Ortadoğu, tarihsel olarak anacıl neolitik çağa ev sahipliği yapan; tarım ve köy devriminin yaşandığı, toplumsallığa geçildiği, farklı toplumsal kesimlerin oluştuğu sanat, kültür, dil, kimlik ve dinlerin bir arada yaşadıkları ve bu değerlerin dünyaya yayıldığı coğrafik bir bölgedir. Ancak, Ortadoğu’nun temel özelliği bunlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda karşıtlığın başladığı/yaşandığı bir bölge olma konumundadır da. Ataerkilliğe geçiş, toplum dışılık ve karşıtlığı, doğa talan ve gaspı, sömürü, soygun, egemenlik, devlet, hegemonya, sömürgecilik; kısacası insanın, toplumun başına getirilen kötülük olarak değerlendirilebilecek ne varsa hepsi; çıkışını bu coğrafyada yaptı. Yaşanan tarihsellik içerisinde de var olan bu iki temel karşıtlık: toplum ve toplum dışılık hep çelişki ve çatışma halinde oldu. Dolaysıyla kapitalist modernite ideologlarının sosyalizme mal ettikleri kötülük, çelişki ve çatışmaların icadı sosyalizme ait değildi. Aslında doğru olan bu iddia edilenin tam zıddı, daha açık bir ifadeyle de böyle bir iddia da bulunanların kendileriydi. Çünkü bulunulan iddialar Reel Sosyalizm’den önce de vardı. SSCB kurulmadan önce Çarlık Rusya’sının ‘Akdeniz’in sıcak sularına açılma’ projesini pratikleştirmek üzere Ortadoğu’ya yönelik başlattığı askeri hareketler sürecinde de yaşanmaktaydı ve Reel Sosyalizm’in etkisini gösterdiği dönemde de varlıklarını korumuşlardı. Ancak 1917 Ekim Bolşevik Devrimi’nden sonra oluşan devrim hükümeti, Çarlık Rusya’sının işgal ettiği bölgelerden çekilmişti. Yine, Rus Bolşevik Devrimi Ortadoğu’nun yakınında Çarlık Rusya’sı toprakları üzerinde yaşanmış olsa da devrimci eylemler, atılımlar bazında etkisini Avrupa’da; Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde de göstermişti. Ortadoğu’da ise, Birinci Dünya Savaşı’nda dağılarak, işgale uğrayan; Osmanlı toprakları üzerinde ellerinde tutabildikleri coğrafya üzerinde yeni bir devlet kurmak isteyen Kemalistler Rus Bolşevik Devrimi’nden yararlanma yoluna gitmişti. Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler de, Kemalistlerin bu yaklaşımını kendi çıkarlarına görerek, onları desteklemekteydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında TC Devleti’nin NATO üyeliğine kadar da bu böyle devam etmişti. Bunun dışında Rus Devrim Hükümeti’nin Ortadoğu’nun her hangi bir ülkesi ile yakın ilişkileri yoktu. Zaten bunun bir olanağı da bulunmuyordu. İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olarak Ortadoğu’da pastanın en büyük dilimini almış, onu Fransa takip etmiş, İtalya da bu pastadan onlar kadar olmasa da bir payına düşeni almıştı. Ortadoğu coğrafyasının büyük çoğunluğu bunların kontrolü altındaydı. İran Şahlığı ise İngiltere ile yarı-sömürgecilik ilişkilerini korumaktaydı. O nedenle Rus Devrim Hükümeti’nin Ortadoğu’da etki alanını geliştirebileceği bir toprak parçası kalmamış ve hepsi paylaşılmıştı.
