AKP iktidara geldiği zaman Kürt özgürlük hareketi tek taraflı ateşkes ilan ettiği, Kürt sorununun demokratik yoldan çözümünü beklediği için gerilim ve çatışma yoktu. AKP de bu ortamda Kürt sorununda herhangi bir politika ortaya koymadan iktidara geldi. AKP iktidara geldikten sonra Kürt özgürlük hareketi “böyle bir sorun var, bu sorunu çöz” dedi. Bu sorunun çözülmesi için defalarca çağrılar yaptı. Ancak AKP hükümetinin bir çözüm politikası olmadığı için Kürt özgürlük hareketinin bu çağrılarına cevap vermedi. O süreçte ABD’nin Irak’a müdahalesi vardı.
ABD’nin Irak müdahalesini destekleyerek Kürt özgürlük hareketini etkisizleştireceğini düşünüyordu. Bu çerçevede PKK’nin içine el atıldı. PKK’nin içine el atılmasında, tasfiyenin dayatılmasında ABD’nin de, Güneyli güçlerinin de, AKP hükümetinin de, dolayısıyla Türk devletinin de payı vardı. Ama bu başarısız kaldı. Tasfiyeciliğin başarısızlığı aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin Türk devletinin ve AKP’nin çözümsüz politikalarına karşı yeni bir direniş yükseltmesi anlamına geliyordu. AKP ilk önce bu mücadele karşısında ne yapacağını bilemedi. Sonradan zorlanacağını gördüğü için hem Kürt hareketini hem de devleti idare eden bir politika izlemeye yöneldi. 2006 yılında birçok yoldan haberler göndererek ateşkes ilan edilmesini istedi. Ateşkes ilan edilirse adımlar atabileceğini söylüyordu. Gerçekleşen ateşkes ortamında Kürt halkında ve demokrasi güçlerinde sorunu çözeceği beklentisi yarattı. Kürt özgürlük hareketini etkisiz bıraktığı koşullarda klasik iktidar bloklarını idare ederek iktidarını sürdürme hesabı yaptı.
Eski taktikler yeni yöntemlerle sürdürülüyor
2007 yazına gelindiğinde Kürt özgürlük hareketi AKP’nin bu politikalarını kabul etmeyeceğini, Kürt sorununda bir çözüm yaklaşımı içinde olması gerektiğini dayattı; bu konuda çağrılarını yaptı. Diğer taraftan klasik iktidar blokları da AKP’ye “böyle idare edemezsin, PKK’ye karşı aktif mücadele içine gir” dedi. AKP hükümetini sıkıştırmaya başladı. Gelinen aşamada AKP artık iki tarafı idare edemeyeceğini görerek yeni bir yaklaşım benimsemek zorunda kaldı. İşte 2007 Mayısı’nda Yaşar Büyükanıt’la yapılan görüşme böyle bir süreçte gerçekleşti. AKP hükümeti idare eden bu politikadan vazgeçeceğini, Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikası izleyeceğini, kararının bu olduğunu, Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme konusunda her türlü yol, yöntem ve aracı kullanacağını kabul etti. Bunun karşılığında da genelkurmay başkanlığı tarafından temsil edilen iktidar blokları da AKP’nin yeniden iktidar olmasına onay verdi. İşte AKP’nin yeniden iktidar olması ve eşi türbanlı birinin cumhurbaşkanı seçilmesi süreci böyle gerçekleşti.
22 Temmuz’dan önce demokrasi güçlerini, Kürtleri, çeşitli çevreleri oyalamak için idare etme politikası izleyen, hatta yumuşak mesajlar veren AKP, 22 Temmuz’dan sonra Kürt özgürlük hareketine yönelik çok sert bir politik tutum değişikliğine gitti. İdareci tutumu bırakarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeye yönelen bir savaş hükümeti olacağını ortaya koydu. O güne kadar içeridekileri bitirdik mi ki dışarıya operasyon yapacağız, sınır ötesine gideceğiz diyen AKP’nin yaptığı ilk iş sınır ötesi harekat tezkeresi çıkarmak oldu. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ilk ziyaretini Kürdistan’daki askeri birliklere yaptı ve Kürt özgürlük hareketine karşı mücadelede ordunun arkasında olduğunu gösterdi. Yine Türk Cumhurbaşkanı Avrupa’ya gittiğinde, artık Kürt sorunu kalmamıştır, Kürt sorunu diye bir şey yoktur, terör sorunu vardır söylemini daha net biçimde kullanmaya başladı. Arkasından Erdoğan’ın dış destek almak için ABD’ye gitmesi, ABD’de 6 Kasım’da Bush’la yaptığı görüşmede Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmesi konusunda ABD’nin desteğini alması gerçekleşti. İçeride kimi liberal çevrelerin desteğini aldı. Bu süreçte ABD ile yapılan uzlaşma gereği Güney Kürdistan’a yumuşak yaklaşma, bu temelde Güneylilerin de desteğini alarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikası benimsendi. O güne kadar Güney Kürdistan için çok sert konuşan Baykal, 6 Kasım Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra Güneyle ilişkileri geliştirmek gerektiğini dile getirdi. Bu, esas olarak Türk devletinin Kürt özgürlük hareketini ABD’nin, Güney güçlerinin ve kendine liberal demokrat diyenlerin desteğini alarak tasfiye etme harekatının yürütüleceğinin ifadesiydi.
ABD’nin baskısı, Güneyli güçlerin baskısı, içeride bazı liberaller ve çeşitli çevrelerden aldığı destekle yapacağı baskıyla Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz, savunmasız pozisyona sokmak istedi; mücadele konumundan çıkarmak istedi. AKP’nin tercihi esas olarak Kürt özgürlük hareketinin mücadele etmediği ortamda kendi politikasını adım adım yerleştirmekti. Ama Kürt özgürlük hareketi dayatılan bu baskılar ortamında AKP’nin istediği mücadelesiz konumu kabul etmeyeceğini ortaya koyunca bilindiği gibi aralıktan itibaren ABD’den aldığı istihbarat desteğiyle hava saldırılarını başlattı.
6 Kasım 2007’de gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen yeni mücadele stratejisinin netleşmesi anlamına geliyordu. Askeri yöntemlerle tasfiye politikası yürütülürken, diğer taraftan ise yumuşak güç kullanılacaktı. 1990’lı yıllardaki yöntemler deşifre olmuştu. 1990’lardaki yöntemlerle Kürt özgürlük hareketine karşı mücadele etmeye iç ve dış koşullar fazla imkan vermiyordu. Bu yönüyle AKP hükümeti Kürt sorununda yeni bir strateji izlemeye yöneldi. Aslında bu eski amaçtan, eski politikadan farklılaşma anlamına gelmiyordu. Eski amacın, eski politikanın yeni yol ve yöntemlerle sürdürülmesi amaçlanıyordu. Amaca ulaşmada strateji değişikliğine gidiliyordu. Bu da Kürtleri siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemi altında tutmanın yeni yoluydu. Çünkü Kürt halkının onlarca yıldır verdiği mücadele ve klasik devlet politikalarının başarısızlığı Kürt politikasında yeni strateji benimsemesini beraberinde getirmişti. Bu tasfiyeyi sadece askeri yöntemlerle değil, askeri yöntemler yanında psikolojik savaşla, sosyal, kültürel araçlarla gerçekleştirme hedeflenmiştir.
29 Mart seçimleri Kürt halkının AKP’ye onay vermediğini gösterdi
Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra hava saldırıları olmuş, arkasından bir sınır ötesi operasyonla gerillanın önemli üslerini ezmek istemişlerdir. Bu nedenle şubat ayında Zap’ı ve gerilla üslerini ele geçirme harekatı yapılmış, ancak başarısız kalmıştır. Bu bir yönüyle de askeri yöntemlerin başarısızlığının bir daha yaşanması anlamına geliyordu. Zap operasyonundaki başarısızlıkla birlikte yeni stratejiyi çok boyutlu yaşama geçirme yoluna girildi. Yeni strateji, kültürel ve sosyal araçların da devreye sokulması anlamına geliyordu. Büyükanıt’tan sonra genelkurmay başkanı olacak İlker Başbuğ’la bu konuda uzlaşıldı. TRT 6’nın açılması ve Kürt enstitüsünün açılması gibi kararlar alındı ve bunlar 29 Mart seçimlerinden önce devreye sokuldu. Bunlarla Kürt özgürlük hareketinin tabanının daraltılması amaçlanıyordu. AKP hükümeti bir taraftan bu yolla Kürt özgürlük hareketinin tabanını daraltmayı hedeflerken, diğer yandan görüşmeler yoluyla Kürt özgürlük hareketini oyalama, bu yönüyle de iktidarını rahat sürdürme politikası izledi.
Kürt özgürlük hareketi, AKP’nin herhangi bir çözüm politikası olmasa da kültürel, sosyal araçlar ve psikolojik savaşla tasfiye harekatını sürdürmeyi hedeflese de Oslo görüşmeleri sürecini devleti ve toplumu bir çözüme hazırlamak, AKP’yi böyle bir çözüme zorlamak için değerlendirmek istedi. AKP hükümeti de bu görüşmelerin ortaya çıktığı ateşkes ortamında TRT 6 ve Kürt Enstitüsü gibi açılım adını verdikleri yöntemlerle psikolojik savaşını artırıp Kürt özgürlük hareketinin tabanını daraltmayı hedeflemişti. Ancak 29 Mart seçimleri bu politikanın istenilen sonucu vermediğini ortaya koymuştur. Hatta Kürt özgürlük hareketinin demokratik siyaset alanında güçlendiği, sosyal tabanını genişlettiği ortaya çıkmıştır. Bu durum Türk devletini tedirgin ederek bazı yeni kararlar almasını beraberinde getirmiştir. AKP hükümeti kimi bireysel haklarla sosyal ve kültürel tedbirlerle psikolojik savaşı tırmandırarak kabul ettirmek istediği çözümü, daha doğrusu yeni siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikasını bu kitleye, bu örgütlülüğe kabul ettiremeyeceğini görerek siyasal soykırım operasyonlarını başlatmıştır.
