Darbe, vuruş anlamına gelmektedir. Fakat konu itibarıyla burada darbe denildiğinde kast edilen, herhangi bir vuruş değildir. Askeri siyasi boyutu olan darbelerdir. Ordu ya da askeri zor aygıtına dayalı olarak iktidarın yasadışı yöntemlerle ele geçirilmesi demektir. En genel anlamda darbeler için yapılan tanım bu olmaktadır. Fakat kimi zaman farkında olmadan ama daha çok da bilinçli olarak devrimlerle, ihtilallerle askeri darbelerin aynılaştırmaya çalışıldığına da tanık olunmaktadır. Bu çerçevede askeri darbeler için “ihtilal” tanımlamasında bulunanlar olmaktadır. Örneğin Türkiye’de çoğu kez 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri için “ihtilal” tanımlamasında bulunulduğuna tanık olunmaktadır.
Darbelere “ihtilal” denilmesinin basit bir dil sürçmesi olmadığının da bilinmesi gerekir. Darbelere “ihtilal” denirken ya abartarak olduğundan farklı gösterilmek ya da devrimlerle aynılaştırarak bilinç bulanıklığı yaratılmaya çalışılmaktadır. Yaratılan bu bilinç bulanıklığına bağlı olarak da toplumun askeri darbelere olan tepkisini, anti-patisini devrimlere, ihtilallere karşı yöneltmek istenilmektedir. Oysa devrimler, ihtilaller farklıdır. Darbeler biçiminde yaşanmazlar. Devrimler veya ihtilaller toplumsal değişimi, inşayı hedeflemektedirler. Toplumsal değişim hedeflenirken de egemen güçlerin iktidar aygıtıyla, zor güçleriyle karşı karşıya gelindiğinde, zora da başvurulmaktadır. Ama bu zor, tamamen silahlanmış halk hareketini anlatmaktadır.
Devrim ve darbe arasındaki fark görülerek, ona göre bir yaklaşım içerisinde olunmalıdır. Bu konuda reel sosyalizm pratiğinin içerisine düştüğü yanılgılara düşülmemelidir. Kimi zaman farklı ülkelerde yaşanan askeri darbelere “devrimsel” anlamlar yüklenebilmiştir. Bu çerçevede kimi askeri darbeler için “ilerici” tanımında bulunulabilmiştir. Bazı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde bunun örnekleri görülmüştür. Tabi reel sosyalizm pratiğinde yaşanan bu yanılgılı yaklaşımın bir nedeni politik yönler olurken, diğer bir nedenini de toplum, devlet, kapitalizm gibi temel konular üzerine olan yaklaşımlar, yorumlar ve değerlendirmeler oluşturmuştur.
Temel yanılgılardan biri de egemen güçlerin kendi arasında yaşanan iktidar savaşıyla ya da iktidar güçlerinin işleri yolunda gitmediğinde önünde engel haline gelen siyasal hükümetleri, kurumsallaşmaları tasfiye edebilirliğinin yeterince doğru tahlil edilememesidir. Bu yönüyle de yapılan darbeleri, müdahaleleri sanki köklü bir değişimmiş gibi ele alarak yaklaşım belirlenebilmiştir. Ancak sonuçta böyle olmadığı pratikleriyle görülmüştür. Halka rağmen yapılanların bir devrim olmadığı açığa çıkmıştır. Kimi zaman halkın yararınaymış gibi görünse de sonradan halk karşıtı olduğu görülmüştür.
Türkiye’de de 27 Mayıs 1960 darbesi için böyle bir yaklaşım içerisinde olan ve böyle değerlendirenler vardı. Bunu da hazırlanan anayasada var olan örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ilişkin kimi maddelerin olmasını ileri sürmekteydiler. Fakat bunu yaparken Anayasa’ya ilk dört maddesinin nasıl düzenlediğine ve “Milli Birlik Komitesi’nin” yer aldığına bakma gereğini bile duymamışlardı. Adeta ‘ağaçlardan ormanı göremeyen’ bir yaklaşım sergilemişlerdi. Sadece bu da değil 27 Mayıs darbesinin, o günkü koşullarda herhangi bir Kürt kıpırdanması olmadığı halde Kürdistan halkına karşı alınan kararların ve uygulamaya konan politikaların ne anlama geldiği üzerinde durulmamış veya fark edilmemiş ya da görülmezden gelinmişti.
