İçinden geçtiğimiz süreç hem kapitalist modernite güçleri hem de Ortadoğu açısından ve özelde ise TC için önemli bir dönemeci ifade etmektedir. Kapitalist modernitenin yaşadığı kaos ve kriz hali, uluslararası hegemon güçlerin kendi aralarındaki etkinlik mücadelesi yeni denge ve ittifakların ortaya çıkmasına yol açmakta, her ülke tüm imkan ve kozlarını ortaya koyarak bu yeni şekillenişte kendisine en uygun avantajı sağlayan konumu elde etmeye çalışmaktadır. Rusya Ukrayna savaşı ile en üst düzeye çıkan bu etkinlik mücadelesi ve yeni şekilleniş yeni enerji yollarını, ticaret yollarını ve güvenli gıda yollarını gündeme getirmiş, bölgesel güçler ise bu durumdan en avantajlı çıkmanın arayışına girmişlerdir. Lojistik üs olmak ya da enerji koridorunu kontrol etmek isteyen bölgesel güçler onlarca yıllık politikalarında değişikliklere gitmektedirler. Bir yandan ABD öncülüğünde NATO kendisini yeniden yapılandırıp güçlendirirken, diğer taraftan Rusya-Çin öncülüğünde Şanghay ülkeleri yeni ülkelerin katılımıyla kendini büyütme arayışına girmişlerdir. Son dönemlerde Suudi Arabistan ile Çin arasında yapılan ticaret anlaşmaları, Çin ve Rusya öncülüğünde Suudi Arabistan ile İran’ın bir araya getirilmesi değişen ve yeni ortaya çıkan bu dengelerle ilgilidir.
Ortadoğu hem sahip olduğu enerji kaynakları nedeniyle hem de Doğu ile Batı arasında geçiş hattında yer almasından dolayı bu süreçten en fazla etkilenen bir konumdadır. Hatta hegemon güçlerin etkinlik mücadelesinin pratikte hayat bulduğu yer olduğu için hem kapitalist modernitenin yaşadığı kriz ve kaostan hem de bundan çıkış yapmak anlamında ortaya çıkan yeni durum ve dengelerden en fazla etkilenen bir coğrafyadır. Bölgedeki ulus devletçi, diktatöryal ve baskıcı rejimler ortaya çıkan bu yeni dengelerden en iyi şekilde yararlanarak kendi ömürlerini uzatmayı ve iktidarlarını korumayı amaçlamakta, bunun için de kendisine avantaj sağlayacak tüm kozlarını ortaya koymaktadırlar. Ancak gerici, tekçi ve anti demokratik yapıları krizden kurtulmalarına ve iktidarlarını büyütme hayallerine izin vermemektedir. Toplum ve halklar nezdinde meşruiyeti kalmayan bu gerici yapılar daha çok da zor gücüyle kendisini ayakta tutmakta, bu da her geçen gün bu güçlerin daha otoriter, daha zalim yapılara bürünmelerine yol açmaktadır.
Bu güçlerden en belirgin olanı Tayip Erdoğan ve Bahçeli faşist iktidarı olmaktadır. Aşılmayla yüz yüze gelmiş, toplumsal meşruiyetini yitirmiş, kendisine biat etmeyen tüm kesimlere düşman kesilmiş, Türkiye’nin tüm maddi değerlerini ve jeostratejik konumunu hiçbir ahlaki ve hukuki ilkeye bağlı kalmaksızın fütursuzca pazarlayarak sözde denge politikası ile tüm imkanlarını seferber ederek Kürt soykırımını sonuca götürmeyi varlık sebebi olarak belirlemiş, ırkçı, soykırımcı, dikta bir rejim ile karşı karşıyayız. İçinde bulunduğumuz süreç bu anlamda en fazla da Türkiye ve Kurdistan için tarihi bir dönemeç olmaktadır.
TC kuruluşunun 100. yılında büyük bir çıkmazla karşı karşıya kalmıştır
2023 yılı TC’nin kuruluşunun 100. yılı oluyor. TC Kürt, Alevi ve Sosyalistlerin inkârı ve imhası temelinde kurulan ırkçı, milliyetçi, tekçi bir ulus devlettir. Bu yapısıyla Musolini ve Hitler faşizmine ilham vermiş olan bir yapıdır. 100 yıllık süre boyunca öz olarak belirlenen bu kesimlere yönelik soykırım politikaları ile sonuç almak ve bu temelde varlığını güçlendirerek bölge siyasetinde belirleyici bir aktör olmak istemiştir. Kürtlere baskı ve katliamlar uygulayarak sindirip, asimilasyon politikalarıyla Türkleştirmeyi, Alevileri önemli oranda sindirip CHP adıyla sisteme entegre etmeyi, Sosyalistleri imha ederek etkisiz kılmayı temel politika olarak belirlemiş, bu üç kesimin en ufak bir kıpırdanışını dahi beka sorunu olarak ele alıp en sert yönelimlere girişmekten geri durmamıştır. Aslında bu politikaları 1970’li yıllara kadar belli oranda etkili de olmuştur. Ancak 68 devrimci kuşağının büyüyüp gelişerek Türkiye’de önemli bir etki yaratması ve akabinde ise Önder Apo öncülüğünde Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin ortaya çıkması ve gelişme kaydetmesi TC’nin tüm politikalarını boşa çıkarmış ve büyük bir mücadelenin ortaya çıkmasına yol açmıştır. 50. yılını geride bırakan Özgürlük Mücadelesi Kürt halkını yeniden var etmiş, özgürlüğü için savaşan, her bedeli göze alan, iradeli bir halk konumuna getirmiştir. Alevi Toplumu yeniden özgürlük ve demokratik talepler etrafında örgütlülüğünü yaratarak en önemli mücadele dinamiği haline gelmiştir. Özgürlük Mücadelesi ile dayanışma temelinde Türkiye Sol ve Sosyalist Hareketi de yeniden gelişerek faşizme karşı mücadelede önemli bir görev ve misyon üstlenmiştir. Erkek egemen iktidara karşı Önder Apo’nun özgürlükçü düşünceleri temelinde ve Kürt Kadın Hareketi’nin öncülüğünde gelişen kadın özgürlük mücadelesi ise tüm toplumu etkilemiş egemenlikçi, iktidarcı düşünce kalıplarını ve zihniyetini temelinden sarsan bir konuma ulaşmıştır. Bu anlamda tüm farklılıkları düşman belirleyip yok etmeyi amaç edinen tekçi, ırkçı, erkek egemenlikçi TC 100. yılı sonunda büyük bir çıkmazla karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle içinden geçtiğimiz süreç oldukça önemli ve tarihsel bir süreç olmaktadır. Türkiye ve Kurdistan’ın önümüzdeki on yıllarını hatta 100 yılını şekillendirecek, kader tayin edici bir süreci ifade etmektedir.
Bilindiği gibi 2015 yılından bu yana AKP-MHP faşist iktidarı kesintisiz 8 yıldır halkımıza ve özgürlük mücadelesine dönük bir soykırım siyaseti ve savaşı yürütülmektedir. Özgürlük mücadelesinin tasfiye edilmesini, özgür iradeli Kürdün teslim alınmasını amaçlayan bu süreçte TC tüm gücünü seferber etti, tüm imkanlarını kullandı, NATO ve KDP ihanet şebekesinin tüm desteğini alarak ve her türlü kirli yol ve yöntemi kullanarak amacına ulaşmak istedi. Ancak yenilmekten, çöküşü yaşamaktan kendini kurtaramadı. Önder Apo’ya dönük tecrit politikasıyla başlatılan bu süreç Önderliğimizin eşsiz direnişi, zindanlardaki yoldaşlarımızın ve özgürlük gerillasının fedaice karşı koyuşu ve her alanda halkımızın kesintisiz mücadelesi ile faşizmin yenilgisini her açıdan ortaya çıkardı.