Ortadoğu’da Baas’çılığın gelişmesi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya koşullarının değişmeye başlaması Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin etki alanın genişlemesine de imkan sundu. Doğu Avrupa ülkelerinde bir dizi SSCB’nin etkin desteği ile “Halk Demokrasileri” altında başka devrim hükümetleri oluştu. SSCB’nin Ortadoğu üzerindeki etkisi ise, Doğu Avrupa’dakinden farklı bir yol izledi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın kontrolü altında olan ülkelerde sömürgeciliğe ve manda rejimlerine karşı halkın tepkisi gelişmeye başladı. Halkın gelişen bu tepkisine, anti emperyalist özellikler taşıyan, ordu içerisinde örgütlü olan, İslam ve Arap Birliği’ni savunan Rus Devrimi ve ardından kurulan SSCB’den etkilenen düşünceler kendilerini örgütlendirdikleri, Diriliş (Baas) ve başka isimler altında hareketlerin, örgütlerin kurulması eşlik etti. Bu doğrultuda ilk adım da 1940 yılında Suriye’de atıldı. Ekrem Havrani ve Mişel Elfak tarafından; Ortadoğu’da ‘tek bir Arap Devleti’nin kurulmasını hedefleyen, ‘birlik, özgürlük ve sosyalizm’ sloganını öne çıkaran; Baas hareketi ortaya çıktı ve 1963 yılında yapılan askeri bir darbe ile iktidarı ele geçerdi. 1963 yılında Irak’ta Arap Sosyalist Baas Partisi Kuruldu. Sonrası yıllarda düşüncelerinde farklı yönler öne çıkmış olsa da Baas düşüncelerini savunan Muammer Kaddafi’nin önderliğinde 1969’da Libya’da askeri bir darbe gerçekleşti. Bunlar dışında ise, 1952’de Mısır’da yaşanan ‘subaylar darbesi’ ile Abdül Cemal Nasır iktidar olurken, Kuzey Afrika ülkeleri olan: Cezayir, Fas, Tunus gibi ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri gelişti ve bu mücadelelerin yükseldiği ülkelerin tamamında da var olan sömürge ve manda rejimleri birbirlerinin ardı sıra yıkıldılar. İçerisine girilen böylesi bir süreçte 1967 yılında Yemen bağımsızlığını elde etti. Ve bunları farklı ülkelerde ortaya çıkan anti-emperyalist hareketler ve 1979 yılında ise İran Devrimi izledi. İsrail Devleti’nin (1948 yılında) kurulması; Filistin (dolayısıyla Arap)-İsrail’in çelişkisinin daha da boyutlandırdı. Bu, Ortadoğu’da ‘İslam Birliğini’ savunanlar ile İslam-Yahudi gerginliğini tırmandıran sürecin yaşanmasında büyük bir rol oynadı.
ABD’nin Ortadoğu’daki etkisi
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkinliği ise böylesi bir süreçte başladı. Anti-emperyalist, sömürgeci, Arap ve İslam ülkelerinin birliğini savunan düşünce sahipleri, örgüt ve hareketler ve bunlardan başarılı olarak iktidar olanlar arasında neredeyse SSCB ile ilişkili olmayan kalmadı. SSCB’nin Ortadoğu ile ilişkileri, bağları bunlar üzerinden kuruldu. Böylece 1960’lı yıllarla birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan çekilmeye başlayan İngiltere ve Fransa karşısında Ortadoğu da SSCB’nin etkisi daha da arttı. ABD’nin Ortadoğu’da etkisi ise daha çok 1960’lar sonrası kendini göstermeye başladı. O yıllarda 1948’da İsrail Devletinin kurulması ve TC Devleti’nin 1952 yılında NATO üyeliği, ABD-İran ilişkileri ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı açısından önemli olmakla birlikte, ağırlıklı olarak ABD etkisini 1970’li yıllarla birlikte gösterdi. Türkiye’deki 12 Mart 1971 askeri faşist darbesi, Mısır’da Enver Sedat dönemi, Irak’da Baas rejiminin İran’la, yaptığı Körfez Anlaşması’nı takiben SSCB ile ilişkilerini kopma noktasına getirip, ABD ile içerisine girdiği ilişkilerle birlikte ABD’nin Ortadoğu’daki etkisi giderek daha fazla arttı. Onun içindir ki, yukarda da dile getirilen farklı dinler, mezhepler, kabileler, kültürler, kimlikler vb arasında zaman zaman çatışmalara varan sorunlar, öncesinde olduğu Reel Sosyalizm döneminde de varlığını korudu ve günümüzde de hala devam etmektedir.
