Soğuk savaş dengelerinin dağılmasından sonra kapitalizmin küreselleşmesi ve tüketim toplumu aşamasına gelmesinin gerektirdiği siyasal dengelerin oluşması mücadelesi olan 3. Dünya Savaşı, Ortadoğu merkezli sürmektedir. Hala yeni egemen ekonomik, toplumsal, siyasi sistemin dengelerinin oluşmasında dengeleri esas sağlayacak olan Ortadoğu’daki savaş olsa da Rusya-Ukrayna Savaşı da 3. Dünya Savaşı’nın önemli bir çarpışma alanı haline gelmiştir. Bu savaşın 3. Dünya Savaşı’nın sonucunu etkilemedeki önemi ise NATO ile soğuk savaş döneminin süper gücü olan Sovyetler Birliği’nin ana gövdesi olan Rusya arasında doğrudan bir savaş halinin varlığıdır. Görünürde Rusya-Ukrayna Savaşı olsa da esas olarak NATO-Rusya savaşı demek daha doğrudur. NATO tüm savaş gücünü sahaya sürmese de Ukrayna’ya Rusya’yı durduracak, hatta püskürtecek düzeyde çok yönlü destek sunmaktadır.
Bu savaşın Rusya’yı zorladığı kesindir. Ancak küresel kapitalizmin önemli bir parçası olan Rusya’ya karşı savaş, kapitalist modernitenin ekonomik ve mali sisteminde önemli sıkıntılar ortaya çıkarmıştır. Tabi ki enerji tedarikinde de önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. Böyle bir savaşı öngörmeyen Avrupa’nın kendisini özellikle Rus gazına bağımlı hale getirmesi bu alanda önemli sıkıntılar ortaya çıkarmıştır. Aslında kapitalist modernist sistemin önemli parçası olan Rusya’nın sistemden devre dışı kalmasına uluslararası tekeller hazır değildi. Bu nedenle birçok tekel denge kaybı yaşadı. Bir tür türbülansa girdi. Rusya savaşta zorlansa da ekonomik olarak zor duruma düşenler başta Avrupa olmak üzere diğer kapitalist ülkeler olmuştur. Konformist yaşam alışkanlığı içinde olan kapitalist ülkeler önemli sorunlar yaşamaya başlamıştır. Bu nedenle bir kesim kapitalist tekel ve siyasi güçler bu sorunun bir an önce çözülmesini beklemekteler. Ancak kapitalist modernitenin temel hakim güçleri sistem içinde hakimiyet ve etkilerini kaybetmemek ve ilerde böyle tehlikelerle karşılaşmamak için Rusya’ya geri adım attırmaya, kendilerinin belirlediği kapitalist modernist sistemin kurallarına uymayı kabul ettirmeye zorlamaktadırlar. Rusya’nın kapitalist modernist sistem çok kutuplu olsun biçimindeki siyasi yaklaşımını reddetmektedirler. Çünkü küreselleşen kapitalizmin doğası çok kutuplu bir siyasi sistemi kabul etmeyecek özelliklere sahiptir. Kapitalist sistem içinde göreceli olarak büyük güç olunabilir ancak iki yada üç kutuplu bir siyasi sistem küresel kapitalizm tarafından kabul edilmemektedir. Bu nedenle bu savaşın bir dönem daha süreceği anlaşılmaktadır. Ancak iki tarafın küresel kapitalizmin parçaları olacak biçimde gerçekleşecek bir uzlaşmayla bu savaş sonuçlanabilir.
Küresel kapitalizm içindeki siyasi mücadele ve bunun bölgesel düzeyde yaşanan savaşlar biçiminde pratikleşmesi sürekli olacaktır. Ancak bunlar 1. ve 2. dünya savaşlarında olduğu gibi çok şiddetli ve cepheden karşı karşıya gelme biçiminde yaşanmayacaktır. Ne mücadeleden ve savaşlardan kaçınabilir ne de küresel kapitalist sistemi felç edecek bir savaş içine girebilirler. Küresel kapitalizmin siyasal mücadelede genel karakteri böyle olsa da küresel kapitalizme ait yeni siyasal dengeler oluşana kadar Ukrayna savaşı gibi savaşlarla karşılaşmak da mümkündür.
1. ve 2. dünya savaşları da kapitalizmin krizinin ortaya çıkardığı bir sonuçtu. Rêber Apo’nun vurguladığı gibi reel sosyalizmin yıkılışı bir yönüyle de sistem içi krizi daha da ağırlaştıran etken olmuştur. Reel sosyalizm ile kapitalist sistem arasındaki çatışmanın dondurduğu tüm çelişki ve sorunlar küresel kapitalizmin sorunu haline gelmiş ve sistemi bir kriz ve kaosa sürüklemiştir. Rêber Apo küreselleşen kapitalizmin ABD şahsında bir kaos imparatorluğu ortaya çıkardığını; ABD’nin böyle bir gerçeklikle küresel kapitalizm imparatorluğu olarak sistemi dizayn etmek ve sistemi kriz içinde yönetmek durumunda olduğunu belirtmiştir. Ancak Rusya ve Çin gibi ülkelerin, hatta Avrupa’nın kendilerinin de etkin olduğu bir dünya düzeni istemeleri söz konusudur. Bu da küresel kapitalist sistem içinde mücadele ve çatışmalar ortaya çıkarmaktadır. Küresel kapitalizmin göreceli bir dengeye ve statükoya kavuşması da bu mücadeleler sonucu belirlenecektir. Rêber Apo, küresel kapitalizmin karakterini dikkate alarak 3. Dünya Savaşı’nın onlarca yıl süreceği değerlendirmesinde bulunmuştur.
Kapitalist sistem yoksullar ile zenginler arasındaki ekonomik uçurumu arttırıyor
Küresel kapitalist sistemin sorunları sadece sistem içi güçler arasındaki mücadele değildir. Kapitalist sistem hem ülkeler arasındaki hem de her ülkede yoksular ile zenginler arasındaki ekonomik uçurumu arttırıyor. Kapitalizmin doğasında var olan rekabet ve azami kar kanunu bu sorunların çözümünü mümkün kılmamaktadır. İlerici Enternasyonal gibi oluşumlar nispi demokrasi ve herkese yurttaşlık maaşı vererek kapitalizmin yarattığı siyasi ve toplumsal krizlere çözüm projesi önerseler de kapitalizmin doğasını değiştiremeyeceklerinden bu tür tedbirler de kalıcı çözüm yaratamaz. Kapitalizmin toplumsal ve kültürel alanda yarattığı sorunlar ise ekonomik ve siyasi krizlerden daha derindir. Kapitalizmin çürümüşlüğünün insanlığın sırtında yük olması ve mutlaka aşılmasını gerektiren bir sistem olması gerçeği esas olarak yarattığı toplumsal ve kültürel krizden kaynaklanmaktadır. İnsanlık kendini yaratan toplumsal ve kültürel değerlerden koparak makinaların benzine ihtiyaç duyması gibi yiyip içen bir varlık haline gelmeyecekse kapitalizmden ve onun modernitesinden kurtulmak zorundadır. Zaten insanlar şimdiden tüketim maddelerine erişmek dışında bir gayesi kalmayan sürüleştirilmiş bir varlığa dönüştürülmüştür. Kuşkusuz tarih boyu insanlığın var ettiği toplumsal ve kültürel değerler bu duruma mutlaka isyan edecektir.
Küresel kapitalizmin bu karakteri kendisine yönelik isyanın koşullarını olgunlaştırmaktadır. Özellikle tüm sömürülerin, baskıların ve egemenliğin dayandığı kadının ayağa kalkışı bu gerçekliği tüm açıklığı ile gözler önüne sermektedir. Zaten doğa çoktandır isyan etmektedir. Bu açıdan önümüzdeki dönem sistem karşıtı güçler kadın özgürlükçü ve ekolojik karakterde bir mücadeleyi örgütler ve yürütürlerse başarılı olabilirler. Rêber Apo bu gerçekliği dikkate almadan yürütülen mücadelelerin sistemi aşmasının mümkün olmadığını; hatta kapitalist moderniteye hizmet etme ve yedeklenme durumlarıyla karşılaşacaklarını vurgulamıştır. Zaten kadın özgürlük mücadelesinin ve ekolojik hareketlerin yükselişi bu gerçekliği hem ortaya koymakta hem de sistem içi güçlere yönelik mücadelenin bu boyutta yükseltilmesini dayatmaktadır. Sınıfsal mücadeleler de bu gerçekliği dikkate aldığı ölçüde gelişebilecek ve sonuç alabilecektir. Zaten devlet ve iktidarı hedefleyen her hareket ve mücadele sonuçta amacından kopacak; akıbeti reel sosyalizmden farklı olmayacaktır. Kapitalist modernist sistemin kaosta olduğu ve her gün bunun sonuçlarıyla karşılaştığımız açıktır. Bu gerçeklik sistem karşıtı güçlerin doğru ideolojik-teorik yaklaşımla her ülkeye ve topluma uygun özgün mücadele taktik ve yöntemlerini yaratıcı olarak yaşama geçirmelerini gerektirmektedir.