Yaşanan deprem ise faşizmin nasıl bir çöküşü yaşadığını açık bir şekilde gözler önüne serdi. Herkes gördü ki ortada devlet denilen bir mekanizma kalmamış gibidir. Kürt soykırım siyaseti ve savaşı ile üstü örtülmek istense de hırsızlığın, yolsuzluğun, talanın ayyuka çıktığı, her açıdan ciddi bir yozlaşmanın yaşandığı, yönetme kabiliyetini yitirmiş bir AKP-MHP faşist iktidarı toplumun tüm kesimleri tarafından netçe görüldü. Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında ciddi bir yenilgiyi yaşadığı için eski kudreti de, etkisi de kalmadı. O açıdan her kes şimdi daha cesur bir şekilde bu faşist iktidara karşı konuşmakta, tavır koymakta ve iktidardan düşürmenin çabasına girmiş bulunmaktadır. AKP-MHP faşist iktidarı tüm yatırımını Kürt soykırımını sonuca ulaştırmaya göre yapmıştı. Bunda başarılı olsaydı şimdi kendisi karşısında konuşabilecek tek bir insan bile kalmazdı. Ancak yenilgi yaşayan bir gücün etkili olması ve karşısındakini korkutup sindirmesi de mümkün değildir. O açıdan bugün eğer bu faşist iktidarın gitmesi imkan dahiline girmiş ise bunda Önderliğimizin ve mücadelemizin belirleyici payı vardır. Sadece böyle bir zeminin oluşmasında değil, çöküşü ve çözülüşü yaşayan bu faşist kliğin resmi olarak yenilgiye uğratılıp siyaset sahnesinde etkisizleştirilmesinde de mücadelemizin belirleyici rolü devam etmektedir. Halkımız ve onun büyük bedellerle bugüne getirdiği siyasi iradesi seçim sürecinde belirleyici bir konumda bulunmaktadır. Halkımız ve Türkiye demokratik ve sosyalist güçleri bu tarihsel süreçte rollerini oynayacak ve bu inkarcı, sömürgeci, soykırımcı, talancı, gerici faşist yapılanmayı hak ettiği yere gönderecektir. Bugün halkımızın, dostlarımızın, demokratik sosyalist güçlerin en temel gündemi, hedefi ve tarihsel görevi bu olmaktadır.
Seçim süreci ile birlikte Cumhur İttifakı olarak şekillenen yapıyı doğru tahlil etmemiz gerekiyor. Bu yapı ırkçı, milliyetçi, siyasal İslamcı, Kürt ve kadın düşmanı bir yapıdır. Bu yapı sol ve demokrasi isteyen güçlere düşman bir yapıdır. Bu yapı toplumsal çeşitliliğe, kültürel zenginliğe, inançsal farklılıklara düşmandır. Yani kendisinden olmayan, kendisine biat etmeyen herkese ve her çevreye düşmandır ve tüm bunları yok etmeyi, ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Yani gözü kara bir faşizan iktidar bloku olmaktadır. O açıdan bu gerici, ırkçı, soykırımcı yapıya karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başarıya ulaşmak diğer tüm kesimler için hayat memat meselesi olmaktadır.
Hizbul-Kontra öne çıkarılarak Hareketimiz tasfiye edilmek isteniyor
Bu ittifakın içerisine Hizbul-Kontra’nın alınması ise üzerinde ayrıca durmayı gerektiren bir husus olmaktadır. Aslında Hizbul-Kontra örgütü tüm süreçlerde Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne karşı savaş yürüten güçlere destek veriyor ve seçim süreçlerinde bu amaçla çalışmalar yürütüyordu. Ancak bu sefer resmi olarak kabul görmesi ve ittifaka alınması daha farklı ve derin bir stratejiyi ifade etmektedir. Anlaşılan AKP-MHP faşist iktidarı ve devletin derin güçleri önümüzdeki süreçte Hizbul-Kontra örgütlemesini yeniden öne çıkarıp, Özgürlük mücadelesine karşı aktif kullanmayı amaçlamaktadırlar. 8 yıllık çöktürme planı ile sonuç alamadıkları ve yenilgiyi yaşadıkları için seçim sonrası Kürt soykırım konseptinde Hizbul-Kontra’yı temel bir aktör olarak öne çıkarmayı, devletin tüm imkan ve olanaklarından yararlandırarak Özgürlük Mücadelesi’nin tasfiyesinde sonuç elde etmeyi amaçlamaktadırlar. Zaten Hizbul-Kontra (Hüda Par) ve AKP’nin uluslararası güçler ve derin devlet güçleri tarafından ortaya çıkarılma amaçları da aynıdır. Hizbul-Kontra 90’lı yıllarda Özgürlük mücadelesine karşı yürütülen kirli savaşın en önemli aparatı olarak Özel Harp Dairesi tarafından ortaya çıkarılırken, AKP ise uluslararası komplo sonrası mücadelemizin tasfiye edilmesi temelinde uluslararası güçlerin onayı ve ortam hazırlamasıyla ve derin güçlerin istemiyle oluşturulup iktidara getirilmiştir. Yani her iki yapıyı ortaya çıkaran iç ve dış odaklar da aynıdır, her iki yapının ortaya çıkarılma amacı da aynıdır.
Bu açıdan Hizbul-Kontra yapılanması ile AKP’nin ortaya çıkması ve günümüze kadar kendisini getirme sürecini kapsamlı tahlil etmemiz ve bugün resmi olarak kurulan bu ittifak ile gelecekte neyin planlandığını ortaya koymamız oldukça önemli olmaktadır. Yaşanacak olanın normal, demokratik bir seçim süreci olmayacağını bilerek her türlü olasılığa şimdiden hazırlıklı olmak bunu gerektiriyor. O açıdan kısaca Hizbul-Kontra örgütlenmesi ve AKP’nin oluşum ve gelişim süreçlerini ana hatlarıyla ortaya koymak günceli değerlendirmede ve doğru sonuçlara ulaşmada önemli olmaktadır.
Hizbullah yapılanmasının Türkiye’de ortaya çıktığı ilk tarih 1979’dur. İran İslam Devrim’inden etkilenen Abdulvahap Ekinci tarafından Diyarbakır’da bir grup olarak kuruluyor. Müslüman Kardeşler İhvan-ı Müslümin çizgisinde olan bir yapıdan gelen Hizbullah, çıkış sürecinde İran İslam Devrimi’nin de etkisiyle halk ayaklanması şeklinde bir devrimi hedefliyor. Bunun için de halk içinde örgütlenmeye öncelik vererek stratejisini halkın ayaklandırılması olarak belirliyor. Ancak daha sonra Vahdet Grubu olarak tanınan grup ikiye bölünüyor. Vahdet Grubu’ndan Fidan Güngör liderliğinde ayrılanlar, Menzil Grubu’nu kuruyorlar. 17 Ocak 2000’deki Beykoz operasyonunda öldürülen Hüseyin Velioğlu da İlim Grubu’nu kurarak başına geçiyor. Bu ayrışma sürecinin normal bir fikir ayrılığı olarak düşünülmemesi gerekiyor. Çünkü tam da bu süreçte Bakur Kurdistan’ında PKK öncülüğünde Özgürlük Mücadelesi’nin geliştiği bir süreç yaşanıyor. Özgürlük Mücadelesine karşı normal düzenli ordu başarılı olmayınca “Gayri Nizami Harp” adıyla bir savaş strateji belirlenip bunu pratikleştirmek için Özel Harp Dairesi oluşturuluyor. JİTEM’in kuruluşu, koruculuğun geliştirilmesi, Hüseyin Velioğlu öncülüğünde Hizbul-Kontranın sahneye çıkarılması bu sürecin temel politikaları oluyor. Yani öyle doğal bir ayrışma ya da fikirsel ayrışmadan öteye bizzat özel harp dairesi tarafından el atılarak bir kontra yapının oluşturulup kullanılması süreci yaşanıyor. Hizbul-Kontra adı verilen bu yapı bir yandan PKK ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne karşı her türlü kontra faaliyeti yürütürken, diğer taraftan Menzil ve Vahdet grubunu da devletten aldığı desteğe dayanarak tasfiye ediyor.
Bu konuda JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın bir röportajda dile getirdikleri gerçekleri önemli oranda gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu röportajda Arif Doğan Hizbullah adında bir yapılanmayı bilmediğini ancak o dönemlerde Özel Harp Dairesi tarafından kurulan Hizbul-Kontrayı bildiğini ve bu yapının araştırılması gerektiğini belirtmektedir. Kendisi de en büyük kontralardan olan Arif Doğan’ın bu söyleminden Vahdet grubunda yaşanan ayrışmanın aslında özel harp dairesinin el atmasıyla oluştuğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine “Hizbullah’ı bilmiyorum, Hizbul-Kontrayı biliyorum” demesi bu yapının öyle ideolojik ya da siyasi amaçlarla oluşturulmadığı, tamamen devlet eliyle PKK’ye ve yurtsever Kürt halkına karşı kontra bir yapı olarak kurulduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakur Kurdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin 90’lı yıllardaki yükselişi ardından Türk özel harp dairesi tarafından daha önce kurdurulan ve JİTEM ile ortak çalışan Hizbul-Kontra, masum yurtsever Kürtlerin katledilmesinde yıllarca kullanıldı. Hizbul-Kontra, Özel Harp Dairesi’nin komutanlarından General Temel Cingöz tarafından kurduruldu. Cingöz sonradan Hizbul-Kontra’nın başına getireceği Hüseyin Velioğlu’nu Batman’da yüzbaşı olduğu dönemde, Yurtsever devrimci adaylara karşı milliyetçi faşistlerin Batman-Petrol İş sendikasının başkan adayı olarak piyasaya sürmüştü. Zamanın Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek de, “Hizbullah’ın üzerine nasıl gidelim? Karargâhları JİTEM binasının yanındadır” diyordu. 90’lı yıllarda Kürt halkına karşı kirli savaşın yürütüldüğü dönemin Türk İçişleri Bakanı İsmet Sezgin de ‘Hizbullah’ın, PKK’ye karşı devlet tarafından örgütlendirildiğini’ birinci ağızdan itiraf etmişti.