Burada darbe tanımına ilişkin olarak özetle bunları ifade etmekle birlikte, tarihselliğine dair de birkaç nokta üzerinde durmak gerekir. Çoğunlukla darbeler için birer kapitalizm hastalığı ve daha çok da bağımlı ve egemenlik altında olan ülkelerde yaşanırmış gibi bir algı söz konusu. İlk bakışta böyleymiş gibi görünebilir. Aslında böyle görünmesinin ve her şeyin kapitalizmle açıklanmasının doğrudan bir bağı var. Oysa kapitalizm sınıflı-devletçi uygarlık sisteminin son beş yüz yıllık dönemini anlatır. Halbuki darbeler ondan önce de vardı. Roma imparatorluğu döneminde Sezar’ın öldürülerek, iktidarın el değiştirmesi böyle bir özellik taşır. İktidar kliği arasındaki yaşanan çelişki ve çatışma sonucunda Sezar öldürülmüştü. Kapitalist modernite sisteminin kendini kurumsallaştırmaya çalıştığı tarihsellik içerisindeyse ilk askeri darbe Fransa’da yaşanmıştı. Napolyon yapılan askeri darbeyle iktidar olmuştu. Üstelik Napolyon darbeyi gerçekleştirirken sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmadan yararlanarak bir orta sınıf eğilimi olarak ordu bürokrasisine dayanarak darbeyi gerçekeleştirmişti. Ulus-devlet ve sonrası süreçlerde askeri darbelerin (bazı istisnai örnekeler dışında örneğin Portekiz’de 1974’de yaşandığı gibi) daha çok iktidar klikleri arasında yaşanan çelişkilere dayanmaktadır. Yani ya egemen güçler kendi kontrolleri altında olan siyasal yöneticilerle yaşadıkları sorunları aşmanın ya da kendilerine verilen rolleri; örneğin devrimci, demokratik muhalefeti ve gelişmeleri bastırmayı yerine getiremeyen yöneticilere karşı elde ettiklerini kaybetmek istememeleri sonucu bu yol ve yöntemi kullanmışlardır. Bu tür darbelere ABD’nin yeni sömürgesi olan Güney Vietnam’da ABD işbirlikçisi olan iktidar kliklerinin birbirlerine karşı yaptıkları darbelerle, Türkiye, Yunanistan, Arjantin, Pakistan gibi, dünyanın birçok coğrafyasında yaşanan darbeler örnek olarak gösterilebilir.
Fakat bununla birlikte kapitalist modernite sisteminin yörüngesinden çıkmak isteyen partilerin, onların liderlerinin yönetimlerine karşı da askeri darbeler söz konusu olabilmektedir. Bu darbeler ise bizzat emperyalizmin jandarmalığını üstlenmiş olan ABD’nin planlaması, yönlendirmesi ve bizzat rol almasıyla gerçekleşmiştir. Şili’de Devlet Başkanı Sosyalist Salvador Alende yönetimine yapılan askeri faşist darbe, yine aynı şekilde Venezüella’da Hugo Cavez yönetimine yapılan darbe -her ne kadar aradan bir süre geçtikten sonra H. Cavez daha güçlenerek iktidara gelmiş olsa da- böyle bir özellik taşımaktadır.
Bununla birlikte kapitalist modernite evi olarak kabul edilen Batı Avrupa’da, İspanya’da (1981 Albay Tejero Cortez’in başını çektiği) olduğu gibi askeri darbe girişimleri de yaşanabilmiştir. Portekiz’de de ordu içerisinde daha çok da sömürgelerde süren özel-kirli savaşta yer alan alt düzeyde rütbeli askerlerin komutasında başlayan ve halk tarafından desteklenen bir darbe yaşanmıştır. Ancak kapitalist modernite sisteminin dışına çıkma gibi bir amaçları olmamıştır. Kırk bir yıl iktidar koltuğuna kalan faşist Salazar yönetiminin devamı olan Américo Tomâs ile Marselo Caetano iktidarının devrilmesine yol açarak, Portekiz için yeni bir sürecin başlamasına vesile olmuştur.
Bununla birlikte yine ordu hiyerarşisi tarafından kararlaştırılmadan, planlanmadan, fakat ordu üst kesimlerinin/komuta yapısının dahil edildiği ya da işbirliği içerisinde olduğu darbeler de söz konusu olabilmektedir. 20. yüz yılın ikinci yarısıyla birlikte “üçüncü dünya ülkeleri” olarak adlandırılan ülkelerde görüldüğü gibi, ordu hiyerarşisinin, iktidar üzerindeki etkisini ve kontrolleri altında olan ordunun gücünü kullanarak; çıkarlarına uygun olan birini çoğu kez de uluslararası güçlerle, CIA vb ile ilişki içerisinde darbe yaparak, asker birini iktidar koltuğuna oturttuğuna da tanık olunabilmektedir.
Osmanlı döneminde yaşanan darbeler
Darbe ve darbelerle ilgili olarak bu belirtilenlerin ardından Türkiye’de yaşanan darbelere ilişkin olarak da şunlar belirtilebilir:
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı siyasal yapısal sorunlarının öne çıktığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu yıllar içerisinde devletin o zamanki işleyişine yeni faktörler dahil edilerek, sultanlık/padişahlık ya da en genel anlamıyla monarşik yapılanma varlığını korumaya devam etmiştir. Fakat taht oyunları devam etmiş, Abdülaziz darbe ile tahttan indirilmiştir. Ardı sıra Abdülaziz’in yerine tahta geçen 5. Murad’da “akli sorunları olduğu” gerekçesiyle aynı şekilde tahttan indirilerek yerine padişah adayları arasında görülmeyen, İngiltere ile daha yakın ilişki içinde olan 2. Abdülhamid, kendilerini “Genç Osmanlılar” olarak adlandıran Avrupa’da eğitim görmüş olan bir çevre tarafından tahta oturtulmuştur. 33 yıl padişah koltuğunda oturan 2. Abdülhamid’in kendisi de bir darbe sonucunda tahttan indirilerek, sürgünde ölmüştür.
