Yağma ve talanla dünyanın zenginlikleri Avrupa’da birleştirildi. Devlet ve iktidarın doğuşundan bu yana denetlenen kapitalist sömürü tarzı; yağma ve hırsızlığın önü Avrupa’da açıldı. Avrupa’da sermaye birikimi sağlandıktan sonra büyük sermaye güçleri, tekel ve devletler kendi güçleri oranında dünya sömürü egemenliğini yeniden paylaşmak için kavgaya tutuştular. Bu, kapitalizmin gelişimiyle oldu. Önderlik bunu savunmalarda çok daha somut ifade etti. İtalya, Hollanda ve İngiltere’deki gelişmelerle ile böyle bir sonuç ortaya çıktı.
İngiltere, deniz ticareti yoluyla yağma ve talanla bir dünya imparatorluğu kurdu. Ardından Almanya farklı bir sömürü tarzıyla 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında daha yeni ve güçlü bir sermaye birikimi gerçekleştirdi. Bu sermaye birikimi devlet desteğine sahip ve çok daha saldırgandı. Bir süre sonra Almanya da söz konusu ticaret adı altında denizden gelen yağma ile ele geçirilen zenginliklerden pay istedi. İktidar ve devlet sistemi, kapitalist modernite içindeki çelişki ve çatışma, gelişen kavga ve dünya çatışması esas olarak böyle şekillendi. Sosyalistler buna “kapitalizmin emperyalist aşaması” dedi. Esas kavga ham madde ve enerji kaynaklarını, yollarını denetim altına alma, ele geçirme ve sömürüden daha fazla pay alma kavgasıydı.
Sömürüden pay alma kavgası
Bulundurduğu zengin ham madde ve enerji kaynağı bakımından Avrupa’da biriken sermaye için en büyük pazar tabii ki Asya’daydı. Çünkü nüfusun büyük bölümü Asya’da birikmişti. Yine Asya enerji ve ham madde kaynağı bakımından çok zengin bir alandı. Dolayısıyla sorun Asya pazarı ve zenginlik kaynaklarının Avrupa’ya akıtılması sorunu olarak öne çıktı. Bu kaynakların daha kolay, daha kısa yollardan ve daha ucuz bir biçimde sömürüsü üzerine farklı sermaye grupları arasında bir mücadele gelişti. Bu, anlaşmalarla sonuçlandırılamayınca savaşa gidildi. İşte Birinci Dünya Savaşı böyle gelişti.
Yol çok önemli. Hindistan, İngiltere’nin yarı sömürgesiydi. İngiltere, Hindistan ve onun üzerinden Asya kaynaklarını daha kolay sömürebilmek için yeni yollar bulmak istedi. Hindistan’ın zenginliklerini Afrika’nın Güney’inden Avrupa’ya taşımak zor, masraflı ve fazla zaman gerektirdiğinden daha kısa yollar bulmak istedi. İngiltere bu arayışını Osmanlı üzerinden gerçekleştirmeyi planladı. Amacı Avrupa-Osmanlı-Körfez üzerinden Hindistan’a en kısa yoldan ulaşmaktı.
Abdülhamit döneminde 20’nci yüzyılın başında bu yönlü bir proje gündeme getirildi ve uzun süre tartışıldı. Osmanlı sultanı Abdülhamit bunu kendisi ve Osmanlı için bir avantaj olarak gördü ve fazlasıyla da kullandı. Daha fazla taviz koparmak için sürekli gidip-geldi ama bu alandaki çekişme zamanla derinleşti ve sonunda Almanya ile anlaştı. Fakat esas olarak proje İngiltere’ye aitti. İngiltere, Hindistan’a Osmanlı topraklarından daha rahat inebilmek ve Hindistan üzerinden Asya ticaretini daha etkili yapabilmek için bunu istiyordu. Abdülhamit uzun süre Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya arasında pazarlık yaptı. Pazarlığı yapabildiği kadar kızıştırdı ve sonunda Berlin-Bağdat Demir Yolu Projesinde karar kılarak Almanya ile anlaştı.
Bu anlaşmadan sonra İngiltere Abdülhamit’i düşürdü. Kuşkusuz İngiliz sermayesi bu yolu Almanlara veremezdi. Çünkü bu İngiliz sermayesi için Hindistan’ın kaybı demekti. O yüzden Birincii Dünya Savaşı’nı başlatarak yolun önünü kesti; önce Mısır’a çıktı, Arap sahasını tuttu, sonra körfeze geldi ve Irak’a girdi. Gelişen bu savaş, Osmanlı’nın yıkılmasına kadar gitti. Bugün Orta Doğu dediğimiz mevcut yapılanma, Osmanlı Ortadoğu’su şimdi ki mevcut 25 ulus devletçik olarak şekillendirildi. Hepsi o savaşın sonuçları olarak ortaya çıktı.
İkinci Dünya Savaşı da benzer şekilde gelişti. Tek ekonomik boyutla bakmamak lazım. Sermaye sisteminden bahsediyoruz. Onlar için sömürü esastır ve her şey sömürü içindir. Sermayenin ideolojik ve siyasi çalışması da sömürü ve kâr içindir. Kapitalizm demek azami kâr, yani hırsızlık demektir. O bakımdan aynı şey hep gündemde oldu.
Sorun Asya’daki paza ve enerji kaynağının Avrupa’ya taşınmasıydı; bu yol da Orta Doğu’dan geçiyordu. O halde yol kimin elindeyse o rahat ve kolay bir şekilde sömürü yapabilecekti. İşte 150 yıllık savaş bu temelde gelişmekte ve devam etmektedir. İşte küresel kapitalist sistem arasındaki içi çelişki ve çatışmaların temelini bu oluşturuyor. Hitler bir faşistti ve bu temelde geliştirdiği ideolojik yaklaşımları vardı ve Hitler’in izlediği politika, Almanya sermayesinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde izlediği politikayla aynıydı. O da Asya-Hindistan yolunu ele geçirmek istedi.
