Nedim Seven
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik başvurusu sürecinde yaşanan kriz ve nedenleri:
Ukrayna savaşı tüm dünyada yeni bir yola girilmesine sebep oldu. ABD öncülüğündeki NATO ve AB, Rusya karşısında yeniden atağa geçtiler. Bu temelde ABD’nin bölgedeki nüfuzu artmaya başladı. On yıllardır tarafsız statüde bulunan İşveç ve Finlandiya gibi ülkeler güvenlik endişeleri içerisinde tamda ABD’nin istediği gibi tarafsızlık statüsünü bir tarafa bırakıp NATO’ya üyelik başvurusu yaptılar. Bunun nedenlerini anlamak için bazı soruların cevaplanması gerekir.
24 Ağustos 1949’da 12 ülke tarafından imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’na dayanarak kurulan ve farklı dönemlerde 18 ülkenin daha katıldığı uluslararası bir askeri ittifak olan NATO oluşumu, kurulduğu ilk günden günümüze kadar birçok süreçte bölgedeki yıkımın en büyük mimarı olmuştur.
Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü, NATO olarak bilinen uluslararası örgütü duymayan yok gibidir. NATO olarak bilinen bu oluşum, gerçekte ne kadar bilindiği tartışma götürür bir konudur. Sadece isim olarak bilinir. Gerçekte ne olduğu, işlevi, dünya halklarına ne gibi yararları veya zararları olduğu, ilgili olmayan çevrelerde pek bilinmez.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere kaç tane NATO olduğu tartışma götürür bir konudur. Bizce en az iki NATO vardır. Bunlardan birincisi kuruluşunu da kısaca anlatacağımız 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiş herkesin bildiği resmi NATO’dur. İkincisi ve daha da önemlisi, dünya halklarının başına bela olan, sayısız işgal, talan, askeri faşist darbe, kitle katliamları, adam kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, yargısız infaz ve silah ticareti gibi insanlık suçlarının faili olan gizli NATO’dur. Önder Apo’nun da savunmalarında değindiği gibi esas iş başında olan gizli NATO yani NATO gladyosudur. Ortadoğu merkezli çıkartılan bütün kriz ve kaosların arkasında bu gizli NATO kanadı bulunmaktadır. Ayrıca Önder Apo’ya yapılan uluslararası komplonun mimarı ve uygulayıcısı da NATO gladyosudur. Önder Apo bu oluşumun çok ciddi planlamalar temelinde hareket ettiğinin de altını çizmektedir. Bununla birlikte ABD öncülüğünde NATO-İMF faaliyetlerine oldukça derinlik kazandırıldı. Önder Apo savunmalarında küresel çapta bu iki oluşumun ne düzeyde kullanıldıklarını geniş olarak değerlendirmektedir. Bir taraftan NATO eliyle askeri müdahaleler geliştirilirken diğer taraftan ise İMF ve dünya bankası eliyle de devletler önce borçlandırılmakta sonra da birer birer denetime alınmaktadır. Bu iki oluşum yıllardır bu amaçla kullanılmaktadır.
