Firaz Baran
Sömürgeci Türk devleti bundan bir süre önce, Rojava’da işgal ettiği bölgelere Suriyeli mültecilerin dönmesi için bir plan açıkladı. Bu plan ile faşist Türk devleti, bir milyon Suriyeli mülteciyi Efrin’den Serêkaniyê’ye kadar olan bölgede 13 yerleşkede yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Faşist şef Tayyip Erdoğan tarafından sık sık dile getirilen bu planının güncel gelişmelerle bağı olduğu kadar, Türk devlet yapılanması ve egemenlerinin karakteri ile yakından bağlantılıdır. Demografik yapı ile oynama, onu değiştirme iktidarcı-devletli uygarlık sisteminin gelişimi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Devletçi uygarlık sistemi; halkları, toplumları tahakküm altına almak, işgal ve sömürü sistemini sürdürmek için katliam, sürgün, göçertme vb politikalarla halkların, toplulukların demografik yapısını değiştirmeye çalışmıştır. Fakat Türk devlet yapılanması ise bunu temel bir işgal biçimi olarak geliştirip, yaygın ve faşizan bir tarzda kullanmıştır. Bu çerçevede de Türk devlet ve egemenlerinin işgal ettiği yerlere nüfus yerleştirme ve oraların demografik yapısıyla oynama sürekli başvurdukları bir yöntem olagelmiştir. Bu yöntemle işgal ettikleri bölgelerde kendilerini kalıcı kılmayı, oraları yurt edinmeyi esas almışlardır. Bunu, Selçukluların Anadolu’ya gelişlerinden soykırımcı TC’ye kadar halklara ve İnançlara karşı yürütülen politikalarda görmek mümkündür. Selçuklular Anadolu’ya gelip Bizans kontrolündeki alanları ele geçirip yurt haline getirme süreçlerinde askeri işgali Orta Asya’dan gelen/getirilen bir Türk nüfus ile sürekli takviye etmeye çalışmışlardır. Daha sonraları aynı coğrafyada kurulan Anadolu Selçukluları, Türk Beylikleri, Osmanlı ve onun bir devamı olarak kurulan Türk devleti de bu yöntemi yoğun bir şekilde kullanarak yayılmanın ve işgal etmenin bir aracı olarak başvurmuşlardır.
En büyük demografik hareketler son iki yüzyıl içerisinde gerçekleştirilmiştir
Kürdistan açısından baktığımızda ise; tarihte Kürdistan’ı egemenliğinde tutan işgalci, sömürgeci güçlerin bir asimilasyon-soykırım politikası olarak Kürdistan’ın demografik yapısını değiştirmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Fakat Kürdistan tarihinde en büyük sömürgeleştirme hareketleri son iki yüzyıl içerisinde gerçekleştirilmiş, dolayısıyla en kapsamlı demografi hareketlerine de bu iki yüzyılda rastlanılmaktadır. Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı’nın Kürdistan’da başlattığı demografik yapıyı değiştirme politikaları, sonraki yüzyılda bu konuda uygulanacak politikalara da ilham kaynağı teşkil ettiğini belirtmek mümkün.
Osmanlı’da iskân ve göç ile demografik yapının değiştirilmesi politikaları, işgal edilen topraklarda tutunmanın dayanak noktalarını oluşturma ve işgali kalıcılaştırma eksenli geliştirilen bir stratejiydi. Nitekim 20. yüzyılın başlarında İttihatçılar bu politikaları derinlikli ve sistemli bir hale getirerek Ermeni, Rum, Asuri ve Kürtlere karşı vahşi bir şekilde hayata geçirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda demografik yapının değiştirilmesini iki temelde açıklamak mümkündür.
Birincisi; dışa dönük yapılan nüfus hareketi. Bu, Osmanlı’nın işgal ettiği topraklara yerleştirdiği Türk-Müslüman nüfus hareketi olarak gerçekleşir. Osmanlı kuruluşundan itibaren ele geçirdiği topraklar üzerinde yaşayan etnik-dinsel bileşime sürekli müdahale etmiştir. İlkin bunu Anadolu’da daha sonra da Balkanlar’da yapmıştır. Bundan ötürü Anadolu’da Müslüman halktan bir kısım nüfusu sistemli bir şekilde ele geçirdiği Balkan topraklarına yerleştirmiştir. Evlad-ı fatihan olarak adlandırılan ve işgal hareketine katılanların gönüllü temelde gelip yerleşmelerine ek olarak, işgal edilen yerlerde Müslüman nüfusu arttırmak amacıyla daha kalabalık gruplar da iskân edilmiştir. Osmanlı uygulamış olduğu bu politikalarla işgal ettiği yerlerin demografik yapısını ciddi oranda değiştirmiştir.
İkinci; Rusya’nın 19. yüzyılda Kafkasya ve Balkanlar’daki yayılmacı politikalarından dolayı göçe zorlanan Türk, Müslüman halklar (Çerkes, Çeçen, Oset, Türkmen vs) ve Osmanlı’nın yanında yer almış nüfusun büyük çoğunluğu Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklara göçertilmesiyle uygulanacak olan iskân politikaları olarak şekillenmiştir.
18. yüzyılda karşı karşıya gelen Osmanlı ile Rusya’nın işgal yöntemleri oldukça birbirine benzemekteydi. Balkanlar ve Kafkasya’da yayılmacı bir politika izleyen Rus Çarlığı, Osmanlı’dan aldığı topraklara Slav ve Rus Kazakları başta olmak üzere Hıristiyan nüfusu yerleştiriyordu. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren, Osmanlı’ya ciddi bir göçmen akışı olur. Rusya, Osmanlı’dan toprak kopardıkça buralardaki Müslüman nüfus da Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Osmanlılar da Rusya’dan bazı yerleri geri aldığında göç etmiş olanların bir kısmını tekrardan aldıkları yere yerleştirmiştir. İlkin Balkanlar’da başlayan iki güç arasındaki bu demografik savaş, 19. yüzyıla gelindiğinde daha yoğunluklu bir şekilde Kafkasya’da da devam etmiştir. Aslında Osmanlı ile Rusya arasında süren savaşları “bir nüfus savaşı” olarak belirtmek mümkündür. İki cephede de Osmanlı’nın Rusya karşısında aldığı her yenilgi, Osmanlı’ya Müslüman göçünü arttırmıştır. Kafkaslarda iki gücün karşılaşması daha büyük nüfus hareketlenmelerine yol açmıştır. Rusya’nın Kafkasya’yı ele geçirme politikası ve Şêx Şamil ayaklanması bölge nüfusunun hedef haline gelmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda bölge halklarının (Çerkes, Çeçen, Oset, Türkmen, Dağıstanlı, Azeri vs) önemli bir kısmı Osmanlı’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı da bu göçertilmiş nüfusun önemli bir kısmını Kürdistan’a yerleştirecektir. Bundan dolayı iki güç arasındaki demografi savaşlarında Kürdistan da ciddi şekilde etkilenecektir.
19. yüzyılda gelişen isyanlar ve İttihat-Terakki döneminin sonuçları
Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar ve Kafkasya’da toprak kaybettikçe yönünü Kürdistan’a dönmüştür. Kürdistan’ı kayıtsız, şartsız kendine bağlamak için merkezi otoriteyi güçlendirmeye, bu bağlamda da Kürt beyliklerinin yarı özerk statülerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Savaşta yaşadığı yenilgilerin ağır mali yükü ve asker ihtiyacını Kürtlerden karşılamaya yönelmiştir. Bunların yanı sıra 15-30 yaş arası erkeklerin mecbur edildiği askerlik süresi 12 ve daha sonra 15 yıla çıkarılmıştır. Tüm bunlar Kürt toplumunda büyük rahatsızlıklara yol açarak Osmanlı’nın baskı ve zulmüne karşı 19. yüzyıl boyunca Kürdistan’da isyanların gelişmesine yol açmıştır.