Osmanlı Ortadoğu’su devletlere bölünüp denetim altına alınınca bu sefer Kafkasya ve İran üzerinden Hindistan’a gitmek istediler. Alman stratejisi ona göre oluştu ve İkinci Dünya Savaşı bu strateji temelinde sürdü. Bu kez İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği anlaşarak İran’da üslendiler. Nasıl ki Birinci Dünya Savaş’ında bu projeyi Arap Sahası’nı tutup Osmanlı’yı yıkarak durdurdularsa bu kez de İran’ı işgal edip önünü kapattılar. Sovyetler Birliği’ni destekleyip cephe oluşturarak yeniden Almanya’yı yenilgiye uğrattılar. Ama öngörülen sömürü çarkı gerçekleşmedi. Değişik yol ve biçimlerde sömürüler sürdüyse de sermaye amacına ulaşamadı. Çünkü sermaye sistemi yol projesini sonuca götürerek çok daha büyük sömürü gerçekleştirmek istiyordu ama şu ana kadar da bunu gerçekleştirebilmiş değiller.
Üçüncü Dünya Savaşı da Körfez Savaşı ile başladı. En azından biz öyle kabul ediyoruz. Bu süreç ‘Sovyetler çözülünce başladı’ diyenler de var ama Önder Apo 1989’dan itibaren başlayan süreci Üçüncü Dünya Savaşı olarak değerlendirdi.
1990-1991 yılında Saddam yönetiminin Kuveyt işgali ile ABD, 150 bin asker ile çıkarma yaparak Körfez üzerinde denetim kurdu. Suudi hattını ve bütün o Körfez çevresini denetim altına aldı. Bu basit bir durum değildi. O zamana kadar ABD’nin böyle bir gücü yoktu. Ardından 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırılarını bahane ederek Afganistan ve Irak’a saldırıp işgal etti. Suudi ve Orta Doğu’daki hâkimiyetine dönük Irak’tan gelebilecek olası tehlikeleri ortadan kaldırdı. Yine Afganistan’ı da yol güzergâhı olmaktan çıkardı.
Eski İpek Yolu Afganistan’dan geçiyordu. Aslında Afganistan savaşı ve Afganistan’ın ABD tarafından işgal edilmesi yol projesinin sabote edilme savaşıydı. El-Kaide ve Taliban yönetimleri bahane edildi. Ortaya çıktı ki öyle Taliban ile bir karşıtlığı yokmuş. El-Kaide’de zaten kendisinin örgütlediği bir güçtü. Önceden hazırladığı bu güçleri kullanarak birçok defa müdahale gerekçesi yapmış ve amaçları doğrultusunda hareket etmiştir.
ABD, Ukrayna Savaşı’yla Avrupa Üzerindeki askeri denetimini güçlendirdi
Ukrayna Savaşı ile de Karadeniz’in kuzeyinden giden yolu sabote etti. Ardından yürütülen diplomasi ve mücadelelerle bir anlaşma yaptılar. Bunu da Hindistan’da ilan ettiler. Bu temelde üç yıllık yoğun bir diplomasi süreci yaşandı.
Biden yönetimi, Trump yönetiminin kapalılığına karşı çıkarak ‘ABD’yi dünyaya açma, dünyadaki ABD egemenliğini tesis etme’ amacıyla yönetime geldi ve bunu açıkça da ilan etti. ABD, Ukrayna Savaşı’yla Avrupa üzerindeki askeri denetimini güçlendirdi. Baltık Denizi’ni, Finlandiya’yı NATO’ya katarak NATO denetimine aldı. Üstelik Avrupa NATO’dan ayrılmak üzereyken bunu yapabildi; Almanya ve Fransa bir Avrupa ordusu kurmaya hazırlanıyordu. Hatta çekirdek örgütlenmelerini, projelerini oluşturdular. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti ve artık tarihe karışıyor” derken tersine NATO, Baltık Denizi’ni de denetimine alan bir ABD askeri hegemonyası haline geldi. Avrupa üzerinde denetim kurdu. NATO örgütlenmesi sayesinde çıkan Ukrayna Savaşı’ndan, geçmişte olduğundan çok daha fazla Avrupa üzerinde ABD’nin askeri denetimi ortaya çıktı.
Bir yandan Çin-Rusya yol projesini boşa çıkardılar. Çünkü o proje uygulanabilir bir projeydi; en kısa, en hızlı ulaşılabilecek yoldu ve de en ucuz olan ve tüm güzergâhı kara olan tek yoldu. Bu yol Çin-Rusya üzerinden Berlin’e, Londra’ya, Paris’e ulaştı mı kazançları daha çok artıyordu. Avrupa sermayesi de böyle bir ittifak için istekliydi. Zaten Rusya ve diğer güçlerle yoğun enerji ittifakları yapmışlardı. Onu bu biçimde daha ileriye götüreceklerdi. Bu gerçekleşseydi NATO dağılacak ve Avrupa üzerindeki ABD denetimi ortadan kalkacaktı. Avrupa bir irade haline gelecekti. Avrupa-Rusya-Çin ilişkileri gelişecekti.
Ama hem askeri hem de ticari, ekonomik-mali olarak ABD, Avrupa üzerinde etkinliğini geliştirdi. Şimdiye kadar olanlardan çok daha fazla Avrupa, ABD’nin askeri ve ticari denetimine girdi. Bu şekilde Rusya ve Çin’den kopartıldı. Bu, kuşkusuz ABD’nin Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni” denen projenin uygulanması oluyor. Bazıları bunu “ABD’nin İmparatorluk kurması” olarak da adlandırdılar. İşte ABD, bu şekilde kendi imparatorluğunun kurulması yönünde adımlar atıyor.