ABD, SSCB’yi egale etmek için NATO’yu en etkin biçimde kullandı
Bu minvalde bakacak olursak NATO’nun faaliyetlerinin dönemsel resmine bakmakta fayda var. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünyada yepyeni bir sürece girildi. Bölgesel ve küresel güç dengeleri yeniden yazılmaya ve her güç kendi çerçevesinde baskın rol oynamak için muazzam bir yarış içerisine girmeye başladı. Zaten NATO gibi oluşumlarda bu temelde kuruldu. Aslında 2. Dünya Savaşı birçok yeni gücün ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu güçlerde kendi aralarında ittifaklar kurmaya ve daha az güç sahibi olan iktidarları kendi denetimleri altına alma çabalarına giriştiler. Bu çabalar en yalın haliyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yani kısa adıyla SSCB karşıtlığı temelinde yoğunluk kazanmaya başladı. Bu şekilde NATO oluşumu askeri rekabet temelinde gittikçe yayılmacı bir politika izleyerek, aslında Ortadoğu coğrafyasını ABD ve Sovyetler arasındaki soğuk savaşın merkezi haline getirdi. Türkiye bu ittifaka Kore savaşına katılması üzerine Eylül 1951 yılında NATO’ya kabul edildi. 18 Şubat 1952 tarihinde de TBMM’de antlaşmanın onaylanmasıyla resmen NATO’ya üye oldu. Bununla birlikte NATO bölgedeki faaliyetlerini Türkiye üzerinden gittikçe genişletmeye başladı, yani Türkiye’nin de bu ittifaka katılmasıyla ABD tek kutuplu kapitalist dünya modelini kabullendirmek, kendi hegemonyasını tüm coğrafyalara yaymak ve SSCB’yi egale etmek için NATO’yu en etkin biçimde kullandı. Bu amaçla gittikçe ittifakı genişletmeye başladı. Önce kriz ve kaos ortamları yaratarak ülkelerin garantör güç arayışına girmelerini sağladı ve bu şekilde teker teker tüm Avrupa’da özellikle Sovyetlere yakın coğrafyada bulunan ülkeleri bu ittifaka katılmaya mecbur kıldı.
ABD, sosyalist ülkelerin mirasını kendi hegemonyası altına almaya çalışıyor
NATO bu şekilde soğuk savaş yıllarının sona ermesine kadar genişlemeye ve yayılmacı bir politika izlemeye devam etti. Soğuk savaş yıllarının sona ermesinden sonra ABD öncülüğündeki NATO farklı bir politika üzerinden genişlemeye devam etti. Genel politika etnik unsurlar üzerinde çatışma ortamları yaratmak, etnisiteleri çatıştırmak ve bu etnik gruplara silah satarak tüm dünyada bir silah tekeli kurmaktı ki nitekim öyle de oldu. NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerini içine alacak biçimde genişletilmesi çabası, aslında eski “sosyalist” ülkelere kimin nasıl hükmedeceğini belirleyecek mücadelenin son turu olarak da değerlendirilebilir. Her iki dünya savaşının başladığı bölgede bulunan Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı içine alan bir genişleme, Sovyet Bloğu ülkelerinin kapitalizm lehine bir kere daha yıkılması, Rusya’nın kuşatılması, kapitalistler arası pazar ve hegemonya savaşının böylece yeni bir biçim kazanmasına neden oldu.
Günümüzde NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme projesinin karşısında görünürdeki en ciddi engel ise tabii ki, habire, “kime karşı NATO, düşman kim” sorusunu sorup duran Rusya olmaktadır. Uluslararası siyasetin önümüzdeki yıllarda alacağı biçim açısından, NATO’nun genişlemesinin önündeki Rusya engelinden daha büyük ve hatta NATO’nun genişleme planınından da önemli sorunlar bulunuyor. Burada iki büyük güç NATO’nun genişlemesi konusunda anlaşamıyor, farklı düşünüyorlar. 2. Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra hızla kapitalist dünyaya entegre olma yoluna girerek hard kapitalizm diye tabir edilen yüksek endüstrileşme yoluna giren Almanya, sınırları, normları, pazarı ve güvenlik sistemi “kesin belli” bir Avrupa’dan söz ederken, Amerika daha geniş ve esnek görünen “Batılılık” ve “pazar ekonomisi” gibi kavramları kullanarak Doğu seferini başlatmayı esas aldı.
NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme planı her şeyden önce, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinin mevtasının kaldırılması ve mirasının paylaşılması merasimidir. Önceki yıllarda ABD öncülüğündeki NATO ile SSCB öncülüğündeki Varşova paktı üye ülkeleri arasındaki muazzam ekonomik ve askeri çekişmeler küresel dengeleri geri dönüşü çok zor olacak şekilde değiştirdi. Yani ABD bir nevi sosyalist ülkelerin mirasını bütünüyle kendi hegemonyası altına almanın savaşı içerisine girdi.