19. yüzyıl boyunca peşi sıra gelişen her isyanın şiddetle bastırılması ile yerleşim yerleri yıkılıp yakılan on binlerce Kürt, Anadolu’nun içlerine sürülmüştür. Günümüzde Türkiye’nin farklı yerlerinde uzun bir zamandan beri yaşayanların büyük çoğunluğu bu dönemin sürgünleri olarak Anadolu’nun çorak bozkırlarına sürülen Kürtlerdir. Osmanlı, gelişen Kürt İsyanlarını fırsat bilip Kürdistan’da kapsamlı demografi değişiklikleri yapmıştır. 19. yüzyıl isyanlarında iki milyondan fazla Kürt İç Anadolu bölgesine sürülmüştür. Kürtleri kadim topraklarından söküp, Anadolu’nun yaşam koşulları en zor ve ağır yerlerine göndermişlerdir. Osmanlı bir yandan büyük bir Kürt nüfusunu Anadolu’ya sürerken diğer yandan da Rusya ile yaşanan savaşlarda Kafkasya’dan göçertilen Kafkasi halkların (Çerkes, Çeçen, Türkmen, Azeri, Karapapak-Terekeme, Ahıska Türkleri, Dağıstanlılar vs) büyük çoğunluğunu özelikle Serhat bölgesi başta olmak üzere Kürdistan’ın değişik yerlerine yerleştirmiştir. Günümüzde Kürdistan’da yaşayan kafkasi toplulukların ağırlıklı bölümü bu dönemde yerleştirilenlerdir.
Osmanlı döneminde Kürdistan’daki büyük çaplı demografi değişimi sadece 19. yüzyıl ile sınırlı değildir. Demografik yapı değişimini bir toplum mühendisliği tarzında asıl kurumsallaştıracak olan 1913 yılında iktidara gelen İttihat-Terakki’dir. Irkçı bir zihniyetle hareket eden İttihatçılar, Anadolu ve Kürdistan’ın demografik yapısını bir bütünen değiştirmeyi gaye edinirler. Bu hedefleri ile bağlantılı olarak; 1914 yılında ‘Aşiretlerin ve Göçmenlerin Yerleştirilmesi Müdürlüğü’nü (İskan-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti… İAMM) kuracaklardır. Bununla iki temel hedefi hayata geçirmeye çalışacaklardır. Birincisi; çok sayıda Türkmen, Kürt ve Arap aşiretinin yerleşik yaşama geçirilmesi; ikincisi ise Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan göçertilen Müslüman muhacirlere yer sağlanması.
İttihatçılar iktidara tam yerleştikleri 1913 senesinden itibaren katliam, tehcir, mübadele, yer değiştirme gibi yöntemlerle Anadolu ve Kürdistan’ın demografik yapısıyla oynamayı, onu bozmayı planlı ve sistematik bir hale getirdiler. İlkin, Hıristiyan halkları (Ermeni, Rum, Asuriler) katliam ve tehcirle soykırıma uğrattılar. Onların yerlerine Balkanlardan göçertilen Müslümanlar yerleştirdiler. Aynı yıl içerisinde yeni hafıza inşası politikaları bağlamında yer isimlerinin değiştirilmesini gerçekleştirdiler. Hıristiyan halklara ait yer isimleri değiştirildi. Bu belleksizleştirme politikası Kürtlere de uygulanacak ve Kürt yerleşim birimlerinde ilk yer isim değişiklikleri bu süreçte yapılacaktır.
İttihatçılar 27 Mayıs 1915 yılında Tehcir Kanunu (Sevk ve İskan Kanunu) ismiyle bir kanun çıkarırlar. Kanunun gerekçe kısmında “savaş halinde devlet yönetimine karşı gelenler için askeri birliklerce tedbir almak için çıkarılan kanun” demektedir. Bu kanun Ermeni halkının soykırımdan geçirilmesi için çıkarılmıştır. Fakat Kürtler de bu kanundan oldukça zarar görmüşlerdir. Bu kanunun 12. maddesinde: Kürtler ufak tefek kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun (köyün, ilçenin, vilayetin) yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt reisleriyle, molla ve nüfuz sahibi kişiler diğer kişilerle birlikte sevk olunacak ve orada bunlar diğer kişilerle ilişkide bulunmayacak şekilde ayrılacak ve hükümet gözetimi altında bulundurulacaktır.” (Göçmenler Genel Müdürlüğü Tehcir Kanunu)
Göçertme adı altında soykırıma yasal bir kılıf oluşturulan İttihatçılar 1915-16 yılları arasında bir milyon civarında Kürt’ü anayurtlarından sürerler. Sürgün yeri olarak Kürdistan’a oldukça uzak olan yerler seçilir. Kürtlerin yerleştirileceği yöredeki halkın devlet yanlısı, milliyetçi ve Kürtleri sürekli hor görecek bir yapıda olması esas alınır. Sürgün edilen Kürtler arasında olabilecek her türlü iletişim engellenir. Bunun için Kürtlerin toplu yerleştirme yerine geniş bir alanda serpiştirilip daha kolay asimile olmaları hedeflenir. Sürüldükleri yerlerde karakol gözetimine tabi tutulurlar. Kürtler zor yaşam koşullarına mahkûm edilerek açlık, yoksulluk ve hastalıkla boğuşurlar. Bu yıllarda bir milyon civarında Kürt göç ettirilir ve bunlardan hayatta kalanlar İzmit’ten Halep’e uzanan hattın arasına yerleştirilir. Hayatta kalanların sayısı ise 300 bin civarıdır.
İttihatçıların temel yaklaşımı; Anadolu ve Kürdistan’ın Türkleştirilmesiydi
1916 yılında Kürdistan’da büyük bir göç dalgası daha yaşanır. Bu süreçte Rusya, Osmanlı egemenliğinde olan Serhat bölgesini de içeren geniş bir alanı işgal eder. İttihatçılar, Rus işgalinden kaçan Kürtlerin Kürdistan’a yerleşmelerine müsaade etmezler. İttihatçıların temel yaklaşımı Anadolu ve Kürdistan’ı Türkleştirmek, dolayısıyla var olan diğer etnik grupları asimile etmekti. Bu konuda hızlı ve etkili sonuç almak için de tehcir ve iskan yöntemini kullanıyorlardı. Bunu Kürdistan’da temel bir politika olarak uyguluyorlardı. Bundan dolayı da Kürdistan’daki demografik yapı ile oynamayı kendilerine esas iş olarak görüyorlardı. Bu bağlamda da Kürdistan’a farklı etnik yapıları taşırma, Kürtleri ise anayurtlarından sürüp Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere dağıtarak sonuç alma politikasını var gücüyle uyguluyorlardı. Bu kapsamda da Ruslar tarafından Serhat bölgesinden göçertilen Kürtleri de Anadolu’nun iç kısımlarına doğru dağıtmak istiyorlardı. Daha önceki demografik yapı değişikliklerinde olduğu gibi, bunda da “işin detayları” planlanarak hareket edilmiştir. Çünkü daha önceki zamanlarda Anadolu’nun farklı yerlerine yerleştirilen Kürtler vardı. Yeni sürülecek Kürtlerin bunlarla aynı yerlere yerleştirilmesi etnik anlamda birbirlerini olumlu şekilde etkileyebilirdi. Bu da asimilasyon politikalarını boşa çıkarabilir diye düşünüyorlardı. Bundan ötürü İttihatçılar Kürtleri yerleştirmeyi planladıkları; “Konya, Kastamonu, Ankara, Sivas, Adana, Aydın ve Trabzon vilayetleriyle Kayseri, Canikli, Eskişehir, Karahisar, Niğde’de” yaşayan Kürtler hakkında bölgenin yetkililerinden detaylı bilgi isterler. Bu bilgi; “Nerelerde ne kadar Kürt köyü olduğunu, nüfuslarını, Kürtçe konuşmaya devam edip etmediklerini, milli adetlerini muhafaza edip etmediklerini, Türk köylüsü ve köyleriyle münasebetlerini öğrenmek ister.” (İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası -1913-19-8- Fuat Dündar). Gelen bilgilere göre de önemli oranda bir Kürt nüfusu bu bölgelere yerleştirilir.