Sanıldığı gibi savaşı Putin çıkarmadı. Nasıl ki Saddam kendi keyfiyle Kuveyt’e saldırmadı ve birileri Onu oraya yönlendirdiyse, Putin de benzer bir durumu yaşadı. Onun da Slav Birliği, Rus İmparatorluğu’nun Ukrayna’da kurulması, Ukrayna zenginliklerini bırakmama ve bir de esas olarak şimdiki Gazze Savaşı gibi yolun güvenliğini sağlama gibi istem ve o yönlü hazırlıkları vardı. O da savaşla değil de bir operasyonla Zelenski’yi etkisiz kılmak istedi. Kuşkusuz her şey komplo ile açıklanamaz; her şey çok planlı da oluyor diyemeyiz. Bir gücün bu kadar iradesi yok ama yaşanan istihbarat savaşları ve bu temelde gelişen siyasi hamleleri de hesaba katmak gerekir.
Saddam Kuveyt Emiri’ni yakalamak ve hazinesine el koymak için Kuveyt’e gitti. Fakat Kuveyt’e ulaştığında ne emir vardı ne de hazine. Saddam’ı oraya yönlendirenler, Saddam harekete geçince hazineyi Kuveyt’ten çıkarmış ve Emiri de Suriye’ye götürmüşlerdi. Putin yönetimi de Zelenski’yi yakalayacağım diye Kiev’e gitti. ‘Sen yakalayabilirsin’ diye yeşil ışık yakıp teşvik edenler alıp Zelenski’yi sakladılar ve böylelikle Putin boşa çıktı. Ondan sonra o savaş gelişti, o kadar yıkım oldu ve sonunda yolu sabote ettiler.
Mevcut haliyle Ukrayna Savaşı’nda, ABD’nin dünya hâkimiyeti politikası kazandı. Ukrayna yerle bir oldu, Rusya birçok hedefinden uzaklaştı. Hem Rusya-Çin ittifakında Avrupa’yı kendi yanlarına çekerek ABD’yi yalnızlaştırma politikaları yenilgiye uğradı hem de ABD askeri ve ticari olarak kazandı. Rusya ve Çin’i Avrupa’dan uzak tutarak, Avrupa’yı denetim altına alarak amacına ulaştı.
Ukrayna Savaşı başladıktan sonra gerçekleşen ilk NATO toplantısı bunu tescil etti. İsveç ve Finlandiya’yı da katarak bütün Avrupa’yı NATO’ya bağlayan bir toplantıdan sonra Biden İsrail’e geldi, orada görüşmeler yaptı, ardından Suudi’ye gidip konferans yaptı. O zaman “ABD’nin Orta Doğu ve Arap NATO’su kurmak istediği” söylendi, bir taraftan da Pasifikteki gerginliği geliştirdi, bunun için de “Pasifiğe de bir NATO kurmak istiyor” denildi.
Şimdi mevcut son gelişmeler bu adımlar temelinde oluştu. İsrail ve Suudi toplantılarında temel antlaşmalar yapıldı. Ondan sonra Suudi’nin Ortadoğu’daki politik etkinliği çok arttı. Çünkü ABD, daha ‘90’da Suudi’yi denetime aldı. ABD’nin oradaki askeri denetimi çok güçlüdür. Aslında bir Suudi Arabistan yok, ABD hâkimiyeti, askeri denetim sistemi var. Ona dayanan ve bir de petrol zenginliğini kullanan Suudi’nin rolü arttı ve yoğun bir diplomatik hareketlilik oldu. İşte görüşmelerle Suudi-İran İttifakı gelişti. Ardından Mısır-İran görüşmesi oldu ve ittifak yaptılar. Almanya, Mısır ile en stratejik ekonomik anlaşmalar imzaladı. Alıp Sisi’yi Almanya’ya götürdüler. Fransa oradan hiç çıkmaz oldu. Yoğun bir pazarlık, diplomatik ilişki gelişti. Bu arada Türkiye NATO çerçevesinde birçok rahatsızlık gösterse de ABD bunu görmezden gelerek Yunanistan’ı donattı. Askeri olarak güç gönderip Yunanistan’ı tahkim ettiler. Türkiye’yi F-35 projesinden çıkarıp Yunanistan’a teknik destek verdiler. Amerika bu şekilde Yunanistan, İsrail ve Suudi’yi hazırladı. Sonuç olarak ABD öncülüğünde İngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa sermaye çevreleri Asya yolunda ittifak yaptılar. Hindistan’da ilan edilen yol buydu.
Türkiye-Irak-Körfez ve oradan Hindistan’a gidecek yol, Birinci Dünya Savaşı’yla sabote edildi. Yine Hitler’in girişimleriyle Kafkasya’dan giden yol, İkinci Dünya Savaşı’yla sabote edildi. Bu sefer ABD, Yunanistan-İsrail-Suudi üzerinden Hindistan yolunu açıyor. Bu yol üzerine bir anlaşma yapıp ilan da ettiler. Buna göre de çalışmaları başlattılar.
Şimdi Suudi kendisini yeniden şekillendiriyor. Prens Salman “Yepyeni bir Suudi Arabistan kuracağım” diye ilanda bulundu. Yola göre Suudi Arabistan’ı yeniden organize edecek. Hindistan’da netleşen yol ilanından sonra Türkiye “Bizim içinde bulunmayacağımız bir girişime izin vermeyeceğiz” diyerek bu anlaşmayı sabote edeceğini bizzat Tayyip Erdoğan’ın ağzından ilan etti. Bu gelişmelerden sonra Tayyip Erdoğan Karabağ Savaşı’nı geliştirerek Karabağ ve Zengezur’la güya bir alternatif yol örgütlemek istedi; Orta Asya-Azerbaycan ve Hazar üzerinden Türkiye ve oradan Avrupa’ya giden bir yol güzergâhı oluşturmak istedi. Orta Asya enerjisini Türki Cumhuriyetlere dayanarak Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktaracak bir proje oluşturmak istedi. Rusya “bunu destekliyoruz” dedi. Karabağ’dan Ermenileri sürerek Azerbaycan’a verdiler, geriye Ermenistan’ın İran sınırındaki kısmı kaldı. Oradan Türkiye’ye bir kara yolu döşeyip yolu ucuz yapmak istiyorlardı. Öyle olunca İran ve İsrail’i devreye koydular. İsrail, Azerbaycan’ı harekete geçirdi, İran, bu projeye karşı Ermenistan ile anlaşma yaptı. Bu şekilde Türkiye’nin yol projesini bozarak onu da işlemez kıldılar.
