Dünya Kupası Katar’da, Katar Dünya Kupasında
1930 yılından beri futbolda her dört yılda bir (İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1942-1946 yılları hariç) düzenlenen dünya kupasının sonuncusu 2022 yılında Katar’da gerçekleştirildi. Finalde Fransa’yı yenen Arjantin kupayı kazanırken, turnuva oynanan futbolun yanı sıra turnuvanın Katar’da gerçekleştirilmesinin nedenleri, paranın gücünün bundaki etkisi üzerinden hala tartışılmaya devam ediyor. Avrupa Birliği ülkelerinde rüşvet iddialarıyla aralarında Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısının da bulunduğu kimi siyasetçilerin soruşturulması, söz konusu turnuvanın daha da tartışılacağını gösteriyor.
Dünya Kupası tarihinde ilk kez bir turnuva geç sonbahar ve kış başında gerçekleşti. Öyle ki futbol endüstrisine merkezlik eden Avrupa başta olmak üzere dünyadaki pek çok ülke 2022 Dünya Kupası için ulusal liglerine ara vermek zorunda kaldı. Halbuki bugüne kadar bir teamül haline gelmiş bir şekilde Dünya Kupası turnuvaları Haziran ve Temmuz aylarında gerçekleşmekteydi. Çünkü ulusal ligler o zamana kadar bitmiş oluyordu. Katar’da Dünya Kupası turnuvası yapılabilsin diye, yaklaşık yüz yıllık bu teamülde değişikliğe gidildi. Katar’da hava sıcakları nedeniyle Haziran ve Temmuz aylarında turnuva yapmak mümkün olmadığından buradaki turnuva ancak geç sonbahar-kış aylarında yapılabilirdi. Zaten dünya futbol turnuvalarını organize eden kurum olan FIFA’nın (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) kararı da bu yönlü oldu.
Peki, bir futbol kültürü olmayan, futbol alanında herhangi bir başarısı, yine dünya ulus-devletleri arasında çok özel ve stratejik yeri bulunmayan, nüfusu ancak 3 milyon, yüzölçümü de Wan’ın yarısı kadar olan; faşist Erdoğan, DAİŞ ve İhvan ile yaptığı iş birliği nedeniyle de siyasi tercihleri tartışılan, benimsenmeyen Katar nasıl oldu da Japonya, Güney Kore, Avustralya ve ABD gibi Katar ile kıyaslanamayacak düzeyde avantajlara sahip pek çok ülkeyi geride bırakarak seçilebildi? Neden neredeyse yüz yıllık teamül bu ülke için ayaklar altına alındı? Tüm bunlar özelde 2022 Dünya Kupası turnuvasına genelde de bu gibi tüm etkinliklere hayli kuşkuyla bakmak gerektiğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan Katar hiç puan alamayan tek takım oldu
Bu haliyle dünyanın en büyük futbol turnuvasına ev sahipliği yapmayı ‘başaran’ Katar’ın turnuvadan ne kadar gelir elde ettiğini bilemiyoruz. Ama turnuvanın futbol bölümünün Katar açısından hiç de iyi geçmediğini istatistikler ortaya koydu. Bugüne kadar hiç dünya kupasına katılamamış Katar, ev sahibi olması nedeniyle ilk defa bir dünya kupasına da katılmış oldu. Ama bugüne kadar ev sahibi olması nedeniyle Dünya Kupası’na katılıp da puan alamayan tek takım da Katar oldu. Parayla her şeyi yapacağını, satın alacağını sanan Katar, yine parayla puan satın almaya kalkışsa da bunu başaramadı.
Nitekim ev sahibi olması nedeniyle turnuvanın ilk maçına çıkan Katar’ın açılış maçını kaybetmeleri için Ekvadorlu sekiz futbolcuya 7,4 milyon Dolar rüşvet teklif ettiği yoğunluklu bir şekilde işlendi, iddia edildi. Hatta maçta Ekvador’un ilk golü atmasının ardından Ekvador seyircilerinin Katar tribünlerine dönüp ‘para’ diye bağırdığı belirtilmektedir. Bu da Katar’ın puan almak için de paranın gücüne dayanarak skor sahtekarlığı yapmaya çalıştığını gösteriyor. Demek ki Katar’ın teklif ettiği 7,4 milyon dolar ‘para’ etmemiş.