İttihatçılar Kürdistan’ın demografik yapısını bir bütünen değiştirmenin arayışındadırlar. Çünkü ellerindeki son toprak parçasında Kürtler kalabalık bir nüfusu oluşturuyorlardı. Bunu da kendi projeleri önünde tehlike olarak görüyorlardı. Kürtleri kadim topraklarından sürüp asimile etmek için daha kapsamlı ve ayrıntılı bir araştırmaya girişirler. Bunun için özel birim kurulur. Daha önce kurulmuş olan İAMM (İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti) 14 Mart 1916’da yeniden AMMU olarak yapılandırılır. Kurulan bu birimle Kürtler üzerine araştırmalara ağırlık verilir. Bu bağlamda da Kürtlerin bulunduğu bölgelerde Kürtlerin nüfusları, aşiretleri, anadillerini konuşup konuşmadıkları, geleneklerine olan bağlılıkları, devlete yakınlıkları, daha önce devlete karşı herhangi bir isyana katılıp katılmadıkları vb çok detaylı bilgi çalışması yürütülür. Bu bilgi toplama işi Kürdistan dışında, Anadolu’nun farklı yerlerine sürülmüş olan Kürtlere dönük de yapılır. Elde edilen veriler temelinde Mayıs 1916 yılında İttihatçılar Kürtlere uygulanacak olan iskan politikalarına ilişkin ayrıntılı bir planlama çıkarırlar. Bu plan çerçevesinde Musul, Urfa, Maraş ve Antep öncelikle Türkleştirilmesi gereken yerler olarak belirlenir. Amed, Sivas, Elazığ ve Erzurum bölgelerinde ise Rus işgalinden dolayı sığınan mültecilerin içerisinde Kürtler ve Türkler ayrıştırılır. Türkler bu bölgelerde bırakılırken, Kürtler ayrı bir iskana tabi tutularak Türk nüfusunun daha yoğun olduğu Ankara, Kastamonu, Kayseri, Niğde, Kütahya ve Eskişehir’e sürülür. Bu süreçte de çok büyük sayıda bir Kürt nüfus Kürdistan’dan sürülerek söz konusu yerlere serpiştirilir.
İttihatçılar faşist, kafatasçı bir zihniyetle Türk ulus devletini inşa etmek için Anadolu ve Kürdistan’da çok kapsamlı demografi değişikliklerine girişmişlerdir. Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi, İttihatçıların iskan ve tehcir adı altında uyguladıkları soykırım politikalarının ilk ayağı Hıristiyan halklara uygulandı. Milyonlarca insan katledilirken, bir o kadarı da yurtlarından sürülerek tüm mal varlıklarına el konuldu. İkinci ayağı ise Kürdistan ve Anadolu’da Türk olmayan Müslüman halkları Türkleştirme çalışmaları oldu. 1913 yıllarında İttihatçıların Türkleştirme projeleri kapsamında Anadolu nüfusunun on beş milyon olduğu bir süreçte beş milyon insanın yeri değiştirilir. Bundan bütün etnik yapılar etkilenir. Fakat kalabalık bir nüfus teşkil eden Kürtler daha fazla etkilenmiştir.
1913 yılında Osmanlı İmparatorluğu iktidarını ele geçiren İttihatçılar, Almanlarla birlikte 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda yenilmeleri neticesinde Osmanlı dağılır. Bu yenilginin akabinde İttihatçıların önde gelen liderlerinden Talat, Enver ve Cemal yurtdışına kaçarlar. Bu kişilikler kaçsalar da İttihatçı zihniyet kendisini sürdürecek, ortaya çıkan boşluğu Mustafa Kemal, İsmet İnönü gibi daha alt düzeydeki kadrolar dolduracak ve onların Türk ulus devletini yaratmak amacıyla uyguladıkları bütün yol ve yöntemleri daha da geliştirip, yaygın ve sistematik bir şekilde uygulayacaklardır. Bu İttihatçı zihniyet kendisini TC Devleti olarak kurumsallaştırdıktan sonra Kürtleri kendi önünde ciddi bir tehlike olarak görecek ve bütün soykırım yöntemleri ile Kürtlerin üstüne bir karabasan gibi çökecektir.
İttihatçılar 1913 ile 1916 yılları arasında Anadolu ve Kürdistan’da Hıristiyan halklara karşı uygulamış oldukları tehcir ve iskân politikalarıyla milyonlarca insan yerlerinden edilmiş ve bir o kadarı da katledilerek, kurulacak olan ulus-devletin önünde kendilerince bir tehlike olarak ortadan kaldırılmışlardı. Bu süre zarfında Kürtlere de yoğun ve sistematik bir tarzda bu politikalar uygulanmış fakat Kürtler tümden tasfiye edilememiştir. Kürtlerin geniş ve dağlık bir arazide büyük bir nüfusa ve isyancı bir yapıya sahip olmalarının yanı sıra, savaş koşullarında Kürtlere ihtiyaç duyulmasından dolayı yarım kalan proje cumhuriyet sonrasına ertelenecektir. Cumhuriyet kurulduktan sonra “Misak-i Milli” sınırları içinde uygulanacak olan Türkleştirme politikasına karşı direnecek tek etnik yapı olarak Kürtler kalmıştı. Dolayısıyla devlet için tek tehlike Kürtlerdi. Bunun için İttihatçılar yarım kalan projelerini -iskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını- esas olarak bu dönemde uygulayacaklardır.
Bu çerçevede 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’yla oluşturulmak istenen ulus-devlet biçimi netlik kazandıktan sonra, 20 Nisan 1924’te ikinci Anayasanın mecliste kabul edilmesiyle Kürt varlığı inkâr edilerek Kürtlere uygulanacak olan katliam, göç ve asimilasyon politikalarının daha rahat uygulanması için zemin hazırlanır.
Kürdistan’da iskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikaları
Yapılan zemin hazırlıklarının ardından Kemalist zihniyet Kürdistan’da İskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını hayata geçirebilmek amacıyla 24 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı’nı meclis gündemine taşır ve bu soykırım planı aynı tarihte mecliste kabul edilir. Bu plan ile Kürdistan’ı baştan sona fethetme ve inkâr etme hedeflenir. Bu kapsamda da Kürdistan’daki arazilerin çoğunluğuna devlet hazinesi adı altında el konulur. Ermeni soykırımından geriye kalan gayrimenkuller Kürtlerin elinden alınır ve Kürdistan’ın demografik yapısı değiştirilir. Ayrıca asimilasyonun sonuç vermesi için Türkçe dilinin öğretilmesi, Kürtçenin yasaklanması zorunluluğu getirilir. Bu konularda şark ıslahat planının ilgili maddesinde şunlar belirtilmektedir; “Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden boşaltılan arazilere Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için bu plan dahilindeki vilayette bulunan Ermenilerden ele geçirilen varlıklar satılmayacak ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelen Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek olan göçmenler, öncelikle Elaziz, Ergani, Diyarıbekir, Elaziz-Palu-Kiğı, Palu-Muş arasındaki Murat vadisi, Bingöl dağının Doğu ve Güneyi ve Hınıs, Murat vadileri, Muş ovası, Van gölü havzası, Diyarıbekir-Garzan-Bitlis hatlarında iskân edilecektir. Bunlardan başka Rize, Trabzon vilayetleriyle Erzurum vilayetinin kuzeydoğu kazalarında yerleşik yerel halktan insanlar da istemeleri ve şartları yerine getirmeleri halinde Hınıs Çayı ve Murat vadisine ve Van Gölü’nün kuzey mıntıkasına nakledilebileceklerdir. Doğuya yerleştirilecek göçmenler ve yerli Türklerin iskân edilecekleri mıntıkalara kadar hükümet bunların yol iaşeleri ve bir senelik iaşelerini sağlayacaktır. Ayrıca evlerini inşa edecek, hayvan ve ziraat araç-gereçlerini de karşılayacaktır. Türk muhacirinin yerleştirileceği Ermeni mülklerini ne sebeple olursa olsun ellerinde tutan Kürtler çıkarılarak geldikleri eski yerlerine gönderilecek veya istemeleri halinde Batı’da hükümetin göstereceği mahallere nakledilmeleri sağlanacaktır. Söz konusu mıntıkalara yerleştirilecek Türklerin, Kürtlerin taarruzundan korunmaları için özel tedbirler alınacaktır. 1925 yılında en fazla 50 bin nüfus sevk ve iskân edilecektir. 10 yıl içerisinde Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan beş yüz bin göçmen getirilip Doğuya yerleştirilecektir.”