Tüm bunlardan çıkan en temel sonuç Hizbul-Kontranın Kürtlükle, Müslümanlıkla, İslami bir devrim gerçekleştirme amacıyla, ideolojik ve siyasal bir yapılanmayla hiçbir alakasının olmadığıdır. Oluşum sürecinin ilk yıllarında Vahdet grubunun tüm bu konularda ideolojik ve siyasal bir yaklaşımı olabilir ama daha sonraki süreçte Özel Harp Dairesi’nin el atması ile H. Velioğlu’nun öncülüğünde oluşturulan Hizbul-Kontra örgütlenmesi tamamen Özel Harp Dairesi’nin amaçları temelinde, kirli savaşın en kirli aparatı olarak kullanılması dışında bir rolü ve fonksiyonunun olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bu kirli özel savaş çete yapılanması Kürt yurtseverlerini katlederek PKK’nin toplum içinde taban bulmasının ve yaygınlaşmasının önüne geçmeyi amaç bellemiş, bu doğrultuda binlerce insanımızı katletmiştir. İşlediği cinayetlerde kullandığı yöntemler kamuoyunda önemli oranda teşhir olmuş ve bu çeteye karşı Kürt halkında ve Türkiye demokratik kamuoyunda ciddi bir tepki ortaya çıkmıştır. Domuz bağı, mezar evler, akla hayale gelmeyen işkence yöntemleri ve sokak ortası infazlarla korku salmayı amaçlayan bu yapıya karşı Özgürlük Mücadelesi kararlı ve önemli bir mücadele yürütmüş, bu mücadele ile bu yapıdan yaptıklarının hesabı sorulduğu gibi, halkı sindirme amaçlarının da önüne geçilerek kamuoyunda önemli oranda teşhir edilmişlerdir. Hem bu yapının teşhir olması ve kendisine karşı büyük bir tepkinin oluşması, hem de uluslararası komplo ile beraber düşmanın Özgürlük Mücadelesi’ni tasfiye etmede yeni bir strateji benimsemesi nedeniyle bu yapı 2000’li yıllarda devlet tarafından hedeflenmiş, liderleri öldürülmüş, pek çok mensubu da zindanlara atılmıştır. Türk egemen sınıfı tarihi karakteri gereği halkına ihanet eden bu yapıyı istediği kadar ve oranda kullanmış, işi bitince de kendilerine yönelmiştir.
2000 yılından sonra Hizbul-Kontra artığı kesimler başta Mustazaf-Der adıyla olmak üzere onlarca dernek adı altında varlıklarını ve örgütlülüklerini sürdürmeye çalışmışlardır. Peygamber Sevdalıları Platformu adı altında toplanan ve sayıları yüze ulaşan derneklerden bazıları: Mustazaf-Der, Batman Mustazaf-Der, Muhtaçlarla Dayanışma Derneği, Umut-Der, Bilge-Der, Toplumsal Dayanışma ve Şura Derneği, Anadolu İlim Derneği, Şefkat Eli Derneği, Sason Rahmet Pınarı Derneği, Beşiri Hizmet Derneği, İkra Eğitim Derneği, Semere-Der, Sevgi-Der, Hür-Der, Akid-Der, İlim-Der, Sahabe-Der, Cami-Der, Köy-Der, Sağ-Çev-Der. Bu derneklerin hemen hepsi 17 Ocak 2000 yılında Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesinden sonra kuruldu ve Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa, Adana, Ağrı, Bingöl, Bursa, Gaziantep, İzmir, Konya, Mersin, Siirt, Van, İstanbul gibi pek çok ilde faaliyet göstermeye başladılar. Bu dernekler aracılığı ile hem varlıklarını korumayı hem de örgütlenme çalışmalarını sürdürmeyi esas aldılar. Bu derneklerin çatısı altında sulh ve uzlaşı komisyonu, fıkıh komisyonu, taziye komisyonu, ziyaret komisyonu, ilim araştırma komisyonu gibi adlarla etkinlik oluşturmayı esas almaktadırlar.
Hüda-Par ile yapılan ittifakın zemini 2011 ve 2019’daki anlaşmalarla oluşturuldu
Hüda-Par, Hizbullah örgütü ile ilişkili olduğu gerekçesiyle Mayıs 2012’de kapatılan Mustazaflar ile Dayanışma Derneği’nin (Mustazaf-Der) eski Genel Başkanı Mehmet Hüseyin Yılmaz tarafından 2013’te kuruldu. Kurucu Genel Başkanı Mehmet Hüseyin Yılmaz’dan sonra 1. Olağan Kongre sonucunda genel başkanlığa Zekeriya Yapıcıoğlu getirildi. Ancak bu kuruluş sürecinden önce yaşanan bir gelişme oldukça dikkat çekicidir. 2009-2010 yılı Kürt Özgürlük Mücadelesi için örgütlülük ve etkinlik anlamında zirve yaptığı bir yıl oldu. Önder Apo’nun İmralı’da geliştirdiği yeni paradigma ekseninde tasfiyeci yaklaşımlar bertaraf edildiği gibi, toplumsal örgütlenme ve sivil toplum anlamında da büyük gelişmelerin yaşanmasına yol açtı. 2008 Zap Zaferi ise böylesi bir gelişmeye zemini fazlasıyla açık hale getirdi. Bu anlamda Özgürlük Hareketini tasfiye edemeyeceğini gören AKP hükümeti Kürt halkının kendi özerkliğini inşa etme sürecine müdahale etti. KCK Operasyonları adı altında binlerce yurtsever, devrimci ve siyasetçi zindanlara atıldı. O zaman “Paralel Devlet” adıyla yürüttükleri algı operasyonu aslında Kürt Özgürlük Hareketi’nin Bakur Kurdistan’ında yaşadığı büyük gelişme ve etkinlik düzeyinin de itirafı gibiydi. Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi için 2011 yılında AKP Hizbul-Kontra ile anlaşma yaptı. Aslında bugün resmi ilanı yapılan ittifakın zemini o zaman oluşturuldu. Bu kapsamda tutuklu Hizbul-Kontra yönetici ve tetikçileri CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunun) 5. Maddesinde yapılan değişiklikle serbest bırakıldılar. Bu adım AKP’nin Demokratik Özerkliğe cevabıydı. Tahliye edilen 26 kişinin arasında Hizbul-Kontra şura üyesi Edip Gümüş ve askeri sorumlusu Cemal Tutar’ın da bulunması tesadüf olmayıp bu amaçla atılan bir adımdı. Edip Gümüş, Cemal Tutar gibi tetikçilerin çıktıkları gibi sırra kadem basmaları, İran’a kaçmaları kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açtı. AKP bu tartışmalardan kendini temize çıkarmak amacıyla Mustazaf-Der’leri kapatma kararı aldı. Aslında bu kapatma kararı aralarındaki anlaşmanın bir gereğiydi ve Hizbul-Kontra’nın partileşmesinin zeminini oluşturmaya dönük bir planın sonucuydu.
Bugünki ittifakın ikinci adımı ise 2019 yılında atıldı. 2019 yılında pek çok Hizbul-Kontra tetikçisi yeniden yargılama adı altında mahkemelere başvurdu ve mahkemelerde önceki hükümleri geçersiz sayarak yeniden yargılamanın önünü açtı ve içerde 10 yıldan fazla kalan yüzlerce tetikçi bu şekilde tahliye edildi. Yani 2011 yılında başlayan ilişkilenme ve Hizbul-Kontrayı dışarı salarak Özgürlük Mücadelesi’ne karşı yeniden kullanma süreci 2019’da daha ileri bir boyuta geçti ve bugün ise AKP ile resmi ittifaka kadar geldi.
Aslında benzer bir oluşum ve gelişim süreci AKP için de geçerlidir. AKP’de tıpkı Hizbul-Kontra yapılanması gibi Önder Apo’nun 15 Şubat Komplosu ile esaret altına alınması sonrası Özgürlük Hareketini tasfiye etme amaçlı oluşturulan bir proje olmaktadır. Uluslararası güçler ile Türk derin devlet yapılanmasının ortaklaşması temelinde oluşturulan bu yapının kısa süre içinde iktidara getirilmesi ve bu durumda Bahçeli’nin rol oynaması her şeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kürt düşmanı ve faşist yapısıyla bilinen Meral Akşener AKP’nin kendi evinde kurulduğunu itiraf etti. Yine Ecevit hükümetini yıkmak için koalisyondan çekilen ve erken seçim isteyen Devlet Bahçeli oldu ve bu şekilde yapılan 2 Kasım 2002 seçimlerinde AKP iktidara taşındı. Erbakan Hoca’nın AKP’yi kurmak için Refah Partisinden ayrılanları ihanet ve ABD ajanı olmakla suçlaması bu yapının nasıl bir proje olarak tasarlanıp, iktidara taşındığını göstermektedir.