1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar da Osmanlı’da padişahlık varlığını korumuştur. Öyle ki, Mustafa Kemal’in kendisi bile Ankara’da, İstanbul Hükümeti dışında ayrı bir meclise dayalı bir idari sistemin varlığına rağmen “Hilafeti” reddetmemiş ve ona karşı herhangi bir tutum içerisine girmemiştir. Bu şekilde darbeler Osmanlı’nın son yüzyılının ikinci yarısına damgasını vurmuş olsa da öncesinde de yaşanmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın padişah üzerinde etkisi ve padişahların tahta çıkarılmasında rolü bilinmektedir. Yine bilindiği üzere yaptıkları ayaklanmayla 2. Osman’ı (Genç Osman) tahttan indirmiş ve Kapıkule’de boğdurmuşlar ve yerine amcası 1. Mustafa’yı tahta oturtmuşlardır. Osmanlı tarihinde darbe olarak nitelendirilecek böylesine süreçler çokça yaşanmıştır. Osmanlı’nın son elli yılında, monarşiye karşı toplum içerisinde daha çok da kendini “Genç Osmanlılar” ya da diğer adlarıyla “Jön Türkler” olarak da adlandıran çevre arasında da 2. Abdülhamid’in tahta çıkarılmasında görüldüğü gibi darbeci eğilimler oldukça güçlüdür.
“Jön Türkler” 19. yüz yılın ikinci yarısından sonra Osmanlı içerisinde etkili olmaya başlamışlar ve giderek içlerinden bazı gruplar kendilerini örgütlü bir güce dönüştürmüşlerdir. Tıbbiyeli öğrenciler arasında gelişen bu eğilim içerisinde Osmanlıcılığı ana tema olarak ele alan, Avrupa’da yaşanan düşünce ve siyasal eğilimlerin de ağır etkisi altında kalan bu oluşumun içerisinde Türk kökenli olmayan; Abdullah Cevdet, İbrahim Temo gibi Kürtlerin de yer aldığı İttihad-i Osmani Cemiyeti de bulunuyordu. Bunlar giderek güçlenmiş ve 2. Abdülhamid iktidarını tehdit eder hale gelmişti. Bunun bir sonucu olarak da hedef haline gelmişlerdi. Ardından da soruşturma, tutuklama, sürgün derken ilk oluşumunda yer alanlar faaliyetlerini yürütemez duruma gelmişti. Buna rağmen gelişimini devam ettirerek yeni katılımlarla kendini daha da güçlendirmişti. Ancak yapılan bu katılımlar ilk oluşumda yer alan Tıbbiye çevresinden değil de daha çok Harbiyelilerden oluşmaktaydı. Böylece İttihad-i Osmani Cemiyeti farklı eğilim, düşünce ve grupları da içerisinde barındırmaya başladı. Milliyetçi, Pan-Türkçü eğilimler de bunlar arasında yerini aldı. Enver Paşa ve Mustafa Kemal gibiler de farklı bir eğilim olarak kendini İttihat Terakki Cemiyeti adıyla anılır hale getirdiği bir süreçte katılımlarını yaptılar. İttihat Terakki Cemiyeti içerisinde iktidarı ele geçirme ve konumunu güçlendirmek için darbe yapma eğilimi böylesi bir süreçte; 1900’lerin başında belirgin bir hal aldı. Sonuçta kendisi de bir darbe sonucu iktidar olan 2. Abdülhamid’i yine bir darbeyle tahttan indirdiler.
Türkiye’de Darbeler
Osmanlı ve TC’yi birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Çünkü Osmanlı bir haneden devleti olarak şekillenmiş, Fars-Arap ve Bizans devlet geleneğinin sentezi olma gibi bir özellik taşımış, fakat kendini Farslar gibi bir ulus-devlete dönüştüremeyerek, 1. Dünya Savaşı sonrasında tarihe karışmıştır. Osmanlı bakiyesi olarak kabul edilen topraklar üzerinde kurulan TC Devleti de, Osmanlı’nın bir devamı gibi değil, Osmanlı içerisinde yapılmak istenilip de başarılamayanı, başarma temelinde ulus-devlet olarak biçimlendirilmiştir. TC’nin oluşumunda belirleyici bir pozisyonda İTC kadrolarının bulunuyor olması da bu konuda önemli bir avantaj sağlayarak, ulus-devlet oluşumunu kolaylaştıran etmenler arasında yer almıştır. Bunlar TC’nin kuruluşunda, kendisi de bir İTC (322 numaralı) üyesi olan Mustafa Kemal ve yine birer İTC üyesi olan arkadaşlarıyla İnönü, Kazım Karabekir, Ali Fethi Okyar, Rauf Orbay, Celal Bayar gibi kadrolarla Türk ulus-devletinin yapılandırılacağı esaslar üzerinde yol-yöntem- söylem düzeyinde aralarında bazı farklılıklar olsa da buluşmuşlardır.