Daha önceleri yapıldığı gibi Kürtlerin Anadolu’nun içlerine doğru göç ettirilmesi daha yoğunluklu ve kalabalık nüfuslar şeklinde olmuştur. Kemalistler Kürdistan’daki aşiret örgütlülüğünü ve toplumsal yapıyı sindirip dağıtmadan Kürtleri bulundukları coğrafyadan koparmanın mümkün olmayacağını çok iyi bildiklerinden dolayı, İstenilen demografik değişikliğin yapılabilmesi için öncelikle aşiret örgütlülüklerini dağıtılmaya yönelmişlerdir. Kürdistan’ın tümden fethedilmesi ve Türkleştirilmesi için ilk önce direnebilecek olan kesimlerin toplumsallıklarının dağıtılarak teslim alınması esas alınmıştır. Bu da katliamdan geriye kalanların payına düşenin göç ve sürgün olması anlamına gelmekteydi. Ve bu şekilde de asimilasyonun başarıya ulaşabileceği anlayışıyla hareket etmişlerdir.
Faşist zihniyet Şark Islahat Planı’nı daha rahat uygulayabilmek için 25 Haziran 1927 yılında Umumi Müfettişlik Kanunu çıkarır. Bu kanuna göre kurulan umumi müfettişlikler geniş yönetsel, askeri ve yargısal yetkilerle donatılır. Kürdistan üç müfettişlik bölgesine ayrılıp, yönetilmeye başlanır. 24 Eylül 1925’te çıkarılan Şark Islahat Planı ile 25 Haziran 1927’de çıkarılan Umumi müfettişlik planı çerçevesinde 1925’ten 1940’lı yıllara kadar Kürdistan’ın hemen hemen bütün yerlerine öncelikle askeri operasyonlar başlatılır. İmha ve inkar saldırılarına, Türkleştirme politikaları temelinde dayatılan asimilasyon ve demografik yapının zorla değiştirilmeye çalışılmasına karşı Kürt halkı direnişe geçer. Faşist zihniyetin geliştirdiği bu saldırılar, Kürdistan toplumsal yapısı ve aşiret örgütlenmesinin dağıtılması için çok planlı bir şekilde geliştirilen imha, inkar ve tasfiye hareketleridir. Bu hareketlere karşı gelişen direnişleri gerici isyanlar olarak gösterip iç ve dış kamuoyunu yanıltarak Kürdistan’ı ulus-devlet yapısına entegre etmeye çalışmışlardır. Sömürgeci Türk devleti bu imha saldırıları sırasında Kürdistan’ı tümden kapsayacak bir saldırıyı göze alamadığı için, belirli zamanlarda farklı alanlarda silah toplama veya aşiret ileri gelenlerinin ailece sürgünlerini gündeme alarak, belirlenen bölgelere askeri soykırım saldırıları başlatmıştır. Her saldırı sonrası birçok yerleşim birimi yerle bir edilmiş, yüzlerce insan katledilmiş ve binlercesi sürgün edilmiştir. Kürtler ise yerlerinden ve yurtlarından olmamak ve katliamdan geçmemek için direnmişlerdir. Bu dönemde aslında Kürdistan öyle bir hale getirilir ki burada yaşamak her an ölümle burun buruna gelmek demektir. Kürdistan, Kürtler açısından yaşanılmaz bir hale getirilerek, Kürtlerin Kürtlükten ve Kürdistan’dan vebadan kaçar gibi kaçacakları bir yer haline getirmeyi amaçlamışlardır. Askeri soykırım saldırıları ile Kürtleri soykırımdan geçirmek isteyen faşist Türk devletinin, insanlık dışı vahşi uygulamalarını hayata geçirdiği alanlardan biri de Dersim olmuştur. Dersim’de zehirli gazlar kullanılır, uçaklarla her taraf bombardıman altına alınır, karadan ise on binlerce askerle kadın, çocuk, yaşlı demeden on binlerce insan katledilir ve binlerce insan batı illerine sürülür. Aileleri tümden imha olan çocuklara devlet tarafından el konularak, Batıya Türkleştirmek üzere ağırlığı Kemalist ailelere evlatlık verilir. Daha sonra 10 yıl boyunca Dersim’e giriş çıkışlar yasaklanır. Bu süreçte asimilasyon programlarına hız verilerek, Dersim tamamıyla Kürtlükten çıkarılmak istenilir.
Tüm katliam ve göçertme politikalarına rağmen Kürtler Türkleştirilemedi
1940’lı yıllara gelindiğinde Bakurê Kürdistan’ın askeri soykırım saldırısı yapılmayan tek bir alanı kalmaz. Bu soykırım saldırıları sonucu on binlerce insan katledilirken, on binlercesi de topraklarından sürülmüşlerdir. Bundan sonra Kürdistan’da Kürtlük adına yaprak bile kımıldamayacaktır. Aslında İttihatçı zihniyetin Kürdistan’ı Türkleştirme saldırıları iki esas üzerinden yürütülmüştür. Birincisi, 1925’ten 1940’a kadar sürdürülen askeri soykırım saldırıları ile Kürt’ü teslim almak amacıyla uygulanan fiziki soykırımlar, ikincisi ise 1940’lı yıllardan sonra iradesi teslim alınmış, örgütlüğü ve toplumsallığı dağıtılmış zemin üzerinden kültürel soykırımla sonuç almaya dönük olarak yürütülmüştür. Tüm bunlara rağmen faşist zihniyet Kürt’ü Türkleştirme noktasında istediği sonucu alamamıştır. 1925-1940’lı yılları arası Kürdistan’da uygulanan asimilasyon ve demografik yapıyı bozma politikalarına bakılırsa Kürtlük ve Kürdistan adına hiçbir şeyin kalmaması gerekirdi. Soykırımcı zihniyetin planlamalarına göre Kürdistan’ın şimdiye kadar yürütülen faşist politikalar sonucunda her şeyi ile Türkleşmesi lazımdı. Fakat yapılan tüm katliam ve göçertme politikalarına rağmen Kürtler Türkleştirilemediği gibi Kürtlük halen canlı bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Bu durum karşısında, kendi varlığını Kürt inkârı üzerine inşa etmiş olan sömürgeci Türk devleti, Kürtleri tasfiye etme politikalarına bu süreçte de ara vermeksizin devam etmiştir. Bundan dolayı da bu dönemde de Kürt soykırımının tamamlanması için bir sürü belge, plan ve rapor hazırlanıp uygulanmıştır. Bu raporlar içinde en ilginç olanlardan biri de Kazım Karabekir tarafından sömürgeci Türk devletine sunulandır.