Bilindiği gibi 2000’li yılların başında ABD ve Uluslararası güçler Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Ortadoğu’ya müdahale etmek ve bölgeyi yeniden istediği şekilde dizayn etmek istiyorlardı. Bu müdahalenin yaratacağı boşluk ve kargaşadan özgürlükçü ve devrimci güçlerin yararlanma olasılığı yüksekti. Bu anlamda hem ideolojik-politik hem de askeri açıdan bölgede en etkin güç Önder Apo ve PKK idi. Dolayısıyla kendi sistemi için stratejik düşman olarak görülen bu güç etkisiz kılınmadan Ortadoğu’ya istediği biçimi veremeyeceğini biliyorlardı. O nedenle Ortadoğu’ya müdahale Uluslararası Komplo ile başlatıldı ve bu yolla Önder Apo ve Kürt Özgürlük Mücadelesi tasfiye edilmek istendi. Komplo sonrası hem Ortadoğu için hem de PKK’nin etkilediği tabana nüfuz edebilmesi amacıyla Ilımlı İslam söylemiyle AKP projesi hayata geçirildi. Ancak Önder Apo İmralı’da en imkansız koşullarda bu oyunu çözerek ideolojik-politik-örgütsel hamlelerle bu yaklaşımları boşa çıkardı. Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun yeni paradigması temelinde kendisini yeniden yapılandırdı, tasfiyeciliği etkisiz kıldı ve her alanda yeniden büyük bir mücadeleyi geliştirmeyi başardı.
AKP baştan itibaren uluslararası güçlerin piyonu ve Kürt soykırımını sonuca ulaştırma amaçlı hareket eden bir yapı olarak düşünüldü, yapılandırıldı ve iktidara getirildi. Bu ajan ve soykırımcı yüzünü gizlemek, Türkiye ve Kurdistan toplumunu aldatmak için baştan itibaren kendisini hep maskeledi. Kendisini özgürlükçü ilan etti, muhafazakar demokrat ilan etti, “Kürt kardeşlerim” sözünü ağzından düşürmedi, yolsuzlukla mücadele edeceğini hep öne çıkardı. Ancak 21 yıllık süre sonunda Önder Apo öncülüğünde Özgürlük Mücadelesi AKP’nin tüm bu maskelerini tek tek düşürdü ve gerçek yüzünü açığa çıkardı. Demokrat değil despot olduğunu, özgürlükçü değil ırkçı, milliyetçi, kadın düşmanı bir faşist olduğunu, Kürtleri kardeş görmeyi bırakalım soykırım dayatan bir Kürt düşmanı olduğunu, muhafazakar değil hırsız ve her türlü ahlaksızlığı yapacak karakterde olduğunu, en büyük yolsuzluğun, rantın bu süreçte geliştiğini tüm çıplaklığı ile açığa çıkardı. Bu anlamda 21 yıllık amansız mücadelede kazanan Önder Apo ve Özgürlük Hareketinin mücadelesi oldu, çözülen, çöken ve bitmeyle yüz yüze gelen ise AKP-MHP faşist iktidarı oldu.
AKP-MHP-Hüda-Par ittifakı geçici bir seçim ittifakı değil soykırım ittifakıdır
Şimdi böylesi bir ortamda Türkiye ve Kurdistan halklarının geleceği açısından büyük bir önem taşıyan seçim sürecine girilmiş bulunuluyor. AKP bu seçimi kazanmak ve iktidarını korumak için her türlü yol ve yönteme başvuracaktır. Hizbul-Kontra ile yaptığı ittifakın bir yönü budur. Bu yapı üzerinden istediği provokasyonu geliştirerek seçim sürecini etkilemeyi amaçlamaktadır. 2015 Kasım seçimleri öncesi DAİŞ adıyla yapılan saldırılar şimdi bu kontra yapı üzerinden geliştirilebilir. Zaten resmi ittifak olmasa bile Hizbul-Kontra’nın Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisini desteklediğini Tayip Erdoğan bilmektedir. Ancak resmi olarak bu yapının ittifak içine alınarak kendisine vekillikler verilmesi bu yapıyı istediği gibi kullanma amaçlıdır. Diğer taraftan AKP, MHP ile ittifak halinde yürüttüğü Kürt düşmanlığı politikasıyla daha önce Kurdistan’da kendisine oy veren ciddi bir çevreyi kaybettiğini bilmektedir. Kendisinden uzaklaşan bu kesimlerin daha çok da HDP ve Deva Partisine kayacağını, yani kendisine kaybettirecek cepheye gideceğini görüp hesaplamaktadır. Hizbul-Kontrayı öne çıkarmasının diğer bir sebebi de bu oyların onlara gitmesini, dolayısıyla Cumhur ittifakı içinde kalmasını hesaplamaktadır. Bu ittifakla güncelde amaçlanan bunlardır.
Ancak bu ittifakın güncelde amaçlananlardan çok, ileriye dönük Kürt soykırımını sonuca ulaştırma ve Özgürlük Mücadelesi’ni tasfiye etme amacıyla oluşturulduğunu bilmek gerekiyor. Özgürlük Mücadelesi’nin tasfiye edilmesi amacıyla derin devlet güçleri tarafından değişik zamanlarda oluşturulan bu iki yapı şimdi aynı amaçla bir araya getirilmiş bulunuluyor. Cumhur ittifakının normal olmayan bir yolla seçimi kazanması durumunda Kürt soykırımı bu iki yapı üzerinden hayata geçirilecektir. AKP, MHP ile ortaklık temelinde cepheden ve askeri yollarla saldırılarını daha da kapsamlı hale getirirken, Hizbul-Kontra yapılanmasının ise Kurdistan’da önü sonuna kadar açılacak, her türlü imkan sunularak bir toplumsal taban oluşturması sağlanmaya çalışılacaktır. Hizbul-Kontra yapılanması Özgürlük Mücadelesi ile sürekli çatıştırılacak, bunun yarattığı provokatif ortam AKP-MHP faşizminin her türlü saldırısına zemin olacaktır. Hizbul-Kontra bölgede her türlü devlet imkanından yararlanarak bir yandan Özgürlük Mücadelesi ile çatışma halinde olurken, diğer taraftan Özgürlük Hareketi’nin toplumsal tabanını daraltmak için her türlü yol ve yöntemi devreye sokacaktır. Bu anlamda seçimi kazanması durumunda bu soykırım ittifakının mücadelemize karşı konsepti önemli oranda netleşmiş durumdadır. Nasıl ki Başur’da KDP ihanet şebekesi hakim kılınmak isteniyorsa, yine Rojava’da ENKS denilen ajan yapı öne çıkarılmak isteniyorsa, Bakur’da da Özgürlük Hareketi’ne alternatif olarak Hizbul-Kontra yapılanması öne çıkarılmak istenecektir. O açıdan bu durumu geçici bir seçim ittifakı olarak görmemek, geleceğe dönük yeni soykırım konseptinin zemini olarak ele almak en doğru yaklaşım olmaktadır.
Halk ve Hareket olarak 50 yıldır Önder Apo öncülüğünde bu soykırım sistemine ve onun imha ve inkar konseptine karşı savaşıyor, direniyoruz. AKP-MHP faşist ittifakı öncülüğünde Hizbul-Kontrayı da dahil ederek oluşturulacak yeni soykırım konseptinden korkmuyor, çekinmiyoruz ama bunu önceden öngörmek, çözümlemek ve şimdiden bu yönlü tedbir ve hazırlıklar içine girmek de önemli bir husus olmaktadır. Bu açıdan şimdiden her arkadaşımıza, yurtseverimize, demokratik-özgürlükçü tüm çevrelere düşen üç temel görev ve sorumluluk vardır. Birincisi; bu ittifakın kamuoyunda ve toplumda ciddi teşhirini yaparak bir bilinçlenmeyi yaratma. İkincisi; seçim sürecine yüklenerek bu soykırım ittifakının başarılı olmamasını sağlama. Üçüncüsü ise; her olasılığı dikkate alarak şimdiden öz savunma bilinci ve örgütlülüğünü yaratma olmaktadır. Seçim sürecinin yarattığı uygun ortamdan da yararlanarak her alanda öz savunmayı geliştirecek örgütlülükleri yaratmayı en temel dönem görevi olarak ele almalıyız. Devrimci Halk Savaşı stratejisinin başarısı da bunu gerektirmektedir. Dönemsel görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmemiz durumunda mücadelemiz için büyük kazanımların ortaya çıkabileceği bir süreç olacağını şimdiden bilmek ve başarı için seferber olmak gerekiyor.