Daha TC’nin ilanı yapılmadan atılan her adım İTC’nin izinden yürünerek ulus-devlet hedefli olmuştur. Bir nevi İTC ile başarılmayanı, başarmaya çalışmışlardır. Anadolu Greklerine (Rumlara), Kürtlere, Çerkezlere, Asuri-Süryani-Keldani’lere yönelik saldırılara devam edilmiştir. 1925’le birlikte de bu soykırım saldırılarına tek hedef olarak belirledikleri Kürt soykırımı olarak devam edilmiştir. Bir nevi Enver Paşa’nın Sarıkamış kırımının ardından yaşadığı yenilgiye rağmen ‘Zo’ların işi tamam sıra Lo’lara’ geldi hedefine ulaşmanın gereklerini yerine getirmek istemişlerdir. Tabii sadece bununla da kalınmamıştır. Çok kanlı bir şekilde TC’nin kurucuları arasında iktidar çatışması ve tasfiyeler birbirinin ardı sıra yaşanır hale gelmiştir. Öyle ki, “silah arkadaşım” diyenler birbirlerini yargılamaya, tutuklamaya, itibarsızlaştırmaya başlamışlardır. Ankara’da kurulan meclisin üyelerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü’nin öldürülmesine varan cinayetler işlenmiştir.
Daha TC’nin kuruluş safhasında yaşanır hale gelen, ilanından sonra ise çok daha sistemli olarak devam eden; soykırım saldırıları ve iktidar çatışması TC’nin ana karakterinin ve özelliğinin ne olduğunu ortaya koymaktadır. En belirgin haliyle de toplum mühendisliğine dayalı, “milliyetçiliğe”, “dinciliğe”, “bilimciliğe”, “cinsiyetçiliğe” dayanan ideolojisine bağlı kalarak ulus-devlet olmayı ve ulus-devlet Türkünü oluşturmayı hedefleyen, özünde kendini soykırımla, sürgünlerle, baskı ve işkenceyle, komployla, darbeyle, ayakta tutabilen bir özel savaş rejimi olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de darbe gerçeğini daha Cumhuriyetin ilanı yapılmadan önceki yıllara dayandırarak günümüze kadar ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Eğer bu görülmeden 27 Mayıs’la başlayan, 12 Mart ve 12 Eylül’le devam eden, daha sonra “Post modern” olarak süren darbelerin niteliğini anlamak açısından yanılgılı olacağı gibi, eksik ve yetersiz kalacaktır.
Unutulmamalı ki, TC tarihi, halklara karşı yürütülen soykırımlarla, egemen güçlerin kendi aralarındaki iç savaşla, komplolarla, darbelerle, işlenen siyasi cinayetlerle; inkar ve kara propagandaya dayalı olarak yazılmıştır. Sivas ve Erzurum kongrelerinde, meclisin ilk kurulduğu yıllarda verilen sözlerin aksine Kürtlere verilen sözlerin yerine getirilmeyerek Koçgiri’de soykırım saldırılarına başlanılması, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulması, Çerkez Ethem’in tasfiye edilerek savaş gücü içerisinde en önde gelen rakibin devre dışı bırakılması, ilk meclis açıldığında, iç muhaliflerin komplo, cinayet ve korkuyla etkisizleştirilmesi, mücadele arkadaşlarının mahkemelere çıkarılarak yargılanması yazılan bu tarihin sayfalarına kaydedilenlerdir. Ve bunların hepsi de Türkiye’deki özel savaş rejimi ve darbeler gerçeğini anlatmaktadır.
Dersim’in soykırımdan geçirilmesine kadar da bu böyle devam etmiştir. Ancak bu TC açışından özel savaş rejimi kendini savaşlarla, darbelerle, soykırım saldırılarıyla var etme sürecini, Kürt inkarı ve imhası temelinde asıl hedefi olan ulus-devlet Türkleşmesini başardığı anlamına gelmemektedir. Aksine bagajı daha yüklü bir özel savaş aracı haline gelerek yoluna devam etmesi anlamına gelmektedir.