Aslında Suriye ve Irak Baas rejimlerinin 1970’li yıllarda orada bulunan Kürdistan parçasını diğer parçalardan tamamıyla koparıp izole etmek ve böylelikle asimilasyon politikalarından sonuç almak için uygulamış oldukları “Arap Kemeri” projesinin esin kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Kazım Karabekir, Bakurê Kurdistan’a bir Türk kanalı açmayı önerir. Bakurê Kurdistan’ını üç parçaya bölerek “T” projesi dedikleri bir kanalla Kürdistan’ın bir başından diğer başına kadar oluşturulacak bu kanallara Türk nüfusu yerleştirerek, böylelikle toplumsal olarak Kürtleri birbirlerinden kopararak asimile etmeyi düşünmektedir.
Bu planda bahsedilen iskân ve göç politikaları günümüze kadar da sürdürülecektir. Çünkü en hızlı biçimde Kürt’ü Türkleştirmenin yolu, onu yaşadığı topraklarından koparmaktı. Bakur’da iskân ve göçün esası asimilasyon politikalarından sonuç almak için yapılmıştır. Bundan dolayı soykırımcı Türk devleti tarafından çok bilinçli ve planlı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. 1940’lı yıllardan sonra göç politikalarında yöntem olarak eskisi gibi katliam, toplu göç, sürgün vb uygulamalar esas alınmasa da, bu defa değişik biçimlerle Kürt’e göç dayatılacaktır. Ekonomik olarak Kürtleri yoksullaştırma politikaları devreye konulur. Kürdün geçim kaynağı olan tarımcılık ve hayvancılığı sınırlı düzeyde tutarak gelişmesinin önü alınır. Buna karşılık Kürtlerin Türkiye kentlerine göç etmeleri için Kürdistan’dan batıya doğru sürekli bir biçimde ekonomik, eğitim, sağlık ve daha başka sebeplerden kaynaklı göçü tetikleyen politikalar esas alınır. Bu politikalar çok uzun vadeli ve kesintisiz bir biçimde uygulanılır. Burada öngörülen şey Kürt coğrafyasını Kürtler nezdinde anlamsız, değersiz ve adeta “karın doyurmaz” topraklar olarak bir an önce terk edilmesi gereken coğrafya algısını oluşturmaktı. Ve bu politikaların bir sonucu olarak da bu süreçlerde Kürdistan’dan Türkiye’ye doğru yoğun bir göç dalgası yaşanır.
1960’lı yıllara gelindiğinde 2. Dünya Savaşı’nın ağır sonuçlarından kaynaklı Almanya yeniden inşa faaliyetleri için iş gücüne ihtiyaç duyacaktır. Türk devleti bu durumu bile Kürdistan’daki nüfusu göçertmek için değerlendirmeye çalışacaktır. Alman devletiyle yapılan anlaşma gereği her giden işçi başına o dönemin parasıyla 10 bin Mark para alırken, aynı zamanda Kürtlerin yönünü Avrupa’ya vererek Kürdistan’ı da boşaltmaya devam edecektir. Bu sefer özellikle seçtiği bölgeler o dönemde az da olsa aydın ve bilinçli bir kesimin geliştiği, sol muhalif eğilimlerin güçlendiği ve Kürtlük noktasında da farklı eğilimlerde de olsa kıpırdamanın yaşandığı Maraş, Adıyaman, Malatya, Dersim, Sivas, Elazığ ve Erzurum alanları olacaktır. Bu dönemde birçok insan işçi olarak Almanya’ya gönderilecektir. Giden her işçi bir süre sonra ailesini ve dolayısıyla akraba çevresini Avrupa’ya taşımaya çalışacaktır.
PKK, sömürgeci Türk devletinin tüm hesaplarını bozdu
1970’lere gelindiğinde faşist Türk devleti, Kürdistan’da sonuç aldığını düşündüğü bir zamanda PKK hareketinin ortaya çıkması sömürgeciliğin tüm hesaplarını bozacaktır. Kürdistan İşçi Partisi kısa bir süre zarfında Kürdistan’da ciddi bir taban örgütlenmesini gerçekleştirir. Bu durum Türk sömürgeciliğinin o zamana kadar yürüttüğü tüm inkar ve imha politikalarını boşa çıkartan bir çıkış özelliği taşıyordu. Onun için faşist-soykırımcı Türk devleti PKK’ye yönelirken diğer klasik sol-sosyalist örgütlere yöneldiği gibi yönelmeyecektir. Daha kapsamlı ve vahşi bir yönelime girişecektir. Bu çerçevede de soykırımcı sistem ilk yönelimini PKK’nin kadrolarının örgütlendiği ve toplumsal taban bulduğu Maraş yöresine gerçekleştirir. 19 Aralık 1979 yılında Maraş merkez, Pazarcık ve çevre köylerindeki Kürt Alevi kesimine dönük bir hafta süren katliam yapar. Bu katliamda resmi rakamlar 150 insanın öldürüldüğünü belirtse de olayın tanıklarının söylediklerine göre binin üzerinde Alevi Kürt katledilir. Alevi Kürtlere ait yüzlerce ev yakılır ve bir o kadar da işyeri tahrip edilir. Bu saldırıyla Kürtlerin Maraş yöresindeki varlığına son verilmek istenmiştir. Nitekim daha sonra Maraş merkezde bulunan bir Alevi Kürt mahallesi tamamıyla boşaltılır, yine Pazarcık ve Elbistan’da bulunan Kürtleri Avrupa’ya göçertmek için kolaylıklar sağlayarak göçün önü açılır. Sadece dört ay sonra mayıs ayında Çorum’da, Alevilere yönelik ikinci bir katliam girişimi gerçekleşir. Burada resmi rakamlara göre 57 Alevi katledilir ve 100’den fazla insan yaralanır. Bu her iki olay Kürt Alevi kesimi üzerinde ciddi bir psikolojik baskı oluşturur. Maraş katliamı ve arkasından gelen Çorum katliamıyla birlikte Maraş bölgesindeki Kürt Alevi kesiminden binlerce kişi Avrupa’ya göç etmek zorunda kalır.
Yine devletin bu dönemde özel olarak göç ettirmeye çalıştığı başka bir kesim de Êzidî Kürtler olmaktadır. 1980’li yılların başında bu kesimin Avrupa’ya göç etmesi için kolaylıklar sağlanmış ve göçü teşvik ederek Bakur’ê Kürdistan’da bulunan Êzidîlerin çoğunluğu Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupa’ya kitlesel göç bunlarla sınırlı kalmayacaktır. Turgut Özal döneminde de Avrupa’ya ve Türkiye’ye kitlesel göç teşviki için daha kapsamlı bir plan oluşturulacaktır. Tıpkı Şark Islahat Planında olduğu gibi dönemin ruhu canlandırılacaktır. Özal iktidara geldiği ilk yıllarında sadece Almanya devletiyle değil, birçok Avrupa ülkeleriyle de anlaşma yaparak özelikle Bingöl, Elazığ ve Maraş gibi alanlarda insanların kitlesel biçimde Avrupa’ya taşınması için her türlü teşviki yapacaktır ve buralardan Avrupa’ya doğru ciddi bir göç dalgası başlayacaktır. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise PKK hareketi gerilla mücadelesiyle sınırlı kalmamış Kürdistan’ın birçok yerinde halk ayağa kalkmış, gençler akın akın yönlerini dağlara vermiş, Kürt ulusal dirilişi başarı kazanmıştır. Bu gelişmelerin önü alınmazsa devletin dayanmış olduğu ulus-devlet projesi tümden çökebilirdi. Bunun için Turgut Özal Kürdistan’ı boşaltmak için daha kapsamlı bir plan geliştirecektir. Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e Kürdistan’da uygulanması için dönemin yenilenmiş Şark Islahat Planı’nı gönderir. 1993 yılında Turkish Daily News gazetesinde yayınlanan plan kapsamında Özal, Kürdistan’ı boşaltmak için üç temel taktik önermektedir. Birincisi, kırsal kesimdeki köylerin ne pahasına olursa olsun boşaltılması ve yakılması, ikinci önemli taktik, merkezi köy projeleriyle onlarca dağınık köyü boşaltarak merkezi köylerde bir araya toplayarak denetimde tutulması, üçüncüsü ise bölgede yoğun bir şekilde baraj yapımına geçerek birçok yerleşim alanını su altında bırakarak mecburi bir biçimde göçe zorlamaktır. Özal’ın uygulamak için uygun gördüğü proje olduğu gibi uygulanır.
