterli düzeyde izah etmediği, dolayısıyla sorunlara çözüm bulmadığı; tam tersine çözüm üretecekken sorunlara kaynaklık ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla toplumsal varoluş olarak yeni zihniyet yapılanmalarının, değişimin ve devrimlerin gerektiği, düşünsel arayışların ve tartışmaların yaşandığı bir değişim-dönüşüm dönemindeyiz. Bu temelde de eski zihniyet yapılanmasında, toplumsal varoluşu izah eden, açıklayan, ona hizmet eden yanlarını almakla birlikte; onunla çelişen, tersine sömürü ve baskıya hizmet eden yanları açığa çıkartıp atarak yeni bir düşünce yapılanması sentezi oluşturmaya çalışıyoruz. Önderliksel doğuş, Önderlik gerçeği bunu ifade ediyor.
Bazı bilgiler, bilim ortamlarında açığa çıkartılan hususlar oluyor. Elbette bunları öğrenmek ve mümkün olduğu kadar anlamaya çalışmak gereklidir. Ancak yine de bir varoluş algısı zihnimizde oluşuyor. Bilinmezlikler çoktur. Bütün diğer varlıklara göre bildiklerimiz, anlayabildiklerimiz ileri bir gelişme göstermiş olsa da insan zihniyetinin, düşüncesinin bilir hale getirdiği hususlar hala varoluşun yüzde birkaçı bile değildir. Bu nedenle bilinmeyen, anlaşılmayan, yeterince izah edilemeyen hususlar var. Her şey bilinmiş, çözümlenmiş, bilinir hale gelmiş değildir. Evrene ilişkin bilgiler de belirttiğimiz düzeydedir. Bilinirliğine dair peşin hükümler de çok gerçekçi değildir.
Önder Apo “Diğer varlıklara göre insan aklı çok daha fazla şeyi bilir hale gelmiş olmasına rağmen, insanın bildikleri de sivrisineğin dünyayı anladığı kadardır” dedi ve evrene dair insanın mevcut bilgi düzeyini böyle tanımladı.
Bir boyut budur, ama bir boyut da somut olanlardır. Günlük yaşamla bağlı olanlar var. Maddi olsun, manevi olsun doğrudan yaşamı oluşturan somutluklar var. Bunlar da günlük yaşamda gerçekleşenlerdir. Bunları bilmek ve anlamak gereklidir. Örneğin fiziki olarak; insan, toplum, maddi hususlar incelenebiliyor. Yine beşeri bilimlerce insanın, toplumun manevi dünyası izah edilebiliyor, incelenebiliyor. Varoluş ve işleyiş özellikleriyle anlaşılabilir oluyor. Kavramlar üzerinden ezberlemek değil de anlamlandıran, yaşamda karşılığını gören ve böylece yaşam somutluğu içerisinde kavrayabilen duruma gelmek lazım. Kullandığımız kavramları, yapılan tahlilleri, ortaya konulan düşünceleri bilince çıkartmamız gerekir. Bu çerçevede de doğal toplum, uygarlık, onun uygarlık aşaması, merkezi uygarlığın gelişim süreçleri, kapitalist modernite sistemi, onun günümüzde ulaştığı düzey; bunlar somut ve yaşamımızda birebir var olan olgulardır.
Sonuç olarak, toplumsal hakikati bitiren, aslında sadece toplumu da değil birinci doğayla birlikte toplumsal doğayı da ciddi bir biçimde kemiren, tüketen, yok eden, tümden yok olma tehlikesiyle yüz yüze getiren bir zihniyet ve onun pratikleşme düzeyiyle karşı karşıyayız. Bunu da beş bin yıllık tekelci uygarlık sistemi olarak tanımlıyoruz. Önemli bir tarihsel zaman sürecini ifade ediyor. Yine beş yüz yıllık kapitalist modernite sistemiyle de bu durum en tehlikeli düzeye ulaşmış durumdadır. Önder Apo’nun tanımlamasıyla kanserleşmiş bir düzeye ulaşmıştır. Kapitalist modernite sistemi her gün tehlike saçıyor, her türlü hastalığı üretiyor. Güya yaşamı üretecek, sorunları çözecek, yaşamı kolaylaştıracak, güzelleştirecekken tam tersine yaşamı öldürüyor ve bitiriyor. Her gün katliam üretiyor, baskı ve sömürü üretiyor, insanlığı hatta doğayı bile yok etme gücüne sahip silahlar üretmiş bulunuyor. Doğa ve toplum böyle bir nükleer silah tehdidi altındadır. Toplumu kendi içinde uçurumlar oluşturacak kadar bölümlere ayırmış durumdadır. Bazıları üretilen her şeye sahiptir, onlar üzerinden yaşıyorlar, bazıları karnını bile doyuramıyor, ölüm sınırındadırlar. Böylece toplumun iç yapısını uçurum düzeyinde karşıtlaştırmış, çelişkili ve çatışmalı kılmıştır. Böyle bir sistemle karşı karşıyayız.
Bu durumu doğru gören, olumlayan, bunu sürdürmek isteyen bir zihniyet yapılanması var. O zihniyet yapılanması altında oluşmuş bir maddi yaşam gerçeği de söz konusudur. Mevcut tekelci uygarlık sistemi kapitalist moderniteyle, küresel hegemonik bir güç haline de gelmiş durumdadır. Zaten yapısı gereği her zaman hegemoniktir, fakat önceki hegemonyalar küresel düzeyde değildiler, yerkürenin belli bölümlerini içeriyorlardı, belli bölümlerinde egemendiler. Bu hegemonya, kapitalist modernite sistemiyle, yirminci yüzyıl savaşlarıyla birlikte küresel hegemonik bir yapı kazandı. Böylece bütün toplum, insanlık, yerküre mevcut sistemin ağır baskısı ve sömürüsü altındadır ve tümden yok edilme tehlikesini yaşıyor.
Demokratik modernite kapitalist modernitenin zirve yaptığı sorunlara çözümü içeriyor
İşte Demokratik modernite bu durumu giderme ve aşma, bu sorunlu yapıya köklü çözümler üretme zihniyetini, düşüncesini, ilke ve ölçülerini içeriyor. Merkezi tekelci uygarlığın ortaya çıkardığı kapitalist modernite sisteminin artık kaldırılamaz, sürdürülemez noktaya getirdiği sorunlara çözüm üretmenin bilimi, zihniyeti, düşüncesi, ilke ve ölçüleri, ideolojik-politik çizgisidir.
Demokratik modernite alanı böyle bir alan oluyor. Kapitalist modernitenin alternatifini oluşturuyor. Dolayısıyla kapitalist modernitenin zirve yaptığı sorunlara çözümü içeriyor. Demokratik modernite çözüm çizgisidir, çözüm bilimidir. Demek ki neyin çözülmek istendiği iyi anlaşılması gerekiyor.
Çözüm yöntemi derken, şunu bilmek lazım: Kapitalist modernite de kendi içerisinde çözüm arayışındadır, ortaya çıkardığı birçok sorun kendisini de zorluyor ve bu temelde onun da çözüm arayışları var, bunları birbirine karıştırmamak lazım. Kapitalist modernitenin çözüm arayışları aslında sistemi işletmede sorun yaratan hususları aşma, sistemi daha iyi işletebilmenin yol ve yöntemlerini, zihniyetini ve uygulama gücünü ortaya çıkartma arayışını ifade ediyor. Sorunları üreten sistemi çözerek alternatifini geliştirme değil de sistemin işleyişini zorlaştıran hususları aşarak sistemi daha derin, güçlü işletir hale getirmenin arayışı oluyor. Bu çerçevede bir çözümü ifade ediyor. Bununla karıştırmamak lazım.
Demokratik modernite böyle bir çözüm arayışı değildir. Kapitalist modernitenin ya da merkezi tekelci uygarlığın ortaya çıkarttığı sorunlara çözüm getirerek toplumu ve doğayı her gün bitiren, yok oluş tehlikesiyle yüz yüze getiren, her türlü hastalık, baskı, sömürü, katliam, soykırım üreten bu sistemin değiştirilmesini, alternatif bir sistemin geliştirilmesini, bu sistemin ortaya çıkardığı sorunların kaynaklarıyla birlikte çözümlenmesini, değiştirilmesini, dönüştürülmesini içeren bir çözüm bilimidir. Devrimcidir, reformcu değildir. Sistem düzeyinde nitelik değişimini öngörüyor. Dolayısıyla Demokratik modernitenin bir de böyle bir çözüm olduğunu bilmek gereklidir.
Önder Apo ayrıntılı olarak on iki başlık altında beş bin yıllık merkezi tekelci uygarlığın ortaya çıkardığı, kapitalist modernitenin artık sürdürülemez hale getirdiği toplumsal sorunları tanımlıyor. Sorunlar, toplum olmaktan dolayı ortaya çıkmış değildir. ‘Toplumsal sorunlar’ denilirken, sorunlar toplum olmaktan dolayı ortaya çıkmış değildirler. Tam tersine ‘toplumun sorunlarını çözeceğim, toplumu daha çok geliştireceğim iddiasıyla ortaya çıkan iktidar ve devlet yapılarının ortaya çıkartmış olduğu sorunlar oluyorlar. Bunlar güya toplumu geliştirmek, güçlendirmek, toplum sorunlarını çözmek için ortaya çıkıyorlar; iddiaları böyledir, fakat gerçeklik ise tam tersidir. Sorun üreten, toplumsal doğayı parçalayan, tahrip eden, işlemez kılan oluyorlar. Daha çok maddi değerlere el koyma biçiminde bunu yapıyorlar. Böyle bir yapı sömürüyü ve ona yol açan baskıyı, hileyi mubah görüyorlar. Bu da toplumsal varoluşu parçalıyor, zorluyor, çok değişik boyutlarda sorunların ortaya çıkmasını, toplumsal yaşamın sürdürülemez hale gelmesini yaratıyor. Demek ki sorunlar, toplum olmaktan kaynaklı değildir. Topluma egemen olan sömürücü zihniyetten kaynaklanan sorunlar oluyorlar.
Fakat böyle de olsa sorunu çözeceğiz diye ortaya çıkmış olan iktidar aygıtları, tekelci güçler, devlet yapılanmaları toplumun içerisinde ortaya çıkıyorlar, toplum içerisinde bazı kesimler tarafından yaratılıyorlar, bazıları da engellemiyorlar ya da ortak oluyorlar. Bu bakımdan ortaya çıkan durum, toplumsal doğanın yarattığı sorunlardır. Böyle tanımlamamız gereklidir. Demek ki ‘toplumsal sorunlardan’ kasıt, toplumsal varoluşun doğal yaşamından kaynaklanan sorunlar değildirler.
Örneğin doğa da hareketlidir, depremler oluyor, yanardağlar hareketleniyor, yaz-kış sel ya da fırtına oluyor, ‘doğal afet’ olarak tanımlanan ve toplumsal yaşamı etkileyen birçok husus var. Bunlar doğal sorunlardır. Bazı kesimler ‘kronavirüs doğal afettir’ dedi, biz ise bu virüsün sistem tarafından yaratıldığını değerlendirdik. İçine girdiğimiz süreçte bazı kesimler, ortaya çıkan sonuçlara bakarak ikna olmuş durumdalar. Evet, bir hastalık türemiş ama kendiliğinden türememiştir, laboratuvarlarda türetilmiştir. Öyle olmasa bile doğal varoluştan kaynaklanmamıştır, kapitalist modernitenin baskı ve sömürü sisteminden, endüstriyalizminden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla doğal değildir. İktidar ve devlet güçleri ‘doğaldır’ diyerek kendi sistemlerinin yarattığı sorunu doğal varoluşa yükleyerek kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Bu konularda duyarlı olmak ve doğal afetle, sistemin yarattıklarını ayrıştırabilmeliyiz. Demek ki günümüzde yaşanan toplumsal sorunların kaynağı analitik zeka oluyor. Dolayısıyla tekelci uygarlığın iktidar ve devlet yapılanmasının yarattığı sorunlardan söz ediyoruz ve bunları ‘toplumsal sorun’ olarak tanımlıyoruz.
