Pîro Dersim
Günümüzde hapishane ya da cezaevi olarak adlandırılan zindanlar, kurumsal olarak Kapitalist Modernitenin bir ürünü olarak ele alınsa da, geçmişinin devletçi iktidarcı sistemin doğuş sürecine dayandığını tarih biliminden rahatlıkla çıkarmak mümkündür. Toplumsal yapının doğasına aykırı olan devletçi-iktidarcı sistem, ideolojik aygıtlar kadar ilk günden itibaren çeşitli zor ve baskı aygıtlarını da örgütleyerek kendisini hâkim kılmaya, sürdürmeye ve topluma kabullendirmeye çalışmıştır. Zindan uygulaması bu anlamda örgütlendirilen baskı araçları arasında en etkililerinden biridir. Devletçi-iktidarcı sistemi kabul etmeyen, ona karşı gelen, kanunlarına uymayan, ona karşı direnen ya da direnme potansiyeli olan tüm birey ve kesimler devlet düşmanı, din düşmanı, zındık vb adlarla etiketlenerek yapılan kalelerin en alt ve koytu köşelerinde ölüme terkedilerek, asılarak, kafası vurularak ya da ağır işlerde ölünceye kadar çalıştırılarak cezalandırılmışlardır.
Kapitalist Modernite sürecine kadar bu cezalandırma aygıtları kısmi kimi değişiklikler gösterse de öz olarak cezalandırma, bu yolla caydırıcı olma ve intikam almanın bir aracı olarak egemenlerce etkin bir tarzda kullanılmıştır. Hırsızlık, adam öldürme, tecavüz vb toplumsal değer yargılarına karşı işlenen suçların cezalandırılması, ‘huzur ve güven ortamının sağlanması’ gibi iddia ve söylemlerle toplumsal rıza üretilerek meşrulaştırılmak istense de, esasta egemen sınıf, zümre ve kişilerin iktidarını ve sömürü-tahakküme dayalı politik-sosyal düzeni koruma ve baki kılma hedefleri doğrultusunda işlevselleştirilen aygıtlardan biri olarak öne çıktığını görmek mümkündür. Yoksa toplumsal değer yargılarına karşı işlenen suçlar, devletçi-iktidarcı sistemden önce de vardı ve toplumsal ahlakın gücüyle pekâlâ bu suçlarla mücadele ediliyordu, güven ve huzur ortamı toplumsal gelenek ve göreneklerle rahatlıkla sağlanabiliyordu.
Avrupa’da bugünkü anlamda ilk cezaevi 16. yüzyılda Hollanda’da açıldı. 18. ve 19. yüzyıllarda hapishane yapımı yaygınlaştı. Kapitalist modernist güçler tarafından kurumsallaştırılarak yasallaştırılan hapishaneler bir işleyişe kavuşturularak işlevi daha da derinleştirilip, genişletildi. Hapishanenin doğuşuna ilişkin ünlü Fransız düşünür Michel Foucault şöyle der: “Bireyleri, bedenleri üzerinde yürütülecek ayrıntılı çalışmalarla uysal ve yararlı kılacak bir cihazın genel biçimi, bir kurum olarak hapishaneye işaret eder… Disiplin yoluyla boyun eğdirmenin bütün asimetrisini taşımakla birlikte, ‘eşit’ olduğu bir adalet, ‘özerk’ olduğu farz edilen bir yasal mekanizma: ‘Uygar toplumların cezası’ olan hapishane işte bu birleşmeden doğdu.’’ Tabi Foucault’un da dikkat çektiği gibi “eşit” olduğu farzedilen bir adalet, “özerk” olduğu farz edilen bir yasal mekanizma toplumsal huzur ve kamu güvenliği söylemiyle de güçlendirilerek bu şekilde topluma kabul ettirilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Yoksa adalet de, buna hizmet eden yasal mekanizma da tümüyle iktidarın, egemenlerin, devletin çıkarları doğrultusunda işletilir. Teorisini yapıp çarpıtarak topluma kabul ettirmeye çalışsalar da, özünde sistemlerini korumanın bir aracı olarak böyle bir mekanizmayı sistemli hale getirdikleri inkar edilemeyecek bir gerçektir.
Zaten hapishanelerin işlevi de bu şekilde tanımlanmaktadır. Bu konu da Fransız düşünür Baltard, hapishaneleri “kuşatıcı ve hizaya getirici kurumlar” olarak nitelendirir. Foucault ise daha da ayrıntılandırarak: “Hapishane biraz daha ceberut bir kışla, katı bir okul ya da izbe bir atölye gibidir; ama onlardan nitelik olarak farklı değildir. Tersine, başından beri insanların doğru yola getirilmek üzere emanet edildikleri bir gözaltı yeriydi: ya da özgürlüğün menedilmesi sayesinde yasal iş görebilen, bireylere yönelik bir ıslah girişimiydi. Kısacası, 19. yüzyılın başlarından itibaren hapis cezası, bir yandan özgürlükten menetmeyi, bir yandan da bireylerin teknik dönüştürülmesini içeriyordu.” Burada kullanılan “ıslah etme” ve “teknik dönüştürülme” kavramları önemlidir. Devlet ya da iktidar kendi sistemi için tehlikeli gördüğü bireyleri hapsederek, hapishanede de sistematik bir işleyiş uygulayarak iradesini kırarak, yeniden sisteminin bir dişlisi haline getirmeyi amaçlamaktadır. İşte hapishanenin kuruluş mantığı budur.
Zindan, insanları teslim alma laboratuvarlarına dönüştürüldü
İngiliz oyun yazarı Beaumont bu konuda “Yalnız kalan tutuklu, kendisi üzerine düşünmeye başlar. Suçuyla tek başına kaldığında, suçundan nefret etmeyi öğrenir ve eğer ruhu henüz kötülük tarafından tamamen köreltilmemişse, pişmanlık onu tek başınayken teslim alacaktır” diyerek bu irade kırma operasyonunu teorize eder. İslah etme dedikleri de budur. Yani bireyi özgürlüğünden men ederek, tecritte tutarak, tüm insani ihtiyaçlarını ‘’işleyiş’’ adı altında kendisine karşı kullanarak boyun eğdirip, yaptıklarına pişman ettirmenin adı oluyor ıslah etme. Zaten “ıslahevi” anlamına gelen Fransızcadaki penitentiary sözcüğü, “tövbe etmek”, “nedamet getirmek” anlamına gelen penitence sözcüğünden türetilmiştir. Yani insanca olmayan yöntemlerle tövbe ettirme, nedamet getirtme ve irade kırmanın toplumca kabul görür adlandırması ıslah etme oluyor.
18. ve 19. yüzyıllarda hapishaneler inşa edilirken esas alınan noktalar şunlar olmuştur. Kurallar bütünlüğünden oluşan katı bir disiplin, bunun uygulanıp sonuç alması için tecrit mekanizması, mahkûmu sürekli gözetleyip denetimde tutmaya uygun bir cezaevi mimarisi ve işleyişi. Ancak aradan zaman geçtikçe, deneyim arttıkça, bilimsel icatlar çoğaldıkça amaç aynı olsa da zindan politikaları daha da derinleştirilip, adeta insanları teslim alma laboratuvarlarına dönüştürüldü.