Umumi müfettişliklerden OHAL dönemine
Bakurê Kurdistan 1927 yılında çıkarılan umumi müfettişliklerle hep olağanüstü yetkilerle donatılmış valilikler tarafından yönetilmiştir. Bu kanun her ne kadar 1952 yılında resmen yürürlükten kaldırılmış olsa da, fiili olarak Kürdistan’a yaklaşımda bir değişiklik söz konusu olmamıştır. 1980 darbesinden sonra Kürdistan sıkıyönetimle idare edilmeye çalışılmıştır. 10 Temmuz 1987’de kaldırılan sıkıyönetim yerine bu sefer 19 Temmuz 1987’de Kürdistan’da olağanüstü yetkilerle donatılan ve yaptığı hiçbir şey için sorumlu tutulmayan OHAL valilikleri devreye sokularak Kürdistan yönetilmeye başlanmıştır. Soykırımcı Türk devleti bu süreçle birlikte Kürt halkına karşı topyekûn bir imha saldırısı başlatır. Bu temelde de köy korucuları örgütlendirilir, daha sonra özel timler, asayiş, kolordu gibi birlikler, JİTEM, faşist kontra örgütlenmeleri, Hizbullah çeteleri vb örgütlendirilerek Kürdistan’da canlı olan her şeye karşı savaş başlar. Koruculuk dayatmasını kabul etmeyen tüm köyler yakılıp yıkılır. 4 binden fazla köy ve mezra boşaltılır. Gerillanın saklandığı veya rahat hareket edebildiği tüm ormanlık alanlar ateşe verilir, gerillaya yardım etmiş veya yurtsever olarak düşünülen insanlar kontra örgütlerin eliyle sokak ortasında acımasız bir şekilde infaz edilirler. Yaklaşık olarak 17 bin insan gözaltında kaybedilir. On binlercesi gözaltına alınarak ağır işkencelerden geçirilir. Yine binlerce insan hiçbir suçu olmamasına rağmen DGM (devlet güvenlik mahkemeleri) mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalarla cezalandırılıp yıllarca cezaevinde konulur. İnsanların tek geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık bölgede tümden ortadan kaldırılır. Öncelikle yaylalara yasak getirilerek hayvanların mera ve otlaklara çıkmasını engellenir.
Özel olarak devlet tarafından kurulan şebekelerle Kürtlerin yönü Balkan ve Avrupa ülkelerine verildi. Bundan kaynaklı yüzbinlerce insan yurt dışına ve milyonlarca insan ise çaresiz bir şekilde İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya gibi Türkiye’nin büyük kentlerine göç etmek zorunda bırakıldı. Daha sonra da sistematik bir biçimde Kürdistan’da köy boşaltmalar ve göç ettirme durumu devam etmiştir. Günümüzde İstanbul, Mersin, Adana, İzmir vb büyük kentlerde yaşayan Kürt nüfusunun büyük bir çoğunluğu bu dönemde sürgünlerde ağır koşullarda yaşamıştır.
Bir soykırım yöntemi olarak Kürtlerin demografik yapısını değiştirme politikaları sonraki yıllarda da sistematik bir şekilde yürütüldü. Kürt soykırımını sonuca götürmek üzerinden 2002 yılında iktidara getirilen faşist AKP bu politikalara daha derinlik kazandırarak yürütmeyi kendine temel görev sayacaktır. Bu çerçevede de AKP, Bakurê Kurdistan’ın demografik yapısını değiştirmek için birçok uygulamayı devreye koyacaktır. Bu uygulamaların en başında gelenlerden bir tanesi bölgeye baraj inşa etme politikasıdır. Şimdiye kadar Kürdistan’da ellinin üstünde baraj inşa edilerek faaliyete sokulmuş ve inşa edilmek istenen baraj sayısı da yüzün üstündedir. Bu barajlar, sulama yapmak ya da elektrik üretmek için inşa edilmemekte, Kürtleri yurtlarından koparmak ve asimilasyona tabi tutmak amacıyla yapılmaktadır. Böylelikle katliam, talan ve sürgünlerle başaramadıklarını bu defa baraj inşalarıyla denemeye çalışmaktadır. AKP, baraj politikasıyla Kürtleri anayurtlarından kopartıp, Kürdistan’ın demografik yapısını değiştirmeyi hedeflemektedir. Nitekim inşa edilen Barajlarla binlerce Kürt yaşadığı toprakları terk edip Türkiye metropollerine göç etmek zorunda kalmıştır.
AKP’nin izlediği bir diğer taktik ise, Bakurê Kurdistan’da ekonomik soykırım politikasıdır. Ekonomik soykırım politikaları daha önceki hükümetler tarafından sürdürülmüş olsa da bu politika AKP tarafından daha kapsamlı, daha derinlikli sürdürülmekte ve ekonomik yoksullaştırma demografik yapıyı değiştirmenin bir aracı olarak geliştirilmektedir. Kürtleri ekonomik olarak çökertip yurtlarından göç ettirmek için, ekonomik alan üzerinde özel politikalar uygulanmaktadır. Kürdistan’da tarım ve hayvancılıkla uğraşan kesimlerin üretim alanları vergi, kredi, devlet ofisleri, ilaçlama, mühendislik, arz-talep dengesi, patent adı altındaki baskı araçlarıyla sınırlandırılmakta ve giderek üretim yapamaz hale getirilmektedir. Tarımdaki devlet tekeline ek olarak AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte özel sermaye tekelleri de Kürdistan’da tarım alanına el atmış ve tarımı kapitalist tarzda dönüştürme konusunda epey yol almışlardır. Devlet ve özel sermaye eliyle köylülerin toprakları ellerinden alınarak, devletin daha önceki dönemlerde çeşitli gerekçelerle el koyduğu araziler de dâhil edilerek özellikle AKP iktidarı ile birlikte Türk ve yabancı şirketlere peşkeş çekilen bu geniş arazilerde yaygın bir şekilde kapitalist-endüstriyel tarım işletmeleri kurulmaktadır. Bununla birlikte 2 binli yıllardan itibaren yoğun teknoloji, seracılık, tekelci pazar, hormon ve ilaçlama yöntemlerinin egemen hale getirilmesi de eklenince, Bakurê Kurdistan’da çiftçi kendi imkanlarıyla üretim yapamaz ya da yapsa da ürününü satamaz bir duruma getirilmiştir. Yine, yapılan barajlarla binlerce hektarlık tarım alanları sular altında bırakılmakta ve bu da üzerinde tarım yapılabilecek verimli alanların giderek azalmasına yol açmaktadır. İnşa edilen barajlarla binlerce köy su altında bırakılırken, köyleri boşaltılan bu insanların ekonomik faaliyet yürütme imkanları ortadan kaldırıldığı için yoksullaşarak işsiz ya da ucuz işgücü konumuna düşmekte ve Kürdistan’da iş bulma koşulları da olmadığı için Türkiye kentlerine göç etmek zorunda bırakılmaktadır. Benzer bir yaklaşım hayvancılık alanında da uygulanmaktadır.