Önderlik, “bu tür sorunları ortaya çıkartan sistemin alternatifi ne olabilir?” sorusunu soruyor ve “tekelci uygarlık toplumunun alternatifi, demokratik uygarlık toplumudur” diyor ve böyle bir yeni alternatif düşünce oluşturuyor.
Önderlik, kapitalist modernitenin; kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet boyutları olarak üç sacayağı üzerinden geliştiğini belirtiyor. Kapitalist modernitenin her üç sacayağına karşı demokratik moderniteyi de üç boyutta inceliyor. Kapitalizme karşı; ahlaki ve politik toplum, demokratik sosyalizm ya da demokratik toplum. Endüstriyalizme karşı; ekolojik endüstriyel toplum. Ulus-devlete karşı; demokratik konfederalizm. Bunlar demokratik modernitenin üç sacayağını tanımlıyorlar.
Demokratik modernite sisteminin inşası
Modernite; ‘çağ’ demektir. Kapitalist modernite ‘kapitalist çağ’ anlamına geliyor. Sosyalizm de bir modernite olarak tanımlandı, buna ‘sosyalizm çağı’ ya da ‘komünizm çağı’ denildi. Özgürlük Hareketi de çıkışında öyle tanımladı. Önderlik bunun için “iman etmiş gibi inanmıştık” diyor. PKK’nin Kuruluş Bildirgesi’nin ilk paragrafı böyle bir çağ tanımlanmasıyla başlar, programı ve manifestosu da öyleydi.
Paradigma değişimi ile Önderlik şunu tanımladı: “Demokrasi olmadan sosyalizm olmaz” dedi. Dolayısıyla sosyalist çağa ulaşabilmek için demokratik modernite aşaması gereklidir. Böylelikle demokratik moderniteyi, sosyalizme ulaşmanın ilk aşaması olarak tanımladı. Önderlik, bilimsel sosyalizm adına geliştirilenleri yeni bir çağ olacağı yerde kapitalist çağın tekelci devlet versiyonu olarak tanımladı. Demokratik sosyalizmi geliştirmenin, demokratik moderniteyle mümkün olacağını ortaya koydu.
Demokratik modernitenin inşa görevlerinin gerçekleştirilmesi, demokratik toplumun örgütlendirilmesini ifade ediyor. Demokratik Ulus inşasını içeriyor. Dolayısıyla daha da somutlaşmış olarak üç temel görev halinde demokratik modernite inşasını tanımlarken bunun toplumda somutlaşmasını daha ayrıntılandırılmış, boyutlar biçiminde Demokratik Ulus inşası çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.
Önderlik, ideolojik toplum tanımlamalarını, coğrafi toplum tanımlamalarını doğru ve yeterli bulmadı. Kapitalist toplum, feodal toplum, köleci toplum, Müslüman toplum, Hristiyan toplum ya da alt toplum, üst toplum; biçimindeki tanımlamaları doğru bulmadı ve toplumu politika ve ahlak olarak tanımladı. Toplum, insan bireylerinden oluşuyor, insanın varoluş biçimi diyoruz. Nasıl ki insan bir tür olarak var olduğunda toplum olarak da var oluyor. Ondan önce topluluktur. ‘Hayvan topluluğu, bitki topluluğu’ gibi insanlarda da topluluk var. Topluluktan çıkıp toplum haline gelmek politika ve ahlakla oluyor. Belli kuralları ve ilkeleri edinen, planlı bir biçimde yaşamı ortak olarak yeniden üretmeyi bilen bir düşünce yapısına kavuşmasıyla, insanların birbirine bu temelde bağlanmasıyla toplum haline geliniyor.
Toplumu var eden ölçüler, politika ve ahlaktır
Ahlak; ortak yaşam ilkeleridir. Politika; yaşamı yeniden yaratmaktır; üretimi, tüketimi, korunmayı, üremeyi sağlayacak planlar yapabilmektir, örgütlü ve planlı hareket edebilmektir. Geleceği için örgütlü ve planlı hareket eden bunu da belli ilke ve kurallara bağlı olarak yürüten bir yapıya kavuştuğu zaman topluluk, toplum haline geliyor. Demek ki toplum, insanlardan oluşuyor ama yüz insan bir araya geldi mi toplum olur! yüzden aşağı olursa toplum olmaz! diye bir kayıt yoktur. Bu sayıyla bağlantılı değildir. Politika ve ahlakın nasıl işlediğiyle bağlantılıdır. Örneğin ‘Müslüman mıdır, Hıristiyan mıdır?’ biçiminde değil, onlar toplumun aldığı biçimler oluyor, toplum olarak var olmak onlara bağlı değildir. Müslüman ideolojisine bağlı olan da toplum, Hıristiyan ideolojisine bağlı olan da toplum, sosyalizm ideolojisine bağlı olan da toplumdur. Yani toplum, sosyalistlikle belirlenmiyor. Başka değerlerle ve ölçülerle belirleniyor. O değerler ve ölçüler de ahlak ve politika ölçüleridir.
Ahlak ve politikanın yeni tanımını Önderlik çok net olarak geliştirdi, anlaşılır kılındı. Toplum; politika ve ahlak olarak var. Politika ve ahlak ne kadar özgür ve güçlü işliyorsa bir toplum o kadar özgürlüğe yatkındır ve gelişkindir. Politika ve ahlak olarak ne kadar zayıflar ya da işlemez hale gelirse toplum özgürlük değerlerini o kadar çok kaybetmeye yönelir, politika ve ahlak işlemezse toplum olmaktan çıkar ve köleleşir. Kölelikle özgürlük arasındaki ayrım da böyledir.
Toplumu, eski kalıplardan kurtularak anlamak gerekir. Çünkü, biz de içerisinde yaşıyoruz. Toplum olup olmama sorunu en çok Kürtlerde var olan bir sorundur. Günümüzde çok acı bir biçimde ağır çatışmalı olarak güncel planda bunu yaşayan Kürt gerçeğidir. Gerçekten de toplum olarak var olacak ve gelişecek mi, yoksa toplumsal yok oluş mu yaşanacak? Böyle bir ikilem içerisindedir. Varlık-yokluk içerisindeyiz diyoruz, bunun savaşını yürütüyoruz ve her türlü tehlike ile yüz yüzeyiz. Tehlike; toplumun politika ve ahlak olarak kendi iç yapılanışını kaybetmesidir. Onu kaybederse de köleleşir, soykırıma uğrar, başka toplumsal hakikatler içerisinde erir, kendi gerçeğini kaybeder.
Toplumsal sorunların, doğal toplum içerisinde insan eliyle yaratılan sorunlar olduğunu belirttik. Dolayısıyla insanı tür haline getiren de analitik zekadır, duygusal zeka değildir. Evet, diğer türlere göre insanda duygusal zeka daha güçlüdür, fakat onlardan çok ayrılacak türden değildir, duygusal zekayı da daha güçlü işler hale getiren analitik zekadır. Politika ve ahlak analitik zekanın ürünüdür. Öyle gelişiyor ama duygusal zekaya da dayanıyor. Analitik zekanın ‘olumlu boyutu, olumsuz boyutu’ biçiminde iki boyutlu ele almak mümkündür. Analitik zekanın tehlikeler arz eden boyutları var. Bir yandan yeni şeyler yaratıp geliştiriyor ama bir yandan da tehlikeyle yüz yüze getirerek sorunlar yaratıyor. O halde toplumsal sorun dediğimiz sorunları yaratan analitik zekadır.
Eskiden Marksistler sosyalist bilimi ‘yabanılık, barbarlık, uygarlık dönemi’ olarak insan türünün tarihsel varoluşunu dönemlere ayırıyordu. Yabanılık; hayvanlar aleminden kopuş süreci olarak tanımlanıyordu. Barbarlık dönemi; aslında barbarlık dönemi olarak tanımlanan dönem, özgür topluluklar dönemi oluyordu. Uygarlık; iktidar ve devlet sistemidir. En büyük gelişme iktidar ve devlettir. Devleti, ‘Tarihin en büyük devrimi, en büyük hamlesi, insan aklının ortaya çıkardığı mucizevi gelişme’ olarak tanımladılar, her şeyi oraya dayandırdılar. Böylelikle Marksist sosyalist bilim, özgür varoluşu ‘barbar’ diye tanımladı ve kötüledi. Biz o kavramları ve tarihsel gelişmeyi ele alırken yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Çünkü dil de kavramlar da önemlidir. Önderlik, “kavram oluşturmakta zorlanıyorum, bu konular üzerinde çalışanlar, yoğunlaşanlar yeni kavramlar oluşturabilirler” dedi. Biz de onlar üzerinde kafa yormalıyız.
Türkçe yeterli bir bilim dili değildir, o düzeyde gelişmemiştir. Son yüzyılda cumhuriyetle birlikte yaratılan ulus-devlet dilidir. Tamamen ideolojik bir dildir. O bakımdan devleti ve iktidarı, erkek egemen zihniyeti, politikayı kutsayan ve esas alan bir dildir. O kadar çok gelişmiş değildir. Bir de ölçüleri var, ideolojik kalıpları var, ona göre değerlendiriyor, onunla uygun olmayanları atıyor, çarpıtıyor, değiştiriyor. İdeolojik kabullerine göre her şeyi tanımlıyor ve kavramların özünü, içeriğini değiştiriyor. Kendi ideolojik kabullerine uygun hale getiriyor. Bizim ise tarihsel bakışımız farklıdır.
İktidar ve sermaye tekellerinin ortaya çıkardığı sorunlar
Neolitikten sonra MÖ 3 bin yıllarından itibaren bir uygarlık yarılması yaşanıyor. Uygarlık yarılmasının olabilmesi için uygarlığın var olması lazım. Demek ki önceki süreçlerde de uygarlık varmış. Yarılma, iki yapı yaratıyor. Bir tekelci uygarlığı, bir de demokratik uygarlık biçiminde ortaya çıkıyor. Tekelci uygarlık, iktidar ve devlet sistemini ortaya çıkartıyor. Sınıf-kent-devlet üçgeninde hile, baskı, zorla artık ürünün biriktirilmesiyle tekelleşme ve toplum üzerinde örgütlü bir egemenlik sistemi, toplum içerisinden ortaya çıkıyor.
Marksist sosyal bilim de ‘devlet, toplum içinde ortaya çıkan, toplum üzerinde yer alan bir yapıdır. Egemen hale geldi mi toplumdan kopan bir sistem’ diyordu. Ancak ulus-devlet toplumdan kopuşu ortadan kaldırdı. Ulus-devlet öncesinde devletler biraz toplumdan kopuktular. Ulus-devlet ise bunu tersine çevirdi, bireyi devletleştirdi, devleti bireyselleştirdi, kendisini toplumsal varoluş olarak ifade etmeye çalışıyor.