İçinden geçtiğimiz süreç hem kapitalist modernite güçleri hem de Ortadoğu açısından ve özelde ise TC için önemli bir dönemeci ifade etmektedir. Kapitalist modernitenin yaşadığı kaos ve kriz hali, uluslararası hegemon güçlerin kendi aralarındaki etkinlik mücadelesi yeni denge ve ittifakların ortaya çıkmasına yol açmakta, her ülke tüm imkan ve kozlarını ortaya koyarak bu yeni şekillenişte kendisine en uygun avantajı sağlayan konumu elde etmeye çalışmaktadır. Rusya Ukrayna savaşı ile en üst düzeye çıkan bu etkinlik mücadelesi ve yeni şekilleniş yeni enerji yollarını, ticaret yollarını ve güvenli gıda yollarını gündeme getirmiş, bölgesel güçler ise bu durumdan en avantajlı çıkmanın arayışına girmişlerdir. Lojistik üs olmak ya da enerji koridorunu kontrol etmek isteyen bölgesel güçler onlarca yıllık politikalarında değişikliklere gitmektedirler. Bir yandan ABD öncülüğünde NATO kendisini yeniden yapılandırıp güçlendirirken, diğer taraftan Rusya-Çin öncülüğünde Şanghay ülkeleri yeni ülkelerin katılımıyla kendini büyütme arayışına girmişlerdir. Son dönemlerde Suudi Arabistan ile Çin arasında yapılan ticaret anlaşmaları, Çin ve Rusya öncülüğünde Suudi Arabistan ile İran’ın bir araya getirilmesi değişen ve yeni ortaya çıkan bu dengelerle ilgilidir.
Ortadoğu hem sahip olduğu enerji kaynakları nedeniyle hem de Doğu ile Batı arasında geçiş hattında yer almasından dolayı bu süreçten en fazla etkilenen bir konumdadır. Hatta hegemon güçlerin etkinlik mücadelesinin pratikte hayat bulduğu yer olduğu için hem kapitalist modernitenin yaşadığı kriz ve kaostan hem de bundan çıkış yapmak anlamında ortaya çıkan yeni durum ve dengelerden en fazla etkilenen bir coğrafyadır. Bölgedeki ulus devletçi, diktatöryal ve baskıcı rejimler ortaya çıkan bu yeni dengelerden en iyi şekilde yararlanarak kendi ömürlerini uzatmayı ve iktidarlarını korumayı amaçlamakta, bunun için de kendisine avantaj sağlayacak tüm kozlarını ortaya koymaktadırlar. Ancak gerici, tekçi ve anti demokratik yapıları krizden kurtulmalarına ve iktidarlarını büyütme hayallerine izin vermemektedir. Toplum ve halklar nezdinde meşruiyeti kalmayan bu gerici yapılar daha çok da zor gücüyle kendisini ayakta tutmakta, bu da her geçen gün bu güçlerin daha otoriter, daha zalim yapılara bürünmelerine yol açmaktadır.
Bu güçlerden en belirgin olanı Tayip Erdoğan ve Bahçeli faşist iktidarı olmaktadır. Aşılmayla yüz yüze gelmiş, toplumsal meşruiyetini yitirmiş, kendisine biat etmeyen tüm kesimlere düşman kesilmiş, Türkiye’nin tüm maddi değerlerini ve jeostratejik konumunu hiçbir ahlaki ve hukuki ilkeye bağlı kalmaksızın fütursuzca pazarlayarak sözde denge politikası ile tüm imkanlarını seferber ederek Kürt soykırımını sonuca götürmeyi varlık sebebi olarak belirlemiş, ırkçı, soykırımcı, dikta bir rejim ile karşı karşıyayız. İçinde bulunduğumuz süreç bu anlamda en fazla da Türkiye ve Kurdistan için tarihi bir dönemeç olmaktadır.
TC kuruluşunun 100. yılında büyük bir çıkmazla karşı karşıya kalmıştır
2023 yılı TC’nin kuruluşunun 100. yılı oluyor. TC Kürt, Alevi ve Sosyalistlerin inkârı ve imhası temelinde kurulan ırkçı, milliyetçi, tekçi bir ulus devlettir. Bu yapısıyla Musolini ve Hitler faşizmine ilham vermiş olan bir yapıdır. 100 yıllık süre boyunca öz olarak belirlenen bu kesimlere yönelik soykırım politikaları ile sonuç almak ve bu temelde varlığını güçlendirerek bölge siyasetinde belirleyici bir aktör olmak istemiştir. Kürtlere baskı ve katliamlar uygulayarak sindirip, asimilasyon politikalarıyla Türkleştirmeyi, Alevileri önemli oranda sindirip CHP adıyla sisteme entegre etmeyi, Sosyalistleri imha ederek etkisiz kılmayı temel politika olarak belirlemiş, bu üç kesimin en ufak bir kıpırdanışını dahi beka sorunu olarak ele alıp en sert yönelimlere girişmekten geri durmamıştır. Aslında bu politikaları 1970’li yıllara kadar belli oranda etkili de olmuştur. Ancak 68 devrimci kuşağının büyüyüp gelişerek Türkiye’de önemli bir etki yaratması ve akabinde ise Önder Apo öncülüğünde Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin ortaya çıkması ve gelişme kaydetmesi TC’nin tüm politikalarını boşa çıkarmış ve büyük bir mücadelenin ortaya çıkmasına yol açmıştır. 50. yılını geride bırakan Özgürlük Mücadelesi Kürt halkını yeniden var etmiş, özgürlüğü için savaşan, her bedeli göze alan, iradeli bir halk konumuna getirmiştir. Alevi Toplumu yeniden özgürlük ve demokratik talepler etrafında örgütlülüğünü yaratarak en önemli mücadele dinamiği haline gelmiştir. Özgürlük Mücadelesi ile dayanışma temelinde Türkiye Sol ve Sosyalist Hareketi de yeniden gelişerek faşizme karşı mücadelede önemli bir görev ve misyon üstlenmiştir. Erkek egemen iktidara karşı Önder Apo’nun özgürlükçü düşünceleri temelinde ve Kürt Kadın Hareketi’nin öncülüğünde gelişen kadın özgürlük mücadelesi ise tüm toplumu etkilemiş egemenlikçi, iktidarcı düşünce kalıplarını ve zihniyetini temelinden sarsan bir konuma ulaşmıştır. Bu anlamda tüm farklılıkları düşman belirleyip yok etmeyi amaç edinen tekçi, ırkçı, erkek egemenlikçi TC 100. yılı sonunda büyük bir çıkmazla karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle içinden geçtiğimiz süreç oldukça önemli ve tarihsel bir süreç olmaktadır. Türkiye ve Kurdistan’ın önümüzdeki on yıllarını hatta 100 yılını şekillendirecek, kader tayin edici bir süreci ifade etmektedir.
Bilindiği gibi 2015 yılından bu yana AKP-MHP faşist iktidarı kesintisiz 8 yıldır halkımıza ve özgürlük mücadelesine dönük bir soykırım siyaseti ve savaşı yürütülmektedir. Özgürlük mücadelesinin tasfiye edilmesini, özgür iradeli Kürdün teslim alınmasını amaçlayan bu süreçte TC tüm gücünü seferber etti, tüm imkanlarını kullandı, NATO ve KDP ihanet şebekesinin tüm desteğini alarak ve her türlü kirli yol ve yöntemi kullanarak amacına ulaşmak istedi. Ancak yenilmekten, çöküşü yaşamaktan kendini kurtaramadı. Önder Apo’ya dönük tecrit politikasıyla başlatılan bu süreç Önderliğimizin eşsiz direnişi, zindanlardaki yoldaşlarımızın ve özgürlük gerillasının fedaice karşı koyuşu ve her alanda halkımızın kesintisiz mücadelesi ile faşizmin yenilgisini her açıdan ortaya çıkardı.