Kısacası biçimi, işlevi, işleyişi, yöntemleri, hatta ismi zaman içinde değişip, derinleşse de devletçi-iktidarcı sistemin ortaya çıkışıyla bir baskı ve zor aygıtı olarak örgütlendirilen zindan yapılanmasının amacı değişmemiş, sadece kapsamı genişleyip büyümüştür. Asur Kralları, Roma İmparatorları, Osmanlı Padişahları nasıl ki iktidarlarına tehdit gördüklerini zindanlara atıp katletmişlerse, günümüzde kapitalist modernist güçler de aynı şekilde zindanlara atmakta ve katletmektedir. Sadece bu katletmenin biçimi ve yöntemleri değişmiştir. Eskiden fiziki olarak katletme temel politika iken, günümüzde gerektiğinde buna da başvurmak kaydıyla esas politika ruhsal-düşünsel katletme ve kişiliksizleştirme olmaktadır. Bu anlamıyla devletçi-iktidarcı sistemin ortaya çıkışından günümüze etkinliği her geçen gün daha da artan bir tarzda büyüyüp derinleşen zindan uygulaması en temel özel savaş aygıtı durumundadır. ‘Adalet, yasa, huzur, güvenlik, ıslah etme’ vb sömürü sistemlerinin yapısallığına uygun olarak anlam soysuzlaştırılmasına uğratılan kavramlarla teorize edilip topluma kabul ettirilmeye çalışılan bu uygulama esasta devletçi-iktidarcı sistemin kendini koruma amaçlı örgütlediği en temel özel savaş araçlarından biri olmaktadır.
TC’nin özel savaş uygulamalarında zindanın rolü ve işlevi
Hapishanelerin en temel özel savaş aygıtı olma rolü Türkiye Cumhuriyeti’nde kuruluşundan bugüne kadar daha belirgin bir haldedir. Irkçı, milliyetçi ve tekçi ulus fikriyatı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesidir. Halklar ve İnançlar mozaiği Anadolu ve Mezopotamya topraklarında bu fikriyatla ırkçı temellerde bir Cumhuriyet inşa etmek birçok kesimle savaşmayı, katliamlar gerçekleştirmeyi, asimilasyon politikalarını etkin kullanmayı, kısacası her türlü yolla hem savaşmayı, hem de iç ve dış kamuoyunu yaşanan gerçekler karşısında aldatacak, bu gerçekleri ters yüz edip gizlemeye-kamufle etmeye yarayacak bir söylemle meşruiyet sağlamayı mümkün kılacak güçlü bir özel savaş mekanizmasıyla mümkündür. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bugüne kadar tam bir özel savaş cumhuriyeti olararak şekillenmiştir. Bu özel savaş cumhuriyeti olma gerçekliği Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Pomaklar, Süryaniler gibi pek çok halkın, Aleviler, Ezidiler, Hristiyanlar, Museviler gibi inançların, Sol-Sosyalist kesimlerin katliamlara tabi tutulması pahasına gerçekleşmiştir. Böylesine suçlu ve kirli uygulamalar sadece geçmişte de değil, kuruluşundan bugüne kadar daha da derinleşerek sürmektedir. Dolayısıyla tam bir özel savaş cumhuriyeti olan TC’de zindanlar oldukça önemli bir zor, baskı ve katliam aracı olarak günümüze kadar etkili bir şekilde kullanıla gelmiştir.
Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında tekçi, ırkçı ve milliyetçi anlayışa karşı başta Kürtler ve Sosyalistler olmak üzere toplumun pek çok kesimi harekete geçmiştir. Koçgiri İsyanı, Şêx Sait İsyanı, Ağrı İsyanı, Dersim İsyanı ve Mustafa Suphilerin çıkışı özünde bu tekçi, milliyetçi anlayışa karşı, halkların, farklı kültür ve inançların eşit-özgür ve demokratik bir sistemde bir arada yaşamaları amacıyladır. Ancak bu çıkışların hepsini “Vatana İhanet” olarak adlandıran Kemalist dikta çok kapsamlı imha ve bastırma hareketleri başlatır. Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğdurulurken, Şark Islahat Planı adıyla adeta Kürdistan yeniden işgal edilir. Koçgiri’de, Elazığ-Diyarbakır-Bingöl üçgeninde, Ağrı ve çevresinde, Geliye Zilan’da ve Dersim’de büyük katliamlar yapılır. Yine bu katliamlardan geriye kalanların büyük çoğunluğu batıya sürülür, kendisine karşı isyana kalkan ve başkaldıranlar ise tutuklanıp, özel olarak bu imha politikasını sonuca ulaştırmak amacıyla kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak idam edilirler. Bu süreçte zindanlar Kürt önderlerinin ve savaşçılarının İstiklal Mahkemeleri’nde hızlıca yargılanıp idam edilmeleri için bir süre tutuldukları bir alan olur.
İstiklal Mahkemelerini devlet ihtiyaç duydukça örgütlerdi, ancak 1970’li yıllarda hem Türkiye’de devrimci mücadele hızla gelişip etkinlik sağlamış, hem de bir daha diriltilemez denilen Kürtlük, sosyalist düşünce temelinde yeniden canlanma çabasına girmişti. Tehlikenin büyüklüğünü erkenden fark eden Türkiye Cumhuriyeti 1973’te bir kanun değişikliğine giderek Devlet Güvenlik Mahkemesini(DGM) kurmuş ve bu özel savaş mekanizmasını kalıcılaştırmıştır. 2004 yılında sözde AB’ye üyelik kapsamında ortadan kaldırılsa da, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri adıyla varlığını hala da en etkili tarz da korumaktadır. Bu 3 kurumda bir yargılama ve hukuk kurumu değildir, devletin kendi güvenliği için tasarladığı hukuk görünümlü en temel özel savaş mekanizmalarıdır. Zaten zindanlarda yürütülen özel savaş uygulamalarına en temelde kaynaklık eden, resmiyet kazandıran ve meşru göstermeye çalışmanın kılıfı bu mekanizma olmaktadır.
Türkiye’de zindanlar 1970’li yıllara kadar tehlike ve tehdit görülenlerin toplumdan koparılıp cezalandırıldıkları ve bu yolla sindirilmeye çalıştıkları bir araç olarak kullanılır. Zindanın içine yönelik sistemli bir özel savaş politikası yoktur. 1970’lerden sonra zindanların içerisinde de özel savaş mekanizması örgütlendirilmeye başlanmıştır. 68 Devrimci Gençlik Hareketi ve sosyalist mücadelenin büyük bir gelişim gösterdiği bu yıllarda Türk devleti tehlikenin büyüklüğünü görerek kendisini yeniden yapılandırmıştır. Aslında 1971 12 Mart Darbesi gelişen sosyalist mücadelenin önünü almak amaçlıdır. Darbe ile birlikte sol ve sosyalistlere yönelik kitlesel tutuklamalar başlatılır. Tutuklananlar gözaltı merkezlerinde aylarca işkencelere tabi tutulurlar. Tutuklanarak getirildikleri cezaevlerinde de bu işkence ve baskı uygulamaları sürdürülür. Artık devrimcilere karşı dışarda yürütülen baskı ve zülüm içeriye de taşırılır. Tutukluların teslim olmaları, pişmanlık göstermeleri, itiraflarda bulunmaları ve böylece siyasi olarak ölümleri amaçlanır. O dönemin devrimci önderleri Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş katledildikten sonra önderliksiz bırakılan sosyalist hareket, zindanlarda uygulanan özel savaş politikaları ile bitirilmek istenir. Tümden bitirilmese de bu süreçte zindanlarda uyguladıkları politikalarla devrimci mücadeleyi önemli oranda darbelediklerini gören Türk devleti artık zindanların içine yönelik daha kapsamlı plan ve projelere gider. Bu süreçten sonra zindanlar özel savaşın en üst düzeyde uygulandığı, devletin kişiliksizleştirerek siyaseten öldürme yaklaşımının her türlü insan onuruna aykırı yol ve yöntemle hayata geçirildiği, buna karşı da devrimcilerin destansı direnişlerinin yaşandığı tam bir mücadele alanına dönüşür.