Var olan böyle bir Ortadoğu gerçekliği içerisinde üç büyük tek tanrılı din olan; Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinleri arasındaki sorun ve çelişkiler ilk yaşanmaya başladığı yıllardaki gibi sürmektedir. Tarih kitapları bunlar arasında savaşlara kadar varan ve günümüzde de hala yaşanmakta olan sorun ve çelişkilerin anlatımlarıyla doludur. Yine, Ortadoğu’nun yakın tarihi içerisinde savaşlara varan sorun ve çelişkilerde; dinsel, mezhepsel, kabilesel, kültürel, ulusal vb gibi yönlerin ideolojik ve siyasal kimlikler içerisinde öne çıktığı/çıkarıldığı bilinmektedir. Kavimler, kabileler, hanedanlar arasında var olan sorunlar, yaşanan çelişkiler, çatışmalar; ideolojik ve siyasal içerikli mücadelelerin içerisinde kendilerini yaşatabilmişler ya da onların birer etkin öğeleri haline gelmişlerdir. Ortadoğu ağırlıklı bir şekilde 19. yüzyılın sonlarına doğru gözle görülür hale gelen 20. yüzyılda halklarının başına musallat edilen Türk, Arap, İran ve Mısır milliyetçiliklerinin, iktidar İslam’ıyla kaynaştırılarak; ulus-devlet ideolojileri haline getirilmiş olmaları bunun en somut olan örneklerdir.
Avrupa’da 18. yüzyılın sonlarına doğru görülmeye başlayan ama ağırlıklı etkisini gösteren milliyetçiliği Ortadoğu’ya taşıran kapitalist emperyalist güçlerdir. Bu güçlerin etkisi ya da doğrudan müdahalesi böyle bir süreçle birlikte Ortadoğu coğrafyasında boy göstermeye başlamıştır. Proto-milliyetçiliğe dönüşme potansiyeline sahip olan kavimciliğin, yine din ve mezheplerin etkisinin Ortadoğu’da güçlü olması da milliyetçiliğin gelişiminde uygun bir koşul yaratmıştır.
Milliyetçiliğin Ortadoğu’ya taşınması
İdeolojik anlamda Avrupa, milliyetçiliğin boy verdiği coğrafya olarak kabul edilmektedir. Kapitalist modernite sisteminin önceki kölelik sistemlerini devralmakla birlikte, kendinden de kattıkları temelinde kendini ayrı formasyonlar üzerinden inşa etmesin de milliyetçilik belirgin bir rol oynadı. 1648 yılında Vestfalya antlaşması sonrasında Avrupa’da başlayan ulus-devletleşme sürecinde gelişmekte olan milliyetçiliğin etkileri çok net bir şekilde kendini gösterdi. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde de daha çok da 19. yüzyılda kapitalist modernitenin sistem inşasında bir burjuva ideolojisi olarak en etkin bir şekilde rolünü oynadı. Bu ideoloji, gelişiminde her ne kadar Yahudi sermayesinin ve düşünce yapısının etkisini taşıyor olsa da, en hakim haliyle Avrupa’nın Hıristiyan inancına sahip ülkelerinde gelişip, boy verdi ve temel formasyonlarına kavuştu. Milliyetçiliğin Ortadoğu’ya taşınmasında da bunun rolü oldu. Ortadoğu’da İslam dünyası içerisinde sıkışmış olan Müslüman olmayan en kadim Hıristiyan dinini kabul eden Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni ve Grekler, mensubu oldukları dinin de etkisiyle, Avrupa’nın ev sahipliği yaptığı kapitalist modernite ve onun en belirgin ideolojilerinden olan milliyetçilikle ilk ilişkilenenlerden oldular. Bu etkilenmenin kendileri ve birlikte yaşadıkları coğrafya da bulunan diğer halklar üzerinde de etkisi oldu. Bu yönüyle de, çok kısa bir sürede diğer halklarda gelişmeye başlayan milliyetçiliklerle karşı karşıya gelinerek, büyük soykırım ve katliamların yaşanmasında tetikleyici bir rol oynadı.
Osmanlı, Acem ve Araplarda ise bu etkilenme, Asur-Sürayni-Keldani, Ermeni ve Greklerden sonra, Avrupa ile içerisine girilen ilişkiler neticesinde bir gelişme kaydetti. Bu da beraberinde aralarında var olan çelişki ve çatışmaların daha da derinleşmesine yol açtı. Bundan en fazla zarar gören de Ortadoğu’da milliyetçilikle ilk temas halinde olan Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni ve Grek halkları oldu. Bu halklar ağırlıklı olarak Osmanlı’nın büyük bastırma hareketleriyle, soykırım ve katliamlarıyla, sürgünleriyle karşılaştılar.