Genel siyasi, askeri, toplumsal, kültürel durum kapitalist modernitenin yaşadığı kriz ve bunun aşılması sorunlarını kısaca böyle ifade ederken Ortadoğu ve bu çerçevede Kürdistan’ın durumunun daha özgün ele alınması gerekmektedir. Ukrayna savaşı 3. Dünya Savaşı’nda dikkatleri kendi üzerine çekse de 3. Dünya Savaşı hala ağırlıklı olarak Ortadoğu üzerinden sürmektedir. Dolayısıyla yeni siyasi dengeler ve göreceli statüko da esas olarak buradaki duruma göre belirlenecektir. Öte yandan Ukrayna savaşı Türkiye-Rusya ilişkileri nedeniyle Ortadoğu’daki siyasi durumun da bir parçası haline gelmiştir. Ortadoğu gericiliğinin merkezi; daha doğrusu Ortadoğu’daki gericiliği ayakta tutan temel siyasi güç Türkiye’dir. Türkiye bu konumdan çıktığında tüm Ortadoğu’nun çehresi değişecektir. Bu açıdan bizim yürüttüğümüz mücadele aynı zamanda tüm Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bu gerçeğin altını bir daha çizmek gerekmektedir.
Ortadoğu gericiliğinin merkezi Türkiye, şimdi de jeopolitik konumunu kullanarak Ukrayna savaşından yararlanmaya çalışmaktadır. Rusya, Ukrayna’daki sıkışıklığını Türkiye üzerinden hafifletmeye çalışırken, NATO ise Türkiye’nin daha fazla Rusya’ya yanaşmasını engellemek için Türkiye’nin mevcut faşist iktidarına çeşitli konularda destek sunmakta; saldırılarına onay vermektedir. Türk devleti bugün içerde baskı ve zulmü arttırıyorsa, Türkiye sınırları dışına saldırıyorsa bundan NATO ülkeleri ve Rusya sorumludur. Eğer bunların desteği olmasaydı TC bu düzeyde bir kirli savaşı ne içerde ne de dışarda sürdürebilirdi. Bu gerçeklik Türk devletine karşı esas olarak da halkların özgücüne dayalı mücadeleyi geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. Tabi ki özgürlük ve demokrasi güçleri de diplomasi yapmalıdır; ancak esas olarak kendi güçlerine ve dünyadaki demokratik çevre ve halklarla kurduğu dostluk ilişkilerine dayanarak mücadele yürütmelidirler. Artık bugün halklar sadece iç ittifaklara dayalı olarak değil, dış ittifaklara dayanarak da mücadelelerini yürütmelidirler. 21. yüzyıl halkların özgürlük ve demokrasi mücadelelerine böyle imkanlar sunmaktadır.
Türk devleti içteki gericiliğe ve dıştaki desteğe dayanarak saldırılarını yürütse de AKP-MHP şahsında bugün dünyada çok fazlasıyla teşhir olmuştur. Hiçbir iktidarın teşhir olmadığı kadar bu iktidar ve Türk devleti teşhir olmuştur. Ortadoğu halkları içinde de görülmedik bir teşhiri yaşamaktadır. Zaten içerde de halkın desteğini büyük oranda kaybetmiştir. Bu açıdan AKP-MHP iktidarına karşı mücadele imkanları hiçbir dönemde olmadığı kadar artmıştır. Bu açıdan Türkiye’deki faşist iktidara karşı çok boyutlu mücadele yürütüldüğünde bu iktidarın yenilgisi kesindir. Zaten özgürlük mücadelemiz, kesintisiz mücadelesi ile AKP-MHP iktidarını esas olarak yenilgiye uğratmıştır. Mücadelemizle son darbeleri vurduğumuzda bu iktidar yıkılacaktır. Bu iktidar yıkıldığında her ne kadar restorasyoncular Türkiye’deki soykırımcı baskıcı sistemi ayakta tutmak isteseler de bunu başarmaları zordur. Demokrasi ve özgürlük güçleri mücadeleyi sürdürdüğünde Türkiye’de demokratikleşmenin önü sonuna kadar açılacaktır.
Kürt soykırımının odak noktası ve kaynaklandığı yer İmralı’dır
AKP-MHP faşizmine karşı yürütülen mücadelenin karakterini en açık ve somut biçimde İmralı’da görebiliriz. Rêber Apo üzerinde uygulanan tecrit ve yürütülen baskı ile Rêber Apo’nun buna karşı duruşu bu mücadelenin ne düzeyde olduğunun açık ifadesidir. Türk devletinin Kürtlere yönelik politikası soykırım politikasıdır. Bu açıdan Kürtleri örgütlü kılan ve bu soykırımın karşısına çıkaran Önderliğe soykırım politikasının en katmerlisinin uygulanması anlaşılırdır. Türk devletinin soykırım politikası dünyanın başka yerlerindeki soykırım politikalarından çok farklıdır. Amaç aynı olsa da bu amacı ortaya çıkaran etkenler farklıdır. Türk devleti Kürt soykırımını kendisinin varlık nedeni olarak görüyor. Bu açıdan Kürtleri soykırıma karşı çıkaran, Kürt halkını örgütlendirip bilinçlendiren bir önderliğe nasıl düşmanlık yapacaklarını çok iyi anlamak gerekir. Bu nedenle Kürt soykırımının odak noktası ve kaynaklandığı yer İmralı’dır. Kürt soykırımının nasıl bir karakterde olduğunu anlamak için İmralı’daki uygulamalara bakmak lazım; yine soykırıma karşı duruşun ne olması gerektiğini anlamak için de İmralı’ya bakmak lazım. Soykırımın en yoğunlaşmış biçimi İmralı’da uygulanıyorsa; özel savaşın ve psikolojik savaşın en yoğun biçimi İmralı’da uygulanıyorsa o zaman tecride karşı mücadelenin de Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesinin de nasıl olması gerektiği daha iyi anlaşılır. Rêber Apo’nun özgürlüğü için yürütülen mücadele ile Kürt halkının soykırımdan kurtarılması mücadelesi bir bütünlük arz ettiği için bu iki mücadelenin birbirinden koparılamayacağı açıktır. Kürt halkını özgürleştirmek için nasıl çok boyutlu bir mücadele vermek gerekiyorsa Rêber Apo için de benzer mücadeleyi yürütmek gerekir. Yoksa sadece bir zindandaki tecridi kırma ve bir siyasi tutukluyu özgürleştirme mücadelesi olarak görülürse bu tecridi kırma ve Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesi doğru ve yeterli verilemez. Bu açıdan Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesinin ne düzeyde olacağını iyi bilmek gerekir. Bunun için de İmralı’da uygulanan politikayı ve buna karşı gösterilen direnişin büyük anlamını ve derinliğini anlamak gerekir.
Bu değerlendirmeden yola çıkarak; o zaman Rêber Apo üzerindeki tecrit kırılmaz, Rêber Apo özgürleştirilmez, gibi bir karamsarlığa düşülmemelidir. Kürt soykırımını kırmaya ve halkımızı özgürlüğe kavuşturmaya nasıl inanıyorsak, buna da inanacağız. Yoksa Rêber Apo’yu herhangi bir siyasi tutuklu gibi görürüz. Zaten Rêber Apo üzerinde uygulanan soykırım politikasıdır, diyerek tecridin kırılması ve Rêber Apo’nun özgürleştirilmesini herhangi bir mücadele ile olamayacağını vurgulamış oluyoruz. Bu nedenle çok boyutlu ve daha etkili mücadele verilmesi gerektiğini ortaya koymuş oluyoruz. Kuşkusuz bu mücadele içinde hukuki mücadele de vardır. Tüm dünyadaki demokratik güçlerin Önderliği özgürleştirme mücadelesi de vardır. İmralı’daki tecridi teşhir de vardır. Bunlarla birlikte başta gençler ve kadınlar olmak üzere halkımızın örgütlü ve çok zengin yöntemlerle süreklileştireceği mücadele önemli olmaktadır. Zaten gerillanın ve halkımızın yürüttüğü tüm mücadeleler de tecridi kırma ve Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesidir.
