Rêber Apo’nun savunmalarından derlenmiştir
15 Ağustos, aynı yıl çok gecikmeli, çok da becerikli olmayan ve hazırlıklarımıza cevap vermeyen bir tarzda başlatılmıştı. Eylemin kendisinden ziyade tarihsel ve güncel anlamı önemliydi. Dolayısıyla sürece damgasını vurması kaçınılmazdı. Kendisini Kürdistan’daki klasik Kürt isyanlarını bastırmaya göre konumlandırmış olan Türk ordusu, mevcut strateji ve taktiklerle hamleyi hemen bastıracak güçte değildi. Klasik halk savaşlarının sıradan gerilla taktikleri karşısında bu ordunun çaresiz kalması kaçınılmazdı. İlk gelişmeler bunu kanıtladı.
1984’teki 15 Ağustos Hamlesi bana göre kesinlikle 1983 baharından itibaren daha kapsamlı olarak başlatılmalıydı. Hazırlıklarımız buna elveriyordu. Gerilla planlamamıza vurulan ilk ciddi darbelerden biri bu gecikme ve yersiz, başıboş ve sorumsuzca yapılan keşif hareketleri durumuydu. Bu durumdan sorumlu olanların bu süreci aydınlatmaları devrimci sorumluluklarının bir gereğidir. Aslında daha örgütlü bir müdahaleyi 1980 yazında Kemal Pir önderliğindeki grupla geliştirmeye çalışmıştık. Başûrê Kurdistan’da üslenmeye gereksinim duymadan, direkt Dersim’e kadar ulaşmayı hedefleyen bir girişimdi bu. Kemal Pir tesadüfen ve olmaması gereken biçimde yakalanmasaydı -yakalanması Hareket için çok talihsiz bir olaydı-PKK’nin komuta gerçeği başka bir hal alabilirdi. Onun boşluğunu hiçbir arkadaş dolduramadı. Bu yıllarda Mazlum Doğan ve M. Hayri Durmuş’un peş peşe yakalanmaları da gerekmeyen, rahatlıkla önlenebilecek olan ama gerçekleşen ağır kayıplardı. Yüreğimiz birkaç parçaya bölünmüştü. Bir yandan Ortadoğu kaosunda devrimci militan ve savaşçı örgüt yaratmak ve ülke içine taşırılan gerilla adaylarından umut beklemek, diğer yandan zindanlardaki figanlara dayanmak ve Avrupa’ya açılmak dört dönmeyi gerektiriyordu. Ethem Akcan dışında yardımcı olan çok azdı. Herkes bir biçimde kendini dayatıyordu.
Avrupa’daki Dev-Yol şefleri, Avrupa yolunu tutma konusunda yoğun çaba harcadıkları ve kendi örgütlerini tasfiye ettikleri yetmiyormuş gibi, direncini kırmak amacıyla PKK’ye de yüklenmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, en azından bir ihtimal, önlerine böyle bir görev konulmuştu. KDP yardımcı olmak şurada kalsın, BakûrêKurdistan Devrimi’ni engelleme rolünü ısrarla sürdürüyordu. Gittikçe açığa çıkıyor ki, 1926’daki Musul Antlaşması’nda kararlaştırılan Bakûrê Kurdistan’dan vazgeçme ve bunun karşılığında KDP’yi ve Barzani ailesini destekleme politikası devam ediyordu. KDP’ye biçilen asıl rol, İran ve Türkiye Kürdistan’ı üzerindeki pasifikasyon uygulamalarına destek sunmaktı. Bu temelde Irak Kürdistan’ında kendi otonomi hareketinin desteklenmesini sağlayacaktı. Bu katı politikanın gerçekleriyle karşı karşıya kalmıştık. Irak-İran Savaşı yeni bir durum yaratmıştı ama iç önderlik bu durumu hiç değerlendiremiyordu. Üstelik Hilvan-Siverek Direnişi’nin (1978-1980) seçkin önderi Mehmet Karasungur’u anlamı olmayan bir girişimde, KDP ile YNK arasındaki çatışmaları durdurmak için girişilen sonuç vermeyecek bir arabuluculuk çalışmasında şehit verdik. 2 Mayıs 1983’te kendisiyle birlikte İbrahim Bilgin’i gereksiz, çok talihsiz ve zamansız biçimde kaybettik. Mehmet Karasungur belki de Kemal Pir’le birlikte gerillanın kaderini değiştirecek arkadaşlardandı. Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ferhat Kurtay başta olmak üzere zindandaki arkadaşlarımızın şehadet haberleri geldikçe, yüreğimize ve beynimize daha çok yüklenmekten başka çare bulamıyorduk. Gün acılara dayanma günüydü.