Yaşanan deprem ise faşizmin nasıl bir çöküşü yaşadığını açık bir şekilde gözler önüne serdi. Herkes gördü ki ortada devlet denilen bir mekanizma kalmamış gibidir. Kürt soykırım siyaseti ve savaşı ile üstü örtülmek istense de hırsızlığın, yolsuzluğun, talanın ayyuka çıktığı, her açıdan ciddi bir yozlaşmanın yaşandığı, yönetme kabiliyetini yitirmiş bir AKP-MHP faşist iktidarı toplumun tüm kesimleri tarafından netçe görüldü. Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında ciddi bir yenilgiyi yaşadığı için eski kudreti de, etkisi de kalmadı. O açıdan her kes şimdi daha cesur bir şekilde bu faşist iktidara karşı konuşmakta, tavır koymakta ve iktidardan düşürmenin çabasına girmiş bulunmaktadır. AKP-MHP faşist iktidarı tüm yatırımını Kürt soykırımını sonuca ulaştırmaya göre yapmıştı. Bunda başarılı olsaydı şimdi kendisi karşısında konuşabilecek tek bir insan bile kalmazdı. Ancak yenilgi yaşayan bir gücün etkili olması ve karşısındakini korkutup sindirmesi de mümkün değildir. O açıdan bugün eğer bu faşist iktidarın gitmesi imkan dahiline girmiş ise bunda Önderliğimizin ve mücadelemizin belirleyici payı vardır. Sadece böyle bir zeminin oluşmasında değil, çöküşü ve çözülüşü yaşayan bu faşist kliğin resmi olarak yenilgiye uğratılıp siyaset sahnesinde etkisizleştirilmesinde de mücadelemizin belirleyici rolü devam etmektedir. Halkımız ve onun büyük bedellerle bugüne getirdiği siyasi iradesi seçim sürecinde belirleyici bir konumda bulunmaktadır. Halkımız ve Türkiye demokratik ve sosyalist güçleri bu tarihsel süreçte rollerini oynayacak ve bu inkarcı, sömürgeci, soykırımcı, talancı, gerici faşist yapılanmayı hak ettiği yere gönderecektir. Bugün halkımızın, dostlarımızın, demokratik sosyalist güçlerin en temel gündemi, hedefi ve tarihsel görevi bu olmaktadır.
Seçim süreci ile birlikte Cumhur İttifakı olarak şekillenen yapıyı doğru tahlil etmemiz gerekiyor. Bu yapı ırkçı, milliyetçi, siyasal İslamcı, Kürt ve kadın düşmanı bir yapıdır. Bu yapı sol ve demokrasi isteyen güçlere düşman bir yapıdır. Bu yapı toplumsal çeşitliliğe, kültürel zenginliğe, inançsal farklılıklara düşmandır. Yani kendisinden olmayan, kendisine biat etmeyen herkese ve her çevreye düşmandır ve tüm bunları yok etmeyi, ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Yani gözü kara bir faşizan iktidar bloku olmaktadır. O açıdan bu gerici, ırkçı, soykırımcı yapıya karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başarıya ulaşmak diğer tüm kesimler için hayat memat meselesi olmaktadır.
Hizbul-Kontra öne çıkarılarak Hareketimiz tasfiye edilmek isteniyor
Bu ittifakın içerisine Hizbul-Kontra’nın alınması ise üzerinde ayrıca durmayı gerektiren bir husus olmaktadır. Aslında Hizbul-Kontra örgütü tüm süreçlerde Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne karşı savaş yürüten güçlere destek veriyor ve seçim süreçlerinde bu amaçla çalışmalar yürütüyordu. Ancak bu sefer resmi olarak kabul görmesi ve ittifaka alınması daha farklı ve derin bir stratejiyi ifade etmektedir. Anlaşılan AKP-MHP faşist iktidarı ve devletin derin güçleri önümüzdeki süreçte Hizbul-Kontra örgütlemesini yeniden öne çıkarıp, Özgürlük mücadelesine karşı aktif kullanmayı amaçlamaktadırlar. 8 yıllık çöktürme planı ile sonuç alamadıkları ve yenilgiyi yaşadıkları için seçim sonrası Kürt soykırım konseptinde Hizbul-Kontra’yı temel bir aktör olarak öne çıkarmayı, devletin tüm imkan ve olanaklarından yararlandırarak Özgürlük Mücadelesi’nin tasfiyesinde sonuç elde etmeyi amaçlamaktadırlar. Zaten Hizbul-Kontra (Hüda Par) ve AKP’nin uluslararası güçler ve derin devlet güçleri tarafından ortaya çıkarılma amaçları da aynıdır. Hizbul-Kontra 90’lı yıllarda Özgürlük mücadelesine karşı yürütülen kirli savaşın en önemli aparatı olarak Özel Harp Dairesi tarafından ortaya çıkarılırken, AKP ise uluslararası komplo sonrası mücadelemizin tasfiye edilmesi temelinde uluslararası güçlerin onayı ve ortam hazırlamasıyla ve derin güçlerin istemiyle oluşturulup iktidara getirilmiştir. Yani her iki yapıyı ortaya çıkaran iç ve dış odaklar da aynıdır, her iki yapının ortaya çıkarılma amacı da aynıdır.
Bu açıdan Hizbul-Kontra yapılanması ile AKP’nin ortaya çıkması ve günümüze kadar kendisini getirme sürecini kapsamlı tahlil etmemiz ve bugün resmi olarak kurulan bu ittifak ile gelecekte neyin planlandığını ortaya koymamız oldukça önemli olmaktadır. Yaşanacak olanın normal, demokratik bir seçim süreci olmayacağını bilerek her türlü olasılığa şimdiden hazırlıklı olmak bunu gerektiriyor. O açıdan kısaca Hizbul-Kontra örgütlenmesi ve AKP’nin oluşum ve gelişim süreçlerini ana hatlarıyla ortaya koymak günceli değerlendirmede ve doğru sonuçlara ulaşmada önemli olmaktadır.
Hizbullah yapılanmasının Türkiye’de ortaya çıktığı ilk tarih 1979’dur. İran İslam Devrim’inden etkilenen Abdulvahap Ekinci tarafından Diyarbakır’da bir grup olarak kuruluyor. Müslüman Kardeşler İhvan-ı Müslümin çizgisinde olan bir yapıdan gelen Hizbullah, çıkış sürecinde İran İslam Devrimi’nin de etkisiyle halk ayaklanması şeklinde bir devrimi hedefliyor. Bunun için de halk içinde örgütlenmeye öncelik vererek stratejisini halkın ayaklandırılması olarak belirliyor. Ancak daha sonra Vahdet Grubu olarak tanınan grup ikiye bölünüyor. Vahdet Grubu’ndan Fidan Güngör liderliğinde ayrılanlar, Menzil Grubu’nu kuruyorlar. 17 Ocak 2000’deki Beykoz operasyonunda öldürülen Hüseyin Velioğlu da İlim Grubu’nu kurarak başına geçiyor. Bu ayrışma sürecinin normal bir fikir ayrılığı olarak düşünülmemesi gerekiyor. Çünkü tam da bu süreçte Bakur Kurdistan’ında PKK öncülüğünde Özgürlük Mücadelesi’nin geliştiği bir süreç yaşanıyor. Özgürlük Mücadelesine karşı normal düzenli ordu başarılı olmayınca “Gayri Nizami Harp” adıyla bir savaş strateji belirlenip bunu pratikleştirmek için Özel Harp Dairesi oluşturuluyor. JİTEM’in kuruluşu, koruculuğun geliştirilmesi, Hüseyin Velioğlu öncülüğünde Hizbul-Kontranın sahneye çıkarılması bu sürecin temel politikaları oluyor. Yani öyle doğal bir ayrışma ya da fikirsel ayrışmadan öteye bizzat özel harp dairesi tarafından el atılarak bir kontra yapının oluşturulup kullanılması süreci yaşanıyor. Hizbul-Kontra adı verilen bu yapı bir yandan PKK ve Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne karşı her türlü kontra faaliyeti yürütürken, diğer taraftan Menzil ve Vahdet grubunu da devletten aldığı desteğe dayanarak tasfiye ediyor.
Bu konuda JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın bir röportajda dile getirdikleri gerçekleri önemli oranda gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu röportajda Arif Doğan Hizbullah adında bir yapılanmayı bilmediğini ancak o dönemlerde Özel Harp Dairesi tarafından kurulan Hizbul-Kontrayı bildiğini ve bu yapının araştırılması gerektiğini belirtmektedir. Kendisi de en büyük kontralardan olan Arif Doğan’ın bu söyleminden Vahdet grubunda yaşanan ayrışmanın aslında özel harp dairesinin el atmasıyla oluştuğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine “Hizbullah’ı bilmiyorum, Hizbul-Kontrayı biliyorum” demesi bu yapının öyle ideolojik ya da siyasi amaçlarla oluşturulmadığı, tamamen devlet eliyle PKK’ye ve yurtsever Kürt halkına karşı kontra bir yapı olarak kurulduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakur Kurdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin 90’lı yıllardaki yükselişi ardından Türk özel harp dairesi tarafından daha önce kurdurulan ve JİTEM ile ortak çalışan Hizbul-Kontra, masum yurtsever Kürtlerin katledilmesinde yıllarca kullanıldı. Hizbul-Kontra, Özel Harp Dairesi’nin komutanlarından General Temel Cingöz tarafından kurduruldu. Cingöz sonradan Hizbul-Kontra’nın başına getireceği Hüseyin Velioğlu’nu Batman’da yüzbaşı olduğu dönemde, Yurtsever devrimci adaylara karşı milliyetçi faşistlerin Batman-Petrol İş sendikasının başkan adayı olarak piyasaya sürmüştü. Zamanın Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek de, “Hizbullah’ın üzerine nasıl gidelim? Karargâhları JİTEM binasının yanındadır” diyordu. 90’lı yıllarda Kürt halkına karşı kirli savaşın yürütüldüğü dönemin Türk İçişleri Bakanı İsmet Sezgin de ‘Hizbullah’ın, PKK’ye karşı devlet tarafından örgütlendirildiğini’ birinci ağızdan itiraf etmişti.