AKP’nin tarım ve hayvancılık alanında uyguladığı bu ve buna benzer politikalarla Kürtlerin elindeki tek geçim kaynağı elinden alınarak, Kürtler ekonomik anlamda yoksullaştırılıp göçe zorlanmaktadır. Yoksullaştırıp göçertme politikası ile bir yandan Bakurê Kurdistan’da Kürtlerin nüfus yoğunluğunu azaltma yoluyla demografik yapıyı değiştirme, diğer yandan yaptığı, bildiği işi elinden alınan binlerce Kürt; İstanbul, İzmir, Adana, Mersin gibi Türkiye metropollerine göçe zorlanarak buralarda ucuz işgücünün nesnesi haline getirilerek asimilasyon ve soykırım cenderesine alınmaktadır. Böylelikle göçertme politikasıyla ülkesinden kopartılan Kürt’ün yönü Türkiye metropollerine verilerek buralarda daha kolay asimile edebileceğinin hesabı yapılmaktadır.
Bakurê Kurdistan coğrafyasını Kürtsüzleştirme politikaları bakımından faşist AKP’nin yapmış olduğu planlardan birisi de “Çöktürme Planı”ydı. 2014’de Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın hazırladığı, AKP’nin 2015 yılında devreye koyduğu “çöktürme” planın ağırlıklı bir bölümü, Bakurê Kurdistan’ın demografik yapısını değiştirmeye dönük uygulama ve planlamaları içermekteydi. “Çöktürme” planının aşamalarından bir tanesi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin taban bulduğu şehir ve ilçelerin ablukaya alınarak bir bütünen boşaltılmasına dönüktür. Bu göç ettirme hareketine karşı bir direniş geliştiğinde ise, nelerin yapılacağı raporda açık bir şekilde dile getirilmiştir. “Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak, kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır.” Raporun 8. sayfasında “yapılacak bastırma operasyonlarda 10 bin illa 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesinin ‘terör’ örgütünü felç etmesini, işlevsizleştirmesini sağlaması düşünülmektedir” denilmektedir. Bu plan dâhilinde Cizre, Silopi, Şırnak, İdil, Nusaybin, Silvan, Dargeçit, Diyarbakır-Suriçi yerleşim yerleri hedef alındı. Bu planın başarılı olması halinde, PKK’nin güçlü tabana sahip olduğu diğer yerlere de sırasıyla uygulanacaktı. Öncelikli olarak bu yerleşim birimlerinde sömürgeci Türk devletinin paralı kontra güçlerince kuşatılıp ‘sokağa çıkma’ yasağı ilan edildi. Diğer yandan halkın yerleşim yerlerini terk etmesi için, zaman zaman dışarı çıkma yasağı kaldırılıp süre tanınarak, halkı göç etmeye zorlandı. Ve akabinde kuşatılmaya alınan Kürt yerleşim yerleri tanklarla, toplarla bombardımana tabi tutuldu. Amaç; yerleşim yerlerini imha etmek ve halkın geri dönüş koşullarını ortadan kaldırmaktı. Bu yerleşim yerlerinde halkı göç ettirdiler ve ardından ağır iş makineleriyle girilen mahallelerde evler ve iş yerleri yerle bir edildi. Bu süreçte 400 binden fazla insan yerlerinden göç ettirildi. Bu defa faşist Türk devletinin planladığı gibi olmadı, Kürt halkı Türkiye metropollerine değil, Kürdistan’ın içlerine doğru göç etti. Yürütülen kırk yıllık mücadele ile bilinçlenen Kürt halkı, AKP’nin adına “çöktürme” planı dediği kirli savaşla ne yapmak istediğini rahatlıkla anlayacak düzeye gelmişti. Botan halkı Türkiye kentlerine göç etmektense kırsal alanda çadır açarak, civar köy ve kasabalara yerleşerek nerede ve nasıl yaşayacağını sömürgeci Türk devletine net bir şekilde gösterdi.
AKP bu planı geliştirirken, Bakur’é Kürdistan’ı Kürtlerden boşaltarak, Kürtleri Türkiye metropollerine sürmeyi, onların yerine, Suriye’den gelen Arap ve Türkmenleri yerleştirip Kürdistan’ın demografik yapısını değiştirmeyi hedeflemişti. Buradan da anlaşılıyor ki, Suriye’deki Arap nüfusu bilinçli ve “çöktürme” planın bir parçası olarak Türk devleti tarafından göçe teşvik edilmiştir. Eğer plan başarılı olsaydı, Kürtler Türkiye’nin büyük kentlerine göçertilecek, Kürdistan’a Suriye’den getirilen Araplar ve Türkmenler yerleştirilecekti. Böylelikle Bakurê Kurdistan’ın Rojava ile sınır olan yerleşim yerlerine Suriyeli mülteciler yerleştirilerek kapsamlı bir demografi değişikliği yapılacaktı. Bununla bu yerleşim birimleri hem Kürtlerden arındırılacaktı hem de Bakur ile Rojava birbirinden kopartılarak bir tampon bölge oluşturulacaktı. Fakat yanlış hesap Cizre, Nusaybin, Sur’dan dönerek tüm özyönetim alanlarında yaşanan direniş ve halkın kendi ülkesinde kalma ısrarı, AKP-MHP kirli bloğun hesaplarını boşa çıkarıp, hevesini kursağında bırakmıştır. Ancak kirli emellerinden vazgeçmeyen yeminli Kürt düşmanı AKP-MHP faşist bloğu şimdi de “gönüllü dönüş” adını verdiği plan kapsamında bir milyon Suriyeli mülteciyi Rojava’da; Efrîn’den Serêkaniyê’ye kadar işgal ettiği bölgeye yerleştirmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin derdi; Suriyeli mültecilere yer bulma değil
Sömürgeci Türk devleti başından beri Suriyeli mültecilere insani yardım çerçevesinde yaklaşmamıştır. Mültecileri Türkiye’de ucuz işgücünün bir nesnesi haline getirerek, en ağır ve tortu işlerde ucuza çalıştırarak, onları ciddi bir emek sömürüsüne tabi tutmuştur. Zor ve katlanılmaz yaşam koşullarında tutarak onları bir yedek işsizler ordusu olarak elinde tutup, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfının başında Demoklesin kılıcı gibi bir tehdit aracı gibi kullanmıştır. Mültecileri Antep, Urfa ve Maraş gibi Kürt kentlerine yerleştirerek buralarda Kürtler aleyhine bir nüfus dengeleme politikası gütmüştür. Yine, ekonomik olarak sıkıştığında her defasında “açarım kapıları ha” diyerek Avrupa’ya karşı onları bir şantaj ve tehdit aracı gibi kullanıp, onların sırtından Avrupa Birliği’nden milyarlarca Euro kazanmıştır. Yine, mültecilerin çaresizliğinden yararlanmak suretiyle, onların içerisinde yürüttüğü kirli-özel savaş faaliyetleriyle kurduğu çete yapılanmalarına eleman devşirmenin zemini haline getirmiştir. Tüm bunlardan da anlaşıldığı gibi AKP-MHP faşist bloğu, Suriyeli mültecileri kirli emellerini gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanmış ve halen kullanmaya da devam etmektedir. Şimdi de onları Rojava’ya yerleştirme projesi bu kirli emellerin bir parçası olarak devreye sokulmak istenmektedir.