15 Ağustos Hamlesi köklü değişimlere kapı araladı
Gecikmeli de olsa 15 Ağustos 1984 Hamlesi’nin gerçekleştiği haberi geldiğinde saatleri, günleri geçirmek mesele olmuştu. Sonuçları önemliydi. İlk defa derli toplu bir askeri eylem planlanıp uygulanmış, durumu kökten değiştirecek gelişmelere kapı aralanmıştı. Önemli olan, hamleyi daha da geliştirerek devamını getirmekti. Bu göreve oldukça yüklendik. Her alana gruplar hazırladık, yedekler oluşturduk. 1985 yılı daha büyük bir hamle yılı olabilirdi. Özellikle Dersim ve Tolhildan eyaletlerine Botan eyaleti kadar ağırlık verilecekti. Amed, Garzan ve Serhat’taki güçlerimiz harekete geçirilmişti. Sabri Ok arkadaşın kış ortasında talihsizce yakalanması, Hacı (Sabri Gözübüyük) ve Hıdır arkadaşların komutasındaki öncü grubun Bozova’da şehadetleri nedeniyle Adıyaman’a yönelik harekat gerçekleşemedi. Derin acılar veren kayıplar yaşandı. Araban üzeri giden Selim yoldaşın grupla birlikte kaybı da aynı yolda oldu. Buna rağmen alanda sonuna kadar kalındı. Dersim, Amed ve Garzan’da ileri düzeyde varlık göstermeseler de, gerilla birimleri varlıklarını hep korudular. Serhat’taki gruplar Ağrı Dağı’nda hareketlenmişlerdi. Tanıdığım genç hemşerim Mehmet Ertürk burada şehit düşmüştü. Çok değerli Ağrılı yiğitlerin şehadet haberlerini de aldık. 1985’te beklenen atılımı yapamadık ama tasfiye de gerçekleşmedi. NATO destekli Türk ordusunun klasik anlamda en güçlü saldırılarının yaşandığı yıldı. İki taraf için de bir dönemin sonu anlamına gelmekteydi. Türk ordusu açısından gerilla hamlesinin istenilen düzeyde gerçekleştirilememesi bir başarı olsa da, gerilla varlığının kalıcılık kazanması kendisi için önemli bir başarısızlıktı. Yapılan büyük hazırlıklar temelinde hemen her stratejik alanda halkın da güçlü desteğini kazanmış bir gerilla savaşını geliştirmek mümkünken bu şansı kullanamaması PKK açısından ciddi bir kayıptı. Ama hiçbir alandan sökülememesi ve varlığını koruması yine de küçümsenmemesi gereken bir başarıydı.
1986, her iki taraf için yeniden hazırlık yılı halinde geçti. 1986’da benim ve Hareketimiz için en acılı haber Mahsum Korkmaz yoldaşın şehadetiydi. Bu bizi bekleyen bütün tehlikeleri bağrında taşıyan bir şehadetti. Etrafımda adeta yeniden bir kuşatma çemberi oluşuyor gibiydi. Öfkelenmiştim, olup bitenleri içime sindiremiyordum. Çok ucuz kayıplar verilmişti. Bu acıyla 1986’daki Kongre’nin tümüne katılmadım. Üçüncü Kongremiz oluyordu. İkincisini 1982’de, Suriye’nin güneyinde, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kampında yapmıştık. Birinci Konferans’ın bir nevi tekrarıydı ama ülkeye yoğun dönüşü başlatma kongresiydi. O kongre sırasında şehadet haberini duyduğum, Avrupa’dan harekete katılan hemşerim Adnan Zincirkıran’ın Fırat kıyısında yakalandığında, kendisiyle birlikte bir yüzbaşıyı da uçurumdan aşağıya yuvarlaması olayı hep bir yürek sızısı olarak hatırımdadır. Böylesi haberler o kadar çoktu ki, hepsine yanıtım kendime daha çok yüklenmek oldu.