Tüm bunlardan çıkan en temel sonuç Hizbul-Kontranın Kürtlükle, Müslümanlıkla, İslami bir devrim gerçekleştirme amacıyla, ideolojik ve siyasal bir yapılanmayla hiçbir alakasının olmadığıdır. Oluşum sürecinin ilk yıllarında Vahdet grubunun tüm bu konularda ideolojik ve siyasal bir yaklaşımı olabilir ama daha sonraki süreçte Özel Harp Dairesi’nin el atması ile H. Velioğlu’nun öncülüğünde oluşturulan Hizbul-Kontra örgütlenmesi tamamen Özel Harp Dairesi’nin amaçları temelinde, kirli savaşın en kirli aparatı olarak kullanılması dışında bir rolü ve fonksiyonunun olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bu kirli özel savaş çete yapılanması Kürt yurtseverlerini katlederek PKK’nin toplum içinde taban bulmasının ve yaygınlaşmasının önüne geçmeyi amaç bellemiş, bu doğrultuda binlerce insanımızı katletmiştir. İşlediği cinayetlerde kullandığı yöntemler kamuoyunda önemli oranda teşhir olmuş ve bu çeteye karşı Kürt halkında ve Türkiye demokratik kamuoyunda ciddi bir tepki ortaya çıkmıştır. Domuz bağı, mezar evler, akla hayale gelmeyen işkence yöntemleri ve sokak ortası infazlarla korku salmayı amaçlayan bu yapıya karşı Özgürlük Mücadelesi kararlı ve önemli bir mücadele yürütmüş, bu mücadele ile bu yapıdan yaptıklarının hesabı sorulduğu gibi, halkı sindirme amaçlarının da önüne geçilerek kamuoyunda önemli oranda teşhir edilmişlerdir. Hem bu yapının teşhir olması ve kendisine karşı büyük bir tepkinin oluşması, hem de uluslararası komplo ile beraber düşmanın Özgürlük Mücadelesi’ni tasfiye etmede yeni bir strateji benimsemesi nedeniyle bu yapı 2000’li yıllarda devlet tarafından hedeflenmiş, liderleri öldürülmüş, pek çok mensubu da zindanlara atılmıştır. Türk egemen sınıfı tarihi karakteri gereği halkına ihanet eden bu yapıyı istediği kadar ve oranda kullanmış, işi bitince de kendilerine yönelmiştir.
2000 yılından sonra Hizbul-Kontra artığı kesimler başta Mustazaf-Der adıyla olmak üzere onlarca dernek adı altında varlıklarını ve örgütlülüklerini sürdürmeye çalışmışlardır. Peygamber Sevdalıları Platformu adı altında toplanan ve sayıları yüze ulaşan derneklerden bazıları: Mustazaf-Der, Batman Mustazaf-Der, Muhtaçlarla Dayanışma Derneği, Umut-Der, Bilge-Der, Toplumsal Dayanışma ve Şura Derneği, Anadolu İlim Derneği, Şefkat Eli Derneği, Sason Rahmet Pınarı Derneği, Beşiri Hizmet Derneği, İkra Eğitim Derneği, Semere-Der, Sevgi-Der, Hür-Der, Akid-Der, İlim-Der, Sahabe-Der, Cami-Der, Köy-Der, Sağ-Çev-Der. Bu derneklerin hemen hepsi 17 Ocak 2000 yılında Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesinden sonra kuruldu ve Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa, Adana, Ağrı, Bingöl, Bursa, Gaziantep, İzmir, Konya, Mersin, Siirt, Van, İstanbul gibi pek çok ilde faaliyet göstermeye başladılar. Bu dernekler aracılığı ile hem varlıklarını korumayı hem de örgütlenme çalışmalarını sürdürmeyi esas aldılar. Bu derneklerin çatısı altında sulh ve uzlaşı komisyonu, fıkıh komisyonu, taziye komisyonu, ziyaret komisyonu, ilim araştırma komisyonu gibi adlarla etkinlik oluşturmayı esas almaktadırlar.
Hüda-Par ile yapılan ittifakın zemini 2011 ve 2019’daki anlaşmalarla oluşturuldu
Hüda-Par, Hizbullah örgütü ile ilişkili olduğu gerekçesiyle Mayıs 2012’de kapatılan Mustazaflar ile Dayanışma Derneği’nin (Mustazaf-Der) eski Genel Başkanı Mehmet Hüseyin Yılmaz tarafından 2013’te kuruldu. Kurucu Genel Başkanı Mehmet Hüseyin Yılmaz’dan sonra 1. Olağan Kongre sonucunda genel başkanlığa Zekeriya Yapıcıoğlu getirildi. Ancak bu kuruluş sürecinden önce yaşanan bir gelişme oldukça dikkat çekicidir. 2009-2010 yılı Kürt Özgürlük Mücadelesi için örgütlülük ve etkinlik anlamında zirve yaptığı bir yıl oldu. Önder Apo’nun İmralı’da geliştirdiği yeni paradigma ekseninde tasfiyeci yaklaşımlar bertaraf edildiği gibi, toplumsal örgütlenme ve sivil toplum anlamında da büyük gelişmelerin yaşanmasına yol açtı. 2008 Zap Zaferi ise böylesi bir gelişmeye zemini fazlasıyla açık hale getirdi. Bu anlamda Özgürlük Hareketini tasfiye edemeyeceğini gören AKP hükümeti Kürt halkının kendi özerkliğini inşa etme sürecine müdahale etti. KCK Operasyonları adı altında binlerce yurtsever, devrimci ve siyasetçi zindanlara atıldı. O zaman “Paralel Devlet” adıyla yürüttükleri algı operasyonu aslında Kürt Özgürlük Hareketi’nin Bakur Kurdistan’ında yaşadığı büyük gelişme ve etkinlik düzeyinin de itirafı gibiydi. Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi için 2011 yılında AKP Hizbul-Kontra ile anlaşma yaptı. Aslında bugün resmi ilanı yapılan ittifakın zemini o zaman oluşturuldu. Bu kapsamda tutuklu Hizbul-Kontra yönetici ve tetikçileri CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunun) 5. Maddesinde yapılan değişiklikle serbest bırakıldılar. Bu adım AKP’nin Demokratik Özerkliğe cevabıydı. Tahliye edilen 26 kişinin arasında Hizbul-Kontra şura üyesi Edip Gümüş ve askeri sorumlusu Cemal Tutar’ın da bulunması tesadüf olmayıp bu amaçla atılan bir adımdı. Edip Gümüş, Cemal Tutar gibi tetikçilerin çıktıkları gibi sırra kadem basmaları, İran’a kaçmaları kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açtı. AKP bu tartışmalardan kendini temize çıkarmak amacıyla Mustazaf-Der’leri kapatma kararı aldı. Aslında bu kapatma kararı aralarındaki anlaşmanın bir gereğiydi ve Hizbul-Kontra’nın partileşmesinin zeminini oluşturmaya dönük bir planın sonucuydu.
Bugünki ittifakın ikinci adımı ise 2019 yılında atıldı. 2019 yılında pek çok Hizbul-Kontra tetikçisi yeniden yargılama adı altında mahkemelere başvurdu ve mahkemelerde önceki hükümleri geçersiz sayarak yeniden yargılamanın önünü açtı ve içerde 10 yıldan fazla kalan yüzlerce tetikçi bu şekilde tahliye edildi. Yani 2011 yılında başlayan ilişkilenme ve Hizbul-Kontrayı dışarı salarak Özgürlük Mücadelesi’ne karşı yeniden kullanma süreci 2019’da daha ileri bir boyuta geçti ve bugün ise AKP ile resmi ittifaka kadar geldi.
Aslında benzer bir oluşum ve gelişim süreci AKP için de geçerlidir. AKP’de tıpkı Hizbul-Kontra yapılanması gibi Önder Apo’nun 15 Şubat Komplosu ile esaret altına alınması sonrası Özgürlük Hareketini tasfiye etme amaçlı oluşturulan bir proje olmaktadır. Uluslararası güçler ile Türk derin devlet yapılanmasının ortaklaşması temelinde oluşturulan bu yapının kısa süre içinde iktidara getirilmesi ve bu durumda Bahçeli’nin rol oynaması her şeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kürt düşmanı ve faşist yapısıyla bilinen Meral Akşener AKP’nin kendi evinde kurulduğunu itiraf etti. Yine Ecevit hükümetini yıkmak için koalisyondan çekilen ve erken seçim isteyen Devlet Bahçeli oldu ve bu şekilde yapılan 2 Kasım 2002 seçimlerinde AKP iktidara taşındı. Erbakan Hoca’nın AKP’yi kurmak için Refah Partisinden ayrılanları ihanet ve ABD ajanı olmakla suçlaması bu yapının nasıl bir proje olarak tasarlanıp, iktidara taşındığını göstermektedir.