Katar sadece ev sahibi olmak ve puan almak için dağıttığı rüşvetlerle gündemde değildir. Bir de parayla seyirci tutması nedeniyle de gündeme geldi. Nüfusunun azlığı, ülkede futbol kültürünün yeterli olmayışı, bu kapsamda turnuvanın sönük geçeceği endişeleri nedeniyle Katar’ın aralarında Avrupa ülkelerinin de olduğu pek çok ülkeden para vererek seyirci götürdüğü turnuva boyunca tartışıldı. Turnuvaya taşınan her bir kişinin konaklama masraflarının karşılanmasının yanı sıra kendilerine günlük bir meblağın da verildiği belirtildi. Nitekim her Dünya Kupası’nda görsel şölen gibi sıklıkla gösterilen tribünler diğer turnuvaların aksine bu Dünya Kupası’nda pek gösterilmedi. Tribünlerde seyirciler vardı, ama her zamanki seyirci coşkusu, tezahürat azdı. Verili futbol kültüründe tribüne takımı desteklemek için gidilir. Öyle anlaşılıyor ki, tribünler kendiliğinden değil, parayla ve futboldan pek anlamayanlarla, diğer bir deyişle taraftar olmayanlarla doldurulmuş. Katar kameralarının tribünleri büyük ölçüde görmezden gelmesi, tezahürat yapan aynı kitleyi tekrar tekrar göstermesi, genel olarak seyircilerin sönüklüğü, söz konusu iddiaların doğru olabileceğini ortaya koyuyor.
En kötüsü ise Katar’ın 2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapma hakkını kazandığı 2010 yılından bu yana 6 bin 500’den fazla işçinin kötü koşullar nedeniyle öldüğünün ortaya çıkmasıdır. O otantik ve modern görünümlü gösterişli stadyumların yapılmasında özellikle Güney Doğu Asya’dan getirtilmiş, kölece çalıştırılan bu kadar işçi yaşamını yitirmiş.
Herkes Katar’ın yaptığı o gösterişli stadyumları gördü, ama o gösteriş bir de böyle bir pisliği ve suçu örtüyordu. Zaten kapitalist modernite koşullarında her zaman gösteriş gerçeği örtmek, gizlemek içindir. Yalanlar ve gösteriş üzerine kurulu olan bu sistem, hiçbir zaman hakikati göstermez, tüm bunları sadece ve sadece hakikati, özü yok etmek veya gizlemek için yapar.
Katar’ın bu turnuvayla kendini görünür kıldığı, turist çekmek için büyük bir fırsat yakaladığı anlaşılıyor. Ama elinde yüz milyarca Dolara yapılan ve işlevsel olmayacağı açık olan onca stadyum da öylece kaldı?
Katar cephesinde bunlar olurken, bir de bu turnuvayı organize eden FIFA cephesinde olup bitenler vardır. Bugüne kadar dünya kupası turnuvaları görece bu turnuvalar için daha uygun ülkelerde yapıldığı için alınan rüşvetler, yaşanan sahtekarlıklar, işlenen suçlar pek görünür olmuyordu. Buna rağmen yine de 2018’de Rusya’da gerçekleşen Dünya Kupası’nda da Rusya’nın Trinidad ve Tobagolu, Paraguaylı, Brezilyalı ve Taylandlı FIFA üyelerine rüşvet verdiği ortaya çıkmıştı. Ama son dünya kupası yukarıda belirttiğimiz nedenlerle Katar’da gerçekleşince dünya kupası turnuvalarının hangi ülkede yapılacağı hususunda futboldan başka pek çok başka faktörün de etkili olduğu çok net bir şekilde görüldü. Çünkü dünya kupası turnuvasının Katar gibi ülkede gerçekleştirilmesinin hiçbir mantıklı yanı yoktu. Burada olabildiğine göre, demek ki farklı dinamikler işliyordu. İşte bu dinamik kapitalist modernitenin her şeyin ölçüsü haline getirdiği paraydı.