TC, Kürtler yararlanmasın diye kendi sınırından geçecek olan yolu sabote etti
Mevcut imzalanmış yol İsrail-Gazze üzerinden Akdeniz’e gitmeyecekti. İlk proje Suudi’den İsrail sınırına gelince Ürdün-Irak sınırından Kuzey Suriye üzerinden Akdeniz’e girip Kıbrıs’a gidecekti. 2015’te ilk yol hattı öyleydi. ABD’nin Kobani’ye gelişi, DAİŞ’e karşı savaşa katılması, koalisyonun oluşması, sadece DAİŞ karşıtlığı ve bir de Kürt dostluğu! değildi. Esas olan bu yolun hattını açmaktı. Bunun için Gırê Spi düştüğü zaman ABD “Fırat’ın Batısından ilerleyebilirsiniz” dedi. QSD yönetimi, “Biz hazır değiliz, çok yıprandık, hazırlanmamız gerekir” dedi. Oluşan bu boşluktan dolayı Türkiye, ‘Kürtler yararlanıyorlar’ diye devreye girdi. Bu şekilde 2015-2016 yılında NATO ilişkilerini de kullanıp ABD’ye bunu kabul ettirdiler. Bunun üzerine bir yandan Cerablus’tan Suriye’ye bir yandan da Çelê’den Irak’a dönük resmi bir şekilde ABD’nin de katılımı ve izni ile sınırdan asker geçirerek işgal saldırılarına başladılar. Türkiye “Terör koridorunu önledim” diyerek övünüyor. O terör koridoru değil, kendi sınırının yanından geçecek olan enerji yoluydu ve sonuç olarak o yolu önlemiş oldu. ABD buna “evet” dedi ama TC’ye bunu savaşla yapması gerektiğini belirtti. Daha sonra ABD bu alanda gelişmesini istediği savaşı gerekçe göstererek bölgenin güvenilmez ve istikrarsız bir yer olduğunu ifade ederek üzerine anlaşma yapılmış olan Hindistan-Suudi-İsrail-Yunanistan yolunu herkese kabul ettirdi. Türkiye, bu şekilde Kürtler faydalanmasın diye kendi sınırından geçecek olan yolu sabote etti ama kendisi de yol dışında kaldı. Kıbrıs üzerinden dâhil olabilirse olacak olamazsa dışında kalıyor.
Yol Türkiye sınırından geçecekti ve bu kendisi için daha kârlıydı. Eski İpek Yolu işleseydi ve Türkiye’nin içinden geçseydi ondan çok daha kazançlı çıkacaktı. Ama Kuzey Suriye’den geçecek yoldan da Türkiye’nin kazancı çok olacaktı. Fakat Kürt karşıtlığı, Kürtler faydalanmasın yaklaşımını hâkim kıldığı için, TC bu büyük fırsatı kaçırdı. Diyorlar ya “Sorun vatan oldu mu gerisi teferruattır.” Kürtler yararlanır, Kürt sorununun çözümünü, Kürtlere hak verilmesini dayatırlar diye onu sabote ettiler.
Bütün bunlar aslında Çin projesidir. Bu, Çin’in uzun süredir “Bir Kuşak Yol Projesi” adı altında tartıştığı, projelendirdiği, sermaye çevrelerine sunduğu, kitaplar, broşürler haline getirerek yayınladığı bir başlıktır. Birinci ve en yakın olan Ukrayna Yolu’ydu. İpek Yolu istikrarsız bulunuyordu ama o da değerlendiriliyordu. Şuan ki yol en uzun, en masraflı yoldur. Bu yüzden tercih edilmiyordu. Bu dördüncü sırada gelen yoldur. Diğer yollar çatışmalar nedeniyle sabote olunca bu yolda anlaşmak durumunda kaldılar. Dolayısıyla bu yol kârlı olan yol değildir. Fakat şuanda anlaşmış durumdalar.
İran da bu yolun içindedir ve anlaşma sağlamış durumda. Suudi ve Mısır ile olan anlaşmalar yol güzergâhı üzerine olan ABD anlaşmalarıdır. Bu şekilde yol Hürmüz Boğaz’ından geçecek. İran’ın onayı ve katılımı olmadan bu kadar enerji Hürmüz’den geçemezdi.
Bu yol hattındaki pürüzlerden birisi Gazze-Hamas’tır. Çünkü yol oradan denize girecek ve bu savaş da onun için çıkartıldı. Zaten ABD ve İsrail buna hazırlanmış bekliyorlardı. Hamas’ı etkisiz kılıp Gazze’yi denetime almak için bir gerekçe bekliyorlardı, Hamas’ın saldırısı tam da bu zamana denk getirildi. Saldıran Hamas oldu ama niye 7 Ekim’de saldırdı? Sorgulanması gereken budur. Bu saldırıyı yaptıranın Tayyip Erdoğan olma ihtimali çok güçlüdür. Bunu Tayyip Erdoğan üzerinden yaptılar. Nasıl Saddam’a yeşil ışık yakıp “Kuveyt’e gidebilirsin” dedilerse Tayyip Erdoğan da o yolu sabote etmeye hazırdı. Zaten bunu ilan da etmişti. Birileri bu temelde Tayyip’i yönlendirince Hamas, Tayyip’in direktifleri sonucunda saldırı yaptı. Ama buna hazır olan ABD ve İsrail hemen hücuma geçince bu sefer “Ateşkes olsun” diye Hamas’ı kurtarmaya çalışıyorlar. Adeta iki aydır bunun için yalvarıyorlar. Oradaki yolu sabote etmek için bunu yaptılar. Fakat daha ilk anda tuzağa düştüklerini, yönlendirildiklerini anladılar. Kuşkusuz bütün bunların arkasında ABD var. Daha savaş başlar başlamaz ABD bütün gemilerini Doğu Akdeniz’e konuşlandırdı. Nasıl Kuveyt’e Saddam girince ABD, 150 bin askerle Suudi ve Körfez’i denetimine aldı, şimdi de bütün savaş gemileri ve uçaklarıyla Doğu Akdeniz’in, yolun geçeceği güzergâhın güvenliğini tuttu. Bu şekilde hem Akdeniz’in enerji kaynaklarını denetiminde tutuyor, hem de yolun güvenliğini sağlıyor. Rusya biraz itiraz etmek istedi ama hiç etkili olmadı.