Özgürlük Hareketi tarihinde zindanların yeri ve önemi
Bilindiği gibi 1970’lerin ortalarında Başkan Apo öncülüğünde Kürt Özgürlük Hareketi hızla gelişip büyümeye başlamıştır. 1978 yılında PKK adıyla partileşmesi ve Bakurê Kürdistan’ın da işbirlikçilere karşı mücadeleye girişmesi ve bu anlamda toplumsallaşması Türk devletini oldukça korkutmuştur. Bu gidişatın önünü almak için 1980 12 Eylül askeri darbesi planlanarak hayata geçirilmiştir. Darbe ile beraber Türkiye’deki devrimci mücadeleye ciddi anlamda yönelim olsa da darbenin asıl hedefinin Başkan Apo ve PKK öncülüğünde gelişen Kürt Özgürlük Mücadelesi olduğu açıktır. Faşist cunta tüm gücünü kullanarak tam bir insan avı başlatmıştır. Katledilenler ve yurt dışına çıkabilenler dışında neredeyse hem Türkiye devrimcileri, hem de Özgürlük Mücadelesinin tüm kadro, çalışan ve sempatizanları tutuklanarak zindanlara doldurulmuşlardır. Geriye artık zindana atılan bu kadro, çalışan ve sempatizanlar şahsında mücadelenin bitirilmesi kalmıştır. Diyarbakır 5 Nolu Zindanı başta olmak üzere Metris, Mamak, Elazığ gibi kimi zindanlar tam bir işkence merkezlerine dönüştürülmüşlerdir. Özellikle Diyarbakır 5 Nolu Zindanı PKK’nin, Kürtlüğün ve hatta insanlığın bitirildiği bir alan haline getirilmek istenmiştir.
Bizzat darbenin başı Kenan Evren tarafından İç Güvenlik Amiri olarak görevlendirilen Binbaşı Esat Oktay Yıldıran öncülüğünde insanlık tarihinde benzeri görülmemiş baskı, işkence ve zülüm politikaları ile tutsaklar teslim alınmaya, itirafçılaştırılmaya ve insanlıklarından çıkarılmaya çalışılmıştır. Tabi vahşetin büyüklüğü kadar direnişte görkemli ve tarihi olmuştur. Mazlum Doğan yoldaşla yaratılan ölümüne direniş meşalesi Dörtlerle yaygınlaşıp, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu ile zirveleşerek zafer kazanan bir çizgi ve direniş ruhu olmuştur.
1980’lerden bu yana zindanlar faşist, ırkçı ve sömürgeci TC ile devrimci tutsaklar arasında büyük ve kıyasıya bir mücadele alanı olmuştur. TC, Özgürlük Mücadelesine yönelik belirlediği tüm imha konseptlerinin temel ayaklarından biri olarak zindanları ele almış, cezalandırma, toplumu sindirme, içeriye aldıkları insanların iradelerini kırma, boyun eğdirme, kişiliksizleştirip karşıtına dönüştürme ve bu yolla Özgürlük Mücadelesinden uzaklaştırmayı amaç bellemiştir. Bu saldırılara destansı direnişlerle cevap veren ve büyük oranda TC’nin amacına ulaşmasını engelleyen devrimci tutsaklar ise zindanları her daim sömürgecilik ve faşizmle mücadelenin temel bir ayağı olarak ele almış, bu mekanları örgütlendirerek, kendini eğittikleri ve bu yolla Özgürlük Mücadelesine daha büyük katkılar yapabilecekleri bir alan haline getirmişlerdir.
Tüm devrimci mücadelelerde zindanlar hem devrimin büyütülmesinde, hem de geriletilmesinde önemli bir role sahiptirler. Zindanları mücadele alanlarına dönüştürüp doğru tarzda direnen devrimci mücadeleler büyüyüp güç kazanırken, direnmeyen, ya da yanlış tarzda direnen pek çok mücadelenin de zindanlarda büyük darbeler aldığı ve gerilediği bilinen bir gerçektir. Özgürlük Mücadelemizde zindanların rolü diğer mücadele deneyimlerini aşan bir boyuttadır. 40 yıllık zindan direniş tarihine sahip bir mücadeleyiz. Her daim zindanlar bizler açısından temel bir mücadele alanı olmuştur. Hatta kimi dönemler mücadelenin öncülüğünü zindanlar üstlenmiştir. 1980’ler de PKK’yi ve Kürt halkının varlığını Diyarbakır Zindanlarındaki direnişçiler temsil etmiş ve 1984 15 Ağustos atılımına kadar 12 Eylül faşizmine karşı direnişin öncülüğünü zindan direnişçiliği yapmıştır. Yine Önder Apo ’ya yönelik gerçekleştirilen 9 Ekim ve 15 Şubat komplosu sürecinde de “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemsellikleriyle tüm Kürt halkının ve dostlarının Önder Apo etrafında kenetlenmelerini sağlayan zindan direnişçiliği olmuştur. En son 2018 yılında Önder Apo üzerinde yürütülen tecridi kırmak amacıyla hareketimizin başlattığı “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim” direniş hamlesinin de öncülüğünü zindanlar yapmış ve yaşanan şahadetler hem toplumu harekete geçirmiş, hem de faşizme geri adım attırmıştır.
Bunun yanında öncülük düzeyinde olmasa da zindanlar her daim dışardaki mücadeleyi besleyip büyütecek ve düşmanın özel savaş politikalarını boşa çıkartacak düzeyde süreklileşen bir mücadele ve direniş alanları olmuşlardır. Zindanlarda örgütlenen, kararlılaşan yüzlerce hatta binlerce kadro, yurtsever ve sempatizan dışarı çıktıklarında daha aktif tarzda katılım sağlayarak mücadeleyi büyütmüşlerdir. Dolayısıyla mücadelemizin büyüyüp günümüzde Ortadoğu dengelerini belirleyen temel bir aktör olmasında ve dünya ilerici insanlığının umut kaynağı haline gelmesinde zindan direnişçiliğinin önemli bir payı vardır.
TC’nin zindanlarda uyguladığı özel savaş yöntemleri
Zindanlar pek çok özel savaş uygulamasının iç içe ve birbirini tamamlayacak şekilde devreye sokulduğu alanlardır. Amaç örgütlülüğü dağıtmak, direnişi kırmak, tutsakların iradelerini kırarak teslim almak, örgütlü ortamdan koparıp sömürü ve modern kölelik düzeninin insanı haline getirmek, bunun mümkün olmadığı, direnişin kullanılan tüm zor ve biat yöntemlerine rağmen kırılamadığı durumlarda ise uzun süreye yayılmış sistematik tecrit ve izolasyon uygulamalarıyla ruhta, duyguda ve düşüncede bireyi örgütten ve mücadeleden koparmak olmaktadır. O açıdan zindan sürecinde dayatılan özel savaş uygulamalarını doğru anlayıp çözümlemek direnişin başarılı olmasında esas noktalardan biri olmaktadır. Aslında günümüz TC zindanları baştan sona özel savaş alanları olmaktadır. Yani zindanda görüp yaşayabileceğin her şey özel savaş kapsamı içerisindedir. Ancak kimi noktalardaki uygulamalar özel savaşın zindanlara dönük temel politikaları olmaktadır. O açıdan bu temel uygulama ve politikalar üzerinde tek tek durmak daha faydalı olacaktır.