İşlediği bu insanlık suçlarına rağmen, Osmanlı’da Ortadoğu’da gelişen milliyetçilikten zarar görenler arasında yer almaktan kendini kurtaramadı. Her ne kadar milliyetçilik onu da kapitalist modernite sistemine entegre ederken, aynı zamanda onu çöküşe götürecek nedenlerin de olgunlaşmasını sağladı. Bununla kalmadı, sömürgelerinde, ona karşı isyanların da fitilini alevlendirerek, ayrılmayı hedefleyen, daha geniş haklar talebinde bulunan, fiilen yaşadıkları özerkliği korumak isteyen arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Osmanlı’nın tahakkümü altında olan halklarda bunlar yaşandı. Yunanistan yarım adasında Osmanlı’dan ayrılmayla sonuçlanan İsyanlar çıktı. Arap-İslam dünyasında başlayan isyanlar bir yanda Arap milliyetçiliğinin ateşini yükseltirken; diğer yandan da Osmanlı hegemonyasını temellerinden sarstı. Kürtlerde Yunanistan’da, Balkanlarda, Arap coğrafyasın vardığı boyutlara ulaşmamış olsa da kavimciliğin etkisini taşıyan, Kurdistan-i olma özelliklerin öne çıktığı isyanlar yaşandı.
Bugün İran olarak anılan coğrafya da yaşayan Acem’lerde (Fars), Osmanlı’da olduğu gibi, hanedanlıktan kendilerini kapitalist anlamda ulus-devlet olarak yeniden yapılandırmaya çalışırken, benzeri bir süreç yaşamaktan geri kalmadı. Yaşanan iktidar değişikliklerin ardından 20. yüzyılın ilk çeyreğinin son yıllarında Rıza Şah Pehlevi’nin iktidarı döneminde Fars milliyetçiliği temelinde belirlenen etkin politikalar devreye konuldu. Bunun bir sonucu olarak başta Azeri, Arap ve Kürtler olmak üzere İran devlet sınırları içerisinde kalan coğrafyada yaşayan halklar Acem milliyetçiliğinin özel hedefi haline getirildiler.
Milliyetçiliğin Ortadoğu’da gelişimi ve neticesinde yaşananlardan ise en fazla yararlanan başta İngiltere ve Fransa olmak Avrupa’nın kapitalist modernite güçleri oldu. Osmanlı ve İran doğrudan İngiltere’nin yarı-sömürgesi haline geldiler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İran’da İngiltere’nin ‘adamı’ olarak bilinen Rıza Şah Pehlevi iktidar koltuğuna otururken, dağılan Osmanlı enkazı üzerinde İngiltere ve Fransa’ya bağlı irili-ufaklı bir çok manda yönetimleri oluştu. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri özellikle de İngiltere ve Fransa masa başında kararlaştırdıkları; bölüp parçaladıkları Arap-İslam coğrafyası üzerinde kendi sömürge egemenliklerini perçinleyecek şekilde oluşturdukları manda rejimlerini biçimlendirmeye çalıştılar. Buna göre, Arap-İslam toplumu arasında kabilelere ve mezheplerine göre keskin bir kopuşun yaşanmasına neden olabilecek bir şekilde kabileler ve mezhepler arasındaki çelişkilerin daha da derinleşmesinin önünü açtılar.
Aslında bununla İslam inancında ‘Ümmet’ olarak kabul gören ‘İslam inancında olanlardan oluşan toplum’ veya ‘İslam enternasyonalizminin’ ve İslam inancında olanlardan oluşan; ‘millet’ tanımından uzaklaşmanın önü açılmıştır. Sadece bununla da sınırlı kalınmayarak; kendi içerisinde bölünmüş, parçalanmış ve ayrı bir idari/siyasi yönetimleri olan, Arap-İslam toplulukları belirlenen sınırlar içerisinde ulus-devletleşme içerisinde kapitalist modernitenin ön gördüğü şekilde toplum mühendisliği planlamalarına göre yeniden biçimlendirilmeye başlanmıştır. Böylece Arap-İslam toplumunun içerisinden, birbirleriyle çelişki ve çatışma içerisinde olan; onlarca ulus ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Oluşumuna gidilen bu uluslaşma modeli ise, İslami düşüncede anlam kazanan ‘Ümmet’ ve ‘Millet’ tanımından uzak tamamen inşaya dayalı bir devlet uluslaşması biçiminde yaşanmıştır.