Yol için Gazze’yi büyük bir enerji limanı yapacaklar. Oradan denize girecekler. Kuzey Gazze’de zengin doğalgaz yatakları var. Onu ele geçiriyorlar. O yüzden savaşın bitmesine dönük yapılan BM oturumlarında ABD, veto hakkını savaştan yana kullanıyor. Bu şekilde Hamas’ı ezeceklerini de göstermiş oluyorlar. Aynı şekilde El-Kaide’yi, DAİŞ’i etkisiz kıldılar, gelip DAİŞ savaşına katıldılar, etkisiz kılamayınca Taliban’a Afganistan’ı vererek anlaştılar. Hâlbuki bu yapıların hepsini ABD örgütlemişti. Bunlar “Ilımlı İslam Projesi” adı altında ABD’nin Sovyetler Birliği’ne, onun etkilerine karşı mücadelede örgütlediği güçlerdi. Bu güçler öyle kendiliğinden ortaya çıkmış, Ortadoğu’ya özgü değildi. Önder Apo bu yapıları “Ortadoğu geleneğini ya da Ortadoğu toplumsallığını temsil etme durumları olmayan provokasyon güçleri, kapitalist modernitenin, sermaye sisteminin ajanları” olarak tanımladı.
Bu şekilde Gazze’den İsrail’e, oradan Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gidecek yolu her türlü yönteme başvurarak örgütlemeye çalışıyorlar. Dikkat edilirse bu yol güzergâhında deniz yolları fazladır. Sürekli denizden karaya indir-bindir yapılacağı için hem masraf hem zaman kaybı oluyor. Bu da kazancın az olması demektir. Ama bu yolu oluşturacaklar, gözüken o.
Bu noktada Lübnan biraz parçalı. Nasıl örgütleyecekler belli değil. Hizbullah’ın gövde gösterilerini çok dikkate almamak lazım. Çok fazla bir etkisi yok.
Suriye biraz daha kritik yerde duruyor. Çünkü bu projeye en çok karşı olan Rusya ve Türkiye burada. Rusya Ukrayna’yı kaybetti, Doğu Akdeniz’de de itiraz etme gücü kalmadı. Bu projeye Suriye’den dâhil olacak mı yoksa karşı çıkıp çatışacak mı onu göreceğiz. Bu daha belli değil. Kıbrıs’a gidince de Türkiye gündeme gelecek. Türkiye’yi bu projeye göre yeniden şekillendirecekler; ya bunu kabul eden, buna hizmet eden bir yönetim çıkaracaklar ya da mevcut durumun devam etmesi halinde Türkiye’yi de Suriye gibi bölecekler. Yani durum oraya kadar gidebilir.
Kısaca, Türkiye ile sistem arasındaki ilişkiler daha gergin hale gelecek. Türkiye siyaseti üzerinde daha çok duracak, daha çok yoğunlaşacaklar. Ona da bir biçim vermeye çalışacaklar.
Önderliği komplo ile İmralı’ya götürdükten sonra Bağdat’a saldırdılar
Görünen o ki durum bu noktaya gelmeden PKK’yi, kendi karşıtlarını daha çok etkisiz kılmak, yok etmek isteyeceklerdir. PKK’yi çok zayıflatmadan yolu ilerletemezler. Saddam’ın Bağdat’ta 10 yıl yaşamasına da ‘PKK Irak’ı almasın’ diye izin verdiler. Komplo ile Önderliği İmralı’ya götürdükten sonra Bağdat’a saldırdılar.
Türkiye ile çelişkileri artmadan PKK’yi zayıflatmak isteyecekler. Çünkü PKK güçlü kalırsa tüm projelerini sabote edebilir. PKK’nin alternatif bir projesi var. Öyle bir duruma yol açmamak için KDP’ye, TC’ye verdikleri desteği daha çok arttırıyorlar ve bunu daha da arttıracaklar. İmralı’daki baskı bu temeldedir. Bunun için Hamas gibi Hizbul-kontrayı devreye koydular. Baktılar ki PKK, PDK ya da AKP ile zayıflatılamıyor kuzeyde Hamas gibi “Kürt Haması” dediğimiz Hizbul-kontrayı PKK dayanaklarını yok etmek için devreye koydular. Nasıl ki Hamas, savaş zoruyla Gazze’yi FKÖ’den aldıysa şimdi Kuzey’de Hizbul-kontra ile PKK’nin etkinliğini kırmak için savaş dâhil her şeyi geliştirebilirler.
Şöyle genel bir çerçeve çizilebilir: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı dağıttılar, savaş oraya götürdü. Fakat savaşın sonuçlanması mevcut TC devletiyle Lozan’da anlaşma temelinde oldu. O da Osmanlı Kurdistanı’nın soykırıma uğratılması esasında gerçekleşti. O anlaşma Kürtlere soykırım getirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yeniden Şahlığı devreye koydular, birlikte destek verdiler ve o da Mahabat’taki gelişmeyi ezerek Kürtlere soykırım getirdi.