Soğuk savaş yıllarının sona ermesi ve Berlin duvarının yıkılması sonrasında günümüze kadar Almanya, “biz duvarı boşuna mı yıktık” havası içerisine girdi ve Berlin duvarının yıkılışından sonra Doğu Avrupa pazarının meşru tek mirasçısı olarak kendisini görmekte ve mirasın kendisine geçmesini beklemektedir. Yani kendisini tüm dünyaya ve özellikle Hegemon güçlere yeni bir imajla Doğu Avrupa pazarının yegâne sahibi olarak kabullendirmek istiyor. Bu açıdan bakıldığında Almanya’nın son çeyrek yüzyılda bütün planlarını hatta yatırımlarını buna göre yaptığı görülecektir. 1 Mart 1992-14 Aralık 1995 yılları arasındaki Bosna savaşında, Bosna’ya Birleşmiş Milletlerin izniyle gönderdiği askeri birlikle de Almanya, aslında NATO’nun genişlemesi kavramından direkt kendisinin genişlemesini anlamaktadır. Amerika, her ne kadar Bosna savaşında ne yıkılışı hesaplayabilmiş ve ne de yıkılışta aktif yer almışsa da sırf dünyanın tek hâkimi olması sıfatıyla var olan mirasa ortaktır. Rusya ise en azından Almanya karşısında, deyim yerindeyse, “katili cenaze merasiminde yakalamış varis” kadar kızgındır.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ABD’nin NATO politikası
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki sürece baktığımızda, ABD’nin NATO politikasında “ısrarlı” bir genişleme planı taşımadığı görülmektedir. Hatta Clinton 1996’daki seçim kampanyası öncesine kadar Cumhuriyetçilerin politikalarını da Avrupa merkezli politikalar olarak değerlendirmektedir. Clinton, Sovyet Bloğunun dağılmasından sonraki ilk dönemde artık bir Rus yayılmacılık tehdidinin en azından ileriki on yıl ortadan kalktığına inanmıştır. Bunun yanında Alman politikacılar her yerde, “Rusya’nın stratejik konumu, askeri yetenekleri ve gelenekleriyle mücadele için yeni Avrupa devletlerini himayemize almamız gerekir” gibi argümanlardan söz eder oldular. Oysa gelecekteki yeni pazarından emin görünen Amerika o yıllar Rusya’ya “siz de Avrupa üyesisiniz ve problemlerinizi çözünce NATO’ya bile gireceksiniz” diyordu.
Amerikan Dışişleri Bakanı Albright 1997 yılında göreve başlar başlamaz ayağının tozuyla geldiği Senato Dış ilişkiler oturumunda şöyle konuşmuştu: “NATO’nun Doğu Avrupa’da genişlemesinin amacı, 50 yıl önce Batı Avrupa için yapılanları Doğu Avrupa için yapmaktır. Yani, yeni demokrasiyle bütünleşme, eski nefretleri yenilgiye uğratma, pazar ekonomisine güven sağlama ve anlaşmazlıkları yok etmektir” demişti. Buradan anlaşılacağı gibi aslında hem dış yayılmacılık hem de iç politik gerekçelerle Amerika artık kendini NATO yayılmacılığına mecbur hissediyor. Amerikan siyasetini izleyen gözlemcilerin belirttiklerine göre, 1996 yılındaki başkanlık seçimleri öncesine kadar Amerika, NATO’nun yayılmacılığını Almanya’ya, daha doğrusu bir nevi sürüncemeye bırakmış durumdaydı. Ukrayna savaşı aslında NATO için bir Rönesans süreci yaşattı. Çünkü yıllardır büyük bir durağanlık içerisinde olan ve Rusya’nın yayılmacılığını izlemekle yetinen NATO, bu savaşla birlikte aslında Doğu Avrupa coğrafyası üzerindeki emellerini tekrardan hayata geçirebilme şansını yakaladı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali başlattığı 24 Şubat’tan bu yana 3 aydan fazla süre geçti. Bu süre zarfında yaşananlar ve bundan sonra yaşanacak olanlar Avrupa güvenlik mimarisi, siyasi yapılanması ve