Yüzümü Cîlo’ya çevirdim. Yakınında bulunduğumuz Matê köyünün kuzeyinde yer alan Cîlo, uzaklarda, beyaza bürünmüş, boylu boyunca uzanıyordu. Cîlo’nun sivri ucunun nadir göründüğü bulutsuz bir sabah yaşanıyordu.
Gökyüzüne başkaldırırcasına heybetlidir Cîlo. Coğrafyayı kendisiyle sınırlar gibi gökyüzüyle birleşir. O ufkun çizgisinde beyaz ve mavinin iç içeliğini ayırmak imkansızdır. Bir ressamın titrek elleriyle boyanmış gibidir.
İçeriye girdim. Hazırlandım. Kahvaltı yaptık. Saat sekize geliyordu. Eğitim başlamak üzereydi. Koşturarak dershaneye girdiğimde bakışlardan, yine en sona kalan olduğumu anladım. Her zaman olduğu gibi en arkadaki sıraya oturdum. Arka sıralarda oturanın derse ilgisiz olduğu söylense de doğru olmadığını biliyordum. Arkalarda herkesten bağımsız, hiçbir hareketimi kontrol etmeye ihtiyaç duymadan, motivasyon sağlayarak dersi dinliyordum. Başarısız bir öğrenci sayılmazdım.
Dersin konusu sosyalizmdi. Eğitim başlayalı yarım saat olmuştu ki, bir ses gelmeye başladı. Kulak kabarttım. Gaipten gelen sesler mi duyuyordum, kulaklarım mı beni yanıltıyordu. Ses geliyordu. Pür dikkat dinliyorduk. Doğadaki tüm canlılar susmuş, tek o ses geliyordu.
“Bir ses mi geldi?” sorusunun ardından gözler sesin geldiği yöne doğru çevrildi. İçimizden biri şaşırmış ve birazcık da sesli düşünmüştü. Ardından farklı bir arkadaş,
“Kobralar geliyor!” diye bağırdı. Şaşkınlık ve telaşın iç içe geçtiği bir anda koşmaya başladık. Dersi anlatan arkadaş, bir yandan koşuştururken diğer yandan,
“Acele edin heval, acele edin!” diye bağırıyordu. Kobralar Cîlo’nun başına üşüşmüştü. Bulunduğumuz yerin kuzey doğusunda, Cîlo’nun eteklerindeki uygun yerlere indirme yapılıyordu. Sesleri kulaklarımı öyle tırmalıyordu ki, bu sesten nefret ediyordum. Helikopterlerin bu zemheri ayında ne işleri vardı ki burada; sesleriyle çığ mı düşüreceklerdi. İndirmenin ardından, dönüp havadan mı saldıracaklardı? Sorularım birbiri ardınca uzayıp gidiyordu. Herkes hazırdı. Karargahın telsizinden, “indirme yapılıyor, gerekenler yapılsın” talimatı verildi. Biz hazırdık. Kuzeye açılma kararıyla konumlandığımız alana geçmiştik. Düşman, planlanan açılımın önüne engel olmak için saldırıyor, pusular kuruyor, operasyonlara çıkıyordu. Helikopterlerle indirmeler yapmaları, aslında bir çılgınlıktı bu kış ayında. Ama aynı zamanda yeni bir taktik operasyonun da ilk işaretiydi. Düşman, “kuzeye yerleşemeyeceksiniz” diyordu. Biz ise ısrarla, “yerleşeceğiz” diyorduk.
Matê köyüne alışmıştık. Halkı da bize alışmıştı. Biz onlarla, onlar da bizimle bütünleşmişti. Matê’de Asuriler ve Ermeniler iç içe yaşıyordu. Köyün güneyinde adları Zera ve Zervana olan köylerin altınlarla dolu olduğu ve bu yüzden yıllardır talanlara uğradığı hep anlatılırdı. Avaşin, altın küpleriyle dolu köylerin hikayelerini yıllardır dinliyor, talanlarına tanıklık ediyordu. Avaşin, düşmanla aramızda yıkılmaz bir sur gibi uzanıyordu.