Şimdi bu savaşta Arap sahasını, İsrail sahasını, Doğu Akdeniz’i esas alıyorlar. Yolu oradan oluşturdular. İran’la şimdi anlaşmış görünüyorlar. Bu ilişkilerin anlaşmalı mı yoksa çatışmalı mı olacağına, yine Türkiye’ye nasıl yaklaşacaklarına bakmak lazım. Türkiye ve İran’ın Kürt karşıtlığı ve bir de Afganistan’da yapılan savaş nedeniyle bu yol projesi güneye kaydı. Yoksa yol kendi alanlarından geçecekti.
Şimdi her iki dünya savaşının sonucuna bakılırsa birinde Türkiye ikincisinde Şahlık Kürt soykırımı üzerinden yeniden diriltildi. Bu işin hiç şakası yok, gerçekleri olduğu gibi görerek net ortaya koymalıyız. Şimdi ne olacak? Bu gidiş nereye doğru gidecek? Bu yol örgütlenebilecek mi? Bu yolu örgütlerken İran ve Türkiye’ye nasıl yaklaşacaklar? Buraları ne yapacaklar soruları önem kazanmakta. Peki, bu noktada tam bir anlaşmaya varırlar mı? Kuşkusuz o ihtimal de var. Hem İran hem de Türkiye 1975 öncesi gibi kendilerine bağlı, istediklerini yapan bir konuma gelip Rusya’ya karşı güvence olarak NATO’nun doğu kanadı olacak şekilde iki yönetim çıkarırlarsa anlaşırlar. Bu da Kürt soykırımının tamamen gerçekleşmesi üzerinde olur. Bu bir olasılıktır. İhtimal dışı görmemek lazım.
Diğer yandan Türkiye üzerinde gerginlik artarsa bizim için fırsat ve imkânlar daha çok artar. Öyle bir durumda o zamana kadar gelişecek saldırılardan kendimizi korur, ezilmeyi önlersek ortaya çıkacak imkân ve fırsatlardan yararlanabiliriz. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda ulus devlet olarak İran yeniden oluştu, mevcut yönetim ona dâhil oldu. ‘79’da önceki yönetim İslami Devrimle bir çelişki yaşasa da ona dâhil oldu.
Üçüncüsünde Arap sahasını, Arap ve İsrail ittifakını güçlendirdiler. Projeyi oraya dayandırıyorlar. Tabii onun politik etkisi ne olacak diye çok iyi görüp değerlendirmemiz lazım. Bunu ne kadar uygulayacaklar, bu nasıl inşa olacak, gerçekleşecek mi, sabote mi olacak? Henüz sadece olup bitenleri söylüyoruz. Her şey olup bitmiş, sağlama alınmış değil. Öyle değerlendirmememiz lazım. Bu bir mücadele ve sürecek.
Mevcut sistem çok temkinli hareket ediyor
ABD, sistem çok temkinli. Önümüzdeki yıl ABD’de seçimler olacak. Önümüzdeki yıl seçim sonuçlarının nasıl olacağına da bakmak lazım. Dolayısıyla mevcut yönetim ve bu politikalar devam edecek mi? Tabii bunu şimdiden bilemiyoruz ama çok temkinli hareket ettikleri görülüyor. Çünkü bunun alternatifi de ancak bu 150 yılda gelişti. Böyle bir sürece girildiğinde önce Avrupa’da 1848 devrimleri denen süreçler var. Bu süreç başladığında 19. yüzyılın son çeyreğine girişte Paris Komünü vardı. Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz doksanlı süreç başlarken de PKK’nin Bakur’da serhildanı geliştirme ve Kurdistan’ın diğer parçalarını etkilemeye başlama durumu vardır. Bunlar birbirlerine paralel olan gelişmelerdir.
Ardından Birinci Dünya Savaşı sürecini reel sosyalistler, Rus Sosyalistleri değerlendirdiler. Fakat bütün devrimci alternatif akımlar o süreçteki çelişkiler içinden çıktı. Anarşizm, Marksizm ve diğer akımlar bu süreçte ortaya çıkan ve alternatif olarak gelişen güçlerdi. Birinci Dünya Savaşı ardından Rusya’da Ekim Devrimi ile daha geniş alternatif olunacağı söylendi. Fakat bu dönemde birçok konu tartışmalıydı, teorik tartışmalar yürütülüyordu. Bu dönemde dünya devrim perspektifi olmazsa da en azından Avrupa devrim perspektifi vardı. Lenin, Rusya’da iktidarı almaya yönelirken Avrupa’da devrim olacak ve o devrim Avrupa’ya yayılacak umudu ve inancına sahipti. Dolayısıyla Ekim Devrimi’nin öyle ayakta kalacağına inanıyordu. Ama Almanya ve diğer yerlerdeki girişimler başarısız kaldı. Bu başarısızlıktan dolayı “Tek Ülkede Devrim” yaklaşımını teoriye dönüştürdüler. Avrupa ve dünya devrimi anlayışından vazgeçtiler. İngiltere ve Fransa saldırılarla devrimi yıkmak istedi. Buna karşı Kızıl Ordu’yu örgütlediler. Aslında bunlar Marksist teoride yoktu. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan askeri-siyasi mücadelelerin sonucunda ortaya çıktı. Siyaset ve askerlikteki başarısızlık ya da başarılar teori haline geldi. Bu kadar büyük bir devlet, diktatörlük, ordu bu saldırılar karşısında kendisini koruma anlayışı olarak alternatif olma iddiasıyla ortaya çıktı. Ama işte bu tür geri adımlardan dolayı devrim ileriye gidemedi, devletçilik yeni bir kapitalizmi doğurdu.