Toplumsal sorunlar; iktidar ve sermaye tekellerinin ve bu temelde baskı ve sömürünün ortaya çıkardığı sorunlardır. Bunlara ‘sorun’ diyoruz. Sorun böyle ortaya çıkıyor. Aslında sorun, merkezi ya da tekelci uygarlık sistemidir. İktidar ve devlet sistemidir. Onun yarattığı alt yapı ve üst yapı kurumlarıdır.
Önderlik toplumsal sorunların tarihsel gelişimini üç dönemde ya da üç aşamada değerlendiriyor. Birincisi, MÖ 3.000-MS 500 Roma’nın yıkılışına kadar olan tekelci uygarlık dönemi, Sümer’den başlayarak bir taraftan Mısır’a diğer taraftan İran’a ve Çin’e kadar yayılan ama ana uygarlık olarak Sümer, Babil, Akat, Asur, Greko-Romen kanalı biçiminde devam eden uygarlık kanalı oluyor. Birinci toplumsal sorunların burada oluştuğunu değerlendiriyor ve inceliyor.
Toplumsal sorunların ikinci dönemi olarak, MS 500 ile 1500 arasındaki bin yıllık süreci tanımlıyor. Roma’nın yıkılışı ve Amsterdam’ın gelişmesi arasındaki dönem oluyor. Bu döneme damgasını vuran da İbrahimi dinleri oluyor. Daha çok onlara dayalı iktidar ve devlet yapılanmalarının yol açtığı sorunları ifade ediyor, değerlendiriyor. Yahudiliği, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı geniş bir biçimde inceliyor. Toplumla bağlarını, çıkış aşamalarını, nasıl bir iktidar ve devlet ideolojisi haline geldiklerini gösteriyor. Önderliğin Teoloji üzerindeki söylediklerinin hepsi yenidir. Bu konular üzerinde derinleşen sosyal bilimci şimdiye kadar ortaya çıkmadı. Ya çok kutsayıp övdüler ya da tümden reddettiler. Önderlik ne öyle ucuzca reddeden ne de kabul eden oldu. Tam tersine yeniden yorumlayan, sorgulayan, ne anlama geldiklerini, toplumsal varoluşta neyi ifade ettiklerini ortaya koyan bir analiz ve yorum gücü geliştirdi. Bu analiz gücü de ilk defa bu düzeyde ortaya çıktı. Şimdi Türkiye’de Önderliğin etkisiyle biraz gelişiyor. Bunu önlemek için ABD’nin Fethullah üzerinden çabası var. Sözde reforme ediyor gibi görünerek -Avrupa’da yaptıkları gibi- tekrar dini bu baskı ve sömürü düzeninde nasıl kullanacaklarının arayışı içerisindeler. Güya dinde reform yapacaklar. Bunların hepsi var ve tehlikelidir, bunu görmek ve anlamak gerekiyor.
Üçüncü toplumsal sorunlar dönemi; MS 1500’den sonraki dönemdir. Kapitalist modernitenin gelişme dönemi oluyor. Önderlik bu anlamda kapitalizmi, moderniteyi inceliyor. Daha önceki aşamalarda ortaya çıkmış toplumsal sorunları kapitalist modernitenin ne kadar büyüttüğünü, derinleştirdiğini ortaya koyuyor. Önderlik bunu da “en uç nokta, en tehlikeli hale gelme” biçimi olarak değerlendiriyor. Böylece ortaya çıkan bu sorunları da on iki temel başlık halinde inceliyor.
Toplumu eğitip örgütleyebilmek için toplumsal sorunları bilmek gerekiyor
Demokratik modernitenin yaşam tarzı nedir, doğruları nelerdir? Neyin yok edileceği, neyin inşa edeceği bilinmezse inşa da yapılamaz. Onun için sorun nedir, kötü, çirkin, yanlış, kölece olan nedir? Tüm bunları tespit etmek gerekiyor.
Demokratik moderniteye ‘çözüm alternatifi’ diyorsak, o zaman demokratik uygarlığın çizgisini doğru anlayacağız, onun içerisinde günümüzün uygulanması olarak demokratik moderniteyi zihniyet olarak, teori olarak, ideolojik-politik çizgi olarak, strateji, taktik, tarz olarak doğru anlayacağız. Demokratik uygarlık ve demokratik modernite bütün bunları içeriyor. Tekelci uygarlığın ve kapitalist modernitenin alternatifi oluyor. Alternatif sistemi Önderlik böylelikle ortaya çıkartmış bulunuyor.
Önderlik reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte çeşitli arayışlara giren sosyal bilimcileri de esas olarak bu temelde eleştirdi. Önderlik “tek yanlı kalmışlar, tek boyutta derinleşmişler, önemli sonuçlar ortaya çıkarmışlar ama tek yanlılıkları eleştiri konusudur, çok yönlü olmalıydılar” dedi. İkincisi, “bütünlüklü bir alternatif sistemi ortaya çıkartamamışlar” dedi. Önder Apo’nun onları aşan, onlara katkı sunan yanı nedir? Bir, tek yanlı değil, bütünlüklü bakmasıdır. İki, alternatif ortaya koymasıdır. Alternatif de demokratik uygarlık sistemi, demokratik uygarlık çizgisidir. Bunlar tekelci uygarlığın sistemini ve kapitalist modernite çizgisinin alternatifleridirler. Böylece onların aşılabileceğini, alternatiflerinin gelişebileceğini, onların dışında bir insan ve toplum yaşamının var olabileceğini Önder Apo düşünce olarak kanıtlamış bulunuyor. Bunun da ilkelerini, ölçülerini ortaya koymuş bulunuyor. Gerisi bunları anlamak ve uygulamaktır. Bu görev de toplum içerisinde yürütülecek devrimci örgütlü çalışmalara düşüyor. Bu biçimde Önderlik görevi gerçekleşmiştir, gerisi bizim görevimizdir.
Diğer sosyal bilimcilerin Önder Apo’ya dönük ilgileri de buradan ileri geliyor. Hiçbirisi reddetmiyor, şimdiye kadar Önderliğin eleştirilerine tepki duyan, Önderlik yaklaşımlarını somut olarak eleştiren bir düşünceyle karşılaşmadık, tam tersine hepsi büyük bir ilgi duydular, önemle benimsediler, Önderliği sahiplendiler, bu temelde araştırıyorlar. İmralı sistemine karşı Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için dünyada yürütülen mücadeleye öncülük ediyorlar. Önderliğin savunmalarına ilişkin yazılar yazdılar, makaleler yazdılar. Hepsi oldukça ufuk açıcı, sonuca götürücü sentezleyici güç olarak Önderlik gerçeğini görüyor ve sahipleniyorlar.
Devlet, baskı ve sömürü çetesi olarak ortaya çıktı
Merkezi uygarlık, iktidar ve devlet bir zorunluluk ve bir gelişme değildir. Tam tersine bir sapmadır, buna inanmak lazım. Neden zorunluluk değildi, çünkü devletten önce de toplum kendisini yönetiyordu, savunuyordu, geliştiriyordu. Devletten önce de toplum vardı, devlet, toplumun ortaya çıkarttığı değerleri tekeline aldı ve bu temelde toplumun daha iyi yönetileceği, daha iyi savunulacağı biçiminde ortaya çıktı. Savunmayı geliştirdi, üretimi geliştirdi, bilim-tekniği geliştirdi ama hepsini tekeline aldı. Savunmayı savaşa dönüştürdü, artık ürünü kendi tekeline aldı, kendi hizmetine kullandı, kendisini büyüttü ve güçlendirdi, toplum üzerinde hükümranlık ve egemenlik yarattı, baskı ve sömürüyü ortaya çıkarttı. Toplumu savaşta kulandı, üretimde kullandı, her şeyi kendi tekeline aldı. Böylece bir baskı ve sömürü çetesi olarak ortaya çıktı. O halde devlet, toplumu sömürmeden var olamaz. Ama devletsiz toplum vardı, her zaman da var olabilir. Devlet ve iktidar zorunlu bir araç değildir. Tarihsel toplum gelişiminde bir sapmadır, bir baskı ve sömürü çetesidir. Esas olan devlet değil, toplumdur. Toplumu devlet yaratmadı, devleti toplum yarattı.
Devletin günümüze kadar gelişimi biliniyor. Ancak şunları da görmek lazım: Devlet toplumun içinden çıktı örgütlü bir çete haline geldi ama ulus-devlet öncesi, devlet ile toplum iç içe özdeş değildi. Devlet ayrı kurumlar olarak vardı. Sarayda vardı, orduda vardı, imparatorluklar bu temelde örgütlüydüler; onun dışında toplum da vardı ve kendi içerisinde örgütlüydü, toplumun kuralları da sürüyordu. Toplumdan vergi alıyordu, savaş olduğunda toplumdan asker alıyordu, çünkü devlet toplum üzerinde egemen ve sömürücüydü ama öyle toplumun her şeyine hükmedici değildi. Bu durum ulus-devlet ile değişmiştir. Ulus-devlet, devleti toplum haline getirdi, toplumun gözeneklerine kadar girdi. Devlet, toplumun her şeyini alacak kadar büyüdü, eskiden devlet bu kadar büyük değildi. Dolayısıyla devletin kullanımı da bu kadar çok değildi. Şimdi devlet toplumun gözeneklerine kadar giren, her yere sızan, her şeyi sömüren hale geldi. Toplum ne yaparsa yapsın, doğa ne yaparsa yapsın, büyüyen devleti besleyemiyor.
Ulus-devlet bir özel savaş sistemidir
Demek ki ulus-devletle ulaşılan düzey çok daha farklıdır, bir özel savaş sistemidir. Sürekli bir savaş halidir. Bir faşist yönetim biçimidir. Liberalizmi uyguluyor görülüyor. ‘Hitler yenildi faşizm bitti!’ biçiminde bir şey yok. Hitler bir uç noktaydı, Hitler yenildi ama faşizm yok olmadı. Aslında ulus-devlet sistemin en çok kullandığı, faşist devlet biçimidir. Sürekli bir özel savaş halidir, toplumun her yerine hükmetmiş bir durumdur. ‘Toplumu yönetime katıyoruz’ biçimindeki liberal görüntüsü bir aldatmacadır. ‘Toplumu savunuyoruz’ diye yaptığı da bir özel savaştır, bu kadar gasp oradan ortaya çıktı. Günümüzde bu durumu en iyi bir biçimde Türkiye’de, Kürdistan’da gözlüyoruz. Güya insanları yönetime katıyor, peki kim seçiliyor? Kim varlıklıysa, kim sömürmüş ve ürün gasp etmişse o seçiliyor. Seçimlerde adil, demokratik, eşit şartlarda bir yarış yoktur.
Avrupa’ya, Amerika’ya bakılabilir, demokrasi seçime indirgeniyor, güya devlet organları seçimle geliyor. Tüm bunların hepsi bir görüntüdür. Hanedanlıklar, krallıklar yıkıldı cumhuriyet oldu ama seçimde eşitlik ve adalet yoktur. Sermayenin ve iktidarın tekelciliği var, onu seçiyorlar, onun dışında olmuyor.