Kürt özgürlük hareketi bu siyasi soykırım saldırılarına rağmen görüşmeleri kesmemiştir. Ancak bu tür politikalar yürütüldüğü takdirde görüşmelerin de anlamının kalmayacağını ve bir çözümün gerçekleşmeyeceğini her fırsatta dile getirmiştir. Kürt Halk Önderinin hazırladığı Yol Haritası’nın kamuoyuna sunulmasının engellenmesi, meclisten yapılan tartışmalardan hiçbir sonuç çıkmaması, gönderilen Barış Gruplarına yaklaşım, artırılan siyasi operasyonlar AKP hükümetinin bir çözüm iradesi olmadığını netleştirmiştir. Askeri operasyonların da sürdürüldüğü bu ortamda tek taraflı ateşkesin bir anlamı kalmadığından Kürt özgürlük hareketi 2010 31 Mayısı’nda dördüncü dönem olarak tanımladığı mücadeleyi geliştirme kararı almıştır. Bu kararını da hem demokratik mücadeleyi hem de gerillayı geliştirerek pratikleştirmiştir. Bu mücadele karşısında sıkışan AKP 2011 seçim öncesi öngördüğü anayasa değişikliklerinin de riske girdiğini görünce yeniden İmralı’ya giderek ateşkes ilan edilmesini istemiştir. Önder Apo da anayasa referandumu sonrası adımlar atılacağının söylenmesi karşılığında Kürt özgürlük hareketine yeni bir ateşkes yapılması çağrısında bulunmuştur. AKP referandumu geçirmiş, ama Kürtler ise bu referandumu yüksek bir oyla reddetmişlerdir. 29 Mart seçimleri gibi referandumda bu yüksek oranda sandığa gitmeme tutumu aslında Kürt halkının demokratik çözüm isteğinin açık ilanıydı. Ancak AKP hükümeti bunu değerlendirmemiş, seçime kadar hedeflediği oyalama politikasını bu dönemde de sürdürmüştür. Bir taraftan askeri operasyonları sürdürmüş, diğer taraftan siyasi soykırım operasyonlarını da gün gün yürütmüştür.
AKP saldırganlığı ve devrimci direniş
AKP’nin politikalarına yönelik eleştiriler geldiğinde her zaman demokratik kamuoyunu oyalamak ve kimi Kürt çevrelerini beklenti içinde tutmak için şöyle bir cevap vermiştir: “Askeri operasyonlar da olsa, gerilim de olsa biz yine de açılımdan vazgeçmedik, açılıma devam edeceğiz!” Kamuoyunda açılımdan bir şey çıkmadı, herhangi bir sonuç doğmadı, adımlar atılmadı, somut bir şey ortada yok denildiğinde “açılımdan vazgeçilmemiş, açılıma devam edilecektir, demokratikleşmeye devam edilecektir” denilerek kendilerini 12 Haziran seçimlerine kadar taşımışlardır. Hatta seçim öncesi operasyonları artırmasına, Başbakan dilini sertleştirmesine rağmen yandaş basın, AKP’ye yedeklenmiş liberaller ve bir kısım ve saf dilliler “seçim öncesidir, milliyetçi oyları almak istiyor bunun için bu dili kullanıyor, operasyonlar bunun için oluyor, yoksa AKP açılımdan vazgeçmemiştir, seçimden sonra açılım içinde olacaktır” biçiminde propagandalarla tasfiye politikalarını örtmeye ve normalleştirmeye çalışmışlardır.
Kürt özgürlük hareketi seçimden sonra AKP’nin adım atmasını, yoksa bugüne kadarki izlenen politikayı kabul etmeyeceğini açıkça ilan etmiştir. Önder Apo İmralı’da ve Oslo’da yapılan görüşmeler çerçevesinde AKP’ye çözüm için adım attırmak için üç protokol hazırlamıştır. Ancak AKP hükümeti bu protokolleri kabul ettiğine ve pratikleştireceğine dair hiçbir taahhütte bulunmamıştır. Aksine bu süreçte “Kürt sorunu kalmamıştır, Kürt vatandaşlarımın sorunu kalmıştır” yaklaşımıyla soruna nasıl yaklaştığını açıkça göstermiştir. Önder Apo bu süreçte meclisin çalışmasını, Kürt sorunu konusunda çözüm doğrultusunda kararlar almasını, yine kendisinin rol alması için önünün açılmasını istemiştir. Böylece bu sorunun çözüm yerinin esas olarak meclis olduğunu ortaya koymuştur. Bu konuda da herhangi bir adım atılmamıştır. Yine Kürt özgürlük hareketi Önder Apo’nun bu yaklaşımı doğrultusunda çağrılar yapmıştır. AKP’ye artık tutumunu açık koymasını, oyalama yaklaşımlarını bırakmasını istemiştir. AKP’nin çözüm doğrultusundaki yaklaşımlarına hiçbir olumlu karşılık vermemesi, Kürt özgürlük hareketini bir tutum almaya götürmüştür. AKP hükümeti herhangi bir olumlu yaklaşım göstermeyince gerilim artmıştır.
Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz’da AKP’nin politikalarını netleştirmek, Kürt sorunundan çözüm projesini ortaya koymak ve pratikleştirerek AKP hükümetini çözüme zorlamak için Demokratik Özerkliği ilan etmiştir. Ancak AKP hükümeti Kürt demokratik hareketinin Demokratik Özerklik ilanına olumlu yaklaşacağına tamamen reddedici ve Kürt özgürlük hareketini tümden tasfiyeye yöneleceğini ortaya koyan bir dil ve pratik içine girmiştir. Önder Apo üzerinde 13 yıldır görülmeyen bir tecrit uygulamıştır. Bu açıkça Özgürlük hareketinin oyalamaya son ver, Kürt sorununun çözümü için adım at politikaları karşısında AKP’nin gerçek yüzünü ortaya koymasıdır. Bu da Kürt özgürlük hareketini ezerek, tasfiye ederek, iradesini kırarak siyasal egemenlik ve kültürel soykırımın yeni koşullarda sürdürüleceği siyasal düzeni kabul ettirmektir. Buna karşı Kürt özgürlük hareketi direnişe geçmiştir. Bu politikalara boyun eğmeyeceğini, Kürt halkının ulusal varlığını güvenceye alıp özgürlüğünü sağlayana kadar mücadeleyi yükselteceğini ortaya koymuştur.
AKP bu süreçte siyasi soykırım operasyonlarını artırmış. Özgürlük iddiasında olan, öncülük yapabilecek, toplumda sözü dinlenecek bütün herkesi zindanlara atma kararı almıştır. Bu sindirme, irade kırma saldırısını, bu faşist yaklaşımını örtmek açısından da “paralel devlet, terör örgütünün üst kurumu” gibi tutuklamalarını meşrulaştıran iddialarla siyasi soykırım saldırılarını süreklileştirmiştir. KCK iddiası tamamen faşist terörünü örtmek ve meşrulaştırmak için davanın gerekçesi yapılmıştır. Kuşkusuz KCK vardır. KCK Kürdistan’ın bütün parçalarında Kürt toplumunu demokratik kurumlaşmasını ve bu temelde kendi kendini yönetmesini ifade eden bir demokratik sistemdir. KCK diye bir örgüt yoktur. Tutuklananların yüzde bir ya da ikisi KCK sistemini örgütlemeye çalışanlardır. Diğerleri ise BDP’li ya da sivil toplum örgütlerinde çalışan yurtsever demokratlardır. Dolayısıyla şöyle paralel devlet kurmuşlar, şöyle baskı yapmışlar yaklaşımı temelsiz iddialardır. Zaten KCK’nin bırakalım paralel devlet sistemini ifade etmesi, aksine devlet karşıtı bir karakteri vardır. Dolayısıyla tutuklamaların iddia edildiği gibi KCK’yle ya da devlet kurmayla alakası yoktur. Bu tutuklamaların amacı bilinçli her Kürt’ü zindana atıp Kürt halkını düşünemez, hareket edemez, örgütlü davranamaz hale getirmektir.
Dünya tarihinde demokratik siyasal alana bu düzeyde bir saldırının olduğu görülmemiştir. Demokratik siyasetle uğraşan herkesi zindana atmaya ve böylelikle demokratik siyasetin tehlikeli olduğunu göstermeye, demokratik siyasi parti içinde örgütlenen, onun üyesi olan, onun taraftarı ve sempatizanı olan herkesi bu partiden koparmaya, uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Gerçekten de dünyada görülmemiş bir biçimde her gün onlarca insanı uydurma gerekçeler ileri sürerek zindanlara doldurmaktadırlar. Açıkça ‘ben iddia ediyorsam siz böylesiniz’ diyerek insanlar tutuklanmaktadır. Diğer taraftan gerillaya darbe vurmak için her türlü silahı kullanmaktadır. ABD’nin istihbaratı, İsrail’den aldığı insansız hava uçaklarının istihbaratı ve yine ABD ve İsrail’den aldığı silahlarla gerillaya yönelik imha saldırılarını geliştirmiştir. Tüm bunlarla Kürt halkı mücadele edemez hale getirilmek istenmiştir. PKK’nin ve BDP’nin kitle tabanı ezilmek istenmiştir. İradesi kırılarak Kürt halkına kültürel soykırımın yeni koşullarda sürdürülmesi olan bir siyasi düzeni kabul ettirmeye çalışmışlardır. Newroz’a kadar bu siyasi soykırım operasyonları ve gerillaya yönelik imha operasyonları süreklileştirilmiştir. Bununla sonuç alacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak Kürt halkı her yıl olduğu gibi 15 Şubat’ta uluslararası komployu protesto etmiş, tecride karşı tepkisini yükseltmiş, 8 Mart’ta kadınlar geçmiş dönemlerden daha fazla önderliğe sahiplenen ve bu soykırım operasyonlarını protesto eden bir tutum ortaya koymuşlardır. 21 Mart’a doğru gidilirken Kürt halkının Newroz’da bütün bu askeri ve siyasi operasyonlara güçlü bir cevap vereceği anlaşılmıştır. Halk, bu operasyonlarla yılmayacağını, özgürlük iradesinden vazgeçmeyeceğini, sonuna kadar mücadele edeceğini gösterecek bir tutumu Newroz’da ortaya koymaya hazırlanmıştır. Bunu Türk istihbaratı da, hükümeti de, siyasileri de, özel savaşçıları da, psikolojik savaşçıları da görmüştür.