Üçüncü Kongre tam bir yargılama kongresi oldu. Herkes birbirini yargılıyordu. Kesire ve Selahattin Çelik yolun sonuna gelmişlerdi. Kongre her ikisi için de ölümcül kararlar almıştı. Öyle ki, şoförüm Ferhan, Kesire’nin dört ata bağlanıp parçalanması gerektiğinden bahsediyordu. İkisini ölümden kurtarmak yine bana düşmüştü. Selahattin’in TC ile teslimiyet görüşmelerini Cudi Dağı üzerinden yürüttüğü söyleniyordu. Kesire’nin benim için çözümlenmesi zor olan korkunç soğuk duruşlarının arkasında neler yatıyordu? Ferhan neyi tespit etmişti de böylesi bir sonuca varıyordu? Mehmet Sait de (Ethem Akcan) ölmeden önce, “Başkan’ın ardından ne büyük dolaplar çevriliyor” demiş, kahrından can vermişti. 1980 sonrasında bana yönelik komplolardan birinin Dev-Yol içinde örgütlendiği kuşkusunu hep duydum. Eğer planlandıysa, Türk Gladio’su ve iç güvenlik güçlerinin bu yoldan bir komplo denemesine giriştikleri kanısındayım. Avrupa’daki Dev-Yol içinden bazılarının açıktan tasfiyecilik yapmaları, Alman devletinin desteğini almış olmaları ve PKK’yi kendileri için ilk hedef haline getirmeleri ve 1983’te yaşanan provokasyonda provokatör Semir’e (Çetin Güngör) sahip çıkarak desteklemeleri bu ihtimalin hiç de küçümsenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Kesire’ye yönelik büyük öfkenin ve öldürme kararlılığının nedenlerini hiçbir arkadaş bana açıkça anlatmadı. Kişiliğime yönelik büyük hakaretleri ve tahrikleri söz konusuydu. Ama bunlar öldürme kararı için yeterli gerekçe olamazdı. Onun için hep merak ettim, kuşku duydum: Acaba şoförleri elde ederek mi bir komplo yapmayı düşünmüştü? Şoförlerden birinin kaçması, diğerinin intihar girişiminde bulunması ve ölüme koşarcasına ülkeye geçip şehadete ulaşması benim için hep düşündürücü oldu. Selahattin Çelik’i kendim Avrupa’ya yolladım. Kesire ise 1987 ortalarında Atina’da, muhtemelen Yunan istihbaratının da desteğiyle kayıplara karıştı.
Bu arada 1982’de Bulgaristan’a bir gezim olmuştu. Kanımca o dönemde ülkelerindeki Türkleri göçe zorlamak isteyen Bulgarların bu konudaki tutumumu öğrenmeye çalıştıkları bir geziydi. Reel sosyalizmin durgunluğunu ilk elde orada gözlemledim. Her taraf revizyonizm kokuyordu. Yine Bulgaristan’ın da içinde olduğu sosyalist ülkelere ikinci gezim, 1987’de KGB’nin desteğiyle gerçekleşmişti. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü öncesinde aldığım son davetlerden biriydi. Bu gezilerin ciddi bir desteğe yol açmaması, yaşadıkları iç sorunlardan kaynaklansa gerek. Tek yararları belki de Suriye’de güvenlikli kalmam konusunda sağladıkları destekti. Bu yıllarda çok sayıda Irak, Lübnan ve Filistinli örgütle görüştük. Dostluk mesajları alıp verdik. Fakat destek sözleri pek pratikleşmiyordu. Özellikle El Fetih Türkiye ile ilişkilerinde konumumdan en çok yararlanan örgüt oldu. Suriye’de Esad kardeşlerin bize yaklaşımı örgütsel olmaktan ziyade kişiseldi. Çok tecrübeliydiler. İstihbarat üzerinden yaklaşımları da ustacaydı. İsteselerdi büyük gelişmelere yol açabilirlerdi. Türkiye’den çekiniyorlardı. Amaçları; üzerimizden Türkiye’yi dengelemekti. Bu politikalarında da başarıya ulaştılar. Fakat Kürt kimlik ve özgürlük hareketi de bu ilişkiden tarihsel sonuçlar elde etmesini bildi. Benzer bir ilişki Yunanistan üzerinden gelişti. Fakat onlar Türkiye’den beklentilerini karşılayamadılar. ABD ve AB ülkelerinin politikaları, ‘tavşan kaç, tazı tut’ biçimindeydi. Bu geleneksel politikadan hiç sapmadılar. Ne öldürecek kadar bastırıyorlar ne de çözümü mümkün kılacak ölçüde destekliyorlardı. Çözümsüzlükten büyük yarar sağladıklarının oldukça bilincindeydiler. 19. ve 20. yüzyılda geliştirilen bu politika 21. yüzyıla da yayılmak istenmektedir.