Soykırımcı Türk devletinin bir milyon Suriyeli mülteciyi Rojava’da işgal ettiği bölgelere yerleştirme planı, Rojava’nın demokratik yapısını değiştirmeye dönük bir projedir. Faşist Türk devleti, Rojava Devrimi’ni tasfiye etmek için her türden kirli yöntemi devreye koymuş, bunda başarılı olamayınca uluslararası hegemonik güçlerin desteğini de arkasına alarak Rojava’ya işgal saldırıları başlatmıştır. Bu saldırılar sonucunda Rojava’da bazı yerleri işgal etmiştir. İşgal ettiği yerlerde Kürtler aleyhine demografik yapıyı değiştirmeye yönelmiştir. Bu çerçevede de Efrîn, Serêkani, Girê Spi gibi yerlere kalabalık sayıda çete gruplarını aileleri ile birlikte yerleştirmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’ye göçertilmiş mültecilerin bir kısmını el altında bu bölgelere yerleştirmek suretiyle bu bölgelerin demografik yapısını büyük oranda değiştirmiştir. Yani sömürgeci Türk devleti, zaten mevcut durumda Rojava’da işgal ettiği yerlerde demografi değişikliği yapmaktadır. Şimdi bu bir milyon Suriyeli mülteci yerleştirme planı ile hali hazırda süren demografi değişikliği faaliyetlerini daha kapsamlı hale getirmek, aleni bir şekle dönüştürmek ve uluslararası güçlerin de onayı ile bunu meşrulaştırmak istemektedir. Tüm bunlardan hareketle rahatlıkla şunu belirtmek gerekir ki Türkiye’nin derdi; Suriyeli mültecilere yer bulma değildir, Kürtleri yerinden, yurdundan etmektir. İttihatçıların toplum mühendisliğinin günümüz faşist şef Erdoğan şahsında dile gelmesidir. İki yüzyıllık faşist zihniyetin Kürt’e reva gördüğü; tehcir, sürgün, imha politikalarının bir devamı, bir parçasıdır.
Erdoğan’ın Arap Kemeri planı
Sömürgeci Türk devleti, Rojava’da işgal ettiği yerlere Arap ve Türkmenlerden oluşan Suriyeli mültecileri yerleştirme planı ile özünü Rojava’nın demografik yapısını değiştirme teşkil etse de bununla bağlantılı olarak birçok kirli amacını birlikte gerçekleştirmek istemektedir. Bununla kendisine bağımlı kıldığı bu mültecilere dayanarak Rojava’daki işgalini kalıcı hale getirmek istemektedir. İşgalci hiçbir güç kendisinin dayanacağı bir zemin olmadan işgal ettiği yerde uzun süre kalamaz. Sömürgeci sistem bu plana aynı zamanda böyle bir amaç da yüklemektedir. Yine Türk devleti bu plan ile halkları çatıştırmak ve birbirine kırdırtmak istemektedir. Rojava’nın demografik yapısı ile oynamak, halklar arasına nifak tohumları ekmek suretiyle uzun yıllara yayılacak çatışmaları tetiklemek istemektedir. Faşist AKP-MHP bloğu, buralarda kaos, çatışma yaratmak istemektedir. Bu şekilde de buralarda sürekli istikrarsız bir ortam oluşturarak kendi işgalci konumunu kalıcılaştırma peşindedir. Aynı zamanda bu yolla bölgenin çoklu etnik yapısını tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Zaten başından beri Rojava Devrimi’ne saldırmasının temel nedenlerinden biri, Kuzey-Doğu Suriye’de halkların birlikteliğine dayalı Demokratik Ulus sistemini ortadan kaldırmaktır. Rojava’ya dönük işgal ettiği yerlerde yaptığı demografi değişiklikleri ile bölgenin demokratik yapısını tasfiye etmesi bu niyet ve yaklaşımlarını çok açık bir şekilde ortaya sermektedir. Bugün mültecileri Rojava’ya yerleştirmek istemesinin bir nedeni de budur. Diğer başka bir nedeni ise BAAS rejiminin 1970’lerde Arap Kemeri adı altında Rojava’yı Kürtlerden arındırma projesini sonuca götürmek istemektedir. 1970’lerde BAAS rejimi Rojava’da kapsamlı bir demografi değişikliği planı hazırlar, bazı yerleri Kürtlerden boşaltıp onların yerine Arapları yerleştirir. Kürtleri de Suriye’nin içlerine sürer. BAAS rejimi, Arap Kemeri adı verdiği bu plan ile bazı mıntıkalara Arapları yerleştirerek hem Kürtleri birbirinden koparma hem de Rojava’da Kürtlerin çoğunluk oluşturmalarının önüne geçmek istemiştir. Bu plan, Rojava’nın bütününde hayata geçirilmek amacıyla hazırlansa da ağırlıklı olarak Cizir bölgesi ile sınırlı kalır. İşte faşist şef Erdoğan bugün bu planı bütün Rojava’da hayata geçirmenin arayışındadır.
Kürt düşmanı AKP-MHP faşist kliğin Rojava’ya Suriyeli bir milyon mülteciyi yerleştirme planına Avrupa devletleri de mültecilerin kendi ülkelerine gelmemeleri için destek vermektedir. Demokrasi ve insan hakları havarisi kesilen Avrupa, kendi çıkarlarına Kürtleri rahatlıkla kurban edebilmektedir. Bu durum, aslında Kürtlerin hiç de yabancısı oldukları bir durum değildir. Kürtlerin ülkelerini dört parçaya bölen, statüsüzlüğe mahkûm ederek Kürt sorunun ortaya çıkmasına yol açan Avrupa’nın kendisi olduğu için şimdiye kadar Türk devletinin Kürtlere dönük bütün imha, inkâr ve soykırım politikalarına da destek vermiştir. Türk devleti zaten Avrupa Birliğinden ve onun askeri yapılanması olan NATO’dan destek alarak bugüne kadar Kürtlere karşı açtığı savaşı yürütmektedir. Kürt sorunu konusunda her zaman ikiyüzlü, bencil, pragmatist davranmış olan Avrupa, bugün de mülteciler konusunda aynı yaklaşım içerisinde hareket etmektedir. Avrupa’nın bu yaklaşımlarını teşhir etmek, Avrupa kamuoyunu bu konularda aydınlatmak, duyarlı hale getirmek gerekir.
Sonuç itibariyle şunları belirtmek gerekir ki: Bugün Rojava’ya dönük yapılan/yapılması planlanan demografik yapı ile oynama, değiştirme ve bu yolla bölgeyi Kürtsüzleştirme projeleri faşist zihniyetin son iki yüzyıllık Kürt düşmanlığı politikalarından bağımsız değildir. Kürtleri imha ve soykırım cenderesinde tutan küresel hegemonik güçler ile Türk özel savaş rejimi; AKP ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan’ı Kürt soykırımını-asimilasyonunu sürdürmek ve sonuca götürmek üzerinden iktidara getirmiştir. Faşist şef Tayyip Erdoğan’da ‘bu işi en iyi kendisinin yapacağı’ anlayışıyla hareket etmekte ve Kürt toplumsallığını parçalayıp dağıtmak ve Kürtleri yaşadıkları topraklardan koparıp yarım kalmış soykırımı tamamlamak için her türden kirli savaş yöntemlerine başvurmaktadır. Bu konuda hiçbir etik, hukuki ve insani ilke tanımamaktadır. Bu soykırımcı, faşizan zihniyetin politikalarını boşa çıkarmak için; bir özel savaş rejimi olan AKP-MHP faşist kliğin bölgeyi Kürtsüzleştirmek amacıyla yürütmüş olduğu kirli savaş yöntemlerinin bilincinde olmak, bu bilinci tüm topluma yaymak ve bununla birlikte, bu saldırıların ancak örgütlenme ve özgüce dayalı direnişle bertaraf edilebileceğini bilmek ve Demokratik Ulus inşasını bu temelde ele almak en doğru yaklaşım olacaktır. İşgalci, soykırımcı Türk devletinin, Kürtleri kendi ülkesinden koparmaya dönük her türden yaklaşımlarına karşı ülkede kalma ısrarını sürdürmek ve Önder Apo’nun “siyasal savaş yurtseverlik savaşı, tarihe ve toprağa sahip çıkma savaşıdır” yaklaşımıyla hareket etmek gerekir.