Bir yıla yakındır çok şiddetle sürdürdüğü askeri ve siyasi saldırılardan sonuç aldığını iddia ediyorlardı. Ancak Newroz öncesi gençlerin, kadınların, bir bütün olarak halkın tutumu bu iddialarının gerçek olmadığını ortaya koyuyordu. Dolayısıyla kitlelerin Newroz’daki ayağa kalkışının şimdiye kadar izlediği politikaların sonuç vermediğini gözler önüne sereceğini hesaplayıp Newroz’a yasak getirmiştir. Zaten Newroz öncesi, Newroz mitinglerinde bombalar patlayacak, insanlar ölecek, bunu polisin üzerine atacaklar biçiminde kara propagandalarla katılımı engellemeye çalışmışlardır. Ancak Kürt halkı bu provokasyonlara, bu korkutma ve ürkütme çabalarına rağmen Amed’de görüldüğü gibi bir milyonu aşkın insan Newroz alanında toplanmıştır. Meydanları dolduran yüz binler hem taleplerini ortaya koymuş, hem de önderliğine ve PKK’ye sahiplendiğini her kese göstermiştir. İstanbul’daki Newroz kutlamaları da daha önceki katılımın birkaç katıyla gerçekleşecekti. Halkların Demokratik Kongresi’nin toplumsal gücü bu vesileyle ortaya çıkacaktı. Bunu da engellemek için İstanbul Newrozu’nda halka saldırmışlardır. Zaten daha önce “Halkların Demokratik Kongresi de KCK gibidir, terör örgütünün uzantısıdır, onların kurduğu bir örgüttür” biçiminde propaganda yaparak aslında Kürt halkıyla Türkiye’deki demokrasi güçlerinin birleşmesini engellemeye çalışıyorlardı. Daha doğrusu bu birleşmeden korktukları için bu birleşmeyi dağıtmayı hedefliyorlardı. Bu çabaların tersine Newroz’da iki halkın birliğinin güçlü biçimde gerçekleşeceğini görerek Newroz’u yasaklamışlardır. Ancak İstanbul’da da halklar bu yasaklara karşı büyük bir direniş içinde olmuşlar, AKP’nin bütün siyasi soykırım operasyonlarının boşuna olduğunu, halkın dimdik ayakta olduğunu ve direneceğini göstermişlerdir. Sadece Amed ve İstanbul değil, Kürdistan’ın tüm şehirlerinde, kasabalarında, tüm metropol kentlerinde halk eskisinden çok canlı, çok kararlı bir biçimde Newrozları serhildanlara dönüştürmüştür. Newrozlar bir yönüyle de AKP’nin saldırı politikalarına karşı bir direniş kararı, duruşu olarak tarihteki yerini almıştır.
Bu durum aslında AKP’nin uzun süredir sürdürdüğü askeri ve siyasi operasyonlarla Kürt özgürlük hareketini etkisizleştirme politikasını boşa çıkarmıştır. Newroz, AKP’nin yeniden daha güçlü bir direnişle karşı karşıya geldiğini göstermiştir. Bu durum gerçekten de Türk devletini ürkütmüştür. Bunun sonucu Newroz’dan sonra Fikret Bila ve Lale Kemal’in ağzından AKP’nin yeni bir Kürt stratejisi izleyeceğini kamuoyuna duyurmuşlardır. Fikret Bila klasik ulusalcı bloğun sözcüsüyken, Lale Kemal ise fethullahçıların sözcüsü gibidir. Bir nevi eski devletle yeni devletin sözcüleri konuşmuşlardır. Bu aslında bir yönüyle de eski devletle yeni devletin, yani eski iktidar bloklarıyla yeni iktidar bloklarının tam da uzlaşmasını ifade etmektedir. AKP’nin Kürt sorununda klasik devlet politikalarını yeni bir biçimde yürüttüğünü bundan daha iyi ortaya koyan bir durum olamaz. Lale Kemal’le Fikret Bila’nın Türkiye’nin en temel sorunu konusunda devletin stratejisini ortaya koymaları bundan başka bir şey ifade etmemektedir.
Yeni strateji dedikleri, 1990’ların stratejine göre yenidir, ama AKP’ye verilen rol, AKP’nin Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikasını pratikleştirme anlamında ise bir yeniliği yoktur. AKP’nin Yaşar Büyükanıt’la yaptığı mutabakatla başlayan, özelikle İlker Başbuğ’la birlikte çerçevesi çizilen, esas olarak da Bush-Erdoğan görüşmesiyle daha da somutlaşan yumuşak gücü de içinde barındıran tasfiye politikasının devamıdır. Kuşkusuz sert ve yumuşak gücün birlikte kullanıldığı bu tasfiye politikasını yeni enstrümanlarla güçlendirme, duruma göre yeni araçlar devreye sokma biçiminde yenilikleri her zaman olacaktır. Bu, o stratejinin yeniliği anlamına gelmemektedir. Yeni bazı yöntemlerle koşullara ve zamana uydurulması, Kürt özgürlük hareketinin direnişi karşında daha etkili olmasını sağlayacak araçlarla güçlendirilmesini ifade etmektedir. Fikret Bila’nın ve Lale Kemal’in yeni strateji diye ortaya attıkları kesinlikle budur. Yeni bir strateji biçiminde dile getirilmesi AKP’nin geçmişten beri tasfiye politikasını örtmek için başvurduğu siyasi ve askeri saldırılarla Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikasını sürdürürken, biz açılıma devam edeceğiz, terörle mücadele ederken diğer taraftan da açılım sürecek biçimindeki yaklaşımın yeni bir dile kavuşturulmasıdır.
Bu politikalarla Kürt sorununun çözülemeyeceği, bu tasfiye politikaların eski politikaların devamı olduğu biçimindeki eleştiriler ve suçlamalar gelişip de sıkıştığında “açılımdan vazgeçmedik, açılım devam edecek” sözleriyle nasıl ki eleştiriler susturulmaya, bertaraf edilmeye çalışılmışsa, Newroz’da Kürt halkının güçlü ayağa kalkışı, demokratik ve siyasi iradesini ortaya koyması, özgürlüğünden ve demokratik haklarından vazgeçmeyeceğini ortaya koyması sonrasında da klasik oyalama ve beklenti içine sokma yöntemine başvurmuştur. Newroz sürecinde gelişen eleştirileri bertaraf etmek, tekrar demokratik kamuoyunu oyalamak, çeşitli Kürtlerde beklenti yaratmak için “terörle mücadele edeceğiz, ama siyasi uzantılarıyla da müzakere ederiz” gibi bir yeni strateji metaforunu ortaya atmışlardır.
Özellikle Oslo görüşmelerinin ortaya çıkmasından sonra bu defa da terörle mücadele, ama siyasetle müzakere gibi yeni bir dil kullanmalarının nedenleri vardır. Bu yeni strateji dediklerinde ne var? Aslında 4-5 yıldır süren Oslo görüşmelerin, yine İmralı’yla yapılan görüşmelerin açığa çıkması, bunların bir sonuç vermemesinin görülmesi ve çeşitli çevreler tarafından eleştirilmesi karşısında “biz İmralı’yla görüşmeyeceğiz, Oslo gibi görüşmeleri yapmayacağız, sadece siyaseti esas alacağız” biçiminde bir söyleme yönelmişlerdir. Yeni strateji olarak kamuoyuna sundukları şeylerde Barzani’nin de kullanılacağı söylenmektedir. Kuşkusuz Kandil ve İmralı’yla görüşmeyeceğiz yaklaşımı somut bir gerçeğin kendilerine göre bir ifade ediliş tarzıdır. İmralı’yla ve Kürt özgürlük hareketiyle görüşmeler yapmışlar, Kürt özgürlük hareketi devleti ve toplumu hazırlamak, AKP’yi belki bir çözüme yanaştırabiliriz düşüncesiyle bu görüşmeleri sürdürmüştür. Ancak AKP bu görüşmeleri demokratik çözüm için değerlendireceğine kendi çözümsüz, oyalama politikalarında ısrar edince Kürt özgürlük hareketi buna dur demiştir. Eğer bir çözüm olmayacaksa, demokratik çözüm için adım atılmayacaksa bu tür görüşmelerin bir anlamı olmayacağı yaklaşımı içinde olmuştur. Bir daha İmralı’yla görüşmeyeceğiz, Oslo görüşmeleri olmayacak derken esas olarak İmralı ve Kürt özgürlük hareketi bu tür oyalama görüşmelerini bir daha kabul etmeyeceklerini, ancak bir çözüm için olacaksa görüşülebileceğini, bunun dışındaki bir görüşmenin yapılamayacağını ortaya koydukları için AKP böyle bir yaklaşım içinde olmuştur. Yoksa AKP İmralı’yla da, Kürt hareketiyle de görüşmek, oyalayıp zaman kazanmak istiyordu.
Oslo süreci de AKP stratejisinin bir parçasıydı
Aslında AKP eskisi gibi görüşmelerin yapılmasından yanadır. Ama böyle bir yaklaşımı Kürt özgürlük hareketi kabul etmediği için böyle bir söylemde bulunmuştur. Sanki kendisinin meydan okuması ve kabadayılığı gibi yansıtmaya çalışmaktadır. Halbuki Kürt özgürlük hareketi Oslo görüşmelerinin, İmralı görüşmelerinin geçen süreçte bir anlamı olduğunu, toplumu ve devleti hazırlamak için değerlendirilmesi gereken bir araç ve yöntem olduğunu, ama bunun bir sonuç almadığını, bu nedenle tekrar edilmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Tekrar edilmesinin çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet eden bir yaklaşım olduğunu söyleyerek artık bu tür görüşmeleri kabul etmeyeceğini tutumuyla, duruşuyla, söylemiyle açığa vurmuştur. Bu nedenle AKP şimdi Oslo görüşmeleri olmayacak, İmralı muhatap alınmayacak sadece siyasetle görüşeceğiz demektedir. Aslında bunu dedirten Kürt özgürlük hareketidir. Bu söylem AKP’nin oyalama ve tasfiye politikasından vazgeçmediğini göstermektedir. Ben görüşme yaparsam oyalama için yaparım, tasfiye politikamı daha kolay koşullarda, rahat koşullarda yürütmek için yaparım, benim bu yaklaşımım kabul edilmiyorsa yapmam anlayışının ifadesidir.