İlk gerilla hamlesi komuta yetmezliğine takılmıştı
PKK’nin ilk gerilla hamlesi komuta yetmezliğine takılmıştı. Ciddi bir tutuculuk ve yetmezlik açığa çıkmıştı. Bekaa’daki 3. Kongre gerçeği bunu ifade ediyordu. Komuta gerçeği üzerine çözümleme yapma gereği ortadaydı. İlk deneme yazılarını bizzat kaleme aldım. Birçok kaset konuşması yaptım. Pratik tedbir olarak grubun ilk kuşağından geriye kalanlar Avrupa’ya çıkarıldı. En değerli komuta adaylarının şehadetlerinden sonra geriye kalanlar, kurnazlıklarıyla sağ kalmayı başaranlar ve bazıları da muhtemelen sızma olan unsurlar, yeni dönemin komuta boşluğunu doldurmaya çalışacaklardı. Bunların maskesi bütün çıplaklığıyla 2002-2004 tasfiye ve ihanet hareketinde düşecekti. Ferhat (Osman Öcalan), Botan (Nizamettin Taş), Ebubekir (Halil Ataç), Serhat (Hıdır Yalçın), Ekrem (Hıdır Sarıkaya), Şırnaklı Celal ve Doğan, Kani Yılmaz (Faysal Dunlayıcı) ve diğer çok sayıdaki unsur, Dörtlü Çete ve Çürükkayalar Çetesiyle birlikte hareketin iplerini objektif olarak ele geçirmiş durumdaydılar. Onlara bu yolu açan, eski kuşak kadroların merkezi rollerine sahip çıkmamaları ve başta Mahsum Korkmaz ve Mehmet Karasungur olmak üzere dürüst ve komuta rolünü gerçekten üstlenebilecek çok sayıda arkadaşın ağırlıklı olarak komplo yöntemleriyle tasfiye edilmesiydi. Birçok gösterge, 1990 başlarında bana karşı yapılması düşünülen komplo ile örgütün tümden ele geçirilmesinin planlandığını ortaya koymaktadır. JİTEM’in kurucularından Cem Ersever’in öldürülmesi bu planla yakından bağlantılıdır. Star TV’ye konuşan iki ajanın, “Bize Öcalan’ı ölü değil sağ ele geçirmemiz emredilmişti” biçimindeki itirafları, konuya ışık tutan bir önemli ipucu niteliğindedir. Ayrıca Hasan Bindal’ın şehadeti açık bir işaretti. Amed’de Sait Çürükkaya ve Şemdin Sakık gibi çete unsurlar dışındaki tüm dürüst komuta kadrosu ile Dersim’de Doktor Baran’ın tasfiye edilmesi de bu dönemdedir. Botan alanı zaten Cemil Işık ve avenesine terk edilmişti. Sıra Bekaa’daki durumumun halledilmesine gelmişti.