İndirmeden hemen sonra bir grup arkadaş, Zêrî boğazına takviye olarak gönderildi. Kampın savunmasını oluşturan dört çıplak tepe, kışın kullanılan en stratejik tepelerdendi. Buradaki Zêrî boğazı elimizde olduğu sürece çatışmalarda avantajlı konumda olacaktık.
Zêrî boğazının alt kesimlerinde bir tepe vardı. Oraya doğru yola çıktık, o tepede konumlanacaktık. Yolu yarıladığımızda helikopterler tümden alanı terk etmişlerdi, seslerini duyamıyorduk. Kefiyemi kulaklarıma ısıtacak şekilde sıkı sıkıya sardım. Kampımız aşağılarda kalmıştı. Matê suyunun iki yakasına sığınaklarımızı yapmıştık. Odunlardan yapıp kamufle ettiğimiz köprüyle iletişimimizi sağlıyorduk. Matê suyu kampın ortasından geçip, batıya doğru akıyor, daha aşağılarda Perihan suyuyla birleşiyordu. Matê suyu boyunca uzanan ceviz ağaçlarının dalları karla dolmuştu. Ağaç gövdeleri dışında bembeyaz doğayı hiçbir renk bozamıyordu. Rüzgarda yoktu. Sonbaharın sararıp uçuşan hareketliliğini özlüyordu insan. Kampın biraz ötesinden yer yer yükselen meşe ağaçlarının dalları da kardan dolayı yerlere kadar sarkmıştı. Hava çok soğuktu.
Konumlanacağımız yere vardık. Soğuktan titremeye başlamıştım. Bulunduğum yerde hareket ederek ısınmaya çalışıyordum. Kardan etkilenen gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Askerler avcı kolu biçiminde ilerliyordu. Mevzilendik. Ellerimiz tetikte bekliyorduk. Askerler ilerliyorlar, ama oldukça da zorlanıyorlardı. Kara bata çıka, bazen bir yamaçtan yuvarlanarak yürümeye çalışıyorlar, bekliyorlar, çevreyi gözetleyip tekrar ilerliyorlardı. Bizdeyse sessizlik hakimdi. Askerler gittikçe yaklaşıyorlardı. Nefesimizi tutmuş ateş emrini bekliyorduk. Bir dal kımıldasa, bir yaprak düşse kıyamet kopacaktı. Yanımdaki arkadaşa baktım, hislerimiz aynıydı. Gözleri, eylem heyecanıyla ışıl ışıldı. Sessizlik bir ömür gibi uzadıkça uzuyordu.
Ateş!
Askerler şaşkınlık içinde kendilerini yere attılar. “Ateş” sözcüğü sessizliğin büyüsünü bozmuştu. O şaşkınlık anı geçirildikten sonra askerler sağa sola ateş ederek geri çekilmeye başladılar. Çatışma başladı. Askerler iyice uzaklaştıklarında, sadece birkaç tarama sesi ve yer yer yaşanan temaslar kaldı. Hava iyice soğumuştu. Yanımdaki arkadaşla karşımızda bulunan kayalığın altındaki kuytu yere geçtik. Soğuk, bu kuytulukta daha az etkiliydi. İyice birbirimize sokularak ısınmaya çalışıyorduk. Her olasılığa karşı da ellerimiz tetikteydi. Aynı soğuk havayı soluyorduk, tüm yoldaşlarla ve askerlerle. Kara kara bulutlar, Cîlo’nun doruğuna gittikçe yaklaşıyordu. Anlaşılan düşmanın meteoroloji uzmanları iyi çalışmamıştı. Ya da Cîlo’yu, Cîlo’nun kendisine has hava durumunu daha çözememişlerdi. O esnada yanımıza gelen Rubar arkadaş,
“Hava değişiyor değil mi?” dedi.