Öte yandan Oslo görüşmelerinden sonuç almayınca bunu fethullahçılar AKP ile iktidar mücadelesini kendi lehlerine çevirmek için kullanmışlardır. Tabii ki AKP Oslo görüşmeleri devam etseydi, AKP oyalama yapabilseydi, rahat koşullarda iktidarını sürdürecek bir durumda olsaydı fethullahçılar Oslo görüşmelerini ve MİT’çilerin sorgulanmasını gündeme getirmezlerdi. AKP’nin bu yöntemle sonuç alamadıklarını gördükleri için gündeme getirmişlerdir. Oslo görüşmelerini açığa çıkaranlar da kesinlikle fethullahçıların hakim olduğu emniyet istihbarat örgütüdür. Biz de ilk önceleri dış güçlerden ya da genelkurmay istihbaratından şüpheleniyorduk, ama açığa çıkmıştır ki bu görüşmeleri açığa çıkaran kesinlikle emniyet istihbaratıdır, yani fethullahçılardır. Fethullahçılar böylelikle AKP hükümetini sıkıştırmak istemişlerdir. Tabii ki sadece AKP hükümetini sıkıştırmak için bu yola başvurmamışlardır. Fethullahçlar polise yerleşmişlerdir, yargıya yerleşmişlerdir, devlet içinde önemli bir güç olmuşlardır, ama MİT’i ele geçirememişlerdir. MİT daha çok Erdoğan’ın kontrolünde kalmıştır. Erdoğan MİT’i fethullahçıların kontrolüne vermek istememiştir. Kendi kadrolarıyla, kendi atadığı MİT müsteşarıyla orayı değiştirmeyi dönüştürmeyi ve kendi kontrolüne almayı hedeflemiştir. Fethullahçılar ise MİT’i ele geçirmeden devlette istedikleri düzeyde etkili olamayacaklarını, devlette etkili olma konusunda bir ayaklarının topal kalacağını, zayıf kalacağını düşünerek MİT’i de ele geçirmek istemişlerdir. Çünkü emniyet istihbaratı ellerindedir, yargı ellerindedir. Bu aslında MİT’i de ele geçirme imkanı onlara vermektedir. Bu nedenle Oslo görüşmelerini gündeme getirmiş, MİT’i sorgulatmak istemişlerdir.
Fethullahçılar görüşmelere karşı olduklarından böyle bir tutum içine girmemişlerdir. Görüşmelerin AKP’nin öngördüğü doğrultuda başarıya ulaşmayınca bu durumu AKP hükümetine karşı şantaj olarak kullanıp konumlarını güçlendirmek istemişlerdir. Bu görüşmeleri ortaya atarak MİT’i sıkıştıralım, MİT’i ele geçirmenin bir aracı olarak kullanalım demişlerdir. MİT görüşmelerinin gündeme getirilmesi esas olarak Oslo görüşmeleri ve İmralı görüşmeleri nedeniyle değildir. Eğer daha önceki yazılanlar, çizilenler, söylenenler göz önüne getirilirse bu tür şeyleri en fazla da fethullahçıların istediği, fethullahçıların böyle şeylerden yana olduğu görülür. Bu yönüyle fethullahçıların önceleri bu görüşmelere ve bu görüşmeler yoluyla Kürt özgürlük hareketini oyalama politikasına bir itirazları olmamıştır. Kaldı ki bu görüşmeleri emniyet istihbaratı başından beri bilmektedir. Dolayısıyla fethullahçılar da bilmektedir. Ama görüşmelerin sürdüğü dönemde böyle bir şey gündeme getirmemişlerdir. Eğer Oslo görüşmelerinin sürdüğü dönemde fethullahçılar böyle bir şey gündeme getirseydi altında kalırlardı. AKP veya devletin çeşitli kesimleri biz PKK’yi oyalıyorduk, belli bir noktaya getiriyorduk, silahları da bıraktıracaktık, bu sorundan kurtulacaktık, ama sabote edildi denilerek fethullahçılar töhmet altında bırakılır geriletilirlerdi. Bu nedenle fethullahçılar görüşmelerin sürdüğü dönemde değil de görüşmelerin çıkmaza girdiği, sonuç almadığının anlaşıldığı, İmralı’nın ve Kürt özgürlük hareketinin eskisi gibi oyalama görüşmelerini kabul etmeyeceğinin netleşmesi sonucu yargı eliyle MİT’in üzerine gitme ve AKP’yi bu temelde sıkıştırmaya yönelmişleridir. Bu konuda belirli bir başarı da elde etmişlerdir. Öte yandan fethullahçılar Kürt özgürlük hareketinin bir görüşme olacaksa çözüm için olmalı yaklaşımına böyle cevap vererek aslında tüm amaçlarının tasfiye olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. AKP Kürt özgürlük hareketini oyalama görüşmelerini kabul etmeyeceğini ortaya koyduğu bir süreçte artık İmralı’yla da Kandil’le de görüşme yapmayacağız diyerek bir yönüyle fethullahçıların bu yolla kendilerini sıkıştırmalarını boşa çıkarmak, diğer yönüyle de bir dönem daha fethullahçılarla sorunsuz yürümek için böyle bir dili kullanmışlardır.
Oslo süreci de AKP stratejisinin bir parçasıydı. Yani bugünkü stratejinin bir parçasıydı. Bu yönüyle AKP’nin stratejisinde bir değişiklik olmamıştır, ama o araç işlemeyince şimdi ona başvurmayacağız, onu denemeyeceğiz denmektedir. Ama esas olarak bir taraftan şiddeti kullanarak, bir taraftan yumuşak gücü kullanarak tasfiye politikasından vazgeçilmemiştir. Dolayısıyla ortaya atılanlar AKP’nin eski stratejisinin devamıdır. Daha doğrusu Türk devletinin AKP’ye verdiği bu rol çerçevesinde uyguladığı strateji devam etmektedir. Bunda çözüm yoktur. Bunda tasfiye vardır. Kuşkusuz 1990’lardakinden ayrıdır, o anlamda yenidir. Amaçta yeni değildir, hedefte yeni değildir, politika yeni değildir, ama Kürtleri soykırıma uğratma politikasını yeni yöntem ve araçlarla yürütmektedir. Bu bakımdan tabii ki eskiye benzememektedir. Politika olarak biçimde bazı değişiklikler olsa bile özü aynıdır. Değişiklik daha çok politik amaca ulaşmada, yol ve yöntem kullanmadaki değişikliklerdir. Buna da siyaset biliminde strateji ve taktik denir. AKP 1990’lara göre yeni denilebilecek strateji ve taktikler uygulamaktadır. Son söylenenler ise AKP’nin bu yeni stratejisinde kimi yeni taktiklerin devreye sokulması anlamına gelmektedir. Ama AKP’nin kendi izlediği politikalar açısından yeni bir stratejisi söz konusu değildir. AKP’nin Yaşar Büyükanıt’la yaptıkları uzlaşmadan sonraki geliştirilen strateji yürürlüktedir.
AKP’nin politikasında PKK ve Önderini muhatap alma hiç olmadı
1990’lı yıllardaki stratejilerle ve yöntemlerle Kürtlerin siyasal egemenlik altında kültürel soykırıma tabii tutulamayacağı görülmüştür. Bu nedenle amaca ulaşmak için yeni stratejilerin, taktiklerin ve yöntemlerin devreye sokulması ihtiyacı doğmuştur. Zaten 1990’lar politikası yürüseydi, iflas etmeseydi AKP iktidarının kullandığı yöntemlere gerek kalmazdı. AKP geçmiş iktidarları sıkıştırıyorsa, ‘sizin politikalarınız başarısız kaldı, siz Kürt özgürlük hareketini tasfiye edemediniz, hatta daha da başımıza bela sardınız, Türkiye’yi bu beladan ancak ben kurtarırım, ben düzlüğe çıkarırım’ diyorsa bunun nedeni 1990’lı yıllardaki stratejilerin ve kullanılan yöntemlerin iflas etmesidir 1980’lerden sonra hem 12 Eylül darbesinin güçlendirdiği hem de uluslararası güçlerin bölgede kullanmak istediği siyasal islamcılar 2000’lerde iktidara geldi. Çünkü eski iktidar blokları hem Türkiye’nin ihtiyaçlarını hem de uluslararası güçlerin ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Kürt özgürlük hareketi Kürt sorununun çözülmemesi sonucu yeniden mücadeleyi geliştirince Kürt özgürlük hareketinin söylenildiği gibi tasfiye edilemediği, Kürt halkının dimdik ayakta kaldığı anlaşılınca eski yöntemlerle Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilemeyeceği ortaya çıktı. Öte yandan uluslararası güçler de Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmede sadece eski yöntemlere destek vermeyeceklerini, yeni yöntemlerin de kullanılması gerektiğini söylenince 2007’yle birlikte AKP’nin Kürt özgürlük hareketine karşı kullanacağı strateji de netleşti. Böyle bir partinin kullanılmasını sadece dış güçler değil, Türkiye’deki iktidar blokları da istiyordu. Çünkü eski yol ve yöntemler yıpranmıştı. CHP’nin, MHP’nin Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmede etkili olamayacağı bilindiğinden tamamen AKP hükümetinin bu yeni stratejisi devreye girmiştir.