Ondan sonra Lenin bu konular üzerinde çok duruyor; Tekelciliğe karşı çıkıyor ama görüyor ki küçük sermaye de her gün yeni tekelleşmelere yol açıyor. Dolayısıyla özel mülkiyet konusunun, küçük sermayenin yeniden ele alınması gerektiği şeklinde yaklaşımları var ama saldırılardan dolayı tüm bunları ancak devlet mülkiyeti, devletçilikle önleyebildiler. Ama o da ancak 70 sene zor yaşayabildi. Fakat bu bir deneyim oldu. O zaman kapitalist modernite sistemi bu kadar ihtiyatlı değildi. PKK konusunda çok ihtiyatlıdır. Yeniden benzer bir sonuca yol açmamak için çok dikkatli davranıyorlar. Dikkat edelim Saddam’ın ordularını kırıp Bağdat’a hapsettiler ama on yıl onunla birlikte yaşamayı da öngördüler, ta ki uluslararası komployu gerçekleştirip Önderliği etkisiz hale getirene kadar. Önderlik mücadele yürütürken Bağdat’a saldırmadılar. Kesinlikle nedeni PKK’nin Güney Kurdistan’ı almaması, Irak’a, Arap sahasına yayılmaması içindi. Zaten 1991 Çekçi Güç Operasyonu’nun temel amacı PKK’nin Güney Kurdistan’a girişinin engellenmesidir. 32 senedir bu anlaşma devam ediyor. Bu temelde bize karşı ortak saldırı var. Bu konsept hala sürüyor.
Şimdi de benzer biçimde davranıyorlar. Böyle bir yol oluşturmaya çalışıyorlar. İlk defa bir anlaşma oluşturdular. Sermaye sistemi tam 150 yıldır bir anlaşmaya varamamıştı. Rusya ve bazı güçler dışında kalsa da ana gövde bu yol hattında anlaşmış gibi. Gerçekten bu gerçekleşecek mi? Yani 150 yıllık proje bu biçimde hayat bulacak mı? Asya’nın Avrupa tarafından sömürülmesi böyle bir anlaşmayla gerçekleşecek mi? Tabii bunların hepsi yeni durumlar olduğu için tam olarak bilemiyoruz. Geçmişte gerçekleştirilemeyen bu projelerin gerçekleştirilmesi için ABD iddia sahibi gözüküyor. Yoğun bir çaba harcıyor. Bu temelde diğer güçleri biraz daha etkisiz hale getirdi; Çin, Rusya ile birlikte Ukrayna hattını destekliyordu ama o kadar Rusya’ya bağlı değil. Zaten bunu Ukrayna Savaşı’nda da gösterdi. Sonra Hindistan’la anlaşma yaptı ve Suudi ile anlaşmalar yapıyor. Çin başkanı Amerika’ya gitti. Durumu Rusya gibi değil. Eğer Rusya bir alternatif geliştirir ve Çin onu kazançlı görüp oraya giderse ayrı ama şuan ki durumda Hindistan yoluna Çin de bağlanıyor. Bu düzeydeki bir ticari ittifak ilk defa oluşuyor. Dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonu böyle bir yolun oluşması mı olacak? Tabii böyle bir sonuca ulaşmanın ciddi zorlukları var. Bu yüzden bunlar tartışma gerektiren hususlar.
Diğer yandan alternatifin gelişmesi ihtimali çok güçlüdür. Onları da adım adım engellemeye çalışıyorlar. Dikkatli, ihtiyatlı hareket etmeye çalışıyorlar. Bu konuda en çok dikkat ettikleri PKK’dir. Bu Demokratik Modernite alternatifinin önlenmesidir. Bunun için her şeyi yaparlar. Bizim de bunları bilerek dikkat etmemiz gerekli ama böyle bir süreç ciddi tehlikeler içerdiği kadar yeni imkân ve fırsatlara da ev sahipliği yapıyor. Bunları görerek bu mücadeleyi yürütmek, Demokratik Modernite çalışmalarını Kurdistan’da, diğer alanlarda geliştirebilmek gerekli.
İran konusunu genel Kurdistan ile birlikte değerlendirmek daha doğru. Fakat eski bloklar zaten biraz dağıldı. O muhalefet denen reformcular yok oldu. Bu katı iktidarcılar dağıldılar, Xamaney her halde gidecek. Bu, Reisi üzerinden İran’da da politika yeniden karılacak gibi. Türkiye de öyle olacak. Kılıçdaroğlu düştü. Görüldü ki Kılıçdaroğlu etrafında toplanan muhalefet Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutma muhalefeti oldu. Ama bu muhalefet dağıldı. O zaman bu iktidarı da etkileyecek. Türkiye’de de zorunlu olarak siyaseti yeniden yapılandıracaklar. Bu durum bizim mücadelemiz için hem Doğu hem de Kuzey Kurdistan’da imkân ve fırsatları artırır. Ama sistemin hâkimiyeti de var. O yüzden etkinliğimizin gelişmesini engellemek için çok yönlü hareket ediyorlar. Saldırılarını sürdürerek üzerimizdeki baskılarını artırıyorlar.
Öyle tek başına bir Kürt özgürlüğü yok
Esas burada dikkat edilecek husus KDP’dir. Yine ideolojik duruştur. Siyasetin ideolojisiz ele alınması, hele hele tek yanlı, sadece kapitalist sistemi değerlendirip alternatifi görmemek tek yanlılık olur. Siyaseti ideolojiden kopuk değerlendirmek kesinlikle yanlıştır. Bu noktada bizim en çok dikkat etmemiz ve bilmemiz gereken nokta şudur: Şu haliyle bu yol projesinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini ve ortaya nasıl bir politika çıkaracağını bilemiyoruz ama hala bütün çelişkilerine rağmen bu sistem en küçük bir Kürt siyasi varlığını kabul etmiş değil. Amerika Güney’e geldi yerleşti ama burada kendi gücüyle ayakta duruyor. Çünkü Amerika, KDP’nin, Barzanilerin kendisini koruyamayacağını biliyor.