Evet, bu dünya kupasının Katar’da gerçekleştirilmesinin tek nedeni paraydı. Katar’da futbol turnuvası için var olan tek şey bol paraydı. Nitekim Katar’ın sadece hazırlıklar için 200 milyar dolar harcadığı belirtiliyor. Buna muhtemelen turnuvanın Katar’da olması için oy veren herkese; Katar’a tam destek vererek, onu her türden saldırıya karşı amansız savunan FIFA başkanına, yine yapılanlara göz yuman başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok ulusal futbol federasyonlarına dağıttığı rüşvetleri eklediğimizde bu meblağın belirtilenden çok daha fazla olduğunu kestirmek zor olmuyor.
Futbolun tekelleştirilmesi, devletleştirilmesi
Bir maddi uygarlık olan kapitalist modernite bir para düzenidir. Her şeyi parayla ölçmekte, sinekten yağ çıkarırcasına her şeyi paraya dönüştürmekte ve her şeyden para kazanmaktadır. Bu düzende ruh karcılıkla dolup taşar ve tek amaç çıkar olur. Para ve çıkar üzerine kurulur her şey. Böylesi bir sistemin futbol gibi çok geniş kesimlere hitap etme potansiyelini taşıyan bir oyunu boş bırakması, ondan yararlanmaya kalkmaması söz konusu olamaz.
Nitekim futbol tarihine bakıldığında futbolun İngiltere’de krallar tarafından bir döneme kadar, yani kapitalizm öncesi feodal çağda saklandığı görülür. 1314’te Kral II. Edward, 1349’da III. Edward, 1410’da IV. Henry ve 1547’de VI. Henry tarafından futbol aleyhinde fermanlar yayınlanır. Bir döneme kadar egemenlerin pek de sıcak bakmadığı, yararsız görerek yasakladığı bir oyundur futbol, İngiltere’de.
Romalılar tarafından İngiltere’ye futbol getirilmeden binlerce yıl öncesinde ise futbol Çin’de, Japonya’da, Mısır’da, daha sonraları ise Yunanistan’da ve Meksika’da oynanır. Her kültürün farklı adlandırdığı ve farklı şekilde oynadığı futbol, ilkin insanların toplumsallaşmasını sağlayan tüm diğer oyunlardan sadece biridir.
Kapitalizmin bir sistem haline gelmesiyle futbolun endüstrileştirilmesi eş zamanlıdır. Ulus devlet nasıl ki her şeyi denetimi altına alıp kendisini bir tekele dönüştürüyorsa, futbolu da öyle yapmıştır. Avrupa’nın ve dünyanın pek çok ülkesinde futbol oyunu oynanmasına rağmen, futbol turnuvalarının ilkin, kapitalizmin bir sistem halinde geliştiği ilk yer olan İngiltere’de gerçekleşmesi de dikkate değerdir. Ülkeler arası ilk resmi maç, 1872’de İngiltere ve İskoçya arasında oynanacaktır. İlk uluslararası futbol turnuvası olan British Home Championship (Britanya Şampiyonası) 1884’te düzenlenecektir. 1888’de English Football League adıyla ilk lig kurulacaktır. Tüm bunlar aynı zamanda futbolun devletleşmesi, tekelleşmesi anlamına gelecektir.
Görüldüğü gibi farklı toplumlar tarafından ve toplum içinde oynanan bir oyun olan futbol, giderek ‘profesyonellik’ adı altında katı kurallara bağlanacak ve tekleştirilecektir. Böylelikle tüm renkleri ve farklılıkları tek’in içinde eriten ulus-devlet diyalektiği futbolda da geçerli olacaktır. Bu yönüyle ‘futbolun beşiği’ olarak tanımlanan İngiltere gerçekte, pek çok farklı futbol türünün tasfiye edildiği ülke konumundadır. Bunun da temel nedeni her yerden daha önce İngiltere’nin tekçi ulus-devlet sistemine geçmiş ve onu kurumsallaştırmış olmasıdır.