Gerek PKK’lileşme gerekse ordulaşma ve hatta cepheleşmenin (HRK’leşme ve ERNK’leşme) bütün sorunları olduğu gibi duruyordu. Tüm sorunlar üzerime yığılmıştı. Dürüst unsurlar sadece ölmesini biliyorlardı. Taktik sorunların üstesinden gelme akıllarından bile geçmiyordu. Büyük fedakarlık ve cesaret örnekleri az değildi ama cesaret ve fedakarlık kendi başına pratik taktik sorunların çözümü için yeterli olamazdı. 1987 baharıyla birlikte bu sorunlara çözüm getirmek amacıyla çözümleme metoduna yüklendim. Daha önce değindiğim konulara ilişkin görüşlerimi broşürler haline getirirken, bu kez ses ve görüntü kasetlerine de kaydedilmek üzere sorunları derinliğine çözmeye çalıştım. Karşımda üç aylık devreler halinde düzenlenmiş yaklaşık dört yüz kişilik eğitim grupları durmaktaydı. Yılda bin kişiyi aşan sayıda gerilla adayının eğitildiği yeni bir eğitim süreci söz konusuydu. Bu eğitimlerle içerden ve dışarıdan dayatılan tasfiyeciliğin önüne geçilmek istenmişti. Tasfiyecilik adeta imkansız kılınmış, bu beklenti içinde olanların hevesleri kursaklarında kalmıştı. Öyle anlaşıyor ki, bazıları dört gözle tasfiye olmamı bekliyorlardı. Bu beklenti oldukça güçlüdür ve izleri hala vardır. Avrupa’ya yolladığımız eski kuşaktan yoldaşlar, Almanya’nın öncülüğünde başlatılan saldırıyla 1987’den itibaren tutuklanmışlardı. Bu olay bile Almanya’nın, Avrupa Gladio’sunun merkezi olduğunu ve PKK’ye yönelik Gladio hamlesini açıklamaya yeter. Almanya TC’den daha fazla, üstelik çok daha planlı ve sinsi bir biçimde PKK’nin tasfiyesiyle uğraşmıştır. Buna rağmen Avrupa’daki Kürt halkının kimlik ve özgürlük talepleri etrafında harekete olan bağlılığı, Avrupa üzerinden geliştirilen tüm tasfiyeci planları fazlasıyla boşa çıkarmaya yetiyordu. Bu dönemde Suriye ve Avrupa’daki halkımızın eşsiz bağlılığı olmasaydı, PKK’yi ayakta tutmak ve devrimci savaşı sürdürmek çok daha zor olurdu. Her iki alandaki halkımızı hep saygı ile anmak ve kutlamak gerekir.
15 Ağustos Hamlesi’yle Kürtlük gün yüzüne çıkıyor
Denilebilir ki, PKK’nin şimdiye kadarki mücadelesi esas olarak Kürt sorununu görünür kılma amacına yönelikti. Ortaya çıkış koşullarında Kürt realitesinin inkar edilmesi doğal olarak varlık sorununu gündeme getiriyordu. PKK de önce ideolojik argümanlarla sorunun varlığını kanıtlamaya çalıştı. Türk solunun dahi soruna realist yaklaşmaması, ülke ve ulus bazlı düşünme ve örgütlenme gereğini ortaya çıkardı. PKK’nin ad olarak ortaya çıkması da yaşanan süreçle bağlantılıdır. İnkarcılığın ince yöntemlerle solda da sürdürülmesi, ayrı kimlikler temelinde örgütlenme ve eylemliliği gündeme taşıdı. Geleneksel inkar ve imha politikasında ısrar eden Türk ulus devleti bu sürecin herhangi bir politik çözüm arayışıyla ele alınmasına imkan vermeyince, tersine bu arayışı 12 Eylül darbesine doğru tırmandırılan faşist terörle karşılayınca, PKK’nin Devrimci Halk Savaşı hamlesi tek seçenek olarak gündeme geldi. Bu durumda PKK ya Türkiye’nin demokratik sol grupları gibi tasfiye olacak ya da direnişte karar kılacaktı. Kürt sorununun ideolojik kimlik sorunu olmaktan çıkıp savaş sorununa dönüşmesinde, sistemde örtülü olarak yürütülen inkar ve imha politikasının 12 Eylül faşizmiyle açık terör halinde sürdürülmeye çalışılmasının belirleyici payı vardır. 15 Ağustos 1984 Hamlesi’ni bu çerçevede değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Hamle kurtuluş hareketinden ziyade varlığın kanıtlanması ve sürdürülmesi amacına çok daha yakındır.