genel olarak dünya jeopolitik rekabeti açısından önemli sonuçlar doğurmaya gebedir. Rusya, yıllardır Ukrayna’nın ve eski Sovyet coğrafyasındaki ülkelerin NATO’ya üye olmalarını kabul edilemez bir gelişme olarak görmekteydi ve bugüne kadar bu görüşünü birçok platformda dile getirmekten çekinmedi. Buna karşı ise ABD bu ülkelerle derin ilişkiler içerisine girmeye ve Rusya’yı bu ülkeler üzerinden kuşatmaya almaya devam etti. Öte yandan dünya siyasetinin çok kutuplu hale gelmesi ve Batı hegemonyasının dengelenmesi fikri, Rusya ve Çin başta olmak üzere birçok ülke tarafından sürekli olarak dile getiriliyor. Ama ABD küresel dengeleri bir başka güçle paylaşmak istemiyor. Bu amaçla Rusya ile dolaylı bir askeri çekişme içerisine girerken Çin ile de ekonomik bir savaş yürütüyor. Bundan dolayı diyebiliriz ki NATO SSCB’nin yıkılmasından tam 32 yıl sonra üye sayısını 32’ye çıkartarak Rusya’yı batıdan önemli ölçüde kuşatmayı başarmış gibi görünüyor. Nitekim son olarak gündemde olan İsveç ve Finlandiya’nın üyelik süreçleri de tamamlanırsa, görünüşe göre bu adım Rusya’yı çok ciddi zorluklarla karşı karşıya getirecektir.
Küresel güçler arasındaki savaşın merkezi yine Ortadoğu ve Balkanlar’dır
Rusya, Çin ve diğer müttefikleri bu mücadelede hızla gelişen bir silahlanmaya, bölgesel aktörleri oyuna dahil etmeye ve özellikle küresel piyasalarda güç elde etmeye başladılar. Özellikle Çin var olan nicel insan gücünü yıllar içerisinde ekonomik ve askeri konularda bir atılıma dönüştürerek ABD’ye rakip olmaya başladı. Yani temel çekişmeler halihazırda ABD ile karşı cephedeki Rusya ve Çin arasında yaşanıyor. Bu çekişmeler gittikçe derinleşerek bölgedeki kriz ve kaos ortamını büyütmeyi hedefliyor. Çünkü bu güçlerin tamamı kriz ve kaosları kendi lehlerine çevirebilme temelli bir strateji izliyorlar.
Küresel güçler arasındaki bu uzun soluklu savaşın merkezi yine Ortadoğu ve son yıllarda Balkanlar olmaktadır. Bütün küresel güçler savaşı kendi topraklarının dışında yürütmeyi en temel stratejilerden görüyorlar. Yüzyıllardır var olan bu çıkar çatışması içerisindeki küresel güçlerin fiili savaş sahasına dönüşen Ortadoğu ülkelerinin tamamında sular hiçbir şekilde durulmuyor. Çünkü küresel güçler bu ülkelerden krizin ve kaosun hiç eksik olmasını istemiyorlar. “Böl-parçala-yönet” ve “kazan kazan” politikaları ile bölgedeki birçok ülkeyi savaşa sürükleyen bu güçler, bugün tıpkı bir bumerang gibi giderek doğrudan kendilerini vurmaya başlayan çözümsüzlük kriziyle karşı karşıyalar. Artık sistem muazzam bir doyumsuzluk içerisinde debeleniyor. İnsanlık tarihindeki siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel yönüyle önemli gelişmelere ev sahipliği yapmış olan Ortadoğu coğrafyası, yıllardır küresel güçlerin savaş alanına dönmüş olmasından kaynaklı her alanda bir harabeye dönmüş durumda. Tabiri caiz ise tutanın elinden kalan bir hal almış durumdadır. Birçok medeniyetin, imparatorluğun gelip geçtiği, bölgede nüfuz kazandığı veya kaybettiği Ortadoğu, küresel ve bölgesel güçler açısından hem “kazancı bol” hem de gerilimi hemen her zaman yüksek bir coğrafya oldu. Geçmişte Mısırlılar, Asurlular, Babiller, Romalılar, Osmanlılar için geçerli olan bu durum günümüzde ise yerini ABD, İran, Türkiye, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ve Rusya’ya bıraktı.