Kürdistan’dan HDP’nin milletvekilleri seçildi ama o milletvekillerine dayatılanları görmek gerekiyor. Evet seçildiler, çünkü devrim var, toplumsal mücadele var, o seçtirdi yoksa devletin seçim sistemi onları seçmedi. Özgürlük Mücadelesi onları ortaya çıkardı. Şimdi somut olarak görülüyor ki gittikleri yerde devlete teslim olmaları dayatılıyor, devlet olacaksınız, topluma karşı çıkacaksınız deniliyor. Tayyip Erdoğan ‘topluma karşı çıkmayacaksanız o zaman burada kalamazsınız Hewler’e gideceksiniz’ diyor. Demek ki Hewler’de olmazsa bu dünyadan yok olmayı dayatacaklar. Öyle bir dayatma sistemidir. Devletin, ulus-devletle ulaştığı düzey böyle bir özel savaş düzeyidir. Aslında bir soykırım düzenidir, dili tekleştirme, kültürü tekleştirme, her şeye hükmetmedir, toplum kırım düzeyidir, soykırım düzeyidir. Sadece egemenlik ve sömürü yok, onu aşan bir toplum kırım var. İnsan zihniyetinin, duygularının, medya ve sanat üzerinden yapılandırılmasıyla, onlara hükmedilmesiyle sağlanıyor. Böylece toplum kırım; sadece maddi imkanlar, baskı, sömürü, açlıkla olmuyor. Aslında ruh, duygu, düşüce dünyasında da geliştiriliyor. Maddi alanda, metafizik alanda da gerçekleşiyor. Tümüyle devletleşen, devleti esas alan, devlet dışında düşünemeyen, devleti kutsayan yeni bir kölelik durumu ortaya çıkmış bulunuyor.
Devlet ve iktidar sorunu günümüzde bu kadar büyümüş bir sorundur. Bir dönem güya sorunları çözme iddiasıyla ortaya çıktı, artık ürünün gelişimini, üretimini, bölüşümünü daha iyi örgütleyecekti ama zor ve hileyle onu kendi sistemi içerisinde bölüştürdü, toplumdan vergi olarak aldı, sömürü olarak aldı, kendi sistemini kurdu ve sorun kaynağı haline geldi. Böylelikle sorunları çözen değil, sorunu arttıran ve büyüten bir noktaya geldi. Ulus-devlet ise bunu toplum kırım düzeyine çıkardı ve en temel sorun haline geldi.
Önder Apo “bu devlet sistemini artık doğa da toplum da kaldırmaz” dedi. O noktaya gelmiştir. Onun için durmadan doğa tüketiliyor, topluma kölelik vaaz ediliyor. Medya üzerinden, baskı ve sömürüyle örgütlülükler dağıtılarak topluma dair her şey bitirilmek isteniyor, ama bunun sonu yoktur. Toplumu bu biçimde ve bu kadar tüketen devlet kendi tükenişini ve yok oluşunu bu durumda kendisi geliştiriyor. Devletin günümüzde geldiği noktayı da görmek lazım.
Devletin başlangıcıyla, özü aynıdır ama hacmi ve yöntemleri çok değişmiştir, küresel hale gelerek topluma hükmediyor. Ulus-devletle sorun çok daha büyüdü ve genelleşti ve aslında yirmi dört saat toplumu bitirmekle, yok etmekle uğraşan bir düzeye gelmiş bulunuyor. Bu kadar tehlikeli bir durumdur. Başka türlü devletin anlaşılacak bir yanı yoktur.
TC Devleti ‘Birleşmiş Milletler’ diye tanımlanan sistemin Anadolu’daki koludur
Ulus-devlet kendi devamlılığı için topluma empoze etmeye çalıştığı yanıltıcı bilgiler çoktur. Bunları ortaya çıkartmak gerekiyor. Devleti vatan ile özdeşleştiriyorlar, devleti ulusla özdeşleştiriyorlar, dille ve kimlikle, tarihle özdeşleştiriyorlar. Bir toplum ismiyle değil, devlet ismiyle tanımlanıyor. ‘Birleşmiş Milletler’ deniliyor, hayır bunlar devletlerdir. Bunu yürüttüğümüz savaşta çok iyi görüyoruz. Ortada bir TC Devleti yoktur, Birleşmiş Miletler tarafından organize edilen devletler sisteminin Anadolu’daki, Türkiye’deki kolu ya da şubesidir. Onu da o düzeyde ayakta tutuyorlar.
Bu, bir mücadeledir.Toplumsal örgütlülük, bilinçlenme ve örgütlenme gelişirse elbette ki iktidar ve devlet düzenleri yıkılabilir. Onun için Kürdistan’daki gelişmelere izin vermek istemiyorlar. KDP ile PKK arasındaki ayrım buradan ileri geliyor. Çünkü KDP de beş bin yıllık sistemin Kürdistan’daki ajanı, kolu, uzantısı oluyor. Ama PKK onun alternatifini temsil ediyor. Devletçi sistem karşısında demokratik modernitenin duruşu böyledir. Bir alternatif duruştur, ayrı bir sistemdir, yeni bir dünyadır. Ama geçmişi olmayan bir dünya değildir. Geçmişte hep var olan ama bastırılmış, egemenlik altına alınmış bir dünyayı, yaşamı alternatif olarak yeniden geliştirme çizgisidir. Bunu iktidar ve devlet sistemi bir bütünlük içinde reddediyor. Nasıl bütün olduklarını Kürdistan’daki mücadelede çok somut görüyoruz. O halde Kürt sorunun çözümünü de, özgürlük ve demokrasi mücadelesini bunları görerek anlamalıyız.
İnsanlar; ahlak ve politika ile birbirlerine bağlandılar mı toplum haline geliyorlar
Önderlik bizden kişilik devrimi için zihniyet ve vicdan devrimi yapmamızı istedi. Demek ki toplumsallaşma devrimi gerekiyor. Her türlü bireyciliğe karşı toplumsallaşma. Ortak akıl ve kolektif vicdan olarak ahlak ve politika bir toplum sorunu olamaz. Bunların varlığı toplumsal sorun değildir. Yanlış tanımlamamak lazım. Ancak politika ve ahlakın zayıflığı, işlemezliği toplumsal sorun olarak tanımlanabilir. İnsanlar ahlak ve politika unsurlarıyla birbirlerine bağlandılar mı toplum haline geliyorlar, toplumu oluşturuyorlar. Ahlak ve politika olmazsa toplum da biter, ama zayıflarsa ve toplum köle olarak varlığını sürdürürse o zaman o toplum üzerinde her türlü işlem yapılabilir.
Buradan iki şey ortaya çıkıyor: Bir, ahlak ve politika geliştirilmesi gereken unsurlardır. Toplumsal gelişme dediğimiz şey esas olarak politika ve ahlaktaki gelişmedir. Toplum varoluşu bunlar olduğuna göre, onlardaki gelişme toplumsal gelişmeyi ifade ediyor. İkincisi, iktidar ve devlet var olabilmek, egemen hale gelebilmek, kendini güçlendirebilmek, toplum üzerinde baskı ve sömürüyü, tahakkümü artırabilmek için sürekli topluma saldırıyor, topluma saldırının özü de ahlak ve politikaya saldırıdır. Toplumun ahlak ve politik olarak varlığına, kurumlaşmalarına, işleyişine dönük saldırı oluyor. Önderlik “devleti çıplak zor araçlarıyla tanımlamak yetersizdir” diyor. Demek ki iktidar ve devlet sadece çıplak zor araçlarıyla saldırı yapmıyor, toplumun ahlak ve politikasına yönelttiği saldırıyla da vardır. Özel savaş denilenlerin hepsi ahlak ve politikayı ortadan kaldırmak, zayıflatmak için ulus-devletin topluma yönelttiği saldırıları ifade ediyor. Özel savaşın özü budur. Özel savaşın bütün yöntemleri, aslında toplumsal ahlak ve politikayı zayıflatmak, işlemez kılmak, kötürümleştirmek ve böylece toplumu zayıflatıp onun üzerinde ulus-devletin baskı, sömürü, hegemonyasını daha fazla geliştirmektir. Onun için ‘ulus-devlet bir özel savaş sistemidir’ diyoruz. Bu özel savaş sistemi toplumu daha çok zayıf kılarak, toplum üzerinde baskı ve sömürüyü daha çok arttırarak, derinleştirerek ancak kendisini ayakta tutabiliyor, besleyebiliyor.
Bütün inşaların başında zihniyet inşası var
Politika ve ahlaktan yoksun kılmanın esas yolu da zihniyet kırımından geçiyor. Kapitalist modernitenin toplum kırımının esası zihniyet kırımıdır. Kültürel soykırımın esası da zihniyet kırımıdır. Kültürel soykırım başka bir şey değildir. Dolayısıyla kültürel soykırıma karşı çıkmak, ona karşı mücadele edebilmek her şeyden önce zihniyet kırımını aşabilmekle, zihniyet kırımına karşı mücadele edebilmekle, kendi zihniyetini oluşturabilmekle mümkündür. Başka bir şeyle mümkün değildir. Savaşabilmek için, siyaset yapabilmek için, örgüt kurabilmek için, kısacası bütün işleri yapabilmek için önce zihniyet inşası gereklidir. Bunun için de bütün inşaların başında zihniyet inşası geliyor.
Yeni bir şey yapmaya adım atmakla, anlamak iç içedir, birliktedir, paraleldir. Önderlik, “ilk insan sopayı eline aldığında onun ne anlama geldiğinin düşüncesine sahipti” diyor. Bir düşünce gelişimi başlamıştı. Onun için insan tür olarak düşünce gücüyle zaten diğer türlerden ayrılıyor. Dolayısıyla düşünce gücü, zihniyet yapılanması olduğu kadar diğer türlerden ayrıdır. Kendisine ait herhangi bir zihniyet inşası yoksa, o aslında insan olarak yok demektir. Bu kesinlikle böyledir.
Önderlik “reel sosyalizm toplumu eğitmediği için çöktü” dedi. Evet zihniyet oluşturamadı. İnsanları sosyalist zihniyet ile yetiştiremedi. Ekonomik indirgemecilikle ‘yasalarla komünalizmi’ geliştiriyoruz’ dediler ve ekonomik üretim, paylaşım yaptırdılar ama insanlar ne yaptıklarını, niye yaptıklarını anlamadılar, sonrasında reel sosyalizm çökünce de kimse sahip çıkmadı.
Önderlik sistemin verdiği zihniyeti yıkarak, onun yanlışlığının farkına vararak, yeni bir zihniyet oluşturarak Önderliksel çıkış yaptı. Önderlik niye her şeyi eğitim ile yaptı? Çünkü yeni bir zihniyet inşasına ihtiyaç vardı. Çünkü ortada zihniyet kırımı var, o zihniyeti değiştirmeden, yeni bir zihniyet inşa etmeden hiçbir şey yapamazsın. İşe sevk edersen, o zihniyete göre pratik ortaya çıkar, yeni zihniyete göre çıkmaz.
Kemalist hareket iktidar olur olmaz en çok eğitim üzerinde durdu, her yerde okullar açtı. Devletin dışındaki bütün okulları, medreseleri, topluma dair eğitim kurumlarının hepsini en büyük gericilik olarak tanımlayıp şiddetle bastırdı. Bütçenin en fazlasını eğitime ayırdı. Gerçekten insanları çok sevdiği için mi yapıyor? Hayır! Kendisine hizmet edecek insan yapısını ortaya çıkartmak için bunu yapıyor. Böylelikle her türlü sömürüye açık, tam köleleşmiş, devlete bağlı insan yaratmak için yapıyor. Bunun da yolu zihniyet inşasından geçiyor. Bu kadar okulu onun için açıyor. Hele hele Kürdistan’da başka hiçbir şey işlemiyor ama işleyen tek şey TC’nin okullarıdır. Bir tane Kürtçe kursa bile izin vermiyor ama Kürt çocukları Türkçe eğitim görsünler diye her şeyi yapıyorlar. Önce yasaklıydı ama 1960’lardan sonra da Kürt çocuklarını üniversiteye de almaya başladılar. Çünkü zihniyet oluşturmak için bunu yapıyorlar. Okuldan önce kreşler ve anaokullar işletiliyor, devlet çocukları çok mu seviyor, kadınları çok mu seviyor? Hayır! Çocuklar daha hiçbir şey öğrenmeden kendi ölçülerine göre bir düşünce yapısına kavuşturmak için bunları yapıyor. Kadınları da çocuklardan arındırıp ucuz iş gücü görüp, çalıştırıp sömürmek için yapıyor.