Dikkat edilirse TC Devleti 2. Dünya Savaşı’na resmen dahil olduğunu açıklamasa da Hitler faşizminin açık destekleyicisi haline gelmiştir. Hitler’in savaş gücünün geliştirilmesine katkı sunmuştur. Bir yandan uluslararası alanda kendisine yön tayin ederken, diğer yandan da kendi içerisinde komünizm karşıtı propagandaları, saldırılarını en üst düzeye çıkararak, tutuklamalarda bulunmuştur. Çıkardığı “varlık vergisi” kanunu ile Gayri-Müslümlerin varlıklarına el koydukları gibi, çıkardıkları resmi kararnameyle hem köle gibi çalıştırma ve hem de sürgün yollarını göstermişlerdir. Zonguldak’ta 15-65 yaş arasında olan erkeklere kömür madenlerinde çalışma zorunluluğu getirilmiştir. Bunu takip eden yıllarda 1955’de tarihe “6-7 Eylül olayları” olarak geçen- gayri Müslüm halklara yönelik başlatılan saldırılarla katliamlar yapılmış; evleri, iş yerleri yakılmış, malları talan edilmiş, yağmalanmış, kadınlara tecavüz edilmiştir. 1960’da da yapılan askeri darbeyle hükümet değişikliğine gidilmiştir.
Başından itibaren bir özel savaş rejimi olan TC Devleti ‘varlığı ve bekası’ için hep bu şekilde darbeye, komploya, savaşa dayalı mekaniğini, işleyişini çalışır halde tutmuştur.
İşleyen Darbe Mekaniği
Milli Birlik Komitesi 1960 yılında darbeyle hükümeti alaşağı ederek idareye el koymuş ve Cumhurbaşkanını, Başbakanını, Bakanlarını tutuklamıştır. Anayasa başta olmak üzere birçok yasal değişikliğe gitmiş, yaşı nedeniyle Cumhurbaşkanını ömür boyu hapis cezasına çarptırmış, Başbakan ve iki bakanını ise idam etmiştir. Hazırlanan anayasa ile de yapılan darbeye meşruiyet kazandırılmıştır. Türkiye’de bazı farklı siyasal çevreler yaptıkları değerlendirmelerde 27 Mayıs için ‘ihtilal’ belirlemesinde bulunmuştur. Ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin ve hangi yönü öne çıkarılmış olursa olsun son tahlilde darbe olduğu konusu öne çıkmaktadır. Bu çerçevede de TC’nin gerek iç gerekse de dış sorunlar karşısında savaşı, darbeyi, komployu her zaman temel bir çözüm yolu olarak uygulamaya koyduğudur. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın 27 Mayıs da son tahlilde böyle bir anlam ifade etmektedir.
Böylece 27 Mayıs Darbesi’yle iktidar üzerinde inisiyatifi zayıflayan ordu ve sivil bürokrasinin yeniden sıkı bir kontrolü sağlanmıştır. Darbe sonrası hazırlanan anayasayla da bu sağlama bağlanmıştır. “Milli Birlik Komitesi”nin varlığına olur veren, sonraki darbelerine meşruiyet kazandırmaya olanak sunan Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu tamamen bu dönemin bir ürünüdür. Sonrasında yapılan darbelerde de darbeci generaller 1960 Anayasası’nın 35 madde de zikredilen; “Silahlı kuvvetler vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan TC’ni kollamak ve korumaktır” diye kendilerine verilen yetkiye dayandırmışlardır.
27 Mayıs darbesi NATO’dan bağımsız, habersiz yapılan bir darbe de değildir. Darbeyi organize eden, yasal olmayan, gizli örgütlenmiş “Silahlı Kuvvetler Örgütü”dür. Alpaslan Türkeş de Kurmay Albay olarak yapılan bu darbenin aktif unsurlarındandır. Ki, kendisi de ordu içerisinde derin gladio olarak da bilinen “Amerika ile İlişkiler Dairesi” başkanıdır. O süreçte SSCB ile yakın ilişki kurmaya çalışılan, ekonomik ve ticari anlaşmalar imzalayan Demokrat Parti Hükümetinin izlediği politikadan rahatsız olan ABD’nin böyle bir darbe karşısında ilgisiz ve bihaber olması beklenemez. Darbe sonrasında da darbe içerisinde yer alan ve giderek baskın hale gelme olasılığı olan kesimlerin tasfiye edilerek, her yönüyle NATO’cu olanların konumlarının sağlamlaştırılması ve 1965 seçimlerinde DP’nin devamı olarak kendini örgütleyen Adalet Partisi’nin birinci parti olarak seçilip iktidar olması da buna işaret etmektedir. Böylece 27 Mayıs darbesi ile ABD ve SSCB arasındaki çelişkiyi kullanmaya çalışan DP’ye ayar verilerek devamı olan AP iktidara getirilmiş ve ABD-NATO egemenliği etkin olmuştur.