AKP-MHP iktidarı tümüyle Kürt soykırımına kilitlenmiştir; bu açıdan da Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için her yolu denemektedir. Bu konuda en küçük bir gevşeme bile yapacak durumda değildir. Aksine, Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye politikasını gevşeten, dolaylı da olsa demokrasi güçlerini rahatlatacak her söylemi ve tutumu ihanet olarak değerlendirmektedirler. Demokrasiden söz eden herkes bu iktidar karşısında haindir! Kürtler yararlanır diye demokrasi düşmanlığı yapmaktadırlar. Kürt soykırımının en katı ve yoğun uygulandığı alan da İmralı olduğundan; İmralı’daki tecrit bu kadar katıdır ve baskı da yoğundur. Öte yandan Kürt halkı üzerinde baskının yoğun olduğu ve Özgürlük Hareketimizin tasfiye edilmek istendiği bu ortamda Rêber Apo bu politikalarda bir değişiklik görmeden bu iktidarın hiçbir sözünü ve tutumunu da ciddiye almaz. Rêber Apo, bu nedenle AKP-MHP iktidarının Kürt sorunu konusunda soykırım politikasını yoğun sürdürdüğü bu ortamda kardeşinin gelişine tepki göstermiştir. Bu tür görüşmeleri Kürt soykırımı İmralı’daki politikaları normalleştirme olarak değerlendirmiştir. Rêber Apo bir görüşme olacaksa bunun politik bir anlamı olmalıdır; politik bir kişilik olarak görüşme yapılmalıdır, yaklaşımı içindedir.
1982 zindan direnişçileri de Rêber Apo’nun tutumuna benzer bir tutum içinde olmuşlardır. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu başlayınca 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu şehitleri bu eyleme başlar başlamaz aile ve avukat görüşüne çıkmama kararı almışlardır. Direnişleri dışarıda bu direnişin ciddiyeti daha iyi anlaşılsın diye bu tutumu takınmışlardır. Aileler ve avukatlar görüşe gidiyor ama 14 Temmuz direnişçileri aile ve avukat görüşüne çıkmıyorlardı.
Rêber Apo aile görüşünü kendi konumunu normalleştirme olarak görmüştür. Eğer görüşmeye gelinecekse avukatların gelmesini istemiştir. Çünkü Rêber Apo’nun avukatları siyasi bir tutsağın avukatıdırlar; hem de Rêber Apo’nun avukatı olmalarının siyasi anlamının bilincinde olanlardır. Rêber Apo da kendi konumunun siyasi anlamını onlara anlatmakta ve siyasi duruşunu dışarıya doğru yansıtılmasını istemektedir. Zaten Türk devleti bunu bildiğinden 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana yerel seçim dönemindeki istisnalar dışında avukat görüşüne izin vermemiştir. Bu görüşmeleri 2018-2019 zindan direnişleri sonucu ve yerel seçim döneminde kendi seçim hesabı ile yaptırdığı bilinmektedir.
Türk devleti, Rêber Apo’nun görüşe çıkarsa mutlaka siyasi bir mesaj vereceğini çok iyi bilmektedirler. Bu açıdan mimiğinden dahi korktukları için ağır tecrit uygulamaktadırlar. Rêber Apo’nun ideolojik duruşu ve siyasi dehasının farkındadırlar. Bu nedenle Kürt soykırımı için yoğun bir özel savaş ve psikolojik harekat yürüttüklerinden Rêber Apo’nun bunu boşa çıkaracak tek bir cümle söylemesinden dahi korkmaktadırlar. Soykırım savaşını çok keskin biçimde yürüttüklerinden buradan en ufak gedik açılmasına bile tahammülleri yoktur. Bu açıdan bu ağır tecritten çıkaracağımız en büyük sonuç savaşın ve buna karşı mücadelenin keskinliğidir. Bu gerçeklik hem İmralı’da hem de dışarda soykırım savaşı ve buna karşı mücadelenin çok keskin bir biçimde sürdüğünün ifadesi olmaktadır.
Bubo Taş ve Mehmet Akar’dan İmralı tecridine karşı mücadeleyi daha fazla yükseltin çağrısı
Rêber Apo üzerindeki tecride karşı mücadele ve Rêber Apo’nun özgürlüğü konusunun Kürdistan toplumundaki etkisi Bubo(Veysi) Taş ve Mehmet Akar’ın eyleminde açıkça görülmüştür. Rêber Apo üzerindeki tecridin kalkması ve özgürlüğü için daha fazla mücadele edilmeli mesajı vermişlerdir. Kuşkusuz Rêber Apo üzerindeki tecrit ve özgürlüğü konusunda bir duyarlılık vardır. Bu her gün daha fazla gelişmektedir. Uluslararası alanda Önderliğe sahiplenme büyük oranda artmıştır. Rêber Apo’ya farklı halklardan gençler, kadınlar, aydınlar, yazarlar, entelektüeller, sendikacılar, sosyalistler, devrimci demokratik güçler sahiplenmektedir. Kürt halkının her yerde sahiplenmesi vardır. En son HDP milletvekillerinin adalet bakanlığı önündeki eylemi Türkiye’de tecride karşı mücadeleyi daha da görünür kıldı. Bubo Taş ve Mehmet Akar’ın eylemleri bu süreci daha da fazla hızlandırmaya yol açacak katalizör görevi görecektir.
Bubo Taş ve Mehmet Akar İmralı gerçeğinin derin bilinciyle yürütülen mücadeleyi daha fazla yükseltin çağrısı yapmışlardır. Bu eylemler ve çağrı Rêber Apo üzerinde uygulanan soykırım politikasına tahammülümüz kalmamıştır; soykırımdan kurtulmak istiyorsak mücadeleyi daha fazla yükseltmeliyiz, mevcut durumu kabul etmemeliyiz, mesajı olmuştur. Sarsıcı eylemler olduğundan soykırımcı sömürgeciliğe karşı mücadele verenleri daha fazla mücadele etmeye sevk edecektir. Yüreklere, vicdanlara, beyinlere, yurtseverliğe ve devrimci sorumluluğa yapılan bu çağrı çok önemlidir. Bu tür eylemler tarihte rollerini oynayarak bireyleri ve toplulukları daha etkili mücadeleye sevk etmiştir. Mazlum Doğan’ın cezaevinde yaptığı eylem büyük eylemlerin ateşleyicisi olmuş; zindanda 12 Eylül’ü yenilgiye uğratan büyük eylemlerin gelişmesinde tetikleyici rol oynamıştır. Bubo Taş ve Mehmet Akar’ın eylemi de benzer bir rol oynayacaktır. Tabi ki bu eylemler tekrarı olmayan eylemlerdir. Tekrarının yapılması bu eylemlerin anlamını ve etkisini zayıflatır; daha doğrusu bu eylemlerin yaptığı çağrı ve verdiği mesajı anlamamak olur.
Bubo Taş, 12 Eylül faşizmi koşullarında zindanda olan Mazlum’un, Dörtlerin ve 14 Temmuz Direnişçilerinin mücadelesi ve şehadetlerine şahit olmuş bir arkadaştır. Yine on yıllardır mücadelenin ve büyük değerlerin nasıl zorluklarla yaratıldığını bilen bir arkadaştır. Bu nedenle soykırımcı sömürgeciliğin Rêber Apo şahsında yaratılan tüm değerlere saldırı olduğunu ve Kürt halkının soykırıma uğratılmak istendiğini görerek yaşamını ortaya koyan eylemini gerçekleştirmiştir. Uğruna ölünecek yaşamı yaratmak için büyük direniş ortaya koyan ve yaşamlarını veren 14 Temmuz Direnişçilerini çok iyi tanımaktadır. Bubo Taş da Kürdün var olması ve uğruna ölünecek bir yaşama kavuşması için eylemini gerçekleştirmiştir. Herkesi de uğruna ölünecek bir yaşamı yaratmak için mücadeleyi daha fazla yükseltmeye çağırmıştır.
Mehmet Akar, 50 yıllık mücadelenin bilinçlendirdiği ve olgunlaştırdığı bir gençtir. Önderlik ve 50 yıllık mücadele gerçeğinde Kürt halkının nasıl bir mücadele içinde olduğunun bilincine varmıştır. Mehmet Akar eylemiyle Kürt gençliğinin nasıl bir sorumluluk ve tutum içinde olması gerektiğini ortaya koymuştur. Eylemiyle Rêber Apo’nun özgürlüğünde rolünün olmasını istemiştir. Rêber Apo’nun özgürlüğünde rolünün olmasını anlamlı yaşamın esası olarak görmüştür. Yaşama böyle bir anlam yüklemiştir. Rêber Apo’nun özgürlüğünde rol almayı en büyük onur ve yaşamı en değerli anlama kavuşturma olarak görmüştür. Kürt gençliği, gençlik Rêber Apo’nun fedaisidir, diyerek yaşamı böyle anladığını her fırsatta ortaya koymaktadır. Mehmet Akar bu duruşun şu anda böyle bir eylem gerektirdiğini düşünerek bedenini tutuşturmuştur. Mehmet Akar’ın ne düzeyde bir bilince sahip olduğu, ailesinin özel savaş etkisine girmesine karşı gösterdiği tutumundan da bellidir. Kürt toplumu için geri aile bağlarının değil, özgürlük duruşunun gerekli olduğunu göstermiştir. Soykırımcı sömürgecilik aileleri özgür yaşamdan ve kimliğine sahip çıkmaktan kopararak özel savaş aracı haline getirmek istemektedir. Son yıllarda bunun için her yol ve yöntemi denediği bilinmektedir. Bazı aileleri ya tehdit ederek ya da bazı imkanlar sunarak özgürlük mücadelemize karşı bir özel savaş aracı haline getirmektedir. Mehmet Akar tam bir Apocu bilinçle PKK’nin yeni aile yaklaşımıyla ailesinin özel savaş aracı olmasına karşı da örnek tutum koyarak Kürt ailelerine yurtsever ve demokrat olmaları gerektiği mesajını da vermiştir. Mehmet Akar’ın eylemi bir de bu yönüyle anlamlı ve değerlidir.