ABD son çeyrek yüzyılda neredeyse yıkım getirmediği bir Ortadoğu ülkesi bırakmadı. ABD’nin 2003 yılında Saddam Hüseyin’i devirerek ülkeyi işgal etmesinden sonra şu ana kadar da Irak bir türlü kendine gelemedi. Küresel güçlerin beslediği çözümsüzlük ve kaosun en çıplak haliyle gözler önüne serildiği ülkelerden biri olan ve üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen ABD’nin askeri müdahalesinin hiçbir çözüm getirmediği gibi harabeye çevrilen Irak, İran ve Türkiye başta olmak üzere bölgesel güçlerin yayılmacı politikalarının da hedefi halinde. Türkiye, İran ve diğer bölge devletlerinin desteğiyle DAİŞ’ten Haşdi Şabi’ye, silahlı Türkmen örgütlerine kadar sayısız örgütün peydahlandığı ülke olmuştur ve bölgenin kalbinde adeta pimi çekilmiş bir bomba gibi her zaman patlamaya hazırdır. Yaşanan çatışmaların gölgesinde mevcut statükonun bir çözüm getirmeyeceği kötümser bir tahminden öte çıplak bir gerçeklik halini almış durumdadır. Gelinen noktada sistem doyumsuzluğunu gideremediğinden dolayı halkları yeni felaketlere sürüklemektedir. Aslında bu yolla kendi canına kıymaktadır.
Ortadoğu’da kriz ve çatışma olgusu yeni olmasa da hem son yüzyılı kana bulayan kapitalist güçlerin hem de yerel işbirlikçilerinin çözümsüzlük ve çaresizlikleri elbette yeni bir durum değil. Yüzyıl önce bölgeyi ulus devletler ile parçalayıp, işbirlikçi yönetimler aracılığıyla yönetme denemeleri, kanlı bir yüzyılın sonunda halkların isyan çığlıklarıyla sarsıldı. Ancak halkların direnişleri örgütsüzlük, ideolojik yetersizlik ve öncüsüzlük gibi pek çok nedenden dolayı yeni diktatörlerin türemesinden öteye gidemedi. Eskinin yerini alan “yeni” olamadığı gibi çoğu zaman eskiyi aratır oldu.
Faşist Türk rejimi Kürt soykırım saldırılarını, küresel güçlerin onayı ile gerçekleştirmektedir
Finans kapital, günümüzde kendi sistem modelinin çöküşünü önlemek için sınırsız bir genişleme yerine sınırlı ve kontrollü alanlar yaratmaya odaklanmış durumda. Ortadoğu’daki çatışma ve savaşların büyük bir kısmı da bu stratejinin bir parçası olarak gelişmekte. Küresel güçler tarafından kontrollü bir dengede tutulan saha ve kaynak hâkimiyeti İsrail, Mısır, Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler eliyle kontrol altında tutulmaya çalışılıyor. Son yıllarda yaşanan müdahalelerde bu ülkelere verilen roller de bu gerçekliğe tekabül etmekte. Ancak giderek artan krizlerin büyük güçleri daha derin bir krize sürüklediği de çıplak bir gerçekliktir. Öyle ki her türlü demokrasi ve özgürlük arayışını kendi çıkarları için tehlikeli görmekteler. Bu güçlerin ve yerel işbirlikçilerinin, Kürt Özgürlük Hareketine karşı sürekli saldırı içerisinde olmaları da bu durumun bir göstergesidir. Kerkük’ten Efrin’e, Serêkanîyê ve Girê Spî’ye varan operasyonlarına yeşil ışık yakmaları ve bu kentlerin işgalci Türk devleti tarafından işgal edilmesinde önemli roller oynamaları bu gerçekliğin özeti olmaktadır. Faşist Erdoğan ve Bahçeli rejiminin Kürt halkı üzerinde geliştirdiği bütün soykırım saldırılarının onayı bu güçler eliyle oluyor.