12 Mart Darbesi
12 Mart 1971 askeri faşist muhtırasını da işleyen bu darbe mekaniğinin bir parçası olarak görmek gerekmektedir. Özünde bir darbe olan 12 Mart Muhtırası’nı verenler 27 Mayıs sonrası TC ordusu içerisinde her yönüyle kontrolü ele geçiren NATO’cu generallerdir. Mevcut hükümeti ABD’nin Ortadoğu politikasını uygulamada ve Türkiye’de gelişen gençlik ve emekçilere dayalı devrimci, demokratik harekete güç getirmede pasif bulmuşlar ve devreye doğrudan kendileri girmiştir. Hedeflerinde yaşanan devrimci, demokratik hareketi bastırmak, öncülerini katlederek, örgütlülükleri dağıtmak ve topluma gözdağı vererek sindirmek yine kendilerine göre devletin ‘gevşeyen vidalarını’ sıkmak vardır.
12 Mart’la birlikte başlayan süreçte ABD-NATO bağımlısı TC Devleti politikasını bu eksene oturtmuştur. Sıkıyönetim ilan edilmiş, yasaklar konulmuş, köy meydanları, karakollar, kışlalar işkence merkezlerine dönüştürülmüş, zindanlar doldurulmuş, dağlarda, şehirlerde, sokak ortalarda devrimciler kurşunlanmış, idam sehpaları kurulmuştur. Onlarca devrimci katledilmiştir. 1961’de hazırlanarak yürürlüğe konan anayasa “bol geldi” denilerek, budanmıştır.
12 Mart 1971 askeri faşist muhtırasından sonra da darbe mekaniği işlemeye devam etmiştir. Bu kez darbenin hedefinde devrimci demokratik muhalefeti bastırmak, önderlerini katletmek, kadrolarının büyük çoğunluğunu zindanlara almak olmuştur. Yine kullandığı sivil kontra-faşist güçler eliyle toplumu sıkı kontrol altına almak, ayrıca dinci-milliyetçi-ırkçı-faşist ideoloji etrafında gençliği örgütlemek, toplumu sürüleştirmek, Kürdistan’da yürüttüğü kültürel soykırımı tamamlayarak tamamen ulus-devlet Türkü haline getirmek olarak belirlenmiştir. 1974 Kıbrıs savaşı sonrası sivil kontra-faşist güçlere her türlü imkan sunularak örgütlenmelerine olanak sunularak; sosyalist, devrimci, demokratik güçlere karşı saldırtılarak harekete geçirilmiş ve kullanılmıştır.
Maraş Katliamı’na (19-25 Aralık 1978) kadar da Türkiye’de darbe mekaniği, bu araçlar kullanılarak canlı tutulmuş ve işler kılınmıştır. Maraş Katliamı’nın ardından kullanılan bu araçlardan vaz geçilmeden devlet doğrudan devreye girmiştir.
NATO, Türk devletinin Kürtlere karşı savaşını kendi savaşı olarak görüyor
12 Eylül askeri faşist darbesini de, 12 Mart askeri faşist darbesini yapanlar da NATO’cu generallerdir. Ki, Mehmet Ali Birand 12 Eylül Darbesi’ni anlatan kitabında “CIA’nın Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze askeri müdahaleyi haber alırken, haberi ulaştıran diplomatın “(y)our boys have done it” (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi)” şeklinde Başkan Jimmy Carter’e bilgilendirmede bulunulmuş olmasına yer vermişti. Bu da 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardındaki asıl gücün ABD olduğunu göstermektedir.
Aslında bir bütünlük içerisinde bakılırsa görülecektir ki, 12 Eylül bu yönleriyle 12 Mart’ın devamı ve yapamadıklarını yaparak onu tamamlama harekatı olma gibi bir anlam ifade etmektedir. Tabii bu bir yönüyle 12 Mart’ın başarısızlığının doğrudan yapılan bir itirafıdır da. Anlaşılacağı üzere, güncelde önüne konan daha başka hedefleri de vardır. 1971’den 1980’e kadar geçen süre içerisinde Apocu hareketin ortaya çıkışı, İran devrimi, SSCB’nin Afganistan müdahalesi, Türkiye’li sosyalist, devrimci, demokratik hareketlerin kendilerini yeniden toparlaması 1980 faşist darbesi için gerekçe olmuştur. 12 Mart’tan farklı olarak 12 Eylül’ün önüne bunlarla ilgili görevler de konulmuştur. Tabii bunlar 12 Eylül askeri faşist darbesinin kendi başına başarabileceği, ulaşabileceği hedefler değildir. Çünkü onun gücünü ve kapasitesini aşmaktadır. O nedenle de doğrudan ABD’nin ve NATO’nun da içerisinde yer aldığı bir mekanizma devreye girmiştir.
12 Eylül Darbesi ile birlikte ABD ve NATO, TC Devleti’nin sürekli yanında olmuş, darbeyi desteklemiş ve PKK’ye karşı savaşı birlikte yürütmüşlerdir. Olof Palme’yi katlederek PKK’nin üzerine atıp Avrupa’da PKK’ye ve Kürtlere karşı başlatılan saldırı, Almanya’da yaşanan tutuklamalar, PKK’nin yasaklanması ve “terör örgütleri” listesine alınması, uluslararası komplo, TC’nin Rojava Devrimi’ne saldırması, Afrin-Serêkanê ve Girê Sipî’nin işgali ve yine Başûr Kürdistan’da yürütülen işgal ve imha saldırılarının NATO tarafından desteklenmesi ve Türk devletinin işlediği savaş suçlarına sessiz kalması da NATO’nun Türk devletinin Kürtlere karşı savaşını kendi savaşı olarak görmesinden kaynaklanıyor.