Eğer MHP ve CHP Kürt özgürlük hareketini tasfiye edecek güçte olsalardı 2007’de Yaşar Büyükant AKP ile uzlaşmaz; AKP saf dışı edilirdi. Ama hem klasik iktidar bloklarının Kürt özgürlük hareketini tasfiye edecek yeteneği yoktu, teşhir olmuşlardı hem de eski iktidar blokları dış güçlerden destek alamıyordu. Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmede de dış güçlerden desteği en iyi AKP alabilirdi. Bu açıdan AKP ile klasik iktidar blokları 2007’de anlaşarak Kürt özgürlük hareketini bir taraftan sert güç, diğer taraftan da yumuşak gücü birlikte kullanarak ezme politikasında mutabık olmuşlardır. Bu açıdan bu politika eski iktidar bloklarıyla yeni iktidar blokları arasındaki uzlaşmayı, mutabakatı ifade ediyor. Belki yeni iktidar blokları daha başattır, daha etkindir, ama eskileriyle de uzlaşılmıştır. Fikret Bila’nın “AKP devlet politikası izliyor, devlet politikası budur” biçiminde yeni stratejiyi ifade etmesi bu uzlaşmanın en somut delilidir.
AKP’nin politikasında eskiden de Kürt özgürlük hareketi ve İmralı’yı muhatap alma yoktu. Sadece kendi politikasını pratikleştirmede zaman kazanabilir miyim diye bu tür görüşmeleri gerekli görmüşlerdi. AKP’nin Kürt sorununu çözme politikası yoktu. Çünkü baştan beri Kürtleri bir toplum olarak kabul etmiyorlar. Kürtleri temsil edecek bir partiyi, bir kurumu kabul etmiyorlar. Eğer Türkiye Başbakanı sık sık “ne BDP ne PKK Kürtlerin temsilcisi olabilir” diyorsa nedeni budur. Çünkü Kürtler toplum olarak tanınmıyor. Toplum olarak tanınmadığı için temsili de tanınmaz, toplumsal hakları da tanınmaz. Bu yönüyle de sanki dün muhatap alıyormuş da bugün muhatap almıyormuş gibi bir yaklaşım doğru değildir. Dün muhatap aldıkları için bu görüşmeleri yapmadılar. Muhatap alıp çözmek için bu görüşmelerde bulunmadılar. Böyle bir niyetinin olmadığı görüşmeler sırasında da açığa çıkmıştır. Görüşmelerin sonuçsuz kalmasının nedeni de budur. Yoksa Kürt özgürlük hareketi makul öneri ve tutumuyla bu görüşmeleri de bir çözüm için değerlendirmek istemiştir. Önder Apo ve Kürt halkı yıllardır çözüm önerilerini sunuyor. 2000’lerden beri bu yaklaşım içindedir. Ama Türk devletinin olumlu bir yaklaşımı olmamıştır. Oslo görüşmelerinde de Kürt özgürlük hareketi çözümleyici yaklaşım içinde olmuştur, ama devletin bir çözüm politikası olmadığı için sonuç çıkmamıştır.
Bu açıdan dün muhatap alıyorduk, şimdi muhatap almayacağız biçimindeki yaklaşımların bir değeri yoktur. Şimdiye kadar devlet yetkilileriyle birçok görüşme yapılmıştır. Tabii ki görüşmelerin yapılması, AKP’nin görüşmeye çekilmesi bile önemlidir. Çünkü zorlandıkları için devlet, AKP bu görüşmeleri yapmak zorunda kalmıştır. Bu görüşmeleri sadece AKP değil, MGK da, genelkurmay da, MİT de, emniyet istihbaratı da biliyordu. Bu açıdan terör örgütü dediği bir örgütü ve terör örgütü elebaşı dediği bir liderliği muhatap alıp görüşmesi tabii ki siyasal açıdan yeni bir durumu ifade ediyor. AKP ve devletin niyeti ne olursa olsun böyle bir anlamı vardır. Kuşkusuz bu Kürt özgürlük hareketinin mücadelesinin ortaya çıkardığı yeni bir durumdur. Ama AKP ve devlet bu görüşmeleri Kürt sorununu çözme, demokratik çözüme kavuşturma açısından değerlendirmemiştir, böyle ele almamıştır. Görüşmeler sürdüğü dönemde de amaç tasfiyeydi, şimdi de amaç tasfiyedir. Bu bakımdan amaçta bir farklılık yokken dün görüşme yapılıyordu, şimdi yapılmayacak söyleminden yola çıkarak mevcut politikaya yeni bir strateji demek mümkün değildir.
Hatta tasfiye niyetini daha açık ortaya koyması açısından tasfiye edeceğiz, ezeceğiz, sonuna kadar ezme politikası izleyeceğiz yaklaşımını dikkate alırsak önemli oranda 1990’lara dönüşü de ifade etmektedir. Bir yönüyle yumuşak gücün iflas etmesi, yumuşak güç kullanımının PKK, Kürt özgürlük hareketi, Kürt halkında etkili olmaması sert gücün öne çıkmasını gündeme getirmiştir. Sert gücün öne çıkmasının neresi yeniliktir? Dolayısıyla ne sert gücü kullanma anlamında bir yenilik vardır ne de AKP’nin özellikle 2007’den sonraki politikasında bir değişiklik vardır. Yaşar Büyükanıt’la yapılan uzlaşma, yine İlker Başbuğ’la yapılan uzlaşmanın sonucu bu politika izlenmektedir. Aslında Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ bu yönlü politikayı itiraf edebilirler. Daha doğrusu bu yeni politika onların icazetiyle pratiğe konmuştur ve devam etmektedir. Hatta bu yeni politikanın esaslarının ne olacağını hükümet değil ilk açıklayan İlker Başbuğ’dur. 14 Nisan’da siyasi soykırım operasyonlarının yapıldığı gün İlker Başbuğ’un gazetecilerin karşısına çıkıp brifing vermesi, yeni Kürt politikasından söz etmesi bir nevi Türkiye’nin Kürt sorununda yeni politikasının nasıl olacağını ortaya koyuyordu. Hatta bugün tartışılan anayasasının çerçevesini de İlker Başbuğ o zaman çizmişti. Daha sonra bu politikayı liberal demokratik çözüm biçiminde ifade etmiştir. Yani Kürtleri toplum olarak tanımadan, toplumsal haklarını tanımadan bireysel haklarla bu sorundan kurtulmak! Bugün de hala İlker Başbuğ’un çerçevesini ortaya koyduğu bu liberal demokratik çözüm AKP’nin çözümüdür. İlker Başbuğ’un bu çözümünün esasında tasfiye vardır. Ne Kürt özgürlük hareketini, ne Kürt Halk Önderi’ni ne de Kürt toplumunu muhatap alma vardır. Sadece kendilerine göre tasfiyeyi gerçekleştirmek için zaman kazanmak için yapılan görüşmeler vardır.
Kuşkusuz Kürt özgürlük hareketi görüşmeleri böyle ele almamıştır. Toplumu ve devleti çözüme hazırlamak için bu görüşmeleri yapmıştır. Onun için bu görüşmeler yapılırken kandırılmamıştır. Kürt özgürlük hareketi, Önder Apo biz kandırıldık, biz oyalandık demiyor. Bu görüşmeler sırasında hükümetin ve devletin niyetini söylüyor. Kürt özgürlük hareketi bu süreci devleti ve toplumu çözüme hazırlama, AKP’yi çözüme yanaştırma biçiminde değerlendirmeye çalışmıştır, ama başarılı olamamıştır. Başarılı olmayan bir süreci yeniden devam ettirmek doğru değildir. Kuşkusuz toplumda çözüm tartışmaların gelişmesini yaratmıştır, ama devletin ve AKP’nin çözümsüz politikalarını terk etmesini sağlatamamıştır. Bu nedenle ‘yeni süreçte bir görüşme olacaksa ancak demokratik çözüm iradesinin ortaya konulmasıyla, İmralı’nın özgürleşmesiyle, siyasi tutsakların serbest bırakılmasıyla olabilir,’ demektedir. Gelinen aşamada eski biçimdeki görüşmeler kabul edilirse o zaman bile bile kandırılma, bile bile oyalama politikasına göz yumulmuş olur. Hiçbir amacı, hiçbir konsepti olmayan bir oyalama konseptine, bir zaman kazanma konseptine yol verilmiş olur ki Kürt özgürlük hareketinin böyle bir şeyi kabul etmesi mümkün değildir.
Gündem de yine Kürt’ü Kürt’e kırdırtma var
Bu stratejinin bir yeniliği olarak Barzani değerlendirilecek deniyor. Özellikle Fikret Bila bunu söylüyor. Hatta bu konuda görüşmelerin olduğunu, Barzani’nin de bu yeni stratejiye destek vereceğini söylemektedir. Bu da yeni değildir. KDP yıllardır kullanılmak istenmektedir. Burada herhalde yenilik olarak kastedilmek istenen şudur: Şimdiye kadar KDP farklı yollardan Türkiye’ye destek veriyordu. İstihbarat alıp verme, siyasi olarak AKP’nin desteklenmesi söz konusuydu. Bu da önemli bir destekti. AKP en büyük siyasi desteğini KDP ve YNK’den alıyordu. Seçimler öncesi açıklamalar yapıyorlar, böylelikle bir kısım Kürt’ün AKP’ye oy vermesine zemin sunuyorlardı. KDP’nin ve YNK’nin bu tutumu olmazsa AKP’nin Kürdistan’ın belirli bölgelerinde aldığı oyların en azından yarısı AKP’ye gitmezdi. Sanırız şimdi yenilik dedikleri KDP’yi silahlı olarak savaşın içine sürmek istenmesidir. 1997 ve 1998’lere kadar bu tür çatışmalar oluyordu. Ama 11 yıldır YNK ile 13 yıldır KDP ile herhangi bir çatışma olmamıştır. Bu açıdan böyle bir çatışmaya sürüklemek belki bir yenilik olabilir, ama bunun da gerçekleşmesi zordur. KDP’nin Türk devleti istedi diye Kürt özgürlük hareketiyle çatışması beklenemez. Kürt kamuoyu bunu kabul etmemektedir. Öte yandan KDP de biliyor ki Kürt özgürlük hareketi en makul talepler çerçevesinde defalarca ateşkesler de yaptı, ama buna rağmen AKP bu fırsatları değerlendiremedi.