Örgütlülüğün dağıtılması
Cezaevi sisteminde düşmanın en büyük korkusu örgütlülüktür. Çünkü örgütlü güçleriyle direnen tutsaklar hem tüm özel savaş politikalarını boşa çıkarmakta, hem de zindanları mücadelelerine hizmet eden mekânlar haline getirmektedirler. O açıdan özel savaşın temel yöneldiği nokta örgütlülük olmaktadır. Bu nedenle cezaevleri hem mekânsal hem idari olarak tamamen bireyciliği geliştirmeye, toplumsallığı engellemeye dönük tasarlanmıştır. Son geliştirilen hücre tipleriyle toplumsallık hedeflenirken, yaşamın her anını bağlayan kurallarla da kişinin duygu ve düşünce dünyasına sürekli müdahale edilerek, duyguda ve düşüncede ben olgusu yani toplum bilincinden soyutlanmış suni ve sömürü sistemine bağımlı bir bireysellik geliştirilmeye çalışılır. Kaçta yemek yiyeceğine, kaçta revire çıkacağına, kiminle görüşeceğine, kiminle görüşmeyeceğine özcesi her eylemine, devleti temsilen, cezaevi idaresi karar verir. Kişinin irade olma, karar verme, seçme şansı yoktur. Toplumundan izole, devlete ise bağımlı pozisyonda tutulmaya çalışılan bu bireyin yaşamında maddi olan her şey onun iradesi dışında ve özgür iradesi hedef alınarak belirlenmiştir. Manevi dünyası da her an, her saniye yasaklarla, kurallarla, cezalarla özel savaşın hedefindedir. Dolayısıyla savunmasız ve her türlü saldırıya açık bir durumdadır. Bundan dolayı zindan da düşman politikalarını boşa çıkarmanın tek yolu örgütlenmek, ortak değerler etrafında maneviyatı güçlü tutmaktır. En büyük öz savunma ‘biz olmak’, örgütlü hareket etmek, devrimci demokrat yurtsever tutsaklar şahsında hedef alınan toplumu örgütlü mücadele temelinde yükseltilen direnişle müdafaa etmektir.
Bu nedenledir ki düşman önce en önemli direniş kalesi olan örgütlü yaşamı hedef alır. Bütün politikası bunu bozmak amaçlıdır. Kurallara, yasaklara karşı örgütlenerek direnen bireyi, bu seferde keyfi cezalarla caydırmaya çalışır. Hücre cezaları, infaz yakma cezaları, disiplin cezaları (özellikle iletişim cezası, ortak alanları kullanımını engelleme, görüş yasağı vb) uygulamaları bu amaçlıdır. Hücre cezaları ile sadece bireyi içerde tecride almak değil aynı zamanda görüş, iletişim vb disiplin cezalarıyla da dışarıyla ilişkisini keserek, dışardan da tecrit derinleştirilmeye çalışılır. Böylelikle hem içerden hem dışardan tecrit uygulanarak kişi demoralize edilmeye, zayıf düşürülmeye, teslim alınmaya çalışılır. Böylelikle bir yandan kendisine karşı direnen bireyden intikam alırken, diğer yandan zayıf düşürerek kolay hedef haline getirmeyi amaçlar.
Saldırı ve katliam
Türk devletinin zindanlarda hayata geçirdiği en temel politikalarından biri de saldırı ve katliamlar olmaktadır. Özellikle dışarda mücadele gelişip, etkili eylemlerin yaşandığı tüm süreçlerde TC’nin zindanlara dönük katliamlara başvurduğunu görebilmekteyiz. Amed Zindanı katliamı, Buca zindanı katliamı, Ulucanlar zindanı katliamı, Ümraniye zindanı katliamı, Hayata Dönüş adıyla yapılan katliam ilk akla gelen zindan katliamları olmaktadır.
Bununla hem gelişen etkili eylemlerin intikamını almakta, hem de hareketimize, tutsak aileleri şahsında topluma ve içerde direnen tutsaklara mesaj verilmektedir. Hareketimizi “mensupların elimde rehin, ona göre davranmazsan hepsini katlederim” mesajı verilerek etkili eylemlerin önünü almayı hedeflemekte, hareketimizi frenlemek istemektedir. Aileler yoluyla topluma da “evlatlarınız, kardeşleriniz, akrabalarınız, yoldaşlarınız elimizde, ona göre davranmaz, mücadelede ısrar ederseniz hepsini katlederiz” mesajı verilerek toplum korkutulup, sindirilmek istenmektedir. Katliamlarla tutsaklara ise “elimdesiniz, istediğim an sizi katlederim” mesajı verilerek sindirilmek, umutsuz düşürülmek ve ölüm korkusuyla yaşar hale getirilmek istenmektedir.
İşin bir boyutu buyken, diğer boyutu ise her katliam sonrası katliamın yaşandığı cezaevinde yeni politikalarla yeni bir süreç hayata geçirilmek istenmektedir. Her türlü faşist ırkçı ve gayri insani uygulama yeniden sil baştan tutsaklara dayatılarak teslim alınmaları amaçlanmaktadır. Ayrıca bu saldırı ve katliam anında ve sonrasında kararsız düşmüş, zayıf, korkak unsurların ayıklanması ve ortamdan koparılması da amaçlanan bir diğer nokta olmaktadır.
Hasta tutsakları tedavi etmemek ve serbest bırakmamak
Düşmanın zindanlarda devrimcileri teslim almaya dönük geliştirdiği uygulamalardan biri de hasta tutsaklara ilişkin olanlardır. İnsanlık onurunu zedeleyen politikalarla hasta tutsaklar şahsında toplumun vicdanına saldırırken, öte yandan hasta tutsakları ölüme mahkûm ederek devrimci duruşta ısrar edip direnenlerden intikam almak istemektedir. Binlerce tutsak, cezaevi idarelerinin keyfi uygulamaları yüzünden tedavi edilmemekte, yine kelepçeli muayene, hastaneye gidiş gelişlerde “terör” ibareli kimlikleri taşıma zorunluluğu vb onur kırıcı uygulamalara maruz kalmaktadır. Adli Tıp Kurumunun “Cezaevinde kalamaz” raporu verdiği pek çok tutsağın “topluma ve devlet güvenliğine zarar verebilir” denilerek mahkemelerce bırakılmaması ya da bağımsız sağlık kurumlarından bu tarz rapor aldığı halde Adli Tıp Kurumunun “Zindanda kalmasında sakınca yoktur“ raporu yüzünden binlerce ağır hasta tutsak zindanlarda adeta ölüme terk edilmiş ve bu durum zamana yayılmış idam halini almıştır. İdam gerçekliğinden hareketle insanlık-dışı bir saldırı konseptinin devrede olduğunu en yalın haliyle görünür kılan olgulardan biri de işkenceli katletme politikası olarak hasta tutsaklara uygulanan bu politika olmaktadır.