19. yüzyılın sonundan itibaren ulus-devletin yayılması ölçüsünde diğer ülkelere de futbol tek biçimli halde yayılacaktır. Bu kapsamda 1886 yılında İngiltere Futbol Birliği, Galler Futbol Birliği, İskoçya Futbol Birliği ve İrlanda Futbol Birliği IFAB’ı (Uluslararası Futbol Birliği Kurulu) kuracak ve futbolun kurallarını belirleyecektir. Böylelikle ulus-devletin futbolu ele geçirmesi ve tekleştirerek çoklu futbol türlerini tasfiyesi tamamlanacaktır. Kapitalizmin küreselleşmesine paralel olarak da 20. yüzyılın başında FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) kurulacaktır. 1904 yılında kurulan FIFA, bir Britanya kuruluşu olan IFAB’ın koyduğu kuralları olduğu gibi kabul edecek ve böylelikle Britanya’da konulan futbol kurallarını dünyanın her yerine yayacaktır. Tıpkı ulus-devlet zihniyetinin ve bedenleşmesinin bütün dünyada kopyalanması gibi. Yeni futbol artık geçmişte her toplumun kendi geleneklerine ve kültürüne göre oynadığı futbol olmayacak, Britanya’nın şekillendirdiği, biçim verdiği, sıkı kurallara bağladığı yabancı bir futbol olacaktır. Gerçekte ulus-devlet iktidarında büyük güç verecek önemli bir aracın dünyanın her yerine ihracı söz konusudur.
Görüldüğü gibi günümüz futbolunun aldığı biçim ve onu temsil eden uluslararası organizasyonların siyasi sistemin geçirdiği evreler ve sistemin zihni yapılanmasıyla direkt bağı vardır. Bu yönüyle futbol kapitalist modernite çağında hiçbir zaman sadece futbol değildir.
Paranın kaynağı futbol
Oyun olarak bu şekilde tekleştirerek kendisine bağladığı futbolu kapitalist modernite, bu defa da para kaynağı haline getirmiştir. Onu nasıl bir gelir kaynağı haline getireceği üzerinde durmuş, bu uğurda elindeki tüm imkanları değerlendirerek önce ulusal sonra da küresel çapta yaptığı organizasyonlarla futbolu endüstrileştirmiştir. Artık futbol bir avuç sermayedar için para getiren, çok büyük yatırımların yapılması gereken önemli bir alandır.
Bunun için sermayedarlar futbol kulübü kurmakta veya var olanları satın almakta, bütün dünyayı gezerek toplumdaki en yetenekli çocukları tespit edip almakta, tek tipleştirdikleri futbol okullarında eğitmekte, ruhlarına doyumsuz bir rekabetçiliği ekerek onları sahaya sürmektedirler. Diğer taraftan ise eldeki tüm teknik imkanları, iletişim olanaklarını, medyayı kullanarak futbolun popülerliğini arttırdıkça arttırmaktadırlar. Mevcut durumda dünyada en fazla izlenen TV kanallarının ve dijital medya portallarının başında futbol kanalları gelmektedir. Bu kanallar izlenerek sahiplerine para kazandırmakta, diğer yandan herkesi ekrana kilitlemektedir. Böylelikle hem arz hem de talep aynı sermaye grupları tarafından kontrolde tutulmaktadır.
Futbolun para ile ilişkisi, modern köleliğin en derinlemesine ve yaygınca yaşandığı kapitalist modernite döneminin üslubuna da yansımaktadır. Daha fazla para, daha fazla taraftar, daha fazla başarı için takıma alınması veya takımda tutulması gereken futbolcular hep ‘alım-satım’ konusudur, yani bir mal gibidir. Nitekim her transfer döneminde her bir futbolcunun ne kadara satıldığı ne kadara alındığı hakim tek literatürdür. Futbolcular ve onlar üzerinden futbol alınıp satılmakta, futbolcuların transfer ücretleri yüz milyonlarca Dolarlarla ifade edilmekte, ‘yıldız’ olarak görülenlerin ‘fiyat’ı ise milyar dolarlara yaklaşmaktadır. Açık ki bundan daha aşağılayıcı bir dil olamaz. Köleci dönemde kaldığı sanılan kölelere fiyat biçme örneklerine ne çok da benziyor? Köle-köleci ilişkisi maskelendiğinden, hakikat gizlendiğinden özgürlük adına yaşanan kölelik görülmüyor hepsi o kadar. Bu ise köleci dönemin kölesi olmaktan daha kötü bir durumdur, zira geçmişteki köle, köle olduğunu bilendir, ama günümüzdeki, özgür olduğunu sanan köledir.