“Evet” dedim. Soğuktan hafif nemlenmiş gözleriyle dalgın dalgın uzaklara bakarken,
“Anlaşılan Türk ordusu Cîlo’nun meteorolojisini bilmiyor” dedi. Güldük. Durumumuzun iyi olduğunu görünce,
“Ben yerime gideceğim, kendinizi soğuktan koruyun” diyerek yanımızdan uzaklaştı. Birkaç dakika ardından baktım. Arkadaşlar düşmanın ağır ağır geri çekildiği yöne doğru biraz ilerleyip geldiklerinde, Kıvırcık Hasan,
“Askerler geri çekildiklerinde içlerinden biri yaralıymış. Kan izleri gördük. Takip ettik, yürüdük yürüdük, baktık; askerin biri karın içine yüzüstü yığılmış, kalmış. Her halde yeni ölmüştü. Silahını alıp geldik” dedi.
Cîlo’nun doruğu görünmez olmuştu, öğleye çeyrek saat vardı. Havanın bozmasıyla birlikte, Zêrî boğazını tutan arkadaşlarla bağlantı kurup, gelmelerini söyledik.
Rüzgar esiyordu, kar yağmaya başlamıştı. Alandan çıkacaktık. Alandan çıkmak için iki yol vardı. Biri Şûkê, diğeriyse Ahmedê Xanê boğazıydı. Garê’nin yüksek dağlarına açılan Şûkê vadisinden geçemezdik. Garê dağlarını kar kaplamışken, her vadisi, her yamacı bir çığa gebedir. Şûkê’nin bize geçit vermeyeceği apaçıktı. Ahmedê Xanê vadisini geçecektik.
Deştê Xanê, büyük Kürt yazarı Ahmedê Xanê’nin doğup büyüdüğü yerdir. Bir oda ve bir salondan oluşan evi, vadinin ortasında büyük bir şemsiyeyi andıran kayanın altında, zamanla inatlaşırcasına durmaktadır. O vadide kışları insanların yaşayamayacağı söylenirdi. Baharıysa olağanüstü güzeldi. Yaşamın bütün tılsımı Deşta Xane’ydi.
İkindiye yakın Zêrî boğazını koruyan arkadaşlar geldiler. Altmış gerillaydık. Bu andan itibaren tek amacımız, hiç kayıp vermeden bu alandan ayrılmaktı. Zêrî boğazında tepeci olan arkadaşlardan biri,
“Kar çoktu. Kar tutmayan bir kayanın altında oturduk. Düşmanın gelebileceğini sanmıyorduk. Helikopter seslerini duyunca, Güneydeki güçlerimize operasyon yapıyorlar diye düşündük. Bir de baktık, düşman burnumuzun dibinde asker indiriyor” diyordu.
“Su uyur, düşman uyumaz” diyerek Deşta Xane’ye doğru yola çıktık. Kar lapa lapa yağıyordu. Takımımız öncü grup olarak yol açıyor, öylece ilerliyorduk.
Harekat bittikten kısa bir süre sonra kar fırtınası başladı. Fırtınanın uğultusu bir azalıyor, bir çoğalıyor ama kesilmiyordu. Sabahleyin güneşli ve masmavi olan gökyüzü, şimdi kara bulutlarla dolmuştu. Cîlo, sisin ve bulutların arasından görünmüyordu. Sisi de kar gibi yararak yürümeye çalışıyorduk.
Bölük komutanımızın birkaç gündür süren hastalığı kendisini iyice zorluyordu. Akşama doğru, sık ağaçların bulunduğu bir yerde biraz durup, dinlendik. Helikopter sesleri gelmeye başladı. Askerlerini almaya gelmiş olmalıydılar. Helikopterler sanki bir tül perdesinin arkasında uçuyordu. Her şey sisin içersine gömülmüştü. Bir helikopter yere inebilmek için epey döndü, dolaştı. Sonra yönünü kaybetmiş bir kuş misali yalpalayarak Cîlo’nun üstündeki kara bulutların arasına girdi. Kara bulutların içinde gök gürlemişçesine bir ses duyuldu. Büyük bir ateş yükseldi Cîlo’dan. Helikopter Cîlo’ya çarpmıştı.
Türk ordusu ava çıkayım derken, doğa tarafından avlanmıştı. Coğrafyaya yabancı olan askerlerin bu fırtınada yönünü bulup helikopterlere binmesi imkansız gibi bir şeydi. Zaten birkaç dakika geçmeden tekrar helikopter sesleri duyuldu. Gidiyor olmalıydılar.