Bunlara arka çıkılması sadece PKK’ye karşı savaşmaları içindir. Bunu hiçbir zaman unutmayalım. Bileceğiz ki öyle tek başına bir Kürt özgürlüğü yok. Bir bölge devrimi, dünya devrimi, dünya demokratikleşmesi öngörmeden, onunla birlikte olmadan Kürt ulusal özgürlüğü yaklaşımı yanlış. Kurdistan böyle bir alan değil. 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’ne dayanarak çeşitli alanlarda gelişmiş ulusal kurtuluş hareketleri sözde ulusal bağımsızlık ve özgürlük Kurdistan’da olmayacak, olmadı. Bu İtalya’nın başkenti Roma’da bitti. Önder Apo’nun sunduğu sekiz maddelik projeye karşılık sistem, Önderliğe İmralı yolunu göstererek bunu yok etti. Bunu görmemiz lazım. O nedenle KDP, Güney Kurdistan bir çözüm değil, Rojava da PKK’ye karşı savaştığı ölçüde, PKK çizgisini bozduğu ölçüde çeşitli güçlere karşı savaşmak için orada tutulacak. ABD oraya kendi çıkarları için destek verdi, onun ötesinde hiçbir şey yoktur. Bizim bunu iyi görmemiz lazım.
Kürt işbirlikçiliği ve ihaneti karşısındaki duruşumuz her şeyin belirleyicisidir. Sistem bu kadar bize saldırırken onunla savaşmak lazımdı ama zayıf halka işbirlikçilikti. Bazı zorlukları olsa da beş sene önce KDP’yi yerle bir edebilirdik. Bütün gücümüzü TC ile savaşa yönlendirdik. Niye? Böyle dar bir Kürtçülük var. Niyetler ve zayıf oluşmuş ulusal duygular bizi somut gerçeklerden uzak tutuyor, gözümüzü kapatıyor. Biz KDP’yi, DAİŞ saldırılarından da koruduk ve bu konuma getirdik. Derler ya “besle kargayı oysun gözünü.” Şimdi üzerimizde tam o uygulanıyor. Bunun için bu siyasi değerlendirmelerin hepsini, aslında Kürt işbirlikçiliğini ve onun ihanetini doğru anlamak için etkili mücadele etme ile bağlantılandırarak, devrimci-demokratik başarının, işbirlikçiliği-ihaneti etkisiz kılmakta geçeceğini çok iyi görmek lazım. Esas eleştirilmesi gereken yan budur. Burada ‘bir çözüm olmuş ve varmış gibi’ bir yaklaşım ve ona öykünme var. Rojava’da uygulanan her şey tıpatıp Başûr’un bir maketi gibidir. Çünkü burayı da son tahlilde Amerika örgütlüyor. ‘Orası öyle olmuş biz de öyle olabiliriz’ deniliyor. Gidip Amerikalılara “niye Başûr’a bir statü verdiniz de bize neden verilmiyor” diye söylüyorlar. Beklenti ve arayış o. Bu bizi devrimci çalışmalardan uzak tutuyor. Gerçeklerden, temel çalışmalardan uzaklaştırıyor. Örneğin halk çalışmasından uzaklaştırıyor, yönünü devletlerle diplomasiye veriyor, devrimi Suriye’ye, Arabistan’a yaymaktan uzaklaştırıyor, Amerika, Suriye ya da Türkiye ile anlaşarak var olan ile yaşama eğilimine götürüyor. Var olana razı olma var. Bundan dolayı devrimci çalışmadan uzak duruyoruz. Açık söylemesek bile pratikteki darlıklar, yüzeysellikler, başarısızlıklar, etkin olmama, bu kadar iç çekişme, didiştirme buradan kaynaklanıyor. Yoksa Rojava’daki kadro devrimci çalışmaya seferber olsa, Arap sahasına dağılsa ‘Arap Devrimi’ni biz yapacağız, Arabistan’ı biz kurtaracağız, buraları Amerika’ya vermeyeceğiz” dese içte bu kadar çelişki, çatışma çıkar mıydı? Demek ki bunların birbiriyle bağı var. Böyle o bizi tutuyor, onu iyi ve bir çözüm gibi görüyoruz. Her ne kadar zaman zaman değerlendirmelerde olmaz desek, eleştirsek de yine de bu bir Kürt kazanımı olarak görülüyor.
Geçen yıl biz Lozan’da konferans düzenledik. Buradan KDP yönetiminin korunması kararı çıktı. Buraya kadar gidiyor. Sanki Kürt varlık ve özgürlüğünün sahibi ve temsilcisi Hewlêr’deki yönetimmiş gibi. Çevre öyle algılıyor. Biz bunu aşan bir mücadele yürütemedik. Bu zihniyeti kıramadık. Buna yol açan etkenleri, duyguları zayıflatamadık.
Genel Ortadoğu’yu dünya ile birlikte ele almak, Kurdistan’ın bütünlüğüne bakarak İran’ı ve Rojhilat’ı değerlendirmek lazım. Bunlar çerçevesinde bakınca İran için de son bir şey söyleyeyim: Geniş yaklaşılıp devrimci temelde çalışılırsa çalışma imkânları vardır. Fakat ABD-İran karşıtlığı ve çatışmasına dayalı var olma ve yaşama, devrimcilik yapma süreci sona eriyor gibi. Tamam, saldırıyorlar. Onlar zaten öyle gösterecekler. ABD, İran’a, İran, ABD’ye karşı çıkacak. Çünkü onlar buna dayanarak var oldular. O yüzden bu imkânı elden bırakmazlar ama bunların eskisi gibi bir temeli yoktur. İran-ABD ilişkilerinde gizliden gizliye birçok değişiklik var.
Şimdiki havaları bambaşkadır. Artık o sıkışmış, gerginleşmiş İran yok. Kendini başarılı gören, başarılı sonuçlar aldığına inanan bir İran var. Dolaylısıyla şimdi gelinen süreci doğru anlamak ve değerlendirmek, onun gereklerine göre hızla, zaman kaybetmeden doğru politikalar belirleyip pratiğe yönelmek gerekiyor.