Bu açıdan en fazla da Kürt özgürlük hareketinin yapılmasını istediği ulusal kongrede Barzani PKK’ye silah bırakma çağrısı yapacakmış söylemleri onların arzularını ortaya koymaktadır. Bir kere Barzani’nin, KDP’nin PKK’ye silah bırakma çağrısı yapma gibi ne hakkı ne de yetkisi vardır. Kongrenin de toplanma gerekçelerinde ve amaçlarında böyle bir gündem yoktur. Kongre tabii ki bütün parçalarda Kürt halkının temel asgari taleplerini ortaya koyacaktır. Bu her yerde çözümü, çözümün programını ortaya koyacaktır. Eğer bu çözüm programları demokratik yollardan kabul edilecekse tabii ki Kürtler her yerde demokratik yollardan bu çözümü tercih edeceklerdir. Böyle bir çözümü esas alacaklardır. Bunu Barzani’nin ya da başka birisinin söylemesine gerek yoktur.
İlginçtir, Kürt özgürlük hareketi demokratik çözüm yaklaşımını ortaya koyduğunda KDP’liler, KDP yanlıları “PKK amacından vazgeçti” gibi kara propaganda yapıyorlardı. Bazıları da “PKK mücadeleyi bıraktı, mücadele edenleri KDP ve YNK destekleyecek, mücadele yeniden gelişecek” gibi şeyler bile söylüyorlardı. Şimdi ise daha farklı konuşuyorlar. Dolayısıyla hiç kimsenin Kürt özgürlük hareketini demokratik yollardan çözüm aramıyor biçiminde suçlaması mümkün değildir. PKK’nin defalarca en makul talepler çerçevesinde ateşkes ilan edip demokratik çözüme fırsat verdiğini herkes bilmektedir. Eğer demokratik yollardan çözüm olmuyorsa, bu talepler karşılanmıyorsa hiç kimse Kürt özgürlük hareketine silah bırakma çağrısı yapamaz. Yapması mümkün değildir. Bu tür talepler ancak sömürgeci güçler olan Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın arzusu olabilir. Bir Kürt hareketi Kürt sorunu çözülmeden ya da sömürgeci güçlerin demokratik çözüm iradesi ortaya çıkmadan silahlı mücadeleyi bırakın ya da Türk devleti ezme politikasında ısrar ederken hiçbir anlamı olmayan ateşkesler yapın biçiminde bir yaklaşım gösteremez. Bu açıdan KDP’nin PKK’nin üzerine sürüleceği biçimindeki yaklaşımın bir yeniliği olmadığı gibi bir geçerliliği de yoktur. Eskiden beri KDP kullanılmak istenmektedir, ama bir silahlı çatışma yaratmak mümkün olamayacağından bu stratejinin bu boyutunda da bir yenilikten söz etmek mümkün değildir.
Hiçbir onurlu Kürt halkın özgürlük davasına ihanet etmeyecektir
Yenilikten kastettiği şeylerden biri de halkı muhatap almak olacakmış! Eğer BDP Kürt özgürlük hareketine ve Önderine tutum almazsa başka siyasi partiler ve doğrudan halk muhatap alınacakmış! Erdoğan’a göre BDP akıllı olursa, dürüst olursa muhatap alınırmış! Herhalde dürüstlük, akıllılık Türk devletinin, AKP’nin yeni siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikalarına boyun eğmek oluyor. Herhalde dürüstlük ve akıllılık PKK ve Önder Apo’ya karşı devletin yanında yer almak oluyor. BDP’nin böyle akıllılığı da kabul etmeyeceği açıktır. Erdoğan’ın dürüst olun derken kast ettiği BDP’nin kendi gerçeğine ihanet etmesidir.
BDP ile görüşürüz demenin bir yeniliği yoktur. Defalarca BDP ile görüşülmüştür. Bu tür görüşmelerin yapılmasını isteyen de, sağlatan da Kürt özgürlük hareketidir, Önder Apo’dur. Önder Apo’yla Kürt özgürlük hareketi istediği için şimdiye kadar defalarca AKP ile görüşülmüştür. İmralı da Kürt özgürlük hareketi de BDP ile görüşülmesine karşı değildir. Ama bu görüşülmeye hangi misyon veriliyor, hangi rol veriliyor o önemlidir. Şimdiye kadar yapılan görüşmelerde samimi ve dürüst olmayan AKP hükümetidir. İmralı ve Oslo görüşmelerinde nasıl ki samimi yaklaşmamışsa, oyalama ve zaman kazanarak iktidarını pekiştirmek için kullanmak istemişse BDP ile görüşmelere de benzer biçimde yaklaşmıştır. Dolayısıyla BDP ile görüşmelere PKK’yi, Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme rolü verilirse, Kürtlerin en temel haklarından vazgeçme gibi bir rol biçilirse tabii ki bu tür görüşmeleri BDP ciddiye almaz. Yapılmasını da gerekli görmez. Nitekim BDP bu tür görüşmelerin içinde olmayacağını ortaya koymuştur. Bu stratejinin yeni olmadığını, öyle BDP’nin Kürt özgürlük hareketine ve İmralı’ya karşı çıkarılamayacağını ve bu temelde bir görüşme şartının koşulmasının kabul edilmeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. BDP’nin etkisizleştirilmesi ya da tasfiye edilmek istenmesi politikası da yeni değildir. Zaten eskiden beri BDP tasfiye edilmek isteniyor. HEP’ten bu yana BDP geleneğine dayatılan bellidir. BDP’nin son 3 yılda 8 bine yakın üyesi tutuklanmıştır. Tutuklanmalar yanında demokratik siyaset üzerinde çok boyutlu baskı sistematik biçimde sürdürülmektedir.
Terörle mücadele, uzantısıyla müzakere söylemi AKP’nin zaten ciddiyetsizliğini ortaya koymaktadır. Terör örgütünü ezeceğim, uzantısıyla görüşeceğim demek amiyane deyimle eşyanın tabiatına aykırıdır. Eğer konuyu böyle ele alıyorsan uzantısını da ezmek istiyorsun demektir. Kürt özgürlük hareketi bir bütündür. Kürtler PKK ile İmralı’yla, demokratik partileriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla bir bütündür. Bunun böyle anlaşılması gerekir.
BDP’yi saf dışı etme, başka Kürt güçleri ortaya çıkarma politikası da yeni değildir. Bu sadece AKP’nin de yaklaşımı değildir. Dünyanın birçok yerinde emperyalist sömürgeci güçler ulusal güçleri bölmeyi en temel politika olarak devreye koyarlar. Ulusal mücadelelerde sadece aynı görüşte olanlar değil, farklı kesimler de bir araya gelir. Bu, ulusal mücadelenin doğası gereğidir. Ulusal mücadelenin doğası gereği farklı siyasal görüşte olanlar birlikte davranırlar. Ulusal mücadeleleri parçalamak, birisini dikkate alırız, diğerini ezeriz demek zaten bir tasfiye politikasıdır, irade kırma politikasıdır. Bütün ulusal hareketler ulusal sorunun olduğu yerlerde nasıl davranmışlardır? Bırakalım aynı görüşte olan kurumları, partileri, çevreleri, farklı görüşte olanlar bile bir araya gelmiştir. Söz konusu devletler karşısına ortak bir muhatap olarak çıkmışlardır. Bu açıdan Kürtlerin en dinamik, en özgürlükçü, en demokratik, en toplumsal tabanı olan kesimler saf dışı edilecek, belirli kesimler muhatap alınacak, bu da çözüm olacak gibi yaklaşımlar bir demagojidir ve aldatmacadır. BDP muhatap alınacak ama BDP’yle aynı tabanda olan, hatta BDP’nin arkasındaki güç denilen kesimler tasfiye edilecek! Bu politika mıdır? Bu bir demagojik söylemdir; bir psikolojik savaş söylemidir. Ya biz BDP’yi de PKK’yi de İmralı’ya da muhatap almayacağız, yeni güçler muhatap alacağız diyeceksin ya da terörle mücadele, siyasetle müzakere demeyeceksin. Çünkü bu iki mantığı yan yana getirmek mümkün değildir. Türk devleti bırakalım BDP’yle hiç kimseyle görüşmek, müzakere yapmak istemiyor. Demokratik özerklik olmaz diyor, anadilde eğitim olmaz diyor, Kürt kimliğinin tanınması olmaz diyor. Ancak bireysel haklar veririm diyor. Bunun dayatmasını yapıyor. Görüşme ve müzakereden söz ettiği de bu dayatmadır. Bunun da Kürt halkı tarafından, Kürt özgürlük hareketi tarafından, Kürt demokratik güçleri tarafından, Kürtlerin ulusal toplumsal haklarını savunan güçler tarafından kabul edilmeyeceği açıktır.
Kimi Kürtleri kullanacaklarını söylüyorlar. Bu tabii ki bir tasfiye politikasıdır. Bütün ulusal mücadelelerde böl-parçala-yönet politikası izlenmiştir, şimdi de aynı politika izleniyor. Kürtlerin en dinamik güçleri tasfiye edilecek, ezilecek, ondan sonrakilerine de istediğini kabul ettirecektir. Kemal Burkay’ı konuşturması da, İbrahim Güçlü’yü konuşturması da, başkalarını konuşturması da bunun içindir. Onları Kürt özgürlük hareketini yıpratmak için psikolojik savaş gereği konuşturuyorlar. Yoksa Kürt özgürlük hareketi tasfiye edilse onlar ne konuşacaklar? İşte size bireysel haklar verdik, ne konuşuyorsunuz diyecekler. Bu açıdan onları muhatap almak için ya da görüşmek için gündeme getirmiyorlar; onlar aslında AKP’nin, daha doğrusu Türk devletinin çözümsüz politikalarının üstünü örtmek için kullanılıyor. Kürt halkı ve Özgürlük mücadelesi demokratik haklarını dayatıyor, AKP ve devlet sıkışmış durumdadır. Dünyada ve Türkiye’de Kürt sorunun çözülmesi doğrultusunda beklenti var, ama bu yapacak ne zihniyet ne de politika bulunuyor. Bu da sıkışmasını beraberinde getiriyor. İşte AKP bu sıkışıklığını Kemal Burkay’ı kullanarak, başkalarını kullanarak atlatmaya çalışıyor. Bu bir yeni muhatap arama değildir; sıkışan devleti ve Kürt halkının çözümü dayatması karşısında sıkışan AKP’yi kurtarma operasyonudur. AKP’nin çözümsüzlüğünü meşrulaştırma, çözümsüzlüğüne gerekçeler bulma operasyonudur. Bu açıdan AKP’nin iyi Kürtler bulma politikalarının bir yeniliği yoktur.