Bilindiği gibi 2000’li yılların başında ABD ve Uluslararası güçler Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Ortadoğu’ya müdahale etmek ve bölgeyi yeniden istediği şekilde dizayn etmek istiyorlardı. Bu müdahalenin yaratacağı boşluk ve kargaşadan özgürlükçü ve devrimci güçlerin yararlanma olasılığı yüksekti. Bu anlamda hem ideolojik-politik hem de askeri açıdan bölgede en etkin güç Önder Apo ve PKK idi. Dolayısıyla kendi sistemi için stratejik düşman olarak görülen bu güç etkisiz kılınmadan Ortadoğu’ya istediği biçimi veremeyeceğini biliyorlardı. O nedenle Ortadoğu’ya müdahale Uluslararası Komplo ile başlatıldı ve bu yolla Önder Apo ve Kürt Özgürlük Mücadelesi tasfiye edilmek istendi. Komplo sonrası hem Ortadoğu için hem de PKK’nin etkilediği tabana nüfuz edebilmesi amacıyla Ilımlı İslam söylemiyle AKP projesi hayata geçirildi. Ancak Önder Apo İmralı’da en imkansız koşullarda bu oyunu çözerek ideolojik-politik-örgütsel hamlelerle bu yaklaşımları boşa çıkardı. Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun yeni paradigması temelinde kendisini yeniden yapılandırdı, tasfiyeciliği etkisiz kıldı ve her alanda yeniden büyük bir mücadeleyi geliştirmeyi başardı.
AKP baştan itibaren uluslararası güçlerin piyonu ve Kürt soykırımını sonuca ulaştırma amaçlı hareket eden bir yapı olarak düşünüldü, yapılandırıldı ve iktidara getirildi. Bu ajan ve soykırımcı yüzünü gizlemek, Türkiye ve Kurdistan toplumunu aldatmak için baştan itibaren kendisini hep maskeledi. Kendisini özgürlükçü ilan etti, muhafazakar demokrat ilan etti, “Kürt kardeşlerim” sözünü ağzından düşürmedi, yolsuzlukla mücadele edeceğini hep öne çıkardı. Ancak 21 yıllık süre sonunda Önder Apo öncülüğünde Özgürlük Mücadelesi AKP’nin tüm bu maskelerini tek tek düşürdü ve gerçek yüzünü açığa çıkardı. Demokrat değil despot olduğunu, özgürlükçü değil ırkçı, milliyetçi, kadın düşmanı bir faşist olduğunu, Kürtleri kardeş görmeyi bırakalım soykırım dayatan bir Kürt düşmanı olduğunu, muhafazakar değil hırsız ve her türlü ahlaksızlığı yapacak karakterde olduğunu, en büyük yolsuzluğun, rantın bu süreçte geliştiğini tüm çıplaklığı ile açığa çıkardı. Bu anlamda 21 yıllık amansız mücadelede kazanan Önder Apo ve Özgürlük Hareketinin mücadelesi oldu, çözülen, çöken ve bitmeyle yüz yüze gelen ise AKP-MHP faşist iktidarı oldu.
AKP-MHP-Hüda-Par ittifakı geçici bir seçim ittifakı değil soykırım ittifakıdır
Şimdi böylesi bir ortamda Türkiye ve Kurdistan halklarının geleceği açısından büyük bir önem taşıyan seçim sürecine girilmiş bulunuluyor. AKP bu seçimi kazanmak ve iktidarını korumak için her türlü yol ve yönteme başvuracaktır. Hizbul-Kontra ile yaptığı ittifakın bir yönü budur. Bu yapı üzerinden istediği provokasyonu geliştirerek seçim sürecini etkilemeyi amaçlamaktadır. 2015 Kasım seçimleri öncesi DAİŞ adıyla yapılan saldırılar şimdi bu kontra yapı üzerinden geliştirilebilir. Zaten resmi ittifak olmasa bile Hizbul-Kontra’nın Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisini desteklediğini Tayip Erdoğan bilmektedir. Ancak resmi olarak bu yapının ittifak içine alınarak kendisine vekillikler verilmesi bu yapıyı istediği gibi kullanma amaçlıdır. Diğer taraftan AKP, MHP ile ittifak halinde yürüttüğü Kürt düşmanlığı politikasıyla daha önce Kurdistan’da kendisine oy veren ciddi bir çevreyi kaybettiğini bilmektedir. Kendisinden uzaklaşan bu kesimlerin daha çok da HDP ve Deva Partisine kayacağını, yani kendisine kaybettirecek cepheye gideceğini görüp hesaplamaktadır. Hizbul-Kontrayı öne çıkarmasının diğer bir sebebi de bu oyların onlara gitmesini, dolayısıyla Cumhur ittifakı içinde kalmasını hesaplamaktadır. Bu ittifakla güncelde amaçlanan bunlardır.
Ancak bu ittifakın güncelde amaçlananlardan çok, ileriye dönük Kürt soykırımını sonuca ulaştırma ve Özgürlük Mücadelesi’ni tasfiye etme amacıyla oluşturulduğunu bilmek gerekiyor. Özgürlük Mücadelesi’nin tasfiye edilmesi amacıyla derin devlet güçleri tarafından değişik zamanlarda oluşturulan bu iki yapı şimdi aynı amaçla bir araya getirilmiş bulunuluyor. Cumhur ittifakının normal olmayan bir yolla seçimi kazanması durumunda Kürt soykırımı bu iki yapı üzerinden hayata geçirilecektir. AKP, MHP ile ortaklık temelinde cepheden ve askeri yollarla saldırılarını daha da kapsamlı hale getirirken, Hizbul-Kontra yapılanmasının ise Kurdistan’da önü sonuna kadar açılacak, her türlü imkan sunularak bir toplumsal taban oluşturması sağlanmaya çalışılacaktır. Hizbul-Kontra yapılanması Özgürlük Mücadelesi ile sürekli çatıştırılacak, bunun yarattığı provokatif ortam AKP-MHP faşizminin her türlü saldırısına zemin olacaktır. Hizbul-Kontra bölgede her türlü devlet imkanından yararlanarak bir yandan Özgürlük Mücadelesi ile çatışma halinde olurken, diğer taraftan Özgürlük Hareketi’nin toplumsal tabanını daraltmak için her türlü yol ve yöntemi devreye sokacaktır. Bu anlamda seçimi kazanması durumunda bu soykırım ittifakının mücadelemize karşı konsepti önemli oranda netleşmiş durumdadır. Nasıl ki Başur’da KDP ihanet şebekesi hakim kılınmak isteniyorsa, yine Rojava’da ENKS denilen ajan yapı öne çıkarılmak isteniyorsa, Bakur’da da Özgürlük Hareketi’ne alternatif olarak Hizbul-Kontra yapılanması öne çıkarılmak istenecektir. O açıdan bu durumu geçici bir seçim ittifakı olarak görmemek, geleceğe dönük yeni soykırım konseptinin zemini olarak ele almak en doğru yaklaşım olmaktadır.
Halk ve Hareket olarak 50 yıldır Önder Apo öncülüğünde bu soykırım sistemine ve onun imha ve inkar konseptine karşı savaşıyor, direniyoruz. AKP-MHP faşist ittifakı öncülüğünde Hizbul-Kontrayı da dahil ederek oluşturulacak yeni soykırım konseptinden korkmuyor, çekinmiyoruz ama bunu önceden öngörmek, çözümlemek ve şimdiden bu yönlü tedbir ve hazırlıklar içine girmek de önemli bir husus olmaktadır. Bu açıdan şimdiden her arkadaşımıza, yurtseverimize, demokratik-özgürlükçü tüm çevrelere düşen üç temel görev ve sorumluluk vardır. Birincisi; bu ittifakın kamuoyunda ve toplumda ciddi teşhirini yaparak bir bilinçlenmeyi yaratma. İkincisi; seçim sürecine yüklenerek bu soykırım ittifakının başarılı olmamasını sağlama. Üçüncüsü ise; her olasılığı dikkate alarak şimdiden öz savunma bilinci ve örgütlülüğünü yaratma olmaktadır. Seçim sürecinin yarattığı uygun ortamdan da yararlanarak her alanda öz savunmayı geliştirecek örgütlülükleri yaratmayı en temel dönem görevi olarak ele almalıyız. Devrimci Halk Savaşı stratejisinin başarısı da bunu gerektirmektedir. Dönemsel görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmemiz durumunda mücadelemiz için büyük kazanımların ortaya çıkabileceği bir süreç olacağını şimdiden bilmek ve başarı için seferber olmak gerekiyor.