Hayati risk taşıyanların, tıbben kendisine bakamayacak durumda olanların hukuken bırakılmalarının önünde hiçbir yasal engel bulunmamasına rağmen bırakılmamakta, ölüme terk ederek tutsaklarda inançsızlık, moralsizlik, ölüm duygusu vb geliştirilmeye çalışılmaktadır. Hem fiziki hem de psikolojik olarak çökertilmeye çalışılan bireye “ya teslim olur ya da ölürsün” denilirken; topluma da “ya biat edeceksin ya da izleyeceksin” mesajı verilmektedir.
Ajanlaştırma ya da ajan sızdırma
Ajanlaşma bir yapı hakkında onun karşıtı güce bilgi sağlama, zarar verme ve bunu maddi bir karşılık temelinde yapma faaliyetidir. Düşmanın yoğunca kullandığı ve sonuç aldığı bir yöntemdir. Zayıf, inançsız, tepkili, hesapçı ve en önemlisi zaaflı (cinsellik, para, güç vb) kişilikler düşmanın hedef kitlesi durumundadırlar. Ajanlaştırılan birey farklı yol ve yöntemler uygulanarak örgütlü yapılar içine sızdırılır. Zindan mücadele tarihimiz açısından da yoğunca uygulanan bu yöntem, bazen dışardan sızdırılarak, bazen de yapı içinde düşürülerek uygulanmıştır. Örgüte dair her türlü bilgi ve belgeyi sızdırmanın (örgütsel materyal, iletişim kanalları, yönetime ve işleyişe dair bilgiler, her türlü eylemin önceden düşmana sızdırılması vb) yanında aynı zamanda yaşamı bozma, yönetimi hedef alarak yapı içerisinde tartışma, dedikodu kültürünü geliştirme, yapı yönetim arasında şüpheciliği geliştirme, kendisince zayıf gördüğünü düşürme, düşüremediğini “tarafsızlara” (özellikle de siyasi tutsakları örgütlü yapılarından kopararak örgüt ve devrim karşıtı kontra kişiliklerin bulunduğu hücrelere yönlendirme politikası) yönlendirme, komünal yaşamı hedef alarak yaşamı liberalize etme, eğitimleri sabote etme, yapıyı yapay gündemlerle meşgul ederek örgüt gündeminden uzaklaştırma vb her türlü anlayışı yapıda geliştirme amaçlanmaktadır.
Son yıllarda cezaevleri istihbarat örgütünün adeta arka bahçesi, yararlanabileceği temel kaynak konumuna getirilmiştir. MİT önemli oranda cezaevlerini kontrol etmek, buradan ajan devşirmek, bilgi toplamak ve özel savaş politikalarının sonuç almasını sağlamak amacıyla aktif bir rol oynuyor. Sorguda düşüremediği ancak zayıflıklarını gördüğü bireyleri zindanda da MİT rahat bırakmamakta, avukat, revir, müdürle görüşme adı altında görüşmeye çağrılan tutsaklara tehdit, şantaj ve vaatlerle ajanlık dayatılmaktadır. İnfaz düzenlemesi adı altında son yapılan değişiklikle MİT’in zindandan tutsağı sorgulamak için alma yetkisi de verildi. Böylece zindanlarda MİT eliyle yürütülecek her türlü kirli politikaya yasal zemin de hazırlanmış oldu.
Sevk ve sürgün politikası
Cezaevlerinde uygulanan özel savaş uygulamalarının en etkili olanlarından biride şüphesiz sevk ve sürgünler olmaktadır. Sevk bireyin genellikle sağlık, ulaşım koşulları vb göz önünde bulundurularak kendi isteğiyle bir cezaevinden bir cezaevine nakil istemi olurken, sürgünler cezaevi idaresi ve bakanlıkça ortak kararlaştırdıkları, bireyin iradesi dışında gelişen cezaevi nakilleridir. Bireyin iradesiyle istenilen sevk taleplerinin yüzde doksan dokuzu keyfi gerekçelerle ret edilirken, öte yandan sürgün politikası bir tehdit ve şantaj aracı olarak sık sık uygulanmaktadır. Örgütlü yaşama bir müdahale olarak yapılan sürgünlerde daha çok yönetim mekanizması ile parti kadroları hedeflenir. Amaç örgütlü yapıyı zayıflatmak, öncü kadroları yapıdan koparmak, böylece örgütlü yapıyı denetim altına almak ve kendi politikalarına uygulama zemini açmaktır. Bununla birlikte hem sürgün edilen kişilerde hem de geride kalan yapıda moralsizlik yaratarak yapıyı pasifize etmekte diğer bir amaç olmaktadır. Ayrıca sürekli sürgün tehdidi ile, örgütten kopmuyorsa bile, bireyin kişisel kaygılar ekseninde pasifist bir tutuma tenezzül edebileceği, bu durumun hem birey-örgüt ilişkiselliğinde hem de birey ve örgütlü yapıda yer alan diğer tutsak yoldaşları arasında erozyona yol açabileceği hesaplanmaktadır. Bu da sürgün politikası ile amaçlanan diğer bir nokta olmaktadır.
Sürgün politikasının bir amacı örgütlü yapıyı dağıtmak olurken, bir diğer amacı ise tutsakları Türkiye’nin uzak köşelerine sürgün ederek tutuklu ailelerden intikam almaktır. Ulaşım, ekonomik sorunlar, yine siyasilerin kaldığı cezaevlerinin faşistlerin yoğun olduğu şehirlerde oluşu, sık sık ırkçı saldırılara maruz kalınması vb nedenlerden kaynaklı aileler görüşlere gidememektedir. Dolayısıyla binlerce tutuklu ve bunları bağlayan on binlerce aile düşünüldüğünde onlar şahsında toplum maneviyatından koparılmaya, aileler sindirilmeye, mücadeleden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bir intikam politikası olarak yoğun olarak kullanılan bu yöntem, özel savaşın en etkili araçlarından biri olmaktadır.
Cezaevi mimarisi
Türkiye Cezaevlerinde daha önceden siyasi ve adli ayrıştırmasının olmadığı, birlikte kalındığı bilinmektedir. Siyasi tutukluların adlileri örgütlemesinden, adli tutukluların siyasi düşüncelerin etkisine girmesinden korkan devlet E Tipi Cezaevi modelini geliştirerek, siyasi-adli ayrıştırmasına gitmiştir. E tiplerinin açılmasıyla başlayan bu süreç, her dönemde devletin politikalarına hizmet edecek şekilde A, B, D, E, F, H, K, L, M, S, T tipi vb yine açık, yarı açık, kapalı, yüksek güvenlikli adı altında farklı tiplerde cezaevlerinin açılmasıyla devam etmiştir. 2000’ler sonrası geliştirilen F Tipleri ile 2010’lu yıllarda aktif olarak devreye sokulan T tipleri ve yüksek güvenlikli kampüs cezaevleri, tekçi zihniyetin faşizan politikalarının uygulandığı son cezaevi modelleri olmaktadır.