12 Eylül sonrasında da işleyen darbe mekaniği sadece PKK’ye ve Kürtlere karşı değil, Türkiye toplumsallığına, sosyalist, devrimci, demokratik güçlerine, hatta sistem içi güçlerin kendi aralarındaki çelişki, çatışma ve iktidar üzerine yürüttükleri mücadele de sürekli işler bir pozisyonda tutulmuştur.
1991’de çıkarılan “Terörle Mücadele Kanunu”, “Sansür-Sürgün Kararnamesi”, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Bahtiyar Aydın gibi kişiliklerin birbirinin ardı sıra öldürülmeleri, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Mehmet Ağar’dan oluşan dörtlü çete iktidarının oluşması, 28 Şubat 1987 “Post modern” darbesi, Ecevit’in 2002 yılında erken seçime zorlanması ve AKP’nin iktidar koltuğuna oturtulması, askeri ve sivil bürokrasi içerisinde yapılan tutuklama ve tasfiyeler, ‘Çöktürme Planı’, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin iptali, BDP’li-HDP’li belediyelere el konulması ve kayyumların atanması, Bakur-Başûr-Rojava Kürdistan’da ve yurt dışında Kürdistan halkına, PKK’ye karşı yürütülen işgal ve imha saldırıları, Önder Apo üzerinde her geçen gün daha da ağırlaştırılan mutlak rehinelik ve tecridin daha da ağırlaştırılması, kadın cinayetleri, fuhuşun-tecavüzün sapıklık düzeyine vardırılarak kundaktaki bebekleri bile içerisine alabilecek bir düzeye getirilmesi, yolsuzluk-açlık-işsizlik-pahalılık, sokakların devlet güdümlü çetelere bırakılması, gibi sorunların varlığı darbe mekaniğinin kendini dışa vurma halidir.
Darbeye karşı devrimci tutum ve mücadele
Darbelerin her zaman direnişle karşılaşma olasılığı vardır. O nedenledir ki, darbeciler buna karşı kendilerine göre hazırlıklı olmak istemektedirler. İlk başta direnecek öğeleri entegre etmek, stratejik noktaları, yolları, kavşakları, köprüleri ve kurumları tutma, toplumu mutlak itaate zorlayacak olan güç gösteriminde bulunmak ister. Eğer darbe karşısında direnecek olan güçler önlemlerini alarak, tedbirler geliştirmemişse, geri çekilmeyi de becerememişlerse ezilme ile karşı karşıya kalırlar.
Türkiye’de yaşanan askeri darbeler de böyle olmuştur. 12 Eylül’ün geleceği, Maraş Katliamı’nın ardından ilan edilen sıkıyönetimle birlikte belirginlik kazanmıştı. Yapılan ideolojik ve siyasal değerlendirmelerde bu çok net olarak da dile getirilmekteydi. Böyle bir değerlendirmede bulunanlar arasında PKK de yer almaktaydı; hatta bu konuda yaptığı değerlendirmeleri sosyalist, devrimci örgüt ve hareketlerle de paylaşmış, ortak önlemler alma ve direnişi örgütleme konusunda görüşlerini sunarak önerilerde de bulunmuştu. Tabii bir yanda bunu yaparken, kendi önlemlerini de alarak, olası askeri faşist bir darbe karşısında direnişi örgütleyecek hazırlıklar içerisine girmekten de geri kalmamıştı. Bu konuda 12 Mart askeri faşist darbesinden çıkarılan sonuçlar da nelerin yapılması gerektiği konusunda öğretici olmuştur. Örgütsel konumlanış ve gerilla için yapılması gereken hazırlıklar ise öncelikli olması gerekenler arasında yerini almıştı. Önder Apo’nun Rojava Kürdistan’a ve oradan da Şam’a, Lübnan’a gidişi, Filistin devrimci hareketleriyle ilişkilenmesi de böyle bir yaklaşım sonucuydu. Öyle ki, 12 Eylül gelmeden bazı adımlar da atılmıştı. Fakat buna rağmen 12 Eylül öncesinde öncü kadroların da içerisinde olduğu yaşanan yakalanmalar ve verilen kayıplar da olmuştu. Böyle de olsa, 12 Eylül geldiğinde belirli bir hazırlık yapılmıştı.