Türkiye kendince ABD ve Rusya arasında bir denge rolü oynamaya çalışarak ne şiş yansın ne de kebap misali her iki güçten de nemalanmak istiyor. NATO içerisinde Türkiye’ye bekçilik rolü verildi. NATO’nun bütün kirli işlerini Türkiye üzerinden yürütmesi karşılığında NATO’da 5. madde kapsamında hareketimize karşı giriştiği kirli soykırım savaşında her türlü desteği sunacaktı. Nitekim 15 Ağustos 1984 atılımından sonra gelişen süreçten günümüze kadar da bu madde kapsamında NATO eliyle Türkiye’ye her türlü taviz verilmekle kalınmıyor aynı zamanda Uluslararası bağlayıcı yasalar Türkiye’ye karşı uygulanmıyor ve askeri, siyasi ve ekonomik her türlü destek sonuna kadar bu ülkeye veriliyor. Belirttiğim gibi ABD öncülüğündeki NATO ve AB Ortadoğuyu kendi silah pazarını ayakta tutmak için sonuna kadar kullanıyor. Bu temelde Türkiye’nin Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaş gerekçe gösterilerek en yeni silahlar Türkiye’ye pazarlanıyor. Şimdi böylesi bir konjonktürde faşist Erdoğan ve Bahçeli rejimi büyük bir arayış içerisindedir. Türkiye zaten yıllardır NATO’dan daha fazla destek kopartabilmenin çabasını veriyor. Bunu Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşı için yapıyor. Çünkü kendisinin ilelebet var olabilmesinin güvencesi olarak kendisince Kürt halkının yok edilmesine görüyor. Bu temelde Avrupa ülkelerine karşı hareketimizi bahane göstererek büyük şantajlar uygulamakta ve radikal İslam kartını oynamaktadır. 2009 yılındaki NATO genel sekreterliği için adı geçen Danimarka’nın eski başbakanı Anders Forg Rasmussen’i veto etmişti. O dönem Başbakanlık koltuğunda olan Erdoğan, Rasmussen’i 2006’daki Hz. Muhammed karikatürü krizini iyi yönetememekle suçlamış ve bunu büyük oranda İslami kesimler içerisinde oldukça abartarak kullanmaktan da geri durmamıştı. Erdoğan’ın bu vetosunun altında İslam sevdası değil yine PKK karşıtlığı vardı. NATO’da kriz haline gelen Rasmussen düğümünün aşılmasında Roj Tv’nin kapatılması söz konusu oldu. Erdoğan rejimi bundan iki şekilde çıkar sağladı. Birincisi Kürt halkının sesi olan Roj Tv’nin kapatılmasıyla Erdoğan’ın yürüttüğü kirli savaştaki istekleri kabul edilmiş oldu. İkincisi ise Rasmussen’in göreve gelmesi karşılığında “NATO genel sekreter yardımcılığı” görevinin bir Türk yetkiliye verilmesi kararlaştırıldı. Daha sonraki yıllarda da NATO’nun bekçiliğini ve tetikçiliğini yapmaya devam etmek koşuluyla Avrupa sahasında yurtsever Kürt halkına karşı yürütülen kriminalize etme ve tasfiye çabalarına Avrupa devletleri de önceden olduğu gibi desteklerini arttırdılar. Erdoğan-Bahçeli rejimi istiyor, NATO ve yönetimler de kendi kolluk güçleriyle bu istekleri Kürt devrimci, yurtseverlere karşı uyguluyordu. Yani uzun lafın kısası NATO Türkiye’den istediğini alıyordu ama Türkiye’de kendi isteklerinin büyük bir kısmını NATO eliyle uygulamaya koymayı başardı. Yıllardır olduğu gibi şimdi de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı ‘‘PKK’ye destek veriyorlar” gerekçesiyle veto kartını kullanıyor.