Siyasi tutsakların koğuş tipi cezaevlerinde ki örgütlülüğünün önüne geçemediğini, dolayısıyla özel savaş politikalarının sonuç almadığını gören TC’nin bu tip cezaevlerine karşı geliştirdiği F tipleri her türlü insanlık dışı uygulamaların uygulandığı alan olarak tasarlanmıştır. F ve T tipleri, E tipi koğuş sistemine karşı hücre tipi olarak yapılmıştır. Üçer-beşer kişilik ya da tek kişilik hücreler şeklinde tasarlanmıştır. Özünde siyasilerin ehlileştirilmesi amaçlı yapılan bu cezaevlerinin temel amacı örgütlü yaşamı dağıtmak, üç kişilik, beş kişilik, tek kişilik hücreler yolu ile bireyi yalnızlaştırarak bedeni ve ruhu ile tamamen teslim almaktır.
Tecrit ve rehabilitasyon politikası
Kelime anlamı bir insanın dış dünyadan koparılarak kendi haline bırakılması durumudur. İlişkide bulunduğu topluluktan çıkarmak, sosyal ekonomik ve kültürel yalnızlığa terk etme halidir. Michel Foucault’un bu konudaki belirlemesi tecridin amacını çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. “Tutukluların tecridi, karşısında kendisini tehdit eden hiçbir şey kalmamış bir iktidarı tutuklu üzerinde azami yoğunlukta uygulayabilme garantisini sağlar; tek başına kalmışlık, tamamen boyun eğmenin başlıca koşuludur.” Evet, tecridin tek amacı bireyi yalnızlaştırıp, üzerinde her türlü baskı ve zoru uygulayarak çaresiz kılmak ve bu yolla teslim almaktır.
Genel olarak bütün zindan modellerinde uygulansa da, esas itibariyle F ve T tipleri tecridin uygulanma alanlarıdır. Yan odasındaki arkadaşını yıllarca hiç görememe uygulanan tecridin düzeyini göstermektedir. Bu yolla birey tek kişilik hücrelerde tamamen dış yaşamdan izole edilerek teslim alınmaya çalışılır. Teslim alamasa dahi etkisiz kılmak, psikolojisini bozmak, örgütlü yaşamdan uzaklaştırmak gibi ikincil amaçlar güdülür. Dış dünyadan, mücadelenin gündeminden kopan birey gittikçe bireyselleşir ve mücadeleci yanı zayıflar. Bireyselleşip, mücadeleci yanı törpülendiği oranda ise her türlü dış etkiye açık hale gelir. Burada düşman teslim almayı ilk amaç olarak belirlese de, teslim alamadığını bozmak ve bu yolla mücadeleden koparmak da diğer bir hedefi olmaktadır.
Tecrit belli süreler içersin de disiplin kapsamında hücre cezalarında uygulanmakla birlikte aynı zamanda TCK’nin 125 maddesinden hüküm giyenler (ağırlaştırılmış müebbet) içinde uygulanır. Tecrit uluslararası sözleşmelerde insanlık suçu olarak tanımlansa da, Türkiye zindanlarında bir teslim alma politikası olarak yoğunca uygulanmaktadır.
Rehabilite etme kelime anlamı itibariyle de toplum için zararlı gördüğü bireyi “topluma kazandırma”, “topluma zarar vermeyecek duruma getirmek” için kullanılır. Sağlık sisteminde ruh sağlığı tedavisinde kullanılan bir kavram olsa da özel savaş aracına dönüştürülen bir yöntem olmaktadır. Bir devlet politikası olarak rehabilite; devlet için risk gördüğü kişiyi devlete itaat eden, kulluk eden duruma getirmek yani ehlileştirmek anlamında kullanılır. Cezaevleri, ıslah evleri, eğitim kurumları vb bu yapılar özel savaşın toplumu ehlileştirmenin ana mekanları olarak kullanılmaktadır.
Zindanlar da ise rehabilitasyon politikası aynı amaç kapsamında özel uygulamalarla hayata geçirilmektedir. Baskı ve zor aygıtları ile istediği sonucu alamadığını ve bunun tutsaklarda kendilerine karşı bir kenetlenmeye yol açtığını gören düşman, ortamı rahat bırakarak, tutsakların pek çok ihtiyacını karşılayarak, böylece zaman içinde düşman bilincini muğlaklaştırarak, bireyciliği, maddiyatı, mücadelesizliği geliştirerek, özel savaş medyası eşliğinde düzen yaşamına özendirerek uzun zamana yayılmış bireylerin ruhta, duyguda ve düşüncede mücadeleden kopmalarını hedeflenmektedir. Bir çürütme, iradesizleştirerek teslim alma politikası olarak rehabilitasyon politikası şiddet ve baskıyı taşımakla birlikte salt bu unsurlara dayalı bir politika olarak tanımlanamaz. Rahat bırakarak muğlaklaştırma, bilincini çarpıtma, bireycileştirip yeniden düzene eklemleme vb uygulamalar da kaba-zorun yanında rehabilitasyonda sonuç almak adına başvurulan, hatta duruma göre baskı ve şiddetin de önüne geçen temel teslim alma uygulamaları olarak kullanılmaktadır. Zindan tarihimizde 2000’li yılarda Bayrampaşa, Çanakkale ve Muş alanlarında yaşanan tasfiyecilik, yozlaşma ve mücadeleden kopma özünde bu rehabilitasyon politikalarının bir sonucu olarak ele alıp değerlendirmek mümkündür.
Özel savaş medyası
Zindanlarda psikolojik savaş yöntemlerini uygulamada en etkili araçlardan biri medyadır. Genel olarak bütün zindanlar olmakla birlikte özellikle son yıllarda geliştirilen F ve T tipleri ile bu alan daha güçlü kullanılmaya başlanmıştır. Örgütlü ortamın en zayıf olduğu, sayının üç-beş kişiyle sınırlandığı bu alanlarda her hücreye TV konularak birey 24 saat özel savaş bombardımanı ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Sadece sisteme hizmet eden belli sayıda kanallın izlenebildiği ve bunların da idare tarafından belirlendiği bir işleyiş oluşturulmuştur. Bu kanallarda yayınlanan diziler, magazin programları, spor programları, yarışma programları vb programlarla birey psikolojik harbin etkisi altına alınmak istenir. Keza yazılı basın açısından da durum böyledir. Hiçbir muhalif TV kanalının izlenilmesi, gazetenin verilmesi durumu söz konusu değildir. Ne izleneceği, ne okunacağı, nasıl yaşanacağı, ne hissedeceği belirlenmiş, cezaevi yaşamı buna göre örgütlendirilmiştir. Medya da bunun en kolaylaştırıcı, sonuç alıcı araçlarından biri haline getirilmek, siyasi tutsakların dava bilincinde aşınma yaratmak adına etkin bir enstrümana dönüştürülmek istenmektedir.
Bu yolla tutsakların duygu ve düşüncelerini yönlendirmek, ideolojik ve politik muğlaklıklar yaratmak psikolojik savaşın temel bir hedefi olmaktadır. Zira zindanlar yapısı gereği psikolojik savaştan en çok etkilenecek yerler olmaktadır. Dışardaki mücadeleden kopartılan devrimciler, TV-gazete vb ile yoğun bir psikolojik savaşa tabi tutulmaktadırlar. Bununla bir yandan sistem kendi yaşamını çekici kılarak tutsakların özlemini uyandırmak istemekte, diğer yandan ise verdiği haber ve tartışma programları ile sahte zaferler yaratılarak mücadelenin bittiği propaganda edilmektedir. Bu yolla devrimci tutsakları manevi moral çökertmeyi ve sisteme entegre etmeyi hesaplamaktadırlar.