Helikopter sesleri kesilince yürümeye başladık. Sümbül dağının eteklerine varmamıza çok az bir mesafe kalmıştı. Karanlık basıyordu. Fırtına biraz dinmiş olsa da hava çok soğuktu. Sümbül dağının eteklerine vardığımızda bir vadide dinleneceğimiz söylendi. Vadiye daldık. Her yer büyük kayalarla kaplıydı. Birkaç grup halinde kayaların altına geçip, yerleştik. Naylonlarımızı açarak çadırlar oluşturduk. Ama hava yine de çok soğuktu. Herkes hareketliydi. Üşümemek için elimizden geleni yapıyorduk. O gece sabaha kadar hiç kimse uyuyamadı.
Naylondan çadırlarımızı toplayıp Deşta Xane vadisine doğru yola devam ettik. Yeryüzündeki tek renk beyazdı. Kaplumbağa misali yürüyorduk. Lekan denilen kar ayakkabılarıyla bir grup arkadaş önden yürüyor, karı sertleştirerek yol açıyordu. Biz de onların sertleştirdiği yoldan batmadan yürüyebiliyorduk. Mavê dünden daha güzeldi. Cîlo yine asice gökyüzüne dayamıştı başını. Öncü arkadaşlardan biri,
“Boğazda asker var” dedi. Hemen mevzilendik. Düzenleme boğazına yakınlaşmıştık. Bir süre bekledik. Hiç hareket yoktu. Öncümüz yanılmıştı. Boğazda gördükleri asker değil, karın içinden uçları sivrilen kayalardı. Bu göz yanılsamasından sonra yolumuza devam ettik. Lekanlarıyla karı sıkıştırarak yol açan arkadaşlar yorulduğunda, yerine bir grup daha geçti.
Sabahın ilk saatlerinde, boğazı aştık. Deştê Xanê vadisine doğru yürüyorduk. Her yer derin bir sessizliğe gömülmüştü.
Vadiye doğru ağır ağır ilerlerken bir gürültü duyuldu. Bir arkadaş okun yaydan fırlaması gibi, fırlayarak;
“Heval, heval!…” diye bağırdı. Bir diğeri, “Çığ geliyor, çığ!” dediğinde herkes çığdan korunmak için çoktan hareketlenmişti. Sanki kızgın bir dev, ayaklarını hızla indirip kaldırıyor, homurdanarak üzerimize geliyordu. Nefes nefese koşuyordum. Dönüp bir saniye de olsa sesin geldiği yöne baktım. Kar kütleleri irili ufaklı toplar halinde yuvarlanıyordu. Kimi önde, kimi arkada. Tıpkı bir metal kütlenin tepeden aşağıya doğru yuvarlanması gibi. Kar kütleleri büyüdükçe silindir halini alıyor, kattığını kendisine katıyor, katamadığınıysa ezip geçiyordu. Her dönüşte kar kütleleri giderek artan gürültüler çıkarıyordu. Kar kütleleri hızla birkaç arkadaşa yaklaşıyor, arkadaşlar kan ter içinde koşuyorlardı. Arkalarındaki kar kütleleri bir canavar misali büyüdükçe büyüyor, hızla arkadaşlara yaklaşıyordu. Gözlerimi kapadım. O büyük gürültü durdu.
Komutanımız çoktan grubun önüne geçmişti. Birkaç arkadaş kar altında kalmıştı. Arkadaşlar bastonlarla keşif yapıyorlardı. İlk şok atlatıldıktan sonra herkes karı kazmaya başladı. Kimi elleriyle, kimi kazımaya uygun ne bulmuşsa onunla, her şeyimizle kazıyorduk.
Bastonla bir iki arkadaşın yeri hemen keşfedilip çıkarıldı. Karın bağrını ellerimizle deşiyorduk. Bir arkadaş kalmıştı karın altında.
Durmaksızın kazıyorduk. Arkadaş yaşıyor muydu? Yüreğimde ipince barajlar oluşturuyordum, çoraklaşmış yürekleri sulamak için. Ellerimle kazıyordum. Bir arkadaş üşümüş, titreyen sesiyle;
“Ellerim bir şeye çarptı heval” dedi.