Görüyoruz ki, kapitalizm o istismarcı, ters yüz eden, her şeyden nemalanan, doyumsuz, karcı-çıkarcı özelliğini futbola da olduğu gibi yansıtmış durumda.
Diğer yandan böyle zapturapt altına alınan, tekelleştirilen futbol ile iktidarlar toplumun yönetilmesinde de çok büyük bir olanağa kavuşmaktadırlar.
Vatan ve ülkeyle, ulusu temsil eden değerlerle bilinçli olarak özdeşleştirilen futbol diktatörlere, anti demokratik rejimlere, faşistlere toplumun istismar edilerek yönetilmesinde çok büyük bir imkan sunar. Meşhurdur, otuz yılı aşkın Portekiz’i diktatörlükle yönetmiş olan António de Oliveira Salazar’a, ülkeyi bunca yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında verdiği cevap şöyledir: “üç F ile”. Yani Fado (müzik), Fatima (din) ve Football (futbol) ile. Başka yerlerde ise toplumun idaresinde kullanılan bu uyuşturucuların adı ‘üç S’ olacaktır. Yani ‘sanat, spor ve seks’.
İspanya’yı 1939-1975 yılları arasında tam otuz altı yıl boyunca faşist diktatörlükle yöneten Franco’nun da tıpkı Salazar gibi hareket ettiği futboldan büyük ölçüde yararlandığı bilinmektedir. Bu temelde o dönem İspanya’sında ve dünyada büyük başarılara imza atan Real Madrid futbol takımına tam destek vermiş, onu dünyadaki çok değerli bir elçisi olarak görmüştür. Faşist diktatörlüğün yöneticilerinden Jose Salis, oyunculara minnettarlığını belirtmek için şöyle diyor: “Daha önce bizden nefret edenler sizin sayenizde şimdi bizi anlıyorlar.” Bir kez daha oynananın sadece bir futbol oyunu olmadığını, para kazandıran olduğu kadar toplumların yönetilmesinde önemli roller oynadığını ortaya koyuyordu.
Tabi futbola bu rolü sadece Salazar ve Franco diktatörlükleri değil, tüm ulus-devletler oynatır. Tüm ulus-devletler özellikle ‘milli takım’ denilen takımı, ulusla, vatanla, ülkeyle, milli var oluşla özdeşleştirerek içteki tüm sömürüyü, eşitsizliği, adaletsizliği, anti demokratik uygulamaları unutturur. Bireyi, toplumu, bir bütün halinde de ulusu takımla birlikte dışa karşı savaştırır, zafer elde etmeye seferber eder ve elde edilecek bir başarıyla katlanılamaz hale gelen ekonomik sorunları, demokrasi sorunlarını unutturur. Ulusun tüm fertleri takımın kazanmasıyla zafer kazanır, mutlu ve huzur dolu olur.
Futbolun sadece futbol olmadığını, iktidarla ne kadar iç içe olduğunu en iyi gözlemleyeceğimiz yerlerden biri de hiç kuşkusuz TC’dir. Türkiye açısından faşizm, Kürdistan açısından da soykırım rejimi olan TC ulus-devletlerin spora yaklaşımlarındaki kötülüklerin tümünü taşır. Dolayısıyla tüm ulus-devletlerin yaptığı gibi TC de futbolu alabildiğine siyasileştirmiş, faşist-soykırımcı iktidarının bir parçası haline getirmiştir.