Bu değerli iki eylemciyi saygı ve minnetle anıyorum. Onların Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan özlemleri mutlaka gerçekleştirilecektir.
Soykırımcı sömürgecilik Önderlik üzerindeki soykırım saldırılarını her yönlü sürdürmektedir. Özellikle Rêber Apo’nun paradigmasının en temel ayağı olan kadın özgürlük çizgisini kendi soykırım politikası için çok tehlikeli gördüğünden kadın öncülerine özellikle saldırmaktadır. Nagihan Akarsel yoldaşın Süleymaniye’de katledilmesinin ardından Paris’te Evin Goyi yoldaş ve 2 değerli yurtseverin katledilmesi Kürt halkını soykırıma uğratma saldırısı olmaktadır. Rêber Apo, Sara yoldaş katledildiğinde ikinci Dersim soykırımı olarak tanımlamıştı. 2. Paris Katliamı da böyle bir saldırıdır. Soykırım gerçekleştirmek için de her yerde mücadelemizin kökünü kazımayı hedeflemektedir. Nasıl ki Kürt önderleri ve direnişçilerinin mezarının olmaması isteniyorsa; özgür Kürde ve örgütlenmesine dair hiç bir şey bu dünyada kalmamalıdır! Özgür tek bir Kürdün varlığını bile kendi soykırım amacı için tehlike olarak görmektedir. Böyle bir Kürt düşmanlığı ile karşı karşıyayız.
Bunları da hala Kürtlerin özgür varlığını kabul etmeyen uluslararası güçlerin tutumuna dayanarak yapmaktadır. Paris’te 2. katliam olmasına rağmen Türk devletine bir tutum alınmaması bunun sonucudur. Saldırı Kürde yapıldığında sessiz kalmaları Türk devletiyle Lozan’dan bu yana kurulan soykırım ilişkisidir. Hala Lozan’da kurulmuş soykırım sistemi geçerli ve kabul gören sistemdir. Bu açıdan Türk devletine açık tavır almıyorlar. Tavır almaları 20. yüzyılda kendilerinin de içinde olduğu Ortadoğu düzenine itiraz etmekle olur. Bu açıdan Fransa bu katliamları yapan Türk devletine karşı tutum almıyorsa bunu böyle anlamak gerekir.
Kuşkusuz Fransa’nın bu tutumunu değiştirmek ancak Fransa’daki demokratik güçlerle birlikte olur. Aslında 20. yüzyılda kurulan Ortadoğu sistemi sarsılmıştır. Özellikle 50 yıldır yürüttüğümüz mücadele soykırımcı sistemin temellerini sarsmış, teşhir etmiş, savunulamaz ve sürdürülemez hale getirmiştir. Eğer Fransa, Avrupa ve dünyadaki demokratik güçlerle birlikte mücadele verilirse; mücadelemizin sürdüğü koşullarda bu soykırımcı sistemin parçası olan güçleri bu sistemi savunamaz hale getirebiliriz. Çünkü 100 yıl önceki bir sistemi savunacak ve sürdürecek siyasal koşullar yoktur. Bu açıdan Fransa’daki sol güçlerin, demokratik güçlerin tutumu önemliydi. Bu tutum Fransa’nın bu soykırım ilişkisindeki tutumuna geri adım attırılabileceğini ortaya koymuştur. Bu açıdan bu güçlerle birlikte bu katliamların peşini bırakmamak ve ortak mücadeleyi daha da geliştirmek çok önemlidir.
Şehitlerine sahip çıkan bir halk mutlaka özgür yaşama kavuşur
Avrupa’daki halkımızın 2. Paris Katliamı’ndaki tutumu da çok güçlü ve anlamlı olmuştur. Avrupa’daki halkımız bu tutumuyla mücadelemize önemli bir moral destek verdikleri gibi toplumsal diplomasi açısından da çok büyük rol oynamaktadırlar. Kürtler Avrupa’da bir ulusal topluluk olma gerçeğini netleştirmiş ve somutlaştırmışlardır. Avrupa’daki halkımız soykırıma karşı direnecek en temel toplumsal güçlerden biri haline gelmiştir. Böyle bir ulusal topluluk haline gelmek çok önemlidir. Rêber Apo’ya yönelik uluslararası komploda gösterdikleri tutumla özgür Kürt gerçeğinin çok önemli parçası haline geldiklerini kanıtlamışlardı. Zaten Avrupa’daki bu Kürt gerçekliğinin ortaya çıkmasını sağlayan da Rêber Apo’dur. Komplodan önce, sürekli yakından ilgilendiği alanların başında Avrupa gelmiştir. Eğittiği yüzlerce kadroyu Avrupa’ya gönderdiği gibi, Avrupa’dan Önderlik Sahasına gelen yüzlerce yurtseveri eğiterek de Avrupa’daki örgütsel yapılanmanın toplumsal gücünü bizzat yaratmıştır. Bu nedenle genelde olduğu gibi Avrupa’daki Kürt toplumsal gerçekliğinin yaratıcısı da Rêber Apo’dur.
Avrupa’daki halkımız ve dostları Paris şehitleri Sara, Rojbin ve Ronahi yoldaşları görkemli uğurlamasında olduğu gibi 2. Paris şehitlerini de görkemli uğurlamıştır. Halkımız şehitlere bağlılığını Ozan Mir Perver ve değerli yurtsever Abdurrahman Kızıl’a sahip çıkarak göstermişlerdir. Muş’taki sahiplenme halkımızın şehitlere bağlılığının kanıtı olmuştur. Kars Kağızman’daki halkımız da tüm engellemelere rağmen şehidine sahip çıkmıştır. Şehitlerine sahip çıkan bir halk mutlaka özgür yaşama kavuşana kadar mücadelesini sürdürür. Şehitlere bu sahiplenme soykırımcı sömürgeci Türk devletinin özellikle 8 yıla yakındır yürüttüğü ağır baskıların amacına ulaşmadığını ortaya koymuştur. Saldırılar, şehadetler, bırakalım halkımızı mücadeleden vazgeçirmeyi, daha fazla bağlanmasını beraberinde getirmektedir. Rêber Apo’nun ‘Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak’ adlı kitabında;
‘Sincar Dağları’nda Derwêşê
Evdê’nin yanında olsaydım!
Beyaz atların sırtında
Musul Ovası’na dalsaydım
Derwêş vurulduğunda sırtlayıp
Kürdistan dağlarına götürseydim
O’na, “Bak, binlerce Edulê ve
On İkiler var” deseydim
Tanrıçaların taht kurduğu
bu dağlarda rahat uyu, deseydim
Ölüm nereden ve nasıl gelirse
gelsin artık gam yeme,’
Kesinleşen Kürtlük ve özgür yaşam
ebedi gerçekliktir deseydim!’
Şiirinin Paris şehitlerine sahiplenmede bir daha dile geldiğini görmekteyiz.
Soykırım savaşının çok keskin ve sert geçtiğinin en yakıcı olduğu yer ise iki yıldır Medya Savunma Alanları’na yönelik işgal harekatı ve buna karşı direniştir. İmralı’da süren mücadele Medya Savunma Alanları’na böyle yansımaktadır. 14 Nisan’da Medya Savunma Alanları’nı en fazla bir ay içinde ele geçirmeyi düşünüyorlardı. 9 ayı aşkındır saldırılarına rağmen amaçlarına ulaşamadıkları gibi büyük kayıplar vermişlerdir. Sınıra çok yakın alanlar dışında indirmelerle tuttukları yerleri gerillanın eylemleri karşısında büyük oranda bırakmak zorunda kalmışlardır. Kaldıkları bazı yerler ise KDP’ye sırtını dayadıkları, lojistik ve ikmallerini bu çerçevede sağladıkları yerlerdir. Hala bazı yerlerde silahlı hava araçları şemsiyesi altında kalmaya ve tutunmaya çalışsalar da siyasi olarak büyük bir yenilgi yaşamışlardır.