Kimi işbirlikçi, ruhunu satmış ve hain bazı Kürtlere parti kurdurabilirler. AKP’yi(A) kurtarma(K) partisi(P) kurabilirler. Yeminli Apo ve Kürt düşmanlarını burada toplayabilirler. Ama bunlardan bir parti çıkar mı, bunlardan bir hareket çıkar mı, çıkarsa Kürtlerden ne kadar destek alır, ömrü ne kadar olur o ayrı bir konudur. Bunlar Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen psikolojik savaşın yeni bir cephesi olarak düşünülmektedir. Nasıl ki polis çevreleri, özel savaş denetimindeki think tang kuruluşları (terörizmle mücadele uzmanları) PKK’ye küfür ediyorlar, İmralı’ya küfür ediyorlar, bunların da yaptıkları, yapacakları budur. Her türlü desteği vererek bunları Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen savaşın psikolojik harekat kolu haline getirmeyi hedefliyorlar. Bunların bir güç olamayacağı, Kürt özgürlük hareketi karşısında ayakta duramayacağı açıktır. AKP’yi de kurtaramazlar. Bunu dünyada sıkışan bütün gerici güçler denemiştir, Türkiye de deneyecektir. Özgürlük mücadelesi karşısında sıkışan, ulusal mücadele karşısında sıkışınlar her zaman böyle işbirlikçi hainler bulmuşlardır. Dolayısıyla bir yeniliği yoktur.
Bu baskıların bir amacı var. Bu kadar tutuklama ve baskıla, BDP’de siyaset olmaz; BDP’de siyaset yaparsanız cezaevine girersiniz biçiminde bir iklim yaratmaya çalışıyor. Kürtlerin demokratik bir parti içinde, demokratik siyaset içinde yer almasını engellemeye çalışıyorlar. Binlerce siyasetçiyi bunun için tutukladılar, ama başaramadılar. BDP kendini yeniden örgütlüyor, halk da BDP etrafında demokratik mücadelesini sürdürüyor.
Tıkanma yaratan devletin çözümsüz politikalarıdır
Kuşkusuz belirli çevreleri etkiliyorlar. Kürt özgürlük hareketi ve Kürt demokratik hareketi üzerindeki sürekli baskılarla BDP’ye şunu söylüyorlar: ‘Siz bu politikada giderseniz, böyle yaklaşırsanız, hep baskı görürsünüz, hep tutuklanırsınız, bu nedenle teslim olun’ diyorlar. Bu baskılarla ya BDP’yi teslim almayı ya da içten parçalamayı hedefliyorlar. BDP’yi tümüyle teslim alamayacaklarını bildiklerinden baskılar altında farklı sesler çıkmasını sağlamaya çalışıyorlar. Zaten bunu açıkça da söylüyorlar. Nasıl ki 2003-2004 yıllarında PKK üzerinde baskı yaparak belirli çevreleri kışkırtmışlar, belirli ihanetçileri, tasfiyecileri ortaya çıkarmışlarsa şimdi aynı yöntemi BDP üzerinde de uyguluyorlar. Bu baskılar ortamında PKK içinde bazıları “böyle olmaz, değişmemiz lazım, eski halimizle olmaz, bu önderlikle olmaz, bakın dünya karşımızda, herkes bizden uzak, o zaman bu dünya nasıl istiyorsa ona ayak uydurmamız lazım, böyle yapmamız lazım, yoksa komplo da olur, baskı da olur, saldırı da olur. Tüm bunlardan kurtulmanın yolu mevcut özgürlükçü ve demokratik politikadan vazgeçmek ve teslim olmaktır, işbirlikçi olmaktır, yani başkalaşıma uğramaktır” demişlerdir. Bu baskı ortamında PKK’nin özgürlükçü demokratik çizgisinden kopup hareketi başkalaşıma uğratmaya çalışmışlardır. 2004 tasfiyeciliği uluslararası komplo sonrası baskıların yoğunlaştığı ortamda ortaya çıkmıştır. Bu söylemi ve tasfiyeciliği ortaya çıkaran onların gücü değildi. Gerçekleşen uluslararası komplo ve ABD’nin bölgeye müdahalesi böyle bir tasfiyeciliği ortaya çıkarmıştı. ABD’nin, KDP’nin, YNK’nin, Türkiye’nin baskıları ve el atmaları bu tasfiyeciliği ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan bunlar uluslararası komplonun ortaya çıkardığı siyasi piçler olarak değerlendirilmiştir. Uluslararası komplonun isteğini ve amacını örgüt içinde gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Ne oldu? Sonunda sahiplerinin yanına gidip onların kucağına oturdular. Tabii ki bir sonuç alamadılar. Şimdi de benzer bir yaklaşımı BDP üzerinde uygulamaya çalışıyorlar. PKK içinde yapamadık, acaba BDP içinde bu baskıyı kurarak yapabilir miyiz diye düşünüyorlar. Çünkü BDP biraz daha baskı alanlarında, etki alanlarındadır. Sürekli psikolojik savaşla, siyasi baskılarla, yargı baskısıyla basınç altında tutuyorlar. Böylelikle içeriden huzursuzluk yaratmaya çalışıyorlar. İşte farklı sesler böyle çıkarılır. Baskılar ortamında ilk önce işte böyle olmuyor biçiminde yakınma olarak ortaya çıkar, sonra da bu irade kırılmalar ve teslim olmalar kendilerini teorize ederek farklı görüş altında çıkmaya çalışırlar. Bütün baskıların amacı budur. Bunun için de BDP sürekli pres altındadır. Bir taraftan basınıyla, bir taraftan psikolojik savaş uzmanlarıyla, bir taraftan liberalleriyle, bir taraftan ABD üzerinden, bir taraftan Avrupa üzerinden, bir taraftan Güneyli güçler üzerinden BDP üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar. Ama bu baskılarla BDP’yi istedikleri çizgiye getirmeleri ve içlerinde farklı sesler ortaya çıkarmaları kolay değildir. Çünkü Kürt özgürlük hareketi, Kürt demokratik hareketi tecrübelidir. AKP’nin politikalarının ne olduğu önemli düzeyde bilince çıkarılmıştır. Kuşkusuz bu baskılar karşısında zayıf kişiler çıkacak, mızmızlık yapıp kem küm edeceklerdir. Hatta sözleriyle, mimikleriyle böyle olmaz, farklı politika yürütmek lazım, bununla sonuç alınmıyor diyenler de olabilir. BDP’nin politikasından rahatsız olanlar vardır mutlaka. Yakınan, şikayet eden, mızmızlık yapanlar vardır. Ama bunlar sonuç alamayacaklarını, bir güç olamayacaklarını bildikleri için seslerini yükseltemiyorlar.
Yine dışımızdaki kimi Kürt aydınlarını, çevrelerini de baskı altına almaya çalışıyorlar. Sadece BDP’ye yönelik değil, diğer Kürtlere yönelik de baskı ve basınç sistemli olarak sürdürülmektedir. Bunlarda da BDP ile olmaz, PKK ile olmaz, eğilimi ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Nitekim Kürt sorununun çözümünde PKK engelmiş, BDP engelmiş, İmralı engelmiş gibi bir hava yaratıyorlar. Asıl olarak Türk devletinin çözüm politikası olmadığı, dolayısıyla çözümsüzlüğün kaynağı olduğu halde çözümsüzlüğü başkalarına yüklemeye çalışıyor. Basın yayın yoluyla, imkanlarıyla da bunu propaganda ediyorlar ve bazı çevreleri etkiliyorlar. En son Tarık Ziya Ekinci’nin ileri geri konuşmasının nedeni budur. Bu baskılar sonucu etkilenmiştir. Aslında baskı onda sonuç almıştır. Baskının amacı BDP’nin içinde ve dışında Kürt özgürlük hareketine karşı tepkiler ortaya çıkarmaktı. BDP’nin politikasına, Kürt özgürlük hareketinin politikasına karşı çıkan bir kesim oluşturmaktı. Kürtler arasında parçalanma yaratan, farklı sesler çıkaran, karışıklık yaratan sonuçlar ortaya çıkarmaktı. İşte Tarık Ziya Ekinci bu baskıların, bu psikolojik savaşın sonucudur. O baskıların etkisindedir, o baskıların etkisiyle konuşuyor. Çünkü basın yayın organlarıyla ve çeşitli yöntemlerle bir vuvuzella gibi topluma ve bu çevrelere yönelik psikolojik savaş bombardımanı yapıyorlar ve bunaltıyorlar. Baskı o kadar fazladır ki, ideolojik saldırı, siyasi saldırı, psikolojik saldırı o kadar fazladır ki Kürtler bunalıma sokulup düşünemez hale getirilmeye çalışılıyor. Doğru düşünmeden alıkonuluyorlar. O psikolojik savaşın, o yandaş medya da candaş medyanın baskısı altında düşünceleri ve duyguları yönlendiriliyor. İşte bunun sonucu da bu tür farklı konuşanlar, AKP’nin istediği biçimde, devletin istediği biçimde konuşanlar ortaya çıkıyor. Kesinlikle bu psikolojik harekatın ürünüdürler.