İtirafçılık ve tarafsızlaştırma
Özel Savaş yönetimi esasta zindana attığı kişiyi teslim almak, iradesini kırmak, değerlerine ve düşüncelerine sırt çevirerek kullanabileceği bir kukla haline getirmek istiyor. İtirafçılık politikası ile düşürülen bu bireyler özel savaş rejiminin tüm kirli işlerini yapan, düşkünlükte sınır tanımayan, hiçbir toplumsal, ahlaki, bireysel ilkesi olmayan ucubelere, suç makinalarına ve canavarlarına dönüştürülüyor.
Bu düzeyde düşüremediklerini de bağımsızlaştırma ya da tarafsızlaştırma adıyla mücadeleden tümden koparmayı hedefliyor. Böylece karşı çıkmayan, itaat eden, doğal olarak sistem için risk teşkil etmeyen, onun istediği ölçülere gelmiş birey ahlaki açıdan kaybeden, kendi olmaktan çıkmış, maneviyattan, duygudan kopmuş, kişiliksizleşmiş bireydir. Bu tür kişilikler sistemin kendisini üretmesi için varlığıyla sisteme hizmet eden kişiliklerdir. Kişinin bu düzeyde düşürülmesi için insanoğlunun tüm gereksinim ve zaafları düşürme aracı olarak kullanılıyor, işkenceyle, tehditlerle ve çeşitli vaatlerle bu düşürme politikası hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu yolla toplumda da devrimci öncülüğe karşı bir tepki oluşturmayı, güvensizlik yaratmayı ve basitleştirmeyi hedefleyerek, manevi etkisini kırmayı amaçlıyor.
Pişmanlık yasaları
Zindanlar esasta devrimcileri yaptıklarına, düşündüklerine pişman ettirme yerleri olarak tasarlanmıştır. Kısa sürede teslim alınamayan devrimcilerin uzun süreye yaydırılmış özel savaş yöntemleri ile çürütme politikalarıyla ideallerinden, inanç ve değerlerinden koparılması hedeflenmektedir. Bu politikalarında ne kadar başarı kazandığını ölçmek ve aldığı sonuçları mücadeleye karşı kullanmak için dönem dönem güncellenerek ve farklı adlarla pişmanlık yasaları çıkarılmakta, bu yasalarla adeta çürüyen unsurlar mücadeleden tümden koparılıp mücadele safları zayıflatılmak istenmektedir. Günümüzde cezasını bitiren tutsakların, 12 Eylül faşist cunta rejiminin hazırladığı ’82 Anayasası’nda dahi yeri olmayan bir uygulamayla, AKP-MHP mensuplarından oluşan gözlem heyetlerinin karşısına çıkarılmak istenmesi, tahliyelerin bu heyetler karşısında pişmanlık göstermeye bağlanması, çıkmayan ve pişmanlık göstermeyen tutsakların infazının yakılması, tahliye edilmemesi pişmanlık dayatmalarının aldığı son biçim olmaktadır.
Sonuç olarak düşman sorguda ve zindanda kısa sürede düşüremediği, değerlerine sırt çevirmeyen, zindanda örgütlü yapıyı tercih eden ve ezici çoğunluğu oluşturan tutsaklara yönelik uzun süreye yayılmış çürütme politikasını esas almaktadır. Çürütme politikasını başarıya ulaştırmak için onlarca özel savaş yöntemini iç içe ve birbirini tamamlayacak şekilde kullanmaktadır. Yılarca uyguladığı baskı ve işkencelerle tutsaklar yıldırılmak, umutsuz hale getirilmek ve içten içe pişmanlığı yaşayarak ruhsal ve manevi anlamda çöküşü yaşamaları hedeflenmektedir. Cezaevlerindeki baskı ve işkence politikalarının sürekliliği ve sistematikliği böyle bir sonuç yaratmak içindir. İşkence ve baskının yanında, tecrit politikasıyla dışardaki mücadeleden koparılmak istenmekte, sürgünlerle en ücra köşelere yollanmakta, özgür basını izlemesi yasaklanıp, 24 saat özel savaş basınının propagandasıyla bir yandan düşüncelerinde muğlaklaşmayı yaratıp, diğer taraftan sistem yaşamına yönelik bireyde çarpık istem ve özlemlerin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Yine tutsakların yemelerinden, içmelerine hatta soludukları havaya kadar tüm zorunlu gereksinimleri bu tarzda çürütme eksenli terbiye etme aracına dönüştürülmektedir. Uygulanan disiplin cezalarıyla tutsaklar yıldırılmak, mücadeleden vaz geçirilmek, liberal, bireyci, pasif, itaatkâr bir duruma getirilmek ve iradesizleştirmek istenmektedir. Tüm bu uygulamalarla iradesi kırılmış, manevi-moral açısından çökmüş, düşünsel olarak muğlaklığı yaşayan, çarpık özlem ve istemleri geliştirilmiş, mücadele azmi tükenmiş ve dışarı çıktığında sistem yaşamına en iyi ayak uyduracak hale gelmiş bireyler yaratılmak hedeflenmektedir. Tüm bu özel savaş uygulamaları bu amaca hizmet etmektedir.
Özel savaş uygulamalarına karşı devrimci duruş
Yukarda temel noktalarda ortaya koyduğumuz özel savaş politikalarına karşı bir devrimcinin zindanda hem ayakta kalması, hem de bu özel savaş politikalarını boşa çıkararak mücadeleye daha aktif katılım sağlaması, bu anlamda devrimci görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi oldukça önemlidir. Önderlik “Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde anlaşılacaktır ki, cezaevlerinin rolü bireyde yoğun ve sahte bir özgürlük özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri özenle bunun için inşa edilmiştir. İnsanlar cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlaki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir. Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlaki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır.” belirlemesiyle zindana bir devrimcinin nasıl yaklaşması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş ve Sara yoldaşlardan günümüze büyük direnişler ve bedellerle yaratılan 40 yıllık bir Zindan Direniş Geleneğimiz var. Önderliğimizde temsilini bulan bu direniş geleneğinin son 22 yılı bizzat Önder Apo’nun ideolojik, düşünsel, felsefi, manevi ve fiili öncülüğü ile tüm mücadelemize yön verip büyütüyor. Elbette sadece son 22 yılı değil 40 yıllık direniş geleneğinin bütünü Önderliğimiz ve şehit yoldaşlarımız şahsında gerçekleşmesini ifade etmektedir. O açıdan günümüzde Önderliğimizin İmralı direnişinde ifadesini bulan ve bizleri zafere taşıyacak olan bu direniş geleneğinin temel parametrelerini anlamak ve bu temelde düşmanın tüm özel savaş politikalarına karşı zindanları mücadelemizi büyütmenin alanları haline getirmek oldukça önemli olmaktadır. Her konuda olduğu gibi zindan direnişçiliği konusunda da temel referansımız Önderliğin İmralı direnişi olmaktadır. Çünkü İmralı zindanı baştan beri özel savaşın en yoğun uygulandığı, tüm mücadelemize karşı yürütülen imha saldırılarının zirveleştiği bir alan olmaktadır. Yine tüm mücadele alanlarımızda ortaya konan direnişin de zirvesi, en görkemli ve sonuç alan hali Önderliğimizin İmralı direnişi olmaktadır. Tüm özel savaş uygulamalarına karşı en doğru, en anlamlı ve en sonuç alıcı direnişi ifade eden İmralı direnişini Önder Apo şöyle tarif ediyor: “Her devrimci insan; zindanda en imkânsız, en olmaz, en zor koşullarda bile, ne olursa olsun onur savaşını vererek, mutlak anlamda onur savaşını kazanmalıdır. Bunun dışında bir alternatif yoktur. Ben de zindanda bulunan bir insan olarak, son tahlilde onur savaşçısıyım. Bu gerçekliğin bilincinde olunarak, bu hakikate göre zindanda yaşanmalıdır.” O halde “onur savaşçılığını” doğru ve derinlikli anlamak ve temsilini yapmak zindanlarda özel savaş uygulamalarına karşı devrimci duruşun ifadesi oluyor. Düşmanın zindanlarda tüm uygulamalarıyla temelde insan onurunu, devrimci kimliği ve tutsakların siyasal düşüncelerini hedeflediği dikkate alındığında “onur savaşçılığının” anlam derinliği daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zindanda devrimci bilinç ve iradeyle her devrimci özünde insan onurunu, mensup olduğu devrimci mücadelenin onurunu, öncüsü olduğu toplumun özgürlük onurunu temsil etmekte ve her türlü koşulda bu onuru en üst düzeyde temsil etme sorumluluğu ile yükümlüdür. O açıdan onur savaşçılığı devrimci olarak var olma ve saldırılar karşısında en onurlu tavrı ortaya koyma erdemliliği, fedakârlığı ve direnişi olmaktadır.