TC bir ulus-devlet olarak nasıl ki Türkiye’deki her şeyin hakimiyse, futbol dahil tüm spor dallarının da hakimidir. Soykırımcı TC’ye göre nasıl ki Türkiye’de farklılıklar yoksa, Türkiye’de yaşayan herkes Türk ise, Türkiye’deki tüm takımlar da öyle olacaktır. Örneğin Türkiye’de Kürt olmadığından, dolayısıyla var olmayanın hakkı bulunamayacağından, Kürtlerin rengini taşıyan takımlar da var olamayacaktır. Nasıl ki Kürtlerin varlık mücadelesi her türden saldırıyla tasfiye edilmeye çalışılıyorsa, Kürt rengini taşıyan takımlar da aynen böyle tasfiye edilecek, bunun için ne gerekiyorsa o yapılacaktır.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor olan adını Diyarbakır’ın Kürtçe ismi olan Amed’den esinlenerek Amedspor olarak değiştiren futbol kulübünün başına gelmeyen kalmadı. Tıpkı özgürlük mücadelesi yürüten Kürtlerin başına gelmeyen bırakılmadığı gibi. Varlık ve özgürlük sorunu yaşayan Kürdistan’ı dolayısıyla Amed’i temsil etmek, bu yönüyle futbol da dahil oyunların ortaya çıkışına uygun olarak yerel olmak isteyen kulübün bu tercihine karşı her türden saldırı yapılmaktadır. Bir üst lige çıkmaması için her oyuna başvurulmakta, takım için önemli oyunculara futboldan men etme dahil çok çeşitli cezalar kesilmekte, futbol kulübünü ekonomik olarak çökertmek için para cezaları verilmekte, takım temsil ettiği değerlere ters düşen ve TC’yi öven pankartlarla sahaya çıkmaya zorlanmaktadır. Açık ki tüm bunlar ulus-devlet refleksleridir ve tüm bunlar TC ulus-devletinin bir kurumu olan Futbol Federasyonu aracılığıyla yapılmaktadır.
Kürdistan’da bunları yapan TC iktidarları, Türkiye’de ise futbol kulüplerinin tümüne hükmetmektedir. İktidar güçleri arasında kulüp yönetimlerini ele geçirme mücadelesi görülse de bu ulus-devletin verdiği görevler kapsamında olmayıp, parasal rant amaçlıdır. Para için birbiriyle mücadele etseler de futbol kulübünün, futbolcunun ‘milli görevli’ olduğunu hiç mi hiç unutmamaktadırlar. Tıpkı iktidar için birbiriyle kıyasıyla mücadele eden siyasi partilerin Kürtler söz konusu olduğunda resmî ideolojinin ve TC ulus-devletinin verdiği, Kürt düşmanı ‘milli görevi’ yerine getirmede yarışmaları gibi.
Ulusal takımların katılacağı futbol organizasyonlarının azlığı nedeniyle milli takımlar her zaman işlevsel olmaz. Daha doğrusu yılın belli dönemlerinde bahsedilen rolü oynarlar, çünkü her zaman bir arada ve müsabaka yapıyor değillerdir. Halbuki kapitalist modernite sistemine sürekli para getirecek ve toplumu uyutacak bir takım gereklidir. Bu da bölgesel, yerel takımlardır. Öyle ki her ülkede binlerce takım kurulur, her takımın ülke nüfusuna göre çok sayıda taraftarı olur. Böylelikle her futbol taraftarının milli takımın dışında bir de başka takımı olmuş olur. Yılın en az sekiz ayına yayılmış lig maçları ve sonrasında transfer dönemleri vb derken takım taraftarı haline getirilmiş yurttaşın yaşamı futbol ile doldurulur.
Söz konusu takımın taraftarı takımın her şeyini takip eden, tüm maçlarına giden veya tüm maçları izleyen, takıma gücü ölçüsünde mali destek sunan, manevi olarak da hep yanında olan ve kendisini takımla özdeşleştiren, takımla sevinen, takımla üzülen, takımla yaşayan, takımla hedeflerini belirleyen… biri haline gelir. Bu öyle bir bağlanış halini alır ki, takımın elde ettiği başarıyla yaşamdaki her zorluk unutuluverir. Yine bu öyle bir bağlanıştı ki siyasi görüşlerin önüne geçer ve aynı siyasi görüşte olduğu halde farklı futbol takımı taraftarlığı nedeniyle birbiriyle ayrışanlar, farklı siyasi görüşte olup da aynı takım taraftarlığında buluşanlar temel gerçekliklerden biri haline gelir.