Önderlik çıkışta bu durumu “düşünsel sömürgecilik” olarak değerlendirdi. Şimdi ise buna Önderlik “zihniyet kırımı” diyor. Bu anlamda zihniyet kırımı çok önemlidir. Dil çalışmaları yapılıyor. Zihniyete dayalı olmayan dil çalışmalarının hiçbir başarısı yoktur, bir anlamı yoktur. Kültürel soykırımı, zihniyet kırımını iyi anlamak lazım. Kültürel soykırımın bu düzeyde etkili olmasının nedeni de zihniyet kırımından kaynaklanıyor.
Önderlik, “bir insan soyunun en kötü hale getirilmesi, kendi geleceği için düşünce üretemez, plan yapamaz hale getirilmesidir” dedi. Kültürel soykırımın en kötü hali olarak Önderlik bunu değerlendirdi. Bu da zihniyet kırımıdır.
Şöyle de anlaşılmamalıdır: Hep kendini düşünen, bireyci, bencil, dünyadan ve insanlıktan kopmuş şekilde sadece kendini esas alan biçiminde anlaşılmamalıdır. Fakat kendisi olamayan başkasıyla özgür ve eşit ilişki kuramaz.
Şöyle de ele alınamaz: ‘Kürt toplumunun özelliklerini bırakalım, dünya zaten bir köy haline geliyor, bu kadar iç içe geçme var, entegrasyon oluyor, biz de entegre olalım!’ denilemez. Hayır, olamazsın, ancak köle olabilirsin! Kendin olamadan başkasıyla özgür ve eşit ilişki geliştirilemez. Önderlik ‘Demokratik Ulus birlikteliğinden’ söz etti, öyle olursa daha üst birliktelikler içine giremezsin. Onların içine girebilmek, Demokratik Ulus oluşturabilmek için ulusal özgürlük şarttır. Onun da temelinde özgür zihniyet, düşünce gücü var. Dolayısıyla düşünce gücü üzerinde iyi durmak gerekiyor. Ne yaptığımızı anlamak, bilmek ve inanmak gerekir. Ona tutku düzeyinde bağlanmak gerekir. Ulus-devlet bu kadar toplumsal dokuyu dağıtıyor, okullar kuruyor, toplumu parçalıyor, toplumu soykırıma açık hale getiriyor; tüm bunları da Kürt toplumunu istedikleri gibi sömürebilmek için yapıyor.
Bu temelde zihniyet inşasının önemi, düşünce gücünün önemi üzerinde durmak gerekir. Zihniyet kırımına dönük her zaman sert eleştiriler yapabilmeliyiz. Kültürel soykırımın etkilerini, düşman zihniyetinin etkilerini taşıyan yaklaşımlara, tutumlara dönük şiddetle eleştiri yapabilmeliyiz.
Özgür ulusal zihniyete dayanmayan yurtseverlik ölçüleri saptırılmış ölçülerdir. Onların yurtseverlikle bir alakası yoktur. Önderlik yurtseverlik ölçülerini yükseltti, toplumu bu kadar birleştirdi ve mücadeleye sevk etti. Bunların hepsi doğru bir zihniyet oluşturmakla, düşünce gücü geliştirmekle gerçekleşiyor. Buna da ‘duruş’ diyoruz. Duruşun esasında zihniyet olgusu yatıyor. Doğru duruş ne demektir? Doğru tutum nasıl gelişiyor? Zihniyetle oluyor. Yoksa başka bir şeyi ifade etmiyor. O bakımdan da zihniyet mücadelesi önemlidir. Zihniyet devrimini her şeyin başına koymak, kişilik devrimini bu temelde ele almak, soykırıma karşı devrimci mücadeleyi zihniyet devrimine dayandırmak, bütün partileşme, halklaşma, gerillalaşma süreçlerinin hepsini zihniyet devrimi temelinde geliştirmek esastır.
Ekonomik sorunun özü, üretimin azami kâra göre yapılmasıdır
Ekonomi sorunu, imkanların neye yatırıldığına bağlıdır. Devlette yoksulluk yoktur, savaş tekelleri astronomik düzeyde kâr ediyorlar. Herkes yoksul değildir, tam tersine bir taraf çok fazla zengin diger taraf fazlasıyla yoksul. Tayyip Erdoğan ekmek bulamıyordu, şimdi ise dünyanın en zenginleri arasına girdi. Yoksulluk halk kesimleri için var, devlet için yoksulluk yoktur. Böyle bir durum devletin yararına olmasına rağmen, devlete ‘yoksulluğu gider’ deniliyor, kendisinin yararına olan bir şeyi devlet neden gidersin ki, devlet böyle olmasını bilinçli geliştiriyor. O zaman yoksulluğu gidermeyi devletten beklememek, çözümü onda aramamak gerekir. Gidermek için doğru çözüm aranmalıdır. Her şeyi devletten bekleyerek olmaz.
‘Devlet neden kadınları korumuyor’ diye slogan atılıyor, devletin görevi kadınları korumak değil ki, öldürmektir, çünkü öyle kurulmuştur. Öyle bir zihniyet ve yaklaşımla hiçbir şey çözülemez. Evet, devletin üzerine gitmek gerekiyor, ama onun arkasından çare devlette görülecekse orada herhangi bir çözüm çıkmaz.
Ekonomik sorun da işsizlik ve yoksulluk sorunudur. Bu da imkanların, toplumun ihtiyacını karşılayacak üretime yatırılmamasından kaynaklanıyor. Kâr nerede daha çok geliyorsa oraya yatırım yapılıyor. Bu anlamda devlet için bir sorun yok. Toplum yoksul bırakılarak yönetiliyor; ekonomi sorun da böyle ortaya çıkıyor.
Üretimin neye göre yapıldığı burada esas konudur. Toplumun ihtiyacına göre yapılsa hiçbir yerde sorun kalmaz. Dünya mevcut nüfusu beslemeye fazlasıyla yeterlidir, nüfus artışı var ama nüfusu besleyemez kadar büyümüş değildir. Sorun olan, ekonomi diye yapılanın toplum yararına olmamasıdır.
Ekonomi demek, ekonomi toplumu demektir. Önderlik “ekonomi, toplumun en temel örgütlenme alanıdır” diye tanımladı. Toplumun ihtiyacına göre üretim yapılsa, öyle planlansa ve yürütülse böyle bir yoksulluk ve işsizlik ortaya çıkmaz. Birileri zengin olacak diye imkanlar bu kadar heder edilmez. Mevcut üretim sistemi tarımı bitirdi, hayvancılık bitirildi, köy toplumu bitiriliyor. Sorun buradadır.
Önderlik karınca örneğini bu temelde verdi. “Bu dünyada karınca bile karnını doyurabiliyor, insanlar o kadar akıl geliştirmişler ama karınca kadar bile karnını doyuramıyorlar” diyor. Mevcut sermaye ve iktidar sistemi, tekelcilik bu kadar toplumları denetim ve egemenlik altına almıştır. Demek ki insanlar karınca kadar özgür değiller, dolayısıyla kendi akıllarını kendi yararlarına kullanamıyorlar. Zihniyet kırımı bu düzeye ulaşmış durumdadır.
Toplum sömürüsü gibi doğanın sömürülmesi sorunu da var. İmkanların azlığından kaynaklı bir sorun yok. Ekonomik sorun tamamen azami kâr için yatırım yapılmasından kaynaklıdır. Bu da kapitalizm demektir. Tekelciyi daha fazla zengin yapıyor, sömürüyü had safhaya çıkartıyor, toplumu da açlık sınırının altında yoksul hale getiriyor. Sistem böyle oldukça ve ona karşı mücadele edip aşılmadıkça farklı bir durum ortaya çıkmaz.
Tarihin ilk ve en büyük ekonomik devrimi tarım-köy devrimidir. Neolitik bunu var etti. Ona denk ikinci büyük ekonomik devrim endüstri sanayi devrimidir. Bu bakımdan da sanayiyi iyi anlamak ve doğru değerlendirmek, önemsemek gereklidir.
Burada önemli yanıltsamalar şunlardır: Sanayi ile kapitalizmi eşit ve aynı saymak, dolayısıyla sanayi devrimini, hatta biraz da benzer bir zamanda gelişen aydınlanmayı, rönesansı birlikte ele alarak, bütün bunların yaratıcısı olarak da kapitalizmi görmek en büyük sapmadır. Evet kapitalizm de gücünü buradan aldı. Kendisini bu kadar ayrıcalıklı, egemen, etkin değerlendirmesi buradan ileri geldi. Önderlik “kapitalizm ne ekonomidir ne de toplumdur” dedi. Sanayi, endüstri; bir üretim biçimidir. Nasıl ki toprağın işlenmesiyle tarım devrimi büyük bir birikim yarattı, uygarlık gelişimine yol açtıysa, onun gibi ama çok daha büyük bir birikimi, üretim fazlalığını endüstri devrimi ortaya çıkardı.
Bu bakımdan endüstri devrimini diğerlerinden ayırmak gerekir. Burada önemli olan, bu üretim biçiminin nasıl kullanıldığıdır, sorun orada ortaya çıkıyor. Endüstri, sanayi kapitalizmin azami kâr kanununa göre mi kullanılacak, yoksa toplumun ihtiyacı için mi, toplumsal yaşamın gerekliliği için mi kullanılacak. Ekonomik sorunun özü, üretimin toplumun ihtiyacına göre değil de azami kâra göre yapılmasıdır. Bu da kapitalizmin esasıdır. Aynı durum endüstri üretimi için de geçerlidir. Endüstriyi azami kâra göre örgütleyince de doğaya ve topluma dönük büyük bir saldırıyı ortaya çıkardı. Her şeyi metalaştırdı, tüketim toplumunu geliştirdi, müthiş bir üretim fazlağını ortaya çıkardı, bir dünya pazarı oluşturdu, böylece toplumu ve doğayı müthiş işledi ve tüketti.
‘Bu kadar üretim fazlalığı olmuş kötü müdür’ denilemez. Çünkü herkesin ihtiyacına göre üretim yapılmamış ki, her şey meta olmuş ve pazara sürülmüştür, onu kullanabilmek için de alım gücü gereklidir, alım gücü olmayan ise kullanamaz, böylece yoksul-zengin ayrımı çok daha fazla artmış oluyor. Toplum ve doğa değerleri üzerinde sömürünün en ileri düzeyi gerçekleşmiş oluyor. Bir taraf çok tüketiyor, çok kazanıyor, tekelleşme en had safhaya çıkmış, üretimin tekelleşmesi böyle oluşmuştur. Sermaye tekelciliği de buradan zirve yapmıştır. Emperyalizm de aslında budur. Kapitalizmin emperyalizmi, bütün yerküreyi pazar haline getirmiştir, böylece azami kâra göre meta üretimini gerçekleştirmedir. İşin esası budur. Endüstriyalizm de budur.