PKK’ye karşı çıkacak bireyler yaratmak için yürütülen bu saldırılar fazla olmasa da bazı bireylerde sonuç veriyor. Özellikle Tarık Ziya Ekinci’nin konuşması böyledir. Belki İbrahim Güçlü, Kemal Burkay onlar yeminli PKK ve Apo düşmanlarıdır, onlar zaten gönüllü bu işi yapıyorlar. Düne kadar devlet Kürtleri de kullanmıyordu, hain işbirlikçi Kürt’ü de tanımıyordu; şimdi lafta, sözde Kürt var deyince bu Kürtleri kullanıyor. Tarık Ziya Ekinci tabii ki bir yeminli PKK ve Apo düşmanı değildir. Ama bu siyasi ve psikolojik baskılar altında bunalmış, tıkanmıştır. Aslında tıkanan BDP, Kürt özgürlük hareketi değil, bu baskılar karşında bunalan, tıkanan kendisidir. Ne yapacak BDP? Demokratik özerklikten mi vazgeçecek? Anadilde eğitimden mi vazgeçecek? Kürt kimliğinin güvenceye alınmasından mı vazgeçecek? Teslim mi olacak? Neyin tıkanmasıdır? Kürt sorununda yüzyıldır tıkanmayı sağlatan Türk devletidir. Tıkanma diye bir şey yoktur, ortada bir çözümsüzlük politikası vardır. Sorun çözümsüzlüktür, çözümsüzlükte ısrardır. Yoksa öyle Kürt hareketinin tutumundan dolayı birileri çözüm yapmış da Kürt hareketi tıkatmış değildir; çözümün önünü almış değildir. Bir kere bu gerçektir.
BDP’den istenen belli değil midir? Devletin istediği gibi hareket et, Kürt özgürlük hareketine karşı tutum al, Kürt Halk Önderi’nin İmralı’da çürütülmesini kabul et, Kürt halkının en doğal haklarından vazgeç! Söylenen budur. Tarık Ziya Ekinci de açık olmasa da bunu söylemektedir. Kürt özgürlük hareketinin teslim olması isteniyor. Bu aslında tersinden düşünmedir. Türk devletinin çözümsüz politikalarını görmeyip ona karşı mücadele gücü göstermeyip psikolojik savaş baskısı altında Kürt özgürlük hareketine yönelmektir. Kürt özgürlük hareketinin eksiği vardır, yetersiz olabilir. Kürt özgürlük hareketi her zaman kendi özeleştirisini veriyor. En fazla da Önder Apo eleştiri yapıyor ve özeleştiri veriyor. Ama tıkanma yaratan bu eksikler ve yetersizlikler değildir. Tıkanma yaratan Kürt özgürlük hareketi değildir. Tıkanma yaratan devletin çözümsüz politikalarıdır. Bunu herkes böyle bilecek. Tıkanmayı Kürt özgürlük hareketinin ya da BDP’nin yarattığını söylemek insafsızlıktır. İnsafsızlıktan öte Türk devletinin diliyle konuşmaktır. Hangi çözüm politikası olmuş da Kürt hareketi tıkamış! En makul çözümleri Kürt özgürlük hareketi ileri sürüyor. Bu makul öneriler sunulduğunda ve gerilla yurtdışına çıktığında Tarık Ziya Ekinci gibiler neler söylüyordu? PKK’nin yenildiği ve amaçlarının vazgeçtiğini söylediklerini hala unutmuş değiliz.
Çözüm anlamında herhangi bir yenilik yoktur
Kuşkusuz AKP’nin yürüttüğü politikanın yeniliği kimi Kürtleri kullanma kapasitesindedir. Daha doğrusu eskiden söylemde de olsa Kürt’ten söz edilmiyordu. Bu yaklaşımla Kürt özgürlük hareketine karşı mücadele edilemeyeceği görülünce yeni bir dil kullanmaya başlandı. Eskisi gibi açıktan Kürt yok denmiyor. ‘Kürt kökenli vatandaşlar’dan söz ediliyor. Açıktan Kürt yok denilmemesinin nedeni de bu Kürtleri kullanmak içindir. Yoksa Kürtlerin varlığı hala tanınmış değildir. Hala kültürel soykırımda ısrar vardır. Kürt var, ama Kürt’ü yok etme politikası sürdürülüyor. İran’da Kürdistan bile serbesttir. Türkiye’de hala Kürdistan kelimesi yasaktır. İran Kürt de vardır, Kürdistan da vardır, diyor. Ama sıra toplumsal haklarına geldiğinde katı inkarcı kesiliyorlar. Türk devleti birçok yönüyle İran’ın Kürt politikasından daha geri bir noktadadır. Kürtçe yayın yıllardır İran’da var. İran televizyonları yıllardır Kürtçe yayın yapıyor. Ama bunların Kürt sorununda bir çözüm politikası anlamına gelmediği herkes görmektedir.
Türkiye öyle bir devletti ki şimdiye kadar Kürt ismini bile ağzına almak istemiyordu. Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında sıkışınca kimi Kürtleri tasfiye politikası için kullanmak ve yürüttüğü tasfiye politikasına meşruiyet kazandırmak için Kürt var demek zorunda kalınmıştır. Çünkü Kürt var demeden, Kürt kardeşlerim demeden, Kürt kökenli yurttaşlarım demeden, en azından Kürt sözcüğünü kullanmadan Kürt özgürlük hareketine karşı mücadele etmek, Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürmek mümkün değildir. Yumuşak güç denilen işte budur. Türk devletinin en fazla sıkıştığı kültürel alanda, dil alanında kimi yumuşamalar yaparak tasfiye politikalarını meşrulaştırmak, tasfiye politikalarını yeni koşullarda sürdürme imkanlarına kavuşmak amaçlanmıştır. Kürt vardır söylemleri aslında Türk devletinin tıkanan Kürtler üzerindeki soykırım politikasını yeni araçlarla sürdürme imkanına kavuşmasını da ifade etmektedir. Yenilik buradadır. Yoksa yeni politika ve stratejiyle Kürt sorununu çözecekler gibi bir gerçeklik bulunmamaktadır. Çözüm anlamında herhangi bir yenilik yoktur. 1924 Anayasası’ndan beri sürdürülen anlayış devam etmektedir. Politika, zihniyet devam etmektedir. AKP bu anlamıyla yeni bir stratejiyle Kürtler üzerine yürümektedir, bu doğrudur; ama son söylenenler yeni değildir. AKP’nin bir strateji var, sürüyor, buna yeni enstrümanlar, yeni araçlar katıyorlar. Yoksa AKP’nin eski stratejisidir.
Devletin politikası aynıdır, ama strateji anlamında AKP’nin stratejisinin 1990’lar stratejisinden ayrı, yeni bir strateji olduğunu da görmek lazım. Zaten bu görülürse AKP gerçeği görülebilir, AKP’ye karşı doğru mücadele verilebilir. AKP’nin stratejisinin 1990’larla, 1950 ve 60’larla aynı olduğu sanılırsa AKP’ye karşı doğru mücadele verilemez. AKP yeni bir stratejiyle Kürt özgürlük hareketine karşı mücadele etmektedir. Bu anlamıyla tabii ki bir yeniliği vardır. Klasik siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikası yeni bir stratejiyle pratikleşmektedir. Amaç değişmemiştir. Stratejiler amaca ulaşmadaki yollardır. Belirli amaçlara ulaşmak için birçok güç farklı strateji izleyebilir, biri ben şu stratejiden amaca gideceğim diyebilir, başka biri başka bir stratejiyle amaca ulaşacağını söyleyebilir. Klasik iktidar blokları şiddet ve zor yöntemleriyle ben hedefime ulaşacağım diyordu, ama Kürt özgürlük hareketi mücadelesiyle bunu boşa çıkardı, bu stratejiyle olamayacağını netleştirdi. AKP “siz başaramadınız, sizin stratejiniz başarısız oldu, siz artık bu devleti yönetme hakkınızı kaybettiniz, bizim uyguladığımız strateji Kürtleri yeniden siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemi içine çekebilir, bu nedenle devletin yeni sahibi olma” hakkı bizlere ait olma iddiasındadır. Yeni bir stratejiyle bu iddiasını pratikleştirmeye çalışmaktadır. Yoksa AKP dün farklı bir politika izliyordu, bugün farklı bir politika izliyor diye bir şey yoktur.
Yeni stratejinin esas yönü yine sert gücü kullanmadır. Çünkü yumuşak gücü birkaç yıldır kullanmış, ama istediği sonucu alamamıştır. Bu nedenle sert güce yüklenmektedir. Bunda ısrar edeceğini de ortaya koymaktadır. Son operasyonlar bunun sonucudur. Bu sert gücünü daha etkili kullanmak için basını da susturma ihtiyacı duymuştur. Özgür Gündem’in kapatılması bir yönüyle AKP’nin politika gerçeğinin ne kadar zayıf olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan askeri operasyonları ve siyasi operasyonları süreklileştireceğinin ifadesidir. Askeri ve siyasi operasyonları sürdürürken yürüttüğü psikolojik savaşın da etkili olmasını gerekli görmektedir. Çünkü bu alanda başarısız kaldığı müddetçe askeri ve siyasi operasyonların istenen sonucu vermediğini görmektedir. Bu nedenle tüm diktatörler gibi her gün daha fazla baskıyı artırırsan sonuç alırım gibi bir zihniyetle hareket etmekte ve baskı araçlarını artırmaktadır. Şehit kavramını sivillere kadar yaygınlaşması da savaş politikasına hız vereceğini göstermektedir. Tüm bu gerçekli AKP’nin bir çözüm politikası olmadığını, bu nedenle zor yöntemlerin daha fazla devreye sokulduğu, ama yumuşak gücün de bu zor yöntemleri tamamladığı bir stratejiyle Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Yeni dönemde Türk devletinin politikasının ne olacağını AKP’nin bu tasfiye politikasına karşı Kürt halkının demokrasi güçlerinin ve gerillanın mücadele performansı belirleyecektir. Newroz göstermiştir ki Kürt halkı varlığını güvenceye alıp özgürlüğünü sağlayana kadar direnişini sürdürecektir. Gerillanın da zor koşullar ne olursa olsun direndiği ve direneceği kanıtlanacağına göre AKP’nin sonunun bu direnişin getireceğini şimdiden söylemek gerekmektedir.