Türk devletinin Medya Savunma Alanları’nda yaşadığı bu yenilginin başta Kürdistan ve Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu açısından çok önemli siyasi sonuçları olmuştur. AKP-MHP faşizmi burada elde edeceği başarı ile seçime gidip Türkiye’yi uzun yıllar hakimiyetleri altına alacağını, Kürdistan’da yürüttükleri soykırım politikasını sonuca götürmek için de önemli bir adım atmış olacağını düşünüyordu. Bu iki hedefleri de akamete uğratılmıştır. Eğer Medya Savunma Alanları’nda alan hakimiyetini sağlasalardı buna dayanarak sadece Irak üzerinde değil, Ortadoğu’da da siyasi dayatmalarda bulunacaktı. Suriye’de de işgal ettiği yerleri kalıcılaştıracak; Rojava Devrimi’ni boğmak için kapsamlı işgal harekatlara girişeceklerdi. Bu temelde Ortadoğu’daki özgürlük ve demokrasi güçlerine büyük bir darbe vurarak Ortadoğu’da kendi etkisinde gericiliğin ayakta kalması ve güçlenmesi sağlanacaktı. Bir yönüyle Ortadoğu’daki siyasi dengeleri büyük oranda kendi lehlerine çevirecek, uluslararası güçler karşısında da konumunu güçlendirecekti. Türkiye bırakalım bu konumuna ulaşmayı askeri ve siyasi olarak büyük bir itibar kaybına uğramıştır. Nitekim bu direniş sonucu Irak, Türkiye’ye karşı itirazlarını yükseltmeye başlamıştır. Yine bu direnişin ortaya çıkardığı sonuçlar nedeniyle YNK Türkiye’nin ve KDP’nin yaptığı baskılara boyun eğmemiştir. Tüm bunların çok önemli siyasi sonuçları ve kazanımları olduğu açıktır.
Bu gerilla direnişi; serhildanların ve 40 yıldır süren gerilla mücadelesinin yarattığı Kürt halk gerçeğine yeni değerler katmış; bu temelde Kürt halkının kendini yeniden yaratmasına yeni boyutlar eklemiştir. Gerillanın gösterdiği görülmemiş fedai direniş Kürt halk yiğitliğini yenilmez kılan bir aşamaya çıkarmıştır. Kürt halkının direnişle geçen her yılda yeni değerlerle kendini yeniden yaratması Medya Savunma Alanları’nda yürütülen direnişle yeni bir düzey kazanmıştır. Kürt halkının kendini direnişle yaratarak sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın en özgürlükçü, en demokratik halkı haline gelme süreci devam etmektedir. Kadın özgürlükçü ekolojik demokratik paradigma ve Kürt toplumunun bu değerleri en güçlü biçimde kendinde somutlaştırması Kürt halkını demokratik uygarlığın yeni hamlesi olan demokratik modernite hamlesinin öncüsü haline getirmiş durumdadır. 20. yüzyılda Ortadoğu’da itibarsızlaştırılan ve sahipsiz halk olarak görülen Kürtler, bugün Rêber Apo ve onun önderlik ettiği mücadele ile insanlığın en itibarlı halkı haline gelmiştir. Rêber Apo ve Hareketimiz Kürt halkına bu onuru yaşatmıştır. Kürtlüğün Ortadoğu ve dünyada yükselen bir değer haline gelmesi çok önemlidir. Bu aynı zamanda soykırım politikalarına vurulmuş ağır bir darbe olmuştur. Böylece neolitik toplumu (insanlığın kök değerlerini) yaratmış coğrafyanın halkı olarak insanlık içinde tarihine yakışır yerini almıştır.
Kuşkusuz halkımızın değerli evlatları genç gerilla arkadaşlarımız soykırımcı sömürgeciliğin uğursuz amaçlarının, yani Kürtleri soykırıma uğratıp tümden ortadan kaldırmak istemesinin derin bilincine vardıkları için bu düzeyde direnmektedirler. Halkımızın varlığı önünde kendilerini barikat yapmışlardır. Kendi yaşamlarını vererek halkımızı yaşatmaktadırlar. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm halkımız bu gerçekliği görerek soykırıma karşı mücadelelerini her yerde yükseltmelidirler. Gerillalarımızın yükselttiği bu ölçü ortadayken halkımız mücadelesiz kalamaz. Gençler ve kadınlar öncülük yaparak halkımızın soykırıma karşı mücadelesini yükseltmelidirler. Rêber Apo’ya bağlılık da budur. Rêber Apo gençlere, kadınlara ve halkımıza çok büyük değerler kazandırmışken tabi ki yapılması gereken her alanda mücadeleyi yükseltmek olmalıdır. Zap, Avaşîn ve Metîna başta olmak üzere Medya Savunma Alanları’ndaki direnişi anlamak ve anlamlandırmak ancak böyle olur. Yoksa gerilla büyük direniyor, düşmana darbe vuruyor, demenin bir anlamı olmaz. Çünkü gerillanın mücadelesi gençler ve kadınlar başta olmak üzere halkımızın mücadelesiyle tamamlanmazsa soykırımcı sömürgecilik amaçlarından da saldırılarından da vazgeçmeyecektir. Bu gerçekliğin de iyi bilinmesi gerekir. Çünkü karşımızda varlığını Kürt halkının yok edilmesine bağlayan bir zihniyet, iktidar ve devlet sistemi vardır. Bu sisteme karşı direnişi geliştirip demokrasi mücadelesi verenleri güçlendirerek Türkiye’yi demokratikleşmeye zorlamadan soykırımcı sömürgeci zihniyeti ve uygulamalarını ortadan kaldırmak söz konusu olamaz. Düşmana darbeler vurulur, düşman belli düzeyde durdurulur ancak soykırım zihniyeti ve politikası var olduğundan 100 yıldır olduğu gibi soykırım saldırıları ile karşı karşıya kalırız. Kaldı ki soykırım tehlikesi günümüzde yakıcı ve yakın tehlike durumdadır. Bu açıdan bu yıl ve önümüzdeki birkaç yıl geleceğimizi sadece etkilemeyecek; belirleyecektir.
Ortadoğu genelinde yürüttüğümüz mücadelemizin muazzam sonuçları görülmeli
2022 yılında büyük bir mücadele verdiğimiz tartışmasız bir gerçekliktir. Bu mücadele özgürlük mücadelemizin 2023 yılında güçlü geçmesi için büyük bir zemin yaratmıştır. Özellikle sorunların fazlasıyla ağırlaştığı Ortadoğu’da ideolojik siyasi çizgimizin çözümleyici gücü, mücadelemizin gelişmesi ve büyük kazanımlar elde etmesine fazlasıyla imkan sunmaktadır. Böyle bir tarihi devrimci sorumluluğun bilinciyle hareket edip bunun örgütlenmesini, eylemini, politik taktik ve diplomasisini güçlü yaptığımızda 2023 yılında beklediğimizden daha büyük sonuçlar elde edeceğimiz açıktır.
Dünya bir kaostan geçerken Ortadoğu tam anlamıyla yaradılış anı olan kaos aralığını yaşamaktadır. Kaos aralığında küçük dokunuşların bile büyük sonuçlar yarattığı dikkate alınırsa bizim Ortadoğu genelinde yürüttüğümüz büyük mücadelemizin muazzam sonuçlar yaratacağı görülmelidir. Bu açıdan karamsar, savunmacı, büyük kazanmayı düşünmeyen tutumlardan kaçınmak çok önemli olmaktadır. Kaos aralıkları tam da bizim gibi devrimci hareketlerin zamanıdır. Özellikle kapitalist modernitenin, ulus devletin, milliyetçi ve dinci hareketlerin sorunları ağırlaştırdığı günümüzde Rêber Apo’nun paradigması doğrultusunda verilecek mücadele önünde hiçbir güç duramaz. Çürümüşlük, kokuşmuşluk, her türlü çözülme had safhaya varmıştır. Nasıl ki Hristiyanlık, İslamiyet, Rönesans ve sosyalizmin etkisi durdurulamayacak biçimde dünyaya yayılmışsa Rêber Apo’nun paradigması tam da bu niteliktedir. Zaten büyük düşünceler tam da ona ihtiyaç duyulduğu dönemde ortaya çıkarlar. Bu açıdan Rêber Apo ve paradigması gerçeği de böyle bir tarihsel toplumsal gerçeğin geldiği aşamanın sonucudur. Bizler de Rêber Apo’nun takipçileri olarak bu tarihsel rolü üstlenip güçlü örgütlenme ve pratikleşmeyle sorumluyuz. Zaten bugün Kürt halkına böyle bir rol üstlenen halk olarak bakılmaktadır.