Endüstri üretimini toplumun ihtiyacına yapma değil de azami kâra göre yapma, planlama ve böylece doğa ve toplum kaynaklarını endüstri üretimi gibi çok büyük sonuçlar veren bir üretime dayandırarak kârı azami düzeye çıkartmadır. Kâr nerede oluyorsa yatırım oraya oluyor. Endüstri bu temelde geliştiriliyor. Ekolojik yıkımın kaynağı da burasıdır. Ekolojik sorunlar da burada ortaya çıktı. Endüstriyalizm ile ortaya çıkan durumlardır.
Endüstri üretimini azami kâra göre planlayınca toplumdaki ucuz iş gücünü çok ileri düzeyde kullanarak geliştirdiği gibi doğada da metalaştırılacak ne varsa her şeyi işletmeyi ifade ediyor. Hiçbir doğal denge düşünmüyor, toplum-doğa ilişkisini düşünmüyor, kâr nereden geliyorsa oraya yöneliyor. Doğa toplumun varlığını karşılayamaz hale mi geliyor, doğal denge mi bozuluyor, toprak zaten çoraklaştırıldığı gibi doğada var olan her şey yerin altı ve üstü ne varsa hepsi büyük bir hızla, doymazlıkla sömürülerek doğal denge alt-üst mü ediliyor, yaşanamaz bir şey mi ortaya çıkıyor; bunlara bakılmadan her türlü sömürü azami kâr için yapılabiliyor. Hastalıklar da buradan türüyor, birçok virüs buradan ileri geliyor. Koronavirüs de bu temelde ortaya çıkartılan bir hastalıktı.
Endüstriyalizm, dünyanın canlılığını yok edebilecek tehlikeyi içinde taşıyor
Kapitalist modernitenin üç sacayağından birisidir. Endüstrinin azami kâr için değil de toplumun ihtiyacı için planlı, örgütlü olarak kullanılmasına da ‘ekolojik endüstriyel toplum’ deniliyor. Yani doğanın ve toplumun dengesi gözetiliyor. Üretim, toplumun sömürüsü için değil, toplumun ihtiyacı için yapılıyor. Toplumun ihtiyacı için olunca da doğanın insan yaşamına güç veren yanlarını tüketen değil, onları koruyan, dikkate alan, hatta geliştiren bir özellik taşıyor. Ekolojik endüstri böyle bir planlı üretimi gerçekleştirmeyi ifade ediyor. Aşırı tahribat önlensin diye bunun için bazı kurumlar oluşturdular ama bazı devletler buna katılmıyorlar, uzaklaşıyorlar. Ekolojist hareketlerin zorlamasıyla devletçi sistem bazı kontroller oluşturmaya yönelse de birçok devlet buna girmiyor, ‘üretimi sınırlandırıyor, kârını azaltıyor’ diyerek kendisini öyle bir sınırlama altına koymuyor, katılmıyor. Ekolojist hareketler de giderek reformizme kaydıkları için zayıf düştüler. Çünkü alternatifini geliştirmesi gerekiyordu. Gerçekten de ekolojik endüstri sistemini esas alması ve bunu dayatması lazımdı, böyle bir dönüşümü öngörmesi gerekiyordu.
Endüstrinin böyle kullanılması bir ideolojik-politik yaklaşımdır. Azami kâr için kullanırsın o da bir ideolojik yaklaşım ya da ekolojik temelde toplumun ihtiyacı temelinde kullanırsın, o da bir ideolojik yaklaşımdır. Sorun sanayi üretiminden kaynaklı değildir. Sanayinin kapitalist ideolojiyle birleştirilmesi bu felaketleri ortaya çıkardı. O halde sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmi daha çok denetlemek, daha çok baskı altına almak, sınırlandırmak, anti kapitalist gelişmeyi daha çok hızlandırmak gerekiyormuş, ekolojist devrimi, sosyalist devrimi çok daha ilerletmek lazımmış. Ancak dünyadaki gelişmeler tersinden oldu. Reel sosyalizm alternatifini geliştirecekken tersine onun bir uzantısı haline geldi. O da endüstriyalizmi en tehlikeli boyutlara getirdi. Dünyanın ısınması ortaya çıktı, buzullar erimeye başladı. Doğanın dengesinin bozulması artarsa ve buzulların erimesiyle dünyanın ısı düzeyi artarsa, mevcut ısı düzeyinin yarattığı canlılar yok olabilirler, kıyamet böylelikle gerçekleşmiş olur. ‘Buzullar eridi ve yaşam şöyle bir ısı düzeyinde ortaya çıktı’ deniliyorsa, bu görüşü doğru görüyorsak, o zaman bunun bozulmasının da bu dengelerin değişmesinin de felaketler getireceğini kabul etmek gerekiyor. Bu konuda boş vermişlik çok tehlikelidir. Isı düzeyinin bir derecelik bir farkı bile ağır durumlara yol açabilir, bütün dengeyi değiştirebilir, bu mümkündür. Demek ki kapitalizm bunu adım adım hazırlayan olduğu için bir felaket durumudur. Önderlik “kıyamet olarak da değerlendirilen bu değil miydi?” dedi. Kapitalist modernitenin endüstriyalizm boyutunu böyle görmek gerekiyor.
Endüstriyalizm ideolojisi çok ciddi bir sorundur. Dünyanın canlılığını yok edebilecek tehlikeyi içinde taşıyor. Binlerce yıllık oluşumla ortaya çıkan bu canlı varoluşun hepsini bir anda yok edebilir. O riski taşıyor, hiç de öyle basit görmemek gerekiyor.
Her taraf betonlaştırılıyor, doğa nefes alamaz hale gelmiş durumdadır, oksijen üretecek alanlar yok ediliyor, havanın yapısı değişiyor. Geçmişte şehirlerde kömür kullanımı çok daha büyük bir tehlikeydi, adeta boğulma noktasına getiriyordu, şimdi doğal gaz ile biraz tedbir alındı, bazı şehirler temizlendi ve biraz yaşanabilir hale getirilmeye çalışıldı. Günümüzde de doğal gaz üzerinden Ukrayna Savaşı yaşanıyor, bu da böyle bir savaşa yol açtı, o kadar insan yaşamını yitirdi. Doğal gaz kavgası da bu duruma yol açtı.
Kadının üzerinde oluşturulan kölelik
Kadın sorununu biyolojik bir durum olarak değerlendirmek değil, sosyal bir varlık olarak ele alıp değerlendirmek esastır. Çünkü biyolojik farkı cins oluşta bir sorun yoktur, evrenin varoluş gerçeği budur, varoluş ikilemlidir. Eril ve dişil iki cins halinde vardır. Önderlik “niye öyle diye sorarsak, evrenin varoluş gerçeği odur diye cevabını felsefik olarak verebiliriz” diyor. Bu bakımdan biyolojik varoluşta bir sorun ve çelişki yoktur, tam tersine farklılık, yaşamı yaratmada tamamlayıcılık oluyor. Niye önemlidir? Çünkü; sorunu biyolojik olarak ele alıp tartışanlar var. Mesela ‘dişi aklı’ , ‘eril zihniyet’ kavramları kullanılıyor. Erillik ve dişilik, erkeklik ve kadınlık olarak doğrudan ele alınıyor. Sanki öyleymiş gibi biyolojik varlıkla toplumsal varoluş aynılaştırılıyor. Bu yanlıştır, buna dikkat etmek lazım. Çünkü biyolojik varoluşu değiştiremeyiz, öyle ele alınırsa hiçbir zaman sorun çözülemez, tam tersine çözümsüz bir kavgaya dönüşür. Bir de olmayan kavgayı üretmeye dönüşür, o da aslında ideolojik-sosyal varoluş ve kavgayı perdeliyor. Bu önemli bir konudur.
Sosyal varlık olarak incelenmesi bütün tarihsel toplum gerçeğinin en doğru anlaşılmasını veriyor. Bu bakımdan sadece önemli değil, bütün bir tarihsel toplum gerçeğinin en doğru anlaşılması ve bilince çıkartılması bu temeldedir. İnşa edilmiş gerçeklik, biyolojik varoluşlar üzerinde sosyal olarak inşa edilmişlik kadınlık ve erkeklik, çelişki bu inşa edilmiş gerçekliktedir. Bir biyolojik ilişki üzerine her türlü psikolojik, ekonomik, sosyal, siyasi, askeri egemenlikler inşa edilmiş oluyor. Kadın sorunu üzerinde inşa edilmişlik böyle sıradan değil, bazı boyutlarda değil; çok boyutlu, köklü ve derinliklidir. Bu bakımdan bütün baskı, zor, militarizm, savaş, faşizm gelişmelerini sağlayan ilişkilerin kaynağı olarak değerlendiriyor. Bütün gerici, baskıcı, egemenlikçi gelişmeler kaynağını buradan alıyor. Dolayısıyla inşa edilmiş gerçeklikler olarak kadın-erkek ilişkisini ciddiye almak, temel almak ve mutlaka çözebilmek gereklidir.
Hiyerarşik ve devletçi sistemlerde kadının toplumsal yaşamdan soyutlanması ve irade güç haline gelmesinde uzaklaştırılması var. Yaşamdan itilmesi ya da atılması değil, tam tersine yaşamın içerisinde en zor işlerde çalıştırılıyor, sistem için her şey ürettiriliyor, erkeğin her türlü hizmetine koşuluyor, fakat yaşamın yaratılmasında, örgütlendirilmesinde, yürütülmesinde herhangi bir söz ve karar gücü, irade gücü ve hakkı bulunmuyor, bu durum ortadan kaldırılıyor. Böylece kadın köleliği erkek egemenliği bu biçimde ortaya çıkıyor. Hiyerarşi ve devletçi uygarlık tamamen buna göre şekillenmiştir. Bu şekillenmeye göre sadece iktidardır, baskıdır, zulümdür, hakarettir. Evet bunlar var. Bir de bunun dışında herhangi yaşam ve varoluşun olmadığı’ yönünde düşünceler üretiliyor, kadına da bu düşünceler kabul ettiriliyor, özümsetiliyor, iş o düzeye kadar götürülüyor. Kölelik; ruh, duygu, düşünce yapısına içeriliyor. O düzeyde bir egemenlik ortaya çıkıyor. Toplumsal cinsiyetçilik budur. Kadın üzerinde erkek egemenliğinin toplumsal yaşamın her alanında kadının, hiçbir iradi gücü olmadan sistemin bütün işlerine koşulması, erkek egemen zihniyet ve siyasetin ihtiyaç ve istemlerini tamamen karşılar hale gelmesiyle köleleşme ve kölelik düzeni ortaya çıkıyor. ‘Bunun ötesinde olamaz’ düşüncesi de böylelikle ortaya çıkartılıyor. Halbuki gerçekler öyle değildir. Tarihsel veriler incelendiğinde bunun hiyerarşi-iktidar ve devlet sistemiyle gelişen bir süreç olduğu, öncesinde durumun öyle olmadığını biliyoruz. Tarihsel gerçeklik bu iddia edilenin tersidir. Kadının yapamazlığı, eksikliği, iradesizliği, etkili olamaması değil; tam tersine daha fazla etkilidir, öncüdür, toplumsal yaşamın üretilmesine, geliştirilmesine birinci derecede katılım gösteren, katkı sunan, özgür yaşamın kendi etrafında örgütlendiği varlık olması gerçeği var. Dolayısıyla tarihsel gerçeklik, toplumsal cinsiyetçiliğin iddia etiğinin tam tersidir.