Böyle bir gelişim seyri içerisinde bölgede bulunan başta; Türk, Acem, Arap gibi kimliklerle anılanlarla birlikte, diğer egemen iktidar güçleri de ulus-devletleşmeye giden kapitalist modernitenin bu burjuva ideolojisine dört elle sarılmışlardır. Ortadoğu’nun öne çıkan dört (Türk, İran, Arap ve bunlara eklenen; Mısır) etkili milliyetçiliğinin gelişiminde ve kendilerini birer iktidar gücü olarak örgütlendirmelerinde bunu görmek mümkündür. Ancak bu milliyetçilikler içerisinde, özellikle de Arap milliyetçiliğinin, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, kendini ulus-devletler biçiminde örgütlendirmesinde, Türk Kemalist milliyetçiliğinden etkilenmeleri söz konusu olabilmiştir. Daha çokta Araplar da milliyetçilikle, sosyalizmin birbirine kaynaştırılmaya çalışıldığı; Baas (diriliş) adını alan hareket ve örgütlerin kendilerini iktidara taşımaları ve ulus-devletleşme de oynadıkları rol için bunu söylemek gerekmektedir. Ortadoğu’da milliyetçiliğin olduğu gibi, dinciliğin oynağı rolünü de bu kapsam da ele almak mümkündür.
Dini, Ortadoğu gerçeğinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Denilebilir ki, din; tarihin belirli bir döneminden sonra insanın, yaşamı anlamlaştırma da en temel mana gücü haline gelmiş, yaşam tarzı, ilişki biçimi, davranışı gibi temel konularda yön tayin edici olmuştur. “Kutsal” olarak kabul edilen; tüm kitaplarda bu konularda ölçüler belirlenmiş ve bunlara uyulması istenmiştir. Helal-sevap, haram-günah, Cennet, Cehennem gibi kavramlar kullanılmıştır. İnanca dayalı öğretiler haline gelmişlerdir. O nedenledir ki, dini; insanın, toplumun varlığından ayrı düşünmek mümkün değildir. Hele hele bu belirleme dünya coğrafyasında en çok Ortadoğu için geçerlidir. Çünkü Ortadoğu ister adına çok tanrılı, ister tek tanrılı denilsin hepsine ev sahipliği yapmıştır. Buradan dünya yayılmış ve ulaştığı her yerde oranın özgünlüklerini de içerisine alarak varlığını korumaya devam etmiş ve genişlemiştir.
Kapitalist modernitenin dine yaklaşımı
Bu öğretilere iman ederek yaşayanlar, “dindar” olarak kabul görmüş ve öyle anılmışlardır. Kapitalist modernitenin dine yaklaşımı ise, taban tabana buna zıttır. Onun için her şey gibi, din; Sümer rahip devletinden günümüze kadar -onlardan devraldıkları- topluma karşı kullanılan en etkili silah, sömürü ve egemenlik için kullanılması gereken bir araçtır. Çıkarlarına uygun olduğu sürece bu silahı kullanmaktan geri kalınmamaktadır. Dinle alakaları çıkarlarına kullanabildikleri kadarıyladır. Dindar değildirler. Dini, ticari bir sömürü ve egemenlik aracı olarak gördükleri için; dincidirler. Bu yönüyle dindarlık ile dincilik birbirine karşıtlığı ifade eder. Aralarındaki sorunlar ve çelişkiler uzlaşmazdır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Kapitalist modernite ise, var olan bu çelişki ve çatışmanın zirvede olma halini ifade etmektedir. Milliyetçilikle birlikte kapitalist modernite sisteminin inşasında oturtulması ve savunulmasında tarihsel bir rol oynamıştır. Sadece bununla da kalınmamıştır. Milliyetçilik ve dincilik hem emperyalistler arası savaşta hem de iki kutuplu dünya içerisinde Reel Sosyalizm’e karşıtlığın geliştirilmesinde etkin bir şekilde kullanılmışlardır.