Bugün Bakurê Kurdistan ve Kürt halkı Türkiye’nin siyasi geleceğini belirleyecek bir mücadele içindedir. Özgürlük Mücadelemiz Türkiye’yi yakından etkilemektedir. Türkiye’de soykırımcı sömürgeciliğin azgınca saldırmasının bir nedeni de budur. Kürdistan halkı ve toplumunda yaşanan gelişmelerin Türkiye’nin diğer alanlarına taşmasının önüne geçilmek istenmektedir. Ancak bugün Özgürlük Mücadelemiz Kürt halkının yoğun yaşadığı Marmara, Çukurova, Ege ve Akdeniz’i derinden etkilemektedir. Türkiye’deki siyasi, toplumsal ve kültürel yaşamı değişime zorlamaktadır. Kürtler, devrimci demokratik güçlerle kurduğu ittifaklarla böyle bir devindirici ve dönüştürücü güce kavuşmuşlardır. Soykırımcı sömürgeciliğin bu kadar azgınca saldırmasının altında da bu gerçeklik yatmaktadır. Eğer Türkiye’de kadınlar ayaktaysa, gençler ve toplum demokrasi istiyorsa, özgür ve demokratik yaşam özlemi geniş çevreleri etkiliyorsa bunda Kürt halkının onlarca yıldır yürüttüğü özgürlük mücadelesinin payı büyüktür. Kuşkusuz bu mücadelede Türkiye’deki sol güçlerin bugüne kadar ağır bedeller vererek yürüttüğü mücadelenin de önemli bir payı bulunmaktadır. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük yükselen değer haline gelmiştir. Soykırımcı sömürgeci güçlerin bu etki altında sistem içi güçlerin bile dile getirdiği demokrasi ve özgürlük söylemine büyük tepki göstermesi dipten gelen dalganın yarattığı demokrasi ve özgürlük tsunamisinden duyulan korkunun sonucudur.
Normal bir seçimde AKP-MHP iktidarının kaybetmesi kesindir
AKP-MHP iktidarının mücadelemiz sonucu yıkılma noktasına gelmesi bu korkuyu artırmıştır. AKP-MHP faşizmi iktidardan düştüğünde demokrasi ve özgürlük özleminin kendilerini süpürüp atacak bir durum ortaya çıkaracağından korkmaktadır. İktidardan düşmeyi daha önceleri olduğu gibi sistem içi bir gücün gidip başka bir sistem içi gücün gelmesi olarak görmemektedir. Zaten kendileri yeni bir siyasi sistem öngördüklerinden iktidardan gitmemek için her yola başvurmaktadırlar. Normal bir seçimde AKP-MHP iktidarının kaybetmesi kesindir. Özgürlük ve demokrasi mücadelemiz Türkiye toplumunu derinden etkilediği gibi AKP-MHP faşizminin ağır baskısı da toplumdaki demokrasi ve özgürlük özlemini artırmıştır. Ağır baskı ortamları bu tür özlemleri artıran etken olmuştur.
Bu iktidar seçim yapılsa bile çeşitli hile ve oyunlarla iktidarını bırakmayabilir. Bu yeni bir durum ortaya çıkarır. Baskılarını artırır; Türkiye’yi tamamen kendi düşündükleri gibi şekillendirmeye çalışırlar. Kuşkusuz bunun yaratacağı olumsuzluklar olacaktır. Özellikle Kürt halkı üzerindeki soykırım politikaları ve saldırılar artırılacaktır. Kürt soykırımını tamamlamak için yeni adımlar atacaktır. Şimdiye kadar uyguladığı politikaları; seçim kazanmış ve yeni bir meşruiyet elde etmiş gibi daha pervasız biçimde uygulamaya geçirebilecektir. Kendisini meşruiyet yenilemiş bir iktidar olarak görse de esasında meşruiyeti kalmadığından mücadele karşısında konumu daha da zayıflayacaktır. Dolayısıyla mücadele edildiğinde toplum gücü ile bu iktidarın yıkılması ve tüm suçlardan yargılanması kaçınılmaz hale gelecektir. Belki halklarımıza yeni acılar çektirecektir; ancak halkların ve demokrasi güçlerinin mücadelesi karşısında kaçınılmaz akıbetten kurtulamayacaklardır. Özcesi bu iktidarın seçim yapmayacağı ya da seçim yapılsa da gitmeyeceği, olasılıklardan biridir. Tüm özgürlük ve demokrasi güçlerinin daha şimdiden buna hazırlanması; bu yeni durumda mücadelenin derhal örgütlenip bu iktidarın alaşağı edilmesi sürecinin hızlandırılması gerekir. Çünkü o güne kadar AKP-MHP faşist iktidarının seçimle gideceğini düşünen toplumu bu iktidara karşı daha radikal biçimde örgütleme ve harekete geçirme imkanı doğacaktır.
Seçimin yapılacağı gündeme girilmiş bulunulmaktadır. Eğer demokrasi güçleri ittifaklarını genişletir, AKP-MHP iktidarının seçim hileleri ve oyunlarına karşı gerekli tedbirleri alırlarsa bu iktidarın seçimle alaşağı edilmesi ihtimali de bulunmaktadır. Halklarımız bu iktidardan kurtulmak istemektedir. Bu seçimde faşist ittifakın hilesiz kazanması mümkün gözükmemektedir.
Hem cumhurbaşkanlığı hem milletvekilliği seçimi yapılacaktır. Milletvekilliği seçimleri de siyasi güçlerin gücünü ortaya koyması açısından önemli olmakla birlikte kritik olan seçim cumhurbaşkanlığı seçimidir. Tam bir diktatör yetkisiyle donatılmıştır. Siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamın belirleyicisi haline gelmiştir. En önemli sorumluluk mevkilerine atamayı bizzat cumhurbaşkanı yapmaktadır. Bakanlıklar tamamen ona bağlıdır. Zaten bu nedenle esas gündem cumhurbaşkanlığı seçimi ve gösterilecek adaylar konusudur.
Cumhur ittifakı denilen AKP-MHP faşist iktidarının adayı bellidir. Millet İttifakı ise hala adayını belirleyememiştir. Bu ittifakın en güçlü adayı olan Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak getirilmiştir. Mevcut durumda onun aday olması mümkün gözükmüyor. Yüksek Seçim Kurulu yargı kararını göstererek onun adaylığını onaylamayacaktır. İyi Parti bu durumu fırsata çevirip Mansur Yavaş’ın aday olmasını istemektedir. Kuşkusuz CHP, İyi Parti’yi daha fazla öne çıkaracak bu seçeneğe sıcak bakmayacaktır. CHP içinde önemli bir kesim Kılıçdaroğlu’nu aday göstermek istemektedir. Ancak Kılıçdaroğlu’nun seçilemeyebileceği yönünde kuşkular bulunmaktadır. Zaten İyi Parti ve bazı çevreler Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Kürt olmasından dolayı çeşitli kesimlerin oy vermeyeceğini ileri sürmektedir. AKP ve onun ilişkide olduğu bazı çevrelerin özellikle Aleviliğini çeşitli biçimlerde gündeme getireceği sır değildir. Çünkü bu çevrelerin zihniyetinde sadece tek dil, tek millet, tek vatan ve tek devlet yoktur. Tek din de vardır. Zaten hedefleri Türk-İslam sentezli bir siyasi toplumsal sistemdir. Türk-İslam sentezi Kürtlerin soykırımını hedeflediği gibi Alevileri de inanç soykırımına uğratmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini sanki olumsuz bir kimlikmiş gibi kullanacakları açıktır. Tabi ki demokrasi güçleri açısından böyle bir şeyin tartışılması bile söz konusu olmaz; hatta şimdiye kadar yok sayılmış ve ötekileştirilmiş kimlikten birisinin seçilmesini Türkiye’deki zihniyet değişimi ve demokratikleşme açısından olumlu görülür. Çünkü, Türkiye’nin en temel sorunlarından biri tekçi bir zihniyetin varlığıdır. Ancak Türkiye’de Alevilere ve Kürtlere yönelik bir kesimde derin ön yargılar yaratıldığı da bilinmektedir.
Millet İttifakının en büyük handikabı ve olumsuzluğu başta Emek ve Özgürlük İttifakı olmak üzere demokrasi güçlerini dikkate almadan bir aday gösterme eğilimidir. Hem demokrasi ve özgürlükten söz edecekler hem AKP-MHP ittifakını devirmekten söz edecekler hem de demokrasi ve özgürlük mücadelesini esas olarak veren, bunun için bedel ödeyen, AKP-MHP ittifakının en fazla saldırdığı güçler dikkate alınmayacak! Bu, Millet İttifakının demokrasi ve özgürlük söylemlerinin ne kadar sahte olduğunu ortaya koyduğu gibi AKP-MHP faşist ittifakını alaşağı etme konusunda ne kadar samimi oldukları konusunda da kuşku uyandırmaktadır. Zaten bunların düşündükleri demokrasi ve özgürlük değil, sistemi restore etmektir. Kuşkusuz AKP-MHP ittifakına karşı demokrasi güçlerinin güçlü mücadelesi var olduğundan bu iktidarın düşmesi restorasyondan öte sonuçlar doğurabilir. Toplumun demokrasi ve özgürlük özlemi güçlü olduğundan demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi için olumlu bir zemin ortaya çıkar. Kuşkusuz bu da demokrasi ve özgürlük güçlerinin örgütlülüğü ve mücadelesine bağlıdır. Restorasyoncuların önüne geçme, Türkiye’de demokratikleşmeyi geliştirme demokrasi ve özgürlük güçlerinin performansına göre bir düzey kazanacaktır.