Hepimiz etrafına toplandık. Hafifçe kazıdığımda arkadaşın kolu dışarı çıktı. Kaybolan bir çocuğun annesini bulma sevincini yaşıyordum. Arkadaşı çıkardık, yarım saattir karın altındaydı. Hareket ettirmeye çalıştık. Hareket etmiyordu. Bayılmış mıydı? Arkadaşlar nefes alıp almadığını kontrol ettiler. Kıvırcık Hasan;
“Arkadaş şehit düşmüş” dedi. Hepimizin gözlerindeki parıltı bir anda söndü. Ciğerlerimi soğuk havayla doldurdum. Düşmana yenilmemiştik fakat doğaya yenilmiştik. Arkadaşı çıkarmak için karı tırnaklarımızla kazmıştık. Şehit arkadaşı tekrar kara gömerek Deşta Xanê’ye doğru yol aldık. Çığın altında kalan arkadaşlardan biri topallayarak yürüyordu. Karın altında kalanlar, var oluş ve yok oluşun ince çizgisindeki o filmi izlemiş miydiler? Son yüklemlerini kullanıp, noktalamışlar mıydılar yaşamı? Bilmiyorum. Fakat biz onlar için son yüklemlerimizi kullanmadık. Ellerimizle karı avuçlayıp yoldaşlarımızı kucakladık. Yürürken bir an durup, çığın geldiği yere baktım. Karın sadece üst tabakası kopmuştu, geriye kalan alt tabaka bembeyazdı. Sonbahar ve ilkbahar da çığ yerine kocaman kaya kütleleri ve toprak parçaları hareketlenir, taş toprak ağaç demeden, önüne ne gelirse yıkar geçerdi.
Tepelere doğru çıktıkça esen rüzgar, dalgalar halinde yayılarak, yüzümüze tokat gibi çarpıyordu. Saat ona doğru helikopter sesleri duyuldu. Mevzilendik. İki helikopter Matê köyüne indi. Kamplarımıza giriyorlar diye düşündüm. Tabur komutanımız tok bir sesle,
“Telsizden konuşmalarını dinledik. Düşman dünkü havadan dolayı askerlerinin büyük kısmını alamamış, bazıları Matê köyüne inmiş, birkaç asker donmuş. Şimdi köyde toplanan askerlerini almaya gelmişler” dedi.
Aradan birkaç dakika geçti. Helikopter havalanarak Cîlo’nun ardında yitip gittiler. Birkaç dakika öylece bakakaldım. Kıvırcık Hasan,
“Heval, Deştê Xanê vadisini bu halde aşamayız, toparlanın tekrar kampa geri döneceğiz” dedi.
Arkadaşın talimatıyla, herkes hareketlendi. İçimizde hareketlenmeyen iki üç arkadaş vardı. Bunlar tatlı ölüm uykusuna yatanlardı. Yorgunduk. O yüzden bazı arkadaşlar hemen uyumuşlardı. Arkadaşlar, soğuk, yorgunluk ve bazen de açlıkla tamamlanan bu sessiz ve sonsuz uykuya “uyanışı olmayan ölüm uykusu” diyorlardı. Kıvırcık Hasan arkadaş uyuyanlardan birini tokatlayarak kaldırdı. Uyuşan bedeni ancak böyle hareketlendirebiliyorduk. Dıştan bir müdahale geliştirilmezse uyuyan uyanmazdı. Dondurucu havanın soğuğunda rüzgarın sesi bir ninni gibi gelir ve uyunur. Rüzgarın ninnisiyle karanlık ölümün beşiğinde uyunurdu.
Tüm arkadaşlar hazır olduğunda yola çıktık tekrar. Kampımıza doğru geldiğimiz izleri takip ederek yürüyorduk. Bu kez de başaramamıştı düşman. ’93 Ocağında Matê köyündeki kampımızdan iki günlüğüne uzaklaşsak da, geldiğimiz izleri takip ederek geri dönüyorduk. Bu kez de başarmıştık. Düşman karı fırsat bilerek büyük bir darbe indirmek istemiş, ama darbeyi kendisi yemişti. Ava giden, Cîlo’ya avlanmıştı.