Emperyalist paylaşım savaşları ve iki kutuplu dünya içerisinde öne çıkan; ideolojik, siyasal söylemler içerisinde “dincilik” ve “milliyetçiliğe” yaşanan süreçlerin özgünlüklerine göre farklı muhteva ve görüntü kazandırılarak etkin rollerin verilmiş olması da bunun bir göstergesidir. Dünya savaşların da doğrudan kendilerine yeni sömürge, egemenlik ve hegemonya alanları açma, ucuz işgücü, hammadde ile pazar sorunlarına çözüm arayan emperyalist devletler; milliyetçilikle birlikte dinsel, mezhepsel, kültürel, ulusal vb özellikleri sürekli olarak kullanmaktan geri kalmamıştır. İki kutuplu dünya koşullarında da bu politikayı; işçi sınıfı ve emekçilere, devrimci, demokratik güçlere ve Reel Sosyalizm’e karşı kullanmışlardır. Bu şekilde milliyetçilik ve dincilik temelinde kendi ideolojik ve siyasal hattını oluşturmaya çalışmışlardır. Strateji, taktik, örgütlenme ve propagandalar tamamen bunun üzerine kurulmuştur. Ulusal, sınıfsal, dinsel yönler ise, bunların içerisine yerleştirilmeye çalışılmış ve ona göre ele alınmıştır. Ortadoğu’da öne çıkan da daha çok böyle bir yaklaşım olmuştur. Bu doğrultuda geçmişten günümüze kadar gelen dinler, mezhepler, kültürler, kabileler vb sorunlar ve çelişkiler kullanılmaktan geri kalınmamıştır. Hatta sınıfsallığa dayanan ve kaynağını oradan olan (sağcı ve solcu gibi) ideolojik, siyasal nitelendirmelerle; dinsel, mezhepsel, ulusal, etnik, kültürel topluluklar, kimlikler, iç içe geçirilerek birlikte anılır hale getirilmişlerdir. İsrail- Filistin sorunu; Yahudi ve Müslümanlar arası; İran-Irak savaşı; Şia-Sünni sorunu olarak algılatılmaya ve zihinlere yerleştirilmeye çalışılmıştır. Lübnan da; neredeyse her inanç topluluğu kendine yakın gördüğü ya da ilişki içerisinde olduğu çevre ve devletlerin öne çıkardıkları ideolojik ve siyasal eğilimlerle anılır hale gelmiştir. Yine Lübnan iç savaşında ‘solcu Müslümanlar’, ‘sağcı Hıristiyanlar’ biçiminde yapılan tanımlar bu konuda verilmesi gereken örnekler arasındadır. Aynı şekilde Türkiye’de Kürtler ve Alevilerin; solcu olarak görülmesi, Sünni Türklerin ve Türk olmadıkları halde kendilerini Türk olarak görenlerin de; sağcı olarak algılanıyor olması böyle bir yaklaşım içerisinde anlam kazanmaktadır.
Reel Sosyalizm’in çözülmesinden sonra yapılan “Tarihin sonu” ve “son insan” belirlemesiyle; o zamana kadar ideolojik, siyasal nitelemeler altında da olsa varlığını korumaya devam eden bu sorunlar, ideolojik, siyasal kimliklerin dışına çıkarıldılar. Sanki, o zamana kadar yokmuş; birden ortaya çıkmış ve bunların dönemleri başlamış gibi gösterilmeye, algılatılmaya çalışıldılar. Yapılan isimlendirmeler, öne çıkarılan söylemler de buna göre yeniden belirlenmeye başlanıldı. Daha çokta milliyetçilik, dincilik, mezhepçilik, bölgecilik gibi anlamlarla yüklü nitelendirmeler, adlandırmalar, taraflaştırmalar öne çıkarılır bir hal aldı. Oysa, bunlar; yukarıda da belirtildiği gibi, iki kutuplu dünya koşullarında da vardı. Kapitalizmle birlikte daha da derinleştirilmiş olan, hatta ondan önceki dönemlerden devralınan sorunlardı. Siyaset olarak anılmıyorlar ve adlarına ideoloji, parti denmiyordu; ama bunlardan her biri kendi dönemleri ve varlıklarını korudukları sürece ya belirli bir toplumsallık ya da toplum karşıtlığında ifadesini bulmaktaydılar. Bu yönleriyle sınıfsallığı ve siyasallığı ifade etmekteydiler ve ideolojiktiler.