Türkiye’de ekonomik kriz var. Bu ekonomik krizin savaştan kaynaklandığı açık. Bunu zaten kendileri bir merminin, bir bombanın fiyatını biliyor musunuz, diyerek itiraf etmişlerdir. Ancak esas olan siyasi krizdir. Siyasi yaklaşımlar ekonomik krizi yaratmaktadır. Bu açıdan yaklaşan seçimlerde propagandanın esas yönünün ekonomik krizden çok haksızlıklar, adaletsizlikler, baskılar, çeteleşme, yolsuzluklar, halka karşı yürütülen özel savaş, halkın aldatılması, trollerle siyasi, toplumsal ve ekonomik gerçeklerin çarpıtılması, kutuplaşma ile toplumun parçalanması, komşunun komşuya düşman yapılması, savaş politikaları ile tüm bu gerçekliklerin üstünün örtülmesi, Türkiye’nin en temel halklarından olan Kürdün yok sayılması, siyasi iradesinin gasp edilmesi, kayyumların atanması, kadınlar üzerinde yürütülen baskılar, özellikle Kürdistan ve Kürtlerin yaşadığı yerlerde uyuşturucu ve fuhuşla toplumun çürütülerek kolay yönetilir hale getirilmesi çabası gibi toplumsal ve siyasi sorunlar öne çıkarılmalıdır. Ekonomik krizin nedeninin de içerde topluma ve dışarda özgürlük ve demokrasi isteyen tüm güçlere saldırı olduğu, bunlarla birlikte işlenirse bir anlam ifade eder. Yoksa sadece iktidar değişimini hedefleyen bir propaganda ve program öne çıkar. Ekonomik sorunların çözümü için de köklü demokratikleşme olması gerekir. Siyasi, toplumsal alanda demokratikleşme gelişmeden ekonomik alanın demokratikleşmesi ve adil paylaşım gerçekleşmez.
AKP-MHP faşist iktidarının uygulamaları siyasi krizin derinliğinin ifadesidir. Siyasi kriz derin olduğu için çok ağır bir baskıya yönelmektedir. Sistem içi güçlerin sınırlı demokrasi, hak ve adalet talepleri bile ihanetle suçlanıyorsa bunun nedeni siyasi krizin derin olmasıdır. Türkiye’de siyasi kriz herhangi palyatif tedbirler ve bazı propagandif adımlarla giderilemez. Ancak köklü bir değişim ve demokratikleşme bu siyasi krize çözüm olabilir. Bu açıdan mücadele eden güçler bu gerçeği görerek köklü değişimi hedefleyen bir mücadele içinde olmalıdırlar. Millet İttifakı denilen sistem içi muhalif güçlerin bu krizi çözecek programları yoktur. AKP iktidarı düştüğünde ancak köklü demokratikleşme yapabilenler Türkiye’de gerçek yönetim olabilirler. Yoksa aşılırlar. AKP-MHP iktidarının ancak iç savaşlarda görülecek biçimde muhaliflerini düşman gören yaklaşımları kesinlikle siyasi krizin derinliği ile ilgilidir. Artık eski zihniyet yol ve yöntemlerle Türkiye’de toplumu yönetme imkanı kalmamıştır. Devrimci demokratik güçler bu gerçeği görerek örgütlenmeli, politika üretmeli, ittifaklarını genişletmeli ve mücadele içinde olmalıdırlar.
Seçim öncesi saldırılara da hazırlanmak gerekir. HDP’ye yönelik baskılar, Ekrem İmamoğlu’na yasak getirilmesi, ordunun ve polisin tam anlamıyla iktidarın milis güçleri gibi hareket etmesi, AKP-MHP’ye bağlı çete örgütlenmeleri bu faşist ittifakın iktidarı kolay kolay bırakmayacağını göstermektedir. Türkiye’de ne anayasa ne kanunlar ne de kanunlara göre hareket eden kurumlar kalmıştır. Her şey bu faşist ittifakı ayakta tutmak için vardır. Kılıçdaroğlu’nun, ‘yüksek seçim kuruluna başvursak da bir şey çıkmaz’, sözü tüm diğer kurumlar için de geçerlidir. Bu açıdan halkın örgütlü gücü ve faşizme karşı duruşun dışında bu iktidara dur diyecek bir güç yoktur. Zaten Kürtler söz konusu olduğunda bir polis, hatta bir bekçi devlet de benim, anayasa da benim, kanun da benim diyebiliyor. Kürtler, faşist güçler için sadece ezilmesi ve baskı görmesi gereken bir topluluktur. Bu açıdan Kürtlere, HDP’lilere, yaşlı analara neden bunlar yapılıyor denilemez. Tabi ki bu yaklaşımlar teşhir edilir. Ama esas olarak da baskı ne olursa olsun geri adım atmamak ve mücadele etmek gerekir. Yoksa bu devlet gerçeğini ve Kürt sorununu anlamayan, ya da normal bir ülkedeymişiz gibi bir duruma düşeriz.
HDP’ye yönelik baskıların seçimle ilgili boyutu olsa da esas olarak Kürt soykırım saldırılarının bir parçası olarak bu baskılar yapılmaktadır. Kürtleri tanımadıkları için, Kürt soykırımını hedefledikleri için Kürtlerin de bir siyasi irade olarak içinde olduğu HDP’ye saldırmaktadırlar. Varlığı kabul edilmeyen bir halkın siyasi iradesi kabul edilmediği için, soykırıma uğratılmak istendiği için siyasi soykırım saldırısı yapılmaktadır. HDP’ye yönelik saldırı soykırımın siyasi ayağıdır. Çünkü siyasi soykırım gerçekleşmeden soykırımı tam anlamıyla gerçekleştiremezler. Bu nedenle HDP’ye yıllardır yoğun bir saldırı yürütmektedirler. Öte yandan Kürtlerle Türkiyeli demokrasi güçlerinin ittifakını da Kürt soykırımını engelleme ittifakı olarak görüyorlar. Böyle gördükleri için Kürt demokratik güçleriyle Türkiye’nin demokratik güçlerinin buluşmasını ortadan kaldırmak istiyorlar. Soykırımcı sömürgeci Türk devletinin istemeyeceği şeylerin başında Kürt halkıyla demokrasi güçlerinin buluşması ve ortak mücadele içinde olması gelmektedir. Kuşkusuz saldırıların güncel boyutu ise seçimle ilgilidir. HDP zayıflatılır, ittifakları parçalanırsa bunun seçimlerde kendilerine yarayacağını düşünüyorlar. Devlet bütçesinden verilen paranın kesilmesini ise bazı zayıf unsurları etkilemek için yapmışlardır. Devletin vereceği parayı almak için yumuşama sağlatmak doğrultusunda bir baskı aracı haline getirmek istemişlerdir.
Devletin bütçe vermemesi partileri ve siyasi güçleri halka gitme ve halkı örgütleme içine girme çabasını daha fazla göstermeye götürür. Bu açıdan hayırlı olmuş denilebilir. Önceleri devlet parası ellerine geçmeden örgütleniyor ve mücadele ediyorlardı; doğrusu da budur. Zaten halka dayanarak gelişmeyen ve mücadele etmeyen bir siyasi güç ne devrimci ne demokrat olabilir. Devletin siyasi partilere para vermesi bu güçleri sistem içi tutmak içindir. İdeoloji ve politikalarını sisteme göre ayarlamaları içindir. Radikal yanlarını törpülemek içindir. Özellikle Türkiye’de devletin siyasi partilere ayırdığı pay denilen şeyin amacı budur. Bunu görmeyen zaten bu devlet gerçeğini anlamamış demektir. Bunu görmeyenler devrimci ve demokratik siyaset yürütemezler.
HDP’yi kapatmaları mümkündür. HDP’ye ayrılan devlet parasının verilmemesinin gerekçesi aynı zamanda HDP’yi kapatma gerekçesidir. Zaten bu paranın verilmemesi HDP’ye bizim çizgimize gelmez ve bize karşı tutumunu bırakmazsan seni kapatırız uyarısıydı. HDP bu politikaya boyun eğmedi, devletin parasına muhtaç değiliz, dedi. Bu durumda ya HDP’yi kapatırlar; ya da HDP üzerinde başka oyunlar peşinde koşarlar. Zaten HDP’ye karşı bir özel savaş ve psikolojik savaş yürütülmektedir. HDP’nin kendi karşısında zayıf durması ve bütünlüklü olmaması için bundan sonra da her yol ve yöntemi deneyeceklerdir.