Hazırlık döneminde 12 Eylül faşizmine karşı ilk direniş zindanlarda PKK’li tutsaklar tarafından başlatıldı. Yaşanan bu direnişler içerisinde Diyarbakır Zindanı’nda bulunan PKK’li tutsaklar önemli bir rol oynadı. Öyle ki, 12 Eylül faşizmine karşı ilk ciddi darbe Diyarbakır Zindanı’nda vuruldu ve faşizm yenilgiye uğratıldı. PKK’nin ülkeye geri dönüş kararı ve 15 Ağustos 1984 Gerilla Hamlesi’ni gerçekleştirmesi ise Diyarbakır Zindanı’nda temsilini bulan PKK direniş çizgisinin dağda temsili oldu. Böylece Diyarbakır Zindanı’nda ilk yenilgiyi tadan 12 Eylül faşizmine Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla gerilla, soykırımcı TC Devleti’ne ölümcül darbeler vurdu. Vurulan bu darbeler 12 Eylül faşizmine geri adım attırdı, Kürdistan ulusal dirilişini sağladı ve Türkiye toplumunun, sosyalistlerin, devrimci, demokratik güçlerin tıkanan nefes borularını açarak örgütleme ve harekete geçme olanaklarını yarattı. 12 Eylül faşizminin, o güne kadar gündeminden düşürmediği ve adeta devrimci tutsakların başında Demokles’in kılıcı gibi salladığı idamları durdurmak zorunda bıraktı. 12 Eylül 1980’de bir anda duran toplumsal gösterilerin, direnişlerin, işçi ve kamu emekçilerinin hak arayışları ve grevlerinin yeniden canlandırdı. Kürdistan ve Türkiye halklarının tarihinde yeni bir sayfa açarak, geleceklerinin bu sayfaya yeniden yazılmaya başlamasının olanağını yarattı ve onlar için bir dönüm noktası haline geldi.
Bugün de PKK’nin yazdığı tarih devam ediyor. PKK direnişi ile birlikte Türkiye toplumu, sosyalistleri, devrimcileri, demokratları sömürgeci, soykırımcı TC Devleti karşısında bir güç haline geldi. Bu, Kürdistan ve Türkiye toplumlarının kendileri için olmaları yönünde elde ettikleri devrimsel en büyük başarı ve kazanımdır.
Sonuç olarak;
2000’li yıllara doğru giderken, dünyayı milenyum tartışmaları sarmıştı. 2000’li yıllarda hayallerini, düşlerini dile getirmeyen kalmamıştı. Neredeyse dile getirilen bu görüşlerin hepsi ortak bir noktada buluşmaktaydı. “2000’li yıllara demokrasi, barış, hoşgörü hakim olacak” deniliyordu. Belki de yoğun savaşlarla geçen, otokratik ve faşist diktatörlüklerin hakim olduğu, fakat bunlara karşı iyiden, güzelden, doğrudan yana olan bir yaşamdan umudun kesilmediği, bunun için mücadeleden vazgeçilmediği, büyük bedeller ödeme pahasına da olsa ısrarlı olunduğu bir düşüncenin oluşmasına yol açmıştı.
Ancak milenyuma aylar kala 12 Ekim 1999’da Pakistan’da Genel Kurmay Başkanı Pervez Müşerref’in komutası altındaki Pakistan Silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği askeri darbe bir anda bu düşünce ve beklentilerden sıyrılmasına neden olmuş ve var olan dünya gerçeğine yeniden dönüşü sağlamıştı.
Daha milenyumun ilk yılından itibaren de bu gerçeklik dünyayı sarsmaya devam etti. New York’da 11 Eylül 2001’de ikiz kuleler yerle bir oldu. Bunu Afganistan ve Irak işgalleri izlemiş, yılları içerisine alacak olan yeni savaş cepheleri açılmıştı. ‘Bir daha olmaz’ diye düşünülen askeri darbeler: Orta Afrika, Fiji, Moritanya, Madagaskar, Honduras, Mısır, Tayland’da yaşandı. Hatta darbelerle yönetime el koyanlar içerisinde belirledikleri seçimlerin sonuçlarını kabul etmeyerek, iktidar koltuğunda oturmaya devam etmek isteyenler bile oldu.
20. yüz yılın son yılına girerken başlayan üçüncü dünya savaşı hala devam ediyor ve coğrafik olarak doğrudan etki alanları genişliyor. Herhangi bir ülkede askeri bir darbe ya da teşebbüsü bir olasılık olarak varlığını koruyor. Sürekli bir kriz halinde olan ve bundan çıkış olasılığı olmayan kapitalist modernitenin sistem sorunları da bunu her zaman gündemde tutuyor, olanaklı kılıyor. Bu da bundan sona da darbelerin yaşanmasını ve darbe mekaniğinin sürekli işler halde tutulmasını her zaman olanaklı kılıyor. Fakat tüm bunlar; darbelerin yaşanmayacağı, darbe mekaniğinin işler olmadığı bir dünyanın mümkün olmayacağı anlamına da gelmiyor. Aksine Önder Apo’nun demokratik modernite paradigması bunun olabilirliğini ve yolunu Kürdistan’da yükselen özgürlük devrimiyle gösteriyor.