Bir dini fanatizm haline gelen takım taraftarlığı bugün vazgeçilebilecek en zor ve az rastlanır şeylerden biridir. Mevcut durumda siyasi parti değiştirmek, futbol takımı değiştirmekle kıyaslanamayacak derecede kolaydır. Zaten kişi dönüp de yaşamına baktığında yaşamı boyunca siyasi görüşlerinde pek çok değişiklik yaptığı, hatta parti değiştirdiği halde, takım tutmuşsa, ilk tuttuğu takımı neredeyse hiç değiştirmediğini görecektir. Bu yönüyle takım taraftarlığı ömürlük ve tutkulu bir bağlanış gibidir.
Peki, ama bu neden böyledir, bu kadar derin bağlanış kaynağını nereden alıyor? Hiç kuşku yok ki, bu yaratılmış bir algıdır ve bunun yaratıcıları algıları yöneten sermayedar sınıfıdır, ulus-devlettir. Bu amaçlı bir şekilde oluşturulmuş bir algıdır ve esası toplumu daha fazla sömürebilmek içindir. O nedenle iktidarcı güçlerce kurulmuş olan bu kapandan kurtulmak gerekir. Sistemden kopuşun bir de bu yönü vardır. Yani bu sistemin ne böyle futbolcusu olunmalı ne de böyle bir futbolun pasif seyircisi.
Peki, ne yapmalı? Açık ki burada kast edilen genelde sporun, özelde ise futbolun kötü bir şey olduğu değil, sporda ve futbolda fabrika ayarlarına dönmek gerektiğidir. Fabrika ayarlarıyla kast edilen de yukarıda belirtildiği gibi, genelde sporun, özelde ise futbolun tüm çeşitliliğiyle sağlıklı yaşam ve toplumsal bir etkinlik temelinde yapılmasıdır. İnsanlar çocuk yaşta sporla tanışır ve bu bir ömür boyu sürer. Burada amaç, çocukların, bireylerin birlikte birbirlerini geliştirdiği bir toplumsal işi en iyi şekilde yapmalarıdır. Bir diğer deyişle sporda amaç topluma daha sağlıklı ve kolektif temelde katılımdır. Sporun bu özü, kapitalist modernite çağında özelde futbolda, genelde ise sporda oluşturulmuş bireyci rekabeti, alkışın ve rekorun peşinde koşturan ve para kazanmayı amaç edinen futbolcu ve sporcu duruşları reddetmeyi gerektirir. Mevcut sporcu-futbolcu arenadadır; toplumsal amaçtan koparılmış, bireysel rekabet eden, para kazanma derdinde olan, dayanışmadan yoksun, egemenlere para kazandıran bir sistem çarkı pozisyonundadır. Bu yönüyle mevcut sporcu-futbolcu farkında olunsun veya olunmasın, dünyayı yaşanmaz hale getiren, tüm toplumsal sorunların temel kaynağı olan kapitalist modernitenin birer hizmetçisi konumundadır.
Arenayı izleyen seyirci de benzer konumdadır. O sporun dışına itilmiş ve pasifleştirilmiştir. Kendisinden sadece alkışlaması, para vermesi, takımıyla sevinmesi veya hüzünlenmesi istenerek o da işleyen çarkın bir dişlisi haline getirilmektedir.
Dolayısıyla verili kapitalist modernite sisteminde ne öyle sporcu olunur ne de seyirci. Her ikisi de mevcut istismarcı, sömürücü sistemi beslemekten başka bir işlev görmemektedir.
O halde sporu tarihine uygun olarak kültürel özünü uygun ve toplumsal bir faaliyet olarak yapmak gerekir. Kapitalist modernitenin her şeyin içini boşaltan, ele geçiren, kendi bireyci çıkarı temelinde kullanan gerçekliğini görerek, onunla her alanda olduğu gibi spor alanında da mücadele etmek gerekir. Genelde spor, özelde de futbol alanında kapitalist modernitenin yarattığı tahribatları görerek onunla mücadele etmeyi demokratik modernitenin inşasının önemli bir ayağı olarak görmek gerekir. Bu da bilinçlenerek, örgütlenerek ve alternatif bir zihni yapılanmayla sporu özüne uygun olarak toplumsallaştıran örgütlenmelerin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Bu yolda yapılacaklar, kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin inşası kapsamında ele alınmak durumundadır. Her iki modernite birbirine karşıt olduğundan, her ikisinin spor ve futbol anlayışının da farklı olması işin doğası gereğidir…