Suriye Türkiye ile uzlaşırsa TC’nin Ortadoğu’ya hakim olma politikalarına hizmet etmiş olur
AKP-MHP faşist iktidarının sürekli saldırdığı bir alan da Rojava’dır. Rojava’da bir devrim gerçekleşmiş; bu devrim Kuzey ve Doğu Suriye’de Arapları ve Süryanileri de kapsayan demokratik toplumcu özerk bir sistem haline gelmiştir. Türkiye bunu kendi soykırımcı sistemi için bir tehlike olarak görmektedir. Bu açıdan Rojava Devrimi’ni boğmak; Kuzey ve Doğu Suriye’deki demokratik siyasi-toplumsal sistemi dağıtmak istemektedir. Bu nedenle sürekli saldırmakta, hem askeri güçlerden hem de sivillerden insanlarımızı katletmektedir. Rojava’ya saldırmadığı gün yoktur. Sürekli kara operasyonu yapacaklarını söylemektedirler. Aslında Zap, Avaşîn ve Metîna’da sonuç alsalardı Rojava’ya yönelik yeni bir işgal harekatı başlatacaklardı. Bu nedenle karadan bir işgal harekatını erteleseler de kapsamlı bir hava saldırısı yaparak halkın iradesini kırmak ve kaçırtmak istemişlerdir. Bunun için elektrik, gaz, petrol alanları dahil tüm yaşam alanlarına saldırmışlardır. Böylece su sıkıntısını da artırmak istemişlerdir. Ancak halk yerinde kalarak askeri güçlerle ve öz savunma güçleriyle birlikte olduğunu göstererek işgale karşı direnme tutumunu ortaya koymuştur.
Rojava devrimcilerinin, demokratik toplumcu yönetimin ve halkın kararı yeni bir işgale karşı sonuna kadar direnmek yönündedir. Türk işgaline karşı topyekun bir savaş verme hazırlığı yaptıklarını söylemekteler. Çünkü Türk devletinin 30 km.’lik işgal planı bir soykırım planıdır. Bu nedenle Kuzey ve Doğu Suriye halkları var olmak için bu işgale karşı direneceklerdir. Gidecekleri yer yoktur. Bu açıdan direnerek orasını Türk devletine girip de çıkamayacakları bir bataklık haline getirmekten başka seçenekleri yoktur. Demokratik yönetimin ve halkın açıklamaları Afrin ve Serêkaniyê’yi bir daha yaşamayacakları ve sonuna kadar direnecekleri yönündedir. Böyle bir duruşu tabi ki Kürdistan’ın tüm parçaları, yurt dışındaki halkımız ve dostları sonuna kadar destekleyecektir.
AKP-MHP iktidarı seçim kazanmak için Rojava’ya kapsamlı olamıyorsa sınırlı bir işgal harekatı yapabilir. Rusya ve Suriye ile görüşme içinde olan Türk devleti bir saldırı yaparak Minbiç ve Şehba gibi bazı yerlerin rejim tarafından ele geçirilmesini sağlamak da isteyebilir. Böyle bir olasılıktan söz edilmektedir. Ancak Rusya ve Suriye ile yapılan görüşmeler çok karmaşıktır. Öyle kolay uzlaşma sağlamaları söz konusu olamaz. Türkiye ile Rusya mevcut durumda birbirlerine muhtaçtırlar. Rusya, rejimi TC ile görüşmelere zorlamaktadır. Ancak bazı görüşmeler olsa da hala bazı temenni ve arzular dışında pek sonuç aldıkları söylenemez. TC, zaten bu görüşmeleri Rojava Devrimi ve Kürt düşmanlığı üzerinden yürütür. Eskiden Esad rejimini devirme hedefi de vardı. Bu durumu gerçekleştirme imkanının azaldığını gördükçe esas olarak Kuzey ve Doğu Suriye’deki sistemi dağıtmaya odaklanmıştır. Suriye rejimi de Kürt sorununun çözümü konusunda bir politika ortaya koymadığından Türkiye’nin bu politikasından kendi çıkarı için yararlanmak isteyebilir. Zaten ABD de Rusya da rejim de TC saldırılarını Kuzey ve Doğu Suriye demokratik yönetimine kendi isteklerini kabul ettirmek için kullanmaktadırlar. Suriye bu politika yerine doğrudan TC ile anlaşıp Rojava Devrimi’ni tasfiye etme uzlaşmasına girer mi, bunu zaman gösterecek. Ancak Suriye’de öyle bir durum var ki, bir konuda anlaşma olsa başka konuda sorunlar ortaya çıkar. Tüm çıkarları uzlaştırma ve bir noktada buluşturma zordur. Rusya Ukrayna’da çok sıkışık olduğu için Türkiye’ye tavizler verecek konumdadır. Zaten seçimde AKP’yi destekleyen ve bazı ekonomik imkanlar sağlayan bir durumdadır. Suriye’de böyle bir al-ver ilişkisi sanıldığı kadar hemen gerçekleşecek gibi görünmüyor. Ancak Rojava ile Kuzey ve Doğu Suriye’nin gelişmeleri yakında takip etmesi; TC ve Suriye’nin birlikte yapabileceği saldırılarını bozacak hazırlıklar yapması gerekir.
Türkiye Suriye ile Kürt karşıtlığı üzerinden bir uzlaşma yapmak ister. Ancak çeteler Türkiye için çözümü zor bir konudur. Şu açıktır ki, Suriye Kürtlerle uzlaşma yerine Kürt düşmanlığı temelinde Türkiye ile uzlaşırsa sonuçta kaybeden Suriye olur. TC’nin Ortadoğu’ya hakim olma politikalarına hizmet etmiş olur. Bölge halkları ve ülkeleri sadece Kürtlerle ilişki ve ittifak içinde Türkiye’nin Ortadoğu’ya hakim olma politikalarının önüne geçebilirler. Kürtler, Suriye’de mevcut sınırlar içinde varlığının kabul edildiği ve öz yönetime sahip bir çözüm istiyor. Suriye böyle bir çözümü kabul ederse hem kendi sorunlarını çözebilir, hem de başta Türkiye olmak üzere her güç karşısında güçlü bir konuma kavuşur.
İran’da ‘Jin, Jiyan, Azadî’ sloganıyla kadın öncülüğündeki halk hareketi 4 aydır sürmektedir. Bu dört ayda İran toplumu Farsı, Azerisi, Bellucisi, Arabı ve Kürdüyle değişmiştir. Bu değişimin siyasi bir değişim yaratması da kaçınılmazdır. İran toplumu maddi uygarlığın değil, manevi uygarlığın toplumudur. Kadın öncülüğündeki halk ayaklanması ekonomik sorunlara yönelik bir tepki değildir ya da ekonomik sorunların tetiklediği bir hareket değildir. Tamamen demokrasi ve özgürlük isteminde bulunan ve bu konuda değişim isteyen bir harekettir. Bu açıdan ekonomik talepli hareketlere göre daha köklü ve süreklilik arz eden bir temele sahiptir. İran tarih boyu daha özgürlükçü, daha demokratik özlemleri ve amaçları ifade eden filozofların, bilgelerin, alimlerin, dervişlerin, şeyhlerin, seydaların, velilerin coğrafyasıdır. Maddi uygarlığa karşı demokratik uygarlığın gelişebileceği bir tarihsel toplumsal yapıya sahiptir. Tarih, bu coğrafyada demokratik uygarlık tarafında olan yüzlerce harekete tanık olmuştur. İran’daki gelişmeler bu tarihten kopuk ele alınamaz. Bu açıdan bu hareketleri bastırmak isteyenler başarısızlığa uğrar.
Kadın özgürlük isteğinin etkili olduğu bir hareket demokratik ve özgürlükçüdür. Hem de derin bir biçimde demokratik ve özgürlükçüdür. Demokrasi ve özgürlük isteğinin toplumsal bir karakter kazanmasıdır. Bu açıdan baskılara karşı direnci de fazladır. Böyle bir dirence sahip hareket karşısında İran rejiminin baskıları sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Artık bu ayağa kalkış yeni bir toplum ruhu yaratmıştır. Bu toplum eskisi gibi yönetilemez. Bastırdım dediği zamanda bile karşısına farklı bir direniş ve ayaklanma olarak karşısına çıkar. Dolayısıyla kadınlar öncülüğünde gelişen hareketin başarılı olacağı ve İran’ı değiştireceği görülmektedir. Kürt kadını ve Kürtler demokratik ulus anlayışı temelinde İran’ın siyasi sınırları ve demokratik siyasi bütünlük içinde hem İran’ı demokratikleştirmede hem de İran’ın güçlü bir ülke haline gelmesinde rollerini oynayacaklardır. Demokratikleşmeye ve demokratik topluma dayanan İran, güçlü İran’dır. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite çizgisinde Ortadoğu’nun yeniden ve bu defa demokratik uygarlık temelinde dünyaya örnek olmasında rolünü oynayabilecektir.