İnkar ve imha politikası sadece gizli ve örtülü olarak sürdürülmüyordu. Bu politikanın seksen yıllık uygulamaları Kürtlerde önemli bir yabancılaşmaya yol açmıştı. Kürtler kendi varlıklarını terk etmeye zorlanmıştı. Zorla ve ekonomik araçlarla sağlanan bu terk ediş önemli oranda içselleştirilmişti. Kendine yabancılaştırılan bir halk ve toplum gerçekliği söz konusuydu. 15 Ağustos Hamlesi esas olarak bu yabancılaşmayı kıracak, böylelikle inkar ve imha politikasını ve sonuçlarını boşa çıkaracaktı. Bu anlamda önemli oranda başarılı olunduğunu belirtmek gerekir. Kürtlük yeniden gün yüzüne çıkıyor, Kürtlerin kendilerince kabul edilen bir olguya, realiteye dönüşüyordu. Kabul görme devletler katında da gerçekleşmişti. Ancak sorunun kabul görmesi çözülmesi anlamına gelmiyordu. Çözüm niyetleri ortaya çıkmayınca, çatışma ve sınırlı savaş ortamı yozlaşarak devam etti. Her iki taraf da sorunu askeri zorla çözme konumundan uzaktı. Zaman zaman bu şansı elde etseler de, kullanma yeteneğini gösteremediler. 1993’teki çözüm şansı sabote edilince, çatışma süreci daha da acımasızca ve yozlaşarak devam etti. Bu anlamda 1993-1998 dönemi taraflar açısından askeri çözüm şansının boşa çıkarılması biçiminde de ifade edilebilir. 1993’teki politik arayış komplo ve suikastlarla boşa çıkarılmasaydı, hem Kürt sorununun çözümünde hem de TC’nin yapılanmasında çok daha pozitif bir dönem başlayabilirdi. Kaçan veya kaçırılan bu tarihi fırsat oldu. 1997-‘98’deki çözüm arayışları da aynı akıbete uğradı veya uğratıldı. Aynı komplocu ve suikastçı güçler siyasi çözüme şans tanımadılar. İmralı’daki görüşme süreci çelişkili bir durumu ortaya çıkardı. Abdullah Öcalan şahsında çözüm yanlılarıyla karşıtları arasında büyük bir çekişme yaşandı.
Kürt sorununun demokratik ulus çözümü
Kürt sorununun demokratik ulus çözümü öncelikle Kürt tarihinin ve kültürünün doğru tanımlanmasıyla bağlantılıdır. Tarihinin ve kültürünün doğru tanımlanması toplumsal varlığının tanınmasını beraberinde getirir. Ulusal toplum olmak, tarih ve kültür bilincine ve ruhuna sahip olmak demektir. Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin inkarı ve imhası (Diğer ulus devletlerin tarihlerinde de benzer uygulamalar vardır) ilkin Kürt tarihinin inkarı ve kültürel varlığının imhasıyla başlatılmıştır. Önce manevi kültürel unsurlar, daha sonra maddi kültür unsurları tasfiyeye uğratılmıştır. PKK’nin inşasına tarih ve kültür bilinciyle başlanması bu nedenle doğru bir başlangıç olmuştur. Kürt tarihi ve kültürünü dünya halklarının tarihi ve kültürüyle mukayese ederek açıklamaya çalışması, bunu Kürdistan Devriminin Yolu adlı manifestoyla ilan etmesi Kürt tarihi ve kültürünün yeniden yaşam bulmasında devrimci rönesans rolünü oynamıştır. Denilebilir ki, Kürtlerin demokratik uluslaşması bu manifestoyla radikal bir başlangıç yapmıştır. 1984 15 Ağustos Hamlesi’yle savaşta denenen Kürt kültürel varlığı, birçok kahramanlık olayıyla yaşamsallığını kanıtlamıştır. Eğer PKK ve öncülük ettiği halk savaşçılığının ideolojik-politik çizgisi doğru olmasa ve Kürt tarihini ve kültürünü doğru yansıtmasaydı, Kürtler varlıklarını sürdüremezlerdi. Nitekim bu dönemde birçok grup ve kişilik benzer idealarla soruna yaklaşmış ama hepsi Kürt tarihine ve kültürüne doğru sahip çıkamadıklarından tasfiyeye uğramaktan kurtulamamışlardır.