Kadının üzerinde oluşturulan köleliğin, bütün köleliklerin temeli olması buradan ileri geliyor. Egemenlik temelinde toplumsal inşanın bunun üzerinde geliştirilmesi gerçeği var. Bu bakımdan da tarihsel toplum gerçeğinin çözümlenmesi bu sorunu inceleyip ortaya çıkartılmasıyla oluyor. Özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik gelişmelerin olabilmesi için bu durumu sorun yaparak çözmek lazım. Her türlü baskının, eşitsizliğin, köleliğin, militarizmin, savaşın, faşizmin kaynağı olan bu ilişkiyi çözümleyerek özgürlüğü, eşitliği, iyi, güzel, doğru varoluşu böyle bir çözümleme temelinde yaratmak gerekiyor.
Aile sorunu bu hale getirilmiş kadınla geliştirilen ilişki oluyor. Aile biyolojik olarak soyun sürmesi üzerinden farklı cinslerin bir arada yaşamını devam ettirmek üzere var olmasına Önderlik ‘kutsal’ diyor, ama günümüzde hiyerarşi ve devlet sistemleri aileyi inşa edilmiş egemenlik sistemlerinin bir gözeneği haline getiriliyor. Biyolojik varlığı sürdürecek ilişkinin tamamen özgür, eşit, herhangi bir egemenlik içermemesi gerekirken tam tersine böyle bir zorunlu ilişki üzerine yüklenmiş en kapsamlı baskı, sömürü, çıkar sistemi, egemenlik sistemi var. Ailenin iktidar ve devletin gözeneği haline getirilmesi böyle oluşuyor.
Şöyle görmek lazım: Bu kadar kötülük nasıl kabul görmüş? Bu soru her zaman gündemdedir. Konuların içeriği doğru anlaşılmazsa ortada sadece ezber kalır. Öyle olmaması için anlamak gerekiyor. Peki, bu kadar baskı, sömürü, iktidar, egemenlik, kötülük varsa, niye kabul görüyor? Devlet gibi bir baskı, zulüm çetesini toplum nasıl kabul etmiş? Yönetim gibi çok ihtiyaç olan bir şeyi yapıyorum diyerek, kendi meşruiyetini oraya dayandırarak onun üzerinde her türlü egemenlik sistemini inşa etmiştir. Benzer bir durum daha katı ve kesin bir şekilde aile sisteminde var.
Bazı eleştiriler yapılınca da ‘bu kadar kötülük işin içerisinde varsa o zaman aile olmasın’ biçiminde düz bir mantıkla da yaklaşmak doğru değildir. Sorun öyle kolay değildir, öyle ele almak ve değerlendirmek herhangi bir çözüm geliştirmez, bu doğru da değildir. Sorunu anlamak o kadar düz ve kolay değildir. Çünkü öyle ortaya çıkmıyor. Varoluşu, yaşamın sürdürülmesini gerektiren bir ilişkinin üzerine oturtuluyor, meşruiyetini oradan alıyor, o meşruiyet öyle zayıf değil, onu ortadan kaldıramıyorsun, kaldıramadığın için de ‘o zaman bütün inşa edilmişliklerin çıkarını, egemenliğini de kabul edeceksin’ deniliyor. Böyle bir durum var, bunu anlayabilmek ve ayrıştırabilmek gerekir.
Aile, biyolojik soy sürdürmenin doğal ilişkisi üzerine her türlü baskı, sömürü, egemenlik sisteminin inşa edildiği bir toplumsal yapıyı, hücreyi ifade ediyor. Bu düzeye getirilmiştir. Bütün egemenlik sistemi kendisini orada temsil edebilir hale getirilmiştir. Bütün devlet düzeyi, iktidar düzeyi kendini orada temsil ediyor. Erkek egemen zihniyet ve siyaset ailedeki egemenlik biçiminde somutlaşıyor. Önderlik “iktidar ve sermaye tekeli yanında bir de erkek tekeli oluşuyor. Mevcut aile sistemi böyle bir tekel yaratıyor. Bu temelde bütün sorunların kaynağı tekelciliktir” dedi. O halde sorunun kaynağı ve esası ailede somutlaşan erkek tekelciliğidir. Diğer tekelleşmeyi tamamlayan, hatta onların gözeneği olan, onların ortaya çıkmasına temel olan ailedeki erkek tekelciliğidir. Hiyerarşiyle bu gelişiyor. İktidar ve devlet gelişmesiyle daha çok somutluk kazanıyor, derinleşiyor. Bir de iktidar ve devlet tekelciliğinin gelişmesine temel kaynak da oluşturuyor. Böyle bir aile sisteminin gelişmesi, hiyerarşi döneminde ve erkek egemen zihniyet ve siyasetin erkek tekelciliğinin oluşması daha da önceliklidir, kaynaktır. Dolayısıyla tekelciliğin, iktidar ve devlet düzeninde gerçekten çözülebilmesi, aşılabilmesi için ailede somutlaşmış erkek tekelinin kırılması zorunludur. Onu kıramayan hiçbir durum iktidar ve devlet sistemini aşamaz, gerçek anlamda onu kıramaz. Önderlik, reel sosyalizmin durumunu da bu esaslar üzerinden değerlendirdi. Birçok özgürlükçü demokratik gelişmenin başarısız kalmasının temel bir nedeni olarak da bunu gördü. Bu bakımdan aile gerçeğini ve onun çözümünü de bu biçimde doğru anlamak, aile sorununu doğru ortaya koymak gereklidir.
Nüfus sorunu da bununla birlikte gelişen bir sorundur. Bu kadar parçalanmış bir yapıda, bu denli küreselleşmiş bir sorunu çözüme kavuşturmak gerçekten kolay da değildir. Fakat ciddi bir durumdur. Dünya nüfusu neredeyse 7 Milyarı geçiyor. Sözde birçok alanda nüfus artışının sınırlandırılması, kontrol altına alınması için planlamalar yapılıyor ama ona rağmen artış bu düzeydedir. Artış olmazsa nüfus yaşlı hale geliyor, öyle bir nüfusu yaşatacak şekilde üremeyi sürdürmek nüfus artışını da hızlandırıyor. Önderlik, “yerküre mevcut nüfusu kaldırmada son işareti veriyor, kaldıramaz durumdadır” diyor. Nüfusun daha çok arttığını düşünelim, o da bir sorundur. Böyle bir tekelci uygarlık egemenliği altında sorun çok daha fazla tehlikeli bir hale geliyor. Azami kâra dayalı sistem derinleşerek sürerse mevcut nüfus da ciddi bir sorun ve tehdit haline gelebilir. Bu kadar tüketim toplumunu besleyecek bir şeyi ortaya çıkartmak zor olabilir, doğa buna güç getiremeyebilir.
Diğer yandan açlığı, yokluğu çok daha ileri düzeye çıkarabilir. Öyle bir dünyadayız ki bir tarafa her türlü varlık yaratılmış ama diğer taraf ise açlıktan ölüyor. Mevcut dünya sistemi altında çelişkinin, farklılaşmanın, kutuplaşmanın bu kadar uç noktada olduğu bir gerçeklik var. Böyle bir sistemde nüfusun daha fazla büyümesi, açlıktan ölüm sorununu, her türlü hastalık durumunu gündeme getirir. İnsanlık için ciddi tehditler olur. Diğer yandan büyüyen üst kesimi doyurmak için doğanın ve toplumun gücü yetmeyebilir, kaldırmayabilir. Yaşanan bazı durumlar doğal afetler biçiminde gösteriliyor ama öyle değildir. Sistem, yaşamı yok edici felaketleri ortaya çıkartabilir.
Bu kadar kentleşme, köyden, dolayısıyla tarımdan, hayvancılıktan, üretimden kopuşu ifade ediyor. Kent, daha çok ticarete, tüketime dayanıyor. Endüstriyalizm onu büyüten temel kaynaktır. Kentler bu kadar büyüyor ve kırsal alanı yok ediyor. Bu düzeyde büyüyen kentlerdeki insanlar nasıl beslenecek, kentlerin alt yapısı nasıl karşılanacak? Sürekli kenar mahalleler, varoşlar oluşturuluyor, en zayıf yaşamlar orada ortaya çıkıyor. Yanacak olmasına rağmen ateşe koşan kelebekler gibi insanlar kentlerin varoşlarına koşuyorlar. Bu biçimde kaldırılamaz, kaldırabilmek için de doğanın daha fazla tüketilmesi lazım. O zaman da doğa bunu kaldırmaz. O nedenle beslemesi de sorundur, orada yaşamın örgütlendirilmesi de sorundur, güvenliği de sorundur. Tamamen ciddi bir sorun kaynağı haline gelmiş durumdadır. Kentleşme sorunu böyle ortaya çıkıyor. Orada bir örgütlülük, üretime dayalılık yoktur. Çok fazla ölçüsüz ve plansız şişme ve merkezileşme var. Merkezi uygarlığın bir gereği olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu kadar şişmiş ve üretimden kopmuş, beslenmesi de mümkün olmayan bir kentleşme doğa ve toplum üzerinde ağır bir yüktür, bunun çözülmesi lazım. O halde mevcut düzeyde kentleşmeye de karşı çıkmak, onu yeniden organize etmek gereklidir.
Bürokrasi, üretmeden tüketen demektir
Sınıf ve bürokrasi açısından da benzer durumlar söylenebilir. Burada sınıfların ortaya çıkmış olması, sınıf çatışmasından söz edilmiyor. Sınıf sorunu burjuva sorunudur, burjuvazinin gelişimidir. Kast edilen sınıf, burjuva sınıftır. Burjuvazinin egemenlik durumudur, bu kadar büyümüş olmasıdır. Tarihin hiçbir döneminde bu kadar büyümüş, yayılmış bir sınıflaşma olmadı. İlk ve orta çağda da tanrı krallar, imparatorluklar, padişahlar vardı, etrafında sarayları ve hanedanları vardı, bunlar bir kesimdi ve bunları beslemek kolaydı. Dünyada on tane ya da elli tane imparator ya da hanedan vardı, toplum vergiyle bunları besliyordu, onları beslemek kolaydı. Şimdi burjuvazinin egemenliği altında yüz binlerce kral, padişah, hanedan ortaya çıkmıştır. Burjuva sınıf egemenliği böyle bir egemenliktir. On ya da yirmi hanedanı beslemek kolaydı, on bin, yirmi bin, yüz bin, milyonlarca hanedanı beslemek kolay değildir. Büyüyen egemenlik artmış, onu beslemek de külfet haline gelmiştir. Toplum, bu kadar büyümüş bir egemenlik gücünü besleyemez. Onun beslenmesi ciddi bir sorundur. Sınıfın bir toplumsal sorun olarak ortaya konması bu biçimde ortaya çıkıyor ve burjuvazi bu kadar büyür, güçlenir ve tekelleşirken toplumun diğer kesimleri de aynı düzeyde yoksullaşıyor, toplumsal ayrışma daha çok derinleşiyor.