Özgürlük hareketi öncülüğünde Kürt halkı, bu faşizm dalgasını bertaraf edecektir
Ukrayna üzerinden başlatılan büyük savaşta dengeler oldukça değişkenlik kazanacaktır. Bunun sonuçları uzun vadeli ortaya çıkacak ve birçok güç bu savaşa ya dolaylı ya da doğrudan katılmak zorunda kalacaktır. Türkiye bu savaş ve pazarlık ortamında kendi aklına göre karlı çıkmanın peşindedir. Bir taraftan ABD’yi NATO’nun boğazlar maddesini uygulayarak Rus savaş gemilerinin geçişine izin vermeyerek etkilemeye çalışıyor. Diğer taraftan Rusya ile de AB ve NATO’nun yaptırımlarına katılmayarak etkileme ve bundan çıkar sağlamaya çalışıyor. Bilindiği gibi Rusya ne kadar büyük bir çıkmaza girse bile elinde tüm dünyayı etkileyecek kartlar var. Bunların başında tahıl, petrol, doğal gaz ve daha birçok ürün geliyor. Türkiye zaten yıkımı yaşayan ekonomisini ayakta tutmak için Rusya ile ilişkilerini iyi tutmak istiyor. Çünkü hem tarımda hem de enerjide büyük oranda dışa bağımlı bir ülke ve yanı başındaki Rusya’dan bu ürünleri getirmek daha ucuza geliyor. Ayrıca güvenlik açısından da Rusya’nın kendisine saldırmasının olabilirliğini azaltmaya çalışıyor. Ama unutulan nokta şu; ABD bunları görmezden gelmeyecektir. Nitekim öyle de oluyor. Şu anda bir başka NATO üyesi olan Yunanistan üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışıyor. Yani sınırı aşma demeye getiriyor. Sonuçta Türkiye neyi kazanmayı hayal ederse etsin kazanacağı şeyi küresel güçlerin işine ne kadar yaradığı belirleyecektir. Son yıllarda Erdoğan rejiminin Rusya ile çok fazla yakınlaşması ve ABD’ye rağmen S-400 hava savunma sistemlerini alması sonrasında ABD bir takım sıkı ambargo uyguladı. Bunların en başında geleni ise bildiğiniz gibi F-35 programından Türkiye’nin çıkarılması oldu. Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri karşısında hareketimize karşı yürüttüğü savaşı derinleştirmek için yeni destekler arzulamasının yanında bu kirli soykırım savaşında başarılı olabilmek için ABD’nin silah ambargosunu kaldırmasını amaçlıyor ve bu konuda ABD’yi ikna etmeye çabalıyor. Bundan dolayı da bu iki ülkenin üyeliğine karşı veto kartını kullanıyor. Görünüşe göre bu kriz gittikçe derinleşeceğe benziyor. Çünkü ABD’de buna karşı Yunanistan kartını sahaya sürüyor. Her ne kadar NATO Türkiye’nin daha fazla Rusya ile yakınlaşmasını önlemek için bazı isteklerine yeşil ışık yakmış ve ABD kongresinde bir yumuşama olmuş olsa da ABD silah ambargosunu kullanmaya devem edecek gibi gözüküyor. Bundan dolayı NATO, İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerine karşı veto etmekten vazgeçmesi için hareketimize karşı yeni hamlelere girişebilir hatta ABD’nin silah ambargosunu kaldırmasını da sağlayabilir. Tabi bunlar savaşın seyrine bağlıdır. Bütün bunlara rağmen Erdoğan ve Bahçeli faşist rejimi şu anda gerilla karşısında gün be gün kaybetmektedir. Bu derece çırpınması kendi iktidarının ömrünü uzatabilmek ve en kötü senaryoda bile yerine gelecek iktidarın yönetememesini sağlamaktır. Bu yolla halkı kendisine mahkûm kılmak istemektedir. Mücadelenin hepimize gösterdiği gibi Erdoğan rejiminin bütün çabaları beyhudedir. Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde Kürt halkı bu faşizm dalgasını bertaraf edecektir.