Bürokrasi de sınıf ve şehirle bağlıdır. Ulus-devlet egemenliği de öyledir. Onun için ulus-devletin diğer devlet biçimlerinden farklı olduğunu bu temelde belirtmiştik. İmparatorluklar, saraylar etrafında ordular içerisinde vardılar, şimdi ulus-devlet ise toplumun gözeneklerine kadar inen bir örgütlenme biçimidir. Bu da bürokrasiyle sağlanıyor. Bürokrasi, tüketen demektir. Ondan besleniyor, maaş alıyorlar. Bu da toplumdan alınan vergilerle oluyor. İşçiden, emekçiden, kadından alınan vergiyle bu maaş ödeniyor, bürokrasi buradan besleniyor, onların herhangi üretimleri yoktur. Yaptıkları iş üretim değildir, yönetim işleridir. Asayişle uğraşıyorlar, yönetimle uğraşıyorlar, denetimle uğraşıyorlar ama her biri besleniyor, onu besleyecek bir güç lazım. Bu da devlet bürokrasisidir, devlet de maaş ile besliyor. Bu kadar büyümüş bir hacim var. Bürokrasi büyümüş, maaşlar artmış, bu da işçi ve emekçinin üzerinde, kadın üzerinde daha fazla baskının, sömürünün, verginin artırılması demektir. Bu da baskıyı, sömürüyü derinleştiriyor, topluma, doğaya daha fazla baskı yapmayı, onu daha çok tahrip etmeyi gündeme getiriyor. Bürokrasi sorunu böyle ortaya çıkıyor. Bu kadar büyümüş bürokrasiyi ve ulus-devleti toplumların, yerkürenin, doğanın, işçi ve emekçilerin beslemesi zordur, gittikçe yükleri ağırlaşmıştır.
Bürokrasiyi de ulus-devlet ortaya çıkartıyor. Burjuvazi, ulus-devletin egemen gücüdür, egemen sınıfıdır. Burjuvazi kendisini uzun süre gizledi. İşçi ve emekçilerden yanaymış gibi, halkın ve toplumun bir parçasıymış gibi gösterdi. Feodal aristokrasiye karşı mücadelede halkla ittifak halinde oldu, dolayısıyla topluma yakın durdu, yüzyıllar böyle geçti ama feodal aristokrasiyi yıkıp devlet ve iktidar sistemini ele geçirince artık her türlü burjuvalaşma, tekleşme ulusal düzeyde gelişti, sonra da uluslararası bir temelde ulus üstü düzeyde gelişti, şimdi devasa bir burjuva sınıfı oluştu. Öyle ki bir toplumun ya da birçok toplumun eskiden bir kralı vardı deniliyor, şimdi neredeyse her çevrenin ve kentin birkaç kralı ya da hanedanı var, hepsi de tüketiyor. Bunların hepsinin beslenmesi gerekiyor, bu kadar ağır bir külfet oluşturuyor. Burjuvazinin tekelleşmeyle toplumun üzerine çöküşü, her türlü toplumsal varoluşu ve demokrasiyi tehdit etmesi bu biçimde ortaya çıkıyor. Sorunları doğru tanımlamak açısından bu temelde somutlaştırmak daha yararlı olabilir.
Demokratik modernite toplum mühendisliği değildir
Önderlik “toplumlar yaratılmaz yaşanır” diyor. Böylelikle sosyal bilimleri toplum mühendisliği olarak tanımladı. Özel olarak da ‘demokratik modernite toplum mühendisliği değildir’ dedi. Bir toplum yaratma iddiasında değil, amacında değil, hedefinde değildir. O zaman nedir? Toplumda politika ve ahlakı işler kılmaktır, onun önündeki engelleri aşmak, böylece ahlaki ve politik toplumun gelişimine hizmet etmek, katkı sunmaktır. Önderlik devrimciliği bu temelde tanımladı ve ‘devrim budur’ dedi. Devrimi yüz yıllardır bütün özgürlükçü akımların da kabul ettiği gibi ‘bir devlet yıkıp yenisini kurarak devrim yaptık’ biçiminde değildir. En son reel sosyalizmde öyle yaptı. Devrim bir niteliksel değişimse o bir nitel değişim değildir. Devlet tek niteliktir o da Sümer’den başladı ABD’ye ve Sovyetler Birliğine kadar da nar topu kar topu gibi büyüyerek geldi, niteliği aynıdır. Ad değişiyor, yer değişiyor, hacim değişiyor o kadardır ama devlet, devlet olarak kalıyor, iktidar, iktidar olarak kalıyor. O halde devlet değiştirmek, devlet kurmak, eskisini yıkmak, yenisini kurmak bir devrim değildir. Devrim, nitelik değişikliğidir. Nitelik değişikliği de toplumun politik ahlaki yapısındaki gelişmelerdir. Yaşam tarzında, aslında ideolojik değişimdir.
Önderlik “ahlaki ve politik olmayan, hakikati bulamaz” diyor. Bu konuda Önderliğin çok önemli tanımlamaları var. Kapitalizm toplumu tek renkli kılıyor, ahlaki politik toplum bütün renkleriyle, çoğulculuğuyla kabul ediyor. Bu konularda kafa yormamak, tartışmamak, araştırmamak ve sonuca gitmemek bizim en büyük hatamız oluyor.
Örneğin Önderlik “klan toplumu, ahlaki politik toplumdur” dedi. Klan toplumunun özellikleri tanımlanıyor. Nasıl yaşanıyor, klan küçük hacimli bir toplum, toplayıcılık, avcılık yapıyor, yeni üretimler yapmaya geçiyor, o toplumculuk ne durumda, bireyin katılımı ne durumdadır. Birlikte topluyorlar, birlikte avlıyorlar, paylaşıyor tüketiyorlar, birlikte savunuyorlar, birey büyük bir sorumlulukla tüm gücünü oradaki yaşamın üretilmesine katılıyor, ihtiyacı kadar kullanıyor. Bunlar çok nettir. Bir sahiplenme var. Sahiplik, klan sahipliğidir, mülkiyet, klan mülkiyetidir, klanın üyesi olduğu için bireyin de mülkiyeti var. Ama Sovyetler Birliği komünizm adına her şeye genel sekreterin hükmettiği bir devlet mülkiyeti ortaya çıkardı. Sultanlığın en ileri düzeyi ortaya çıktı. Osmanlı mülkü padişahındı. Şimdi kraliçe bütün Hindistan’ın sahibi sayılıyor. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri de bütün şeylerde söz sahibiydi, o düzeye geldi, belirtiğimiz örneklerden hiçbir farkı kalmadı. ‘Tekelci devlet kapitalizmi oluştu’ derken bunu kastetmek istiyoruz. Orada bir komünal mülkiyetten söz edemiyoruz. O zaman politik ahlaki toplumun ilkeleri nelerdir, bunu klana da bakarak anlayabiliriz, oradan bazı sonuçlar ortaya çıkartabiliriz.
Düşünelim klan yaşamında herkes kendi başına hareket etse ortaya ne çıkardı, gücünü vermezse ortaya ne çıkar, o halde yaşam ve çalışma ilkeleri nelerdir? Klan toplum olarak hareketli, yarı yerleşik, toplumun bütün üyelerinin yaşama katılımı, iş bölümü, kadın-erkek katılımının özgür ve eşit düzeyi, farklılığı gözetme temelindeki eşitlik düzeyi, hepsi orada var. Neolitik o temelde gelişti. Neolitik de bir ahlaki politik toplum örneğidir.
Demek ki toplumsal olursa müthiş icatlar yapıyor, hamleler yapıyor, gelişme yaratıyor. Toplumsal olmazsa yaratamıyor. Sovyetler Birliğinin devletçi mülkiyeti yaratmadı, çünkü herkesi memur yaptı, çalışma hakkını ortadan kaldırdı. Devlet memurluğunun ortaya çıkardığı sonuç budur. Bir de klanın, klan üyesinin klana katılma ahlakını görelim, birbirinden farklıdır.
İnsanları ahlak ve politika toplum haline getiriyor. Biz de bir toplumuz bizi de demek ki ahlak ve politika bir araya getiriyor. Çok net bir biçimde ortak amaçlarımız var, bu amaçları başarmak için edindiğimiz ilkeler var, buna göre bir kolektif çalışma tarzımız var, herkes çalışmaya katılıyor, komünal yaşıyor ve tüketiyoruz, yaşamımızın kuralları var, ilkeleri var, bunlar programda belirlenmiş, tüzükte belirlenmiş, teorik tartışmalarla da belirlenmiş, parti ahlakı olarak belirlenmiş kurallar ve ilkeler oluyorlar. Bunlar bizi burada tutuyor, bunlarla çelişkili olan birlikte yaşayamıyor. Bunları anlayamayan, tam özümseyemeyen doğru ve yeterli katılamıyor, eksiklikler gösteriyor.
Önderlik ‘politik ve ahlaki toplum’ deyince ‘demokratik toplum’ da diyor. “Demokratik komün de demek için düşündüm ama komün zaten toplumun içindedir, toplum daha genel olduğu için demokratik toplum olarak tanımlıyorum” dedi. O halde buradan bir ipucu alabiliriz. İşin içerisinde demek ki komün var. Politik ve ahlaki toplumun, demokratik toplum, demokratik komün diyebiliriz. Evet demokratik konfederalizm, siyasi sistemidir. Endüstriyel toplum, ekonomik yapılanmasıdır. O zaman ahlaki ve politik toplum demokratik modernitenin ideolojik ve sosyal yapısını ifade ediyor.
Önderlik “Demokratik modernitede ideolojik hakimiyet ve hegemonya olmaz” diyor. Ama şu anlama gelmiyor: Burada hiç ilke, kural, ölçü yoktur anlamına gelmiyor. Öyle değildir. İdeolojik hegemonya yoksa o zaman ahlak ve politika var. İdeolojinin yerini, felsefenin yerini ahlaki ilke ve ölçüler, politik ilke ve ölçüler tutuyor. Bunlarsız da toplum olmaz. O halde ahlak ideolojiye daha yakındır, daha çok ilke ve ölçü içeriyor. Toplumun iyi, güzel, doğru ölçüleri nelerdir? Bunlar kuşkusuz toplumsal gelişmeyle değişen ölçülerdir ama topluma ait olan ölçüler nelerdir? Toplumu toplum yapan, bir arada tutan, özgür, eşit, iyi, güzel, demokratik yaşatan ölçüler nelerdir? Bunlar da ahlaki ve politik ölçülerdir. Tüm bunları da kapitalizmle karşılaştırmalıyız. Kapitalizm bireycidir, o halde ahlaki ve politik toplum komünal olmak durumundadır. Bireyci olursa o da kapitalist olur. Kapitalizm kâr güdüyor, o halde ahlaki ve politik toplumda kar ölçüsü olmamalıdır. Kapitalizm birikimdir, o halde ahlaki ilkeler birikimi hedeflememelidir.
Kapitalizmde her şey kâr ve kazanç içindir, o halde ahlaki ve politik toplum hizmeti ve paylaşımı öngörmelidir. Kolektif çalışma, komünal yaşam bunun esasıdır. Özgür birey demokratik bireyin esasıdır. Biz ahlaki ve politik ilkeler olarak özgür birey, demokratik komün ilkelerini değerlendirmeliyiz. Topluluk mülkiyeti, topluluklara dayalı sistem. Orada sahip olma da var. Modernitelerin uzun süre mücadele etmesi, kapitalist modernite ölçülerini de belli düzeyde kontrol altında tutma ve iç içe yaşamasından öte kendi mülkiyet esasını da görmeliyiz. Komünal mülkiyet, devlet mülkiyeti değildir, komünün mülkiyetidir, komün bunun sahibidir.
Burada önemli olan Ahlak nedir? Doğru bildiğin ilkeler nelerdir? Neyi doğru görüyorsun? Nasıl yaşamayı, nasıl çalışmayı daha doğru görüyorsun? Doğruların neler, yanlışların nelerdir? Politika nedir? Politikadan ne anlıyorsun, politikanın ilkeleri nelerdir? Nasıl olmasını istiyoruz? Ahlakın, politikanın doğruları nelerdir, ölçüleri nelerdir? Topluma öncülük edecek, ahlaki politik toplumun gelişimine katkı sunacak öncülük, bunları bilmek ve bu temelde çaba harcıyarak yapabilir. Yoksa diğer türlü yapılamaz.