Dikkat edilirse özel savaş bireydeki tüm zaaflı, bağımlı noktaları hedef almakta ve ona göre politika ve uygulamalar geliştirmektedir. O halde direnişte başarılı olmanın bir yanını da bu durum oluşturmaktadır. Yani birey her türlü zaafından ve bağımlılığından kurtulmalı, mücadele içerisinde kendini eritmeli ve kendisine ait, düşmanın kullanabileceği bir şey bırakmamalıdır. Birey kendisini bu duruma getirirse zaten özel savaş uygulamalarının etki alanından çıkarmış olacaktır. Önderliğin “daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım” biçiminde kendisine ilişkin belirttiği bu hususlar aynı zamanda İmralı direnişinin neden düşmanın tüm özel savaş politikalarını işlevsiz kıldığının da izahı olmaktadır.
Büyük amaçlara bağlanan insanın iradesini kıracak hiçbir güç yoktur
İnsanın büyük amaçları varsa ve her şeyiyle kendisini bu amaçlarının başarısına adamışsa, bunun dışında bir özlem ve istemi yoksa o zaman nerede olursa olsun, koşullar ne olursa olsun onun için fark etmez ve amacına ulaşma mücadelesi içerisinde olur. Büyük amaçlara bağlanan insanın iradesini kıracak hiçbir güç yoktur. Çünkü zindanda özel savaş uygulamalarına karşı insanın direncini belirleyen irade, inanç ve düşüncesi olmaktadır. Önderlik İmralı tecridine karşı yaklaşımını şöyle ifade etmektedir: “Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım.” Dolayısıyla zindandaki özel savaş uygulamalarına karşı devrimci duruşun en temel noktalarından biri de büyük amaçlara sahip olmak ve sadece bu amacının başarısı için yaşamak olmaktadır.
Önderlik İmralı koşullarına karşı hakikat arayışını yükselterek, anlamda derinleşerek ve bunun sonucu olarak da dünya insanlığına umut olacak yeni bir paradigmasal çıkışla cevap verdi. Tüm yoğunlaşmasını, gücünü, enerjisini buna harcadı. Dolayısıyla bu düzeyde anlamda derinleşen, her şeyini buna kilitleyen bir insanın koşullardan ve özel savaş uygulamalarından etkilenmesi mümkün değildir. Önderlik tüm yaşantısını bu amaç doğrultusunda planlayarak geçirmektedir. 22 yıldır tek kişilik hücrede olan Önderlik en temel sorununun kendisine zamanın yetmemesi olduğunu belirtirken özel savaş uygulamalarının etkileme alanının çok çok üstünde olduğunu da açıkça göstermektedir. Önderliğin hakikat arayışında boşluk yoktur. Dolayısıyla özel savaşın sızabileceği bir zemin de bırakmamıştır Önderlik.
“Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken, cezaevinde anlam geçerliydi… Hakikat algısı bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal, hatta fiziki ve biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır… Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa, herhangi bir yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece yaşamın yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür yoz yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa, yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir.” İmralı Direnişinin kaynağı Önderliğin çarpıcı bir tarzda ortaya koyduğu bu büyük düşünce, arayış ve savaşım olmaktadır. Her gün hakikat devrimi yapmak, yaşamın anlamına ulaşmak, bunun büyük heyecan ve coşkusunu yaşamak, yaşamda evrenin anlamını bulmak dünyevi ve beşerî tüm yetersizlikleri aşmak ve zirvede seyretmek demektir. Dolayısıyla özel savaşın hiçbir uygulaması bırakalım Önderliği etkilemeyi, yanına bile yaklaşamamaktadır.
Özel savaş politikalarına karşı özgürlük bilincine sahip olmalıyız
Zindanda olan birinin özel savaş politikalarından etkilenmemesi için her şeyden önce doğru bir özgürlük bilincine sahip olması gerekmektedir. Zira özgürlüğü sadece zindandan çıkmayla özdeşleştiren, bireysel ele alan, toplumsallıkla bağını kurmayan her türlü yaklaşım bir şekilde özel savaş politikalarının hedefi olmakta ve etkilenmeye açık bir durumu ifade etmektedir. Düşman, özel savaş yöntemleri ile sahte özgürlük anlayışını ve özlemlerini depreştirerek özünde bireyi düzen yaşamıyla bütünleştirmeyi amaçlamaktadır. Özgürlüğü içinden geldiğin toplumsallıkla ele almak ahlaki ve devrimci bir duruşu ifade ederken, bundan kopuk ele alışlar bireyciliğe, yozlaşmaya, düzen içileşmeye ve mücadeleden kopuşa kadar insanı götürebilmektedir.
Günümüzde faşizm sadece zindanlarda baskı politikalarını uygulamaya koymuyor. Dışarda topluma karşıda sistematik ve süreklileşen bir özel savaş yürütülüyor. Dolayısıyla dışarda özgür olacağını düşünmek tam bir gafleti ifade ediyor. Faşizm dışarısı, içerisi diye bir şey bırakmamıştır. Her alanda tam bir imha ve soykırım devrededir. Dolayısıyla herkesin bu gaflet durumundan çıkarak bulunduğu alanda faşizme, onun tüm özel savaş politikalarına karşı direnişi yükseltmesi gerekiyor. Ancak bu direnişin zaferiyle özgürlük gelecektir ve zaten o zaman da zindanlar olmayacaktır. Bu konuda Önderlikten yapacağımız alıntı konuyu daha çarpıcı bir tarzda anlaşılır kılacaktır. Önderlik; “Kürtlerin mutlak köle hali -ki, halen öyledir- benim ‘Özgür yaşam mümkünmüş’ gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: ‘Senin içinde özgür yaşayacağın bir dünyan yoktur.’ Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.
Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir.”
Yine “İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın, orası her zaman karanlık bir zindandır’’ sözleriyle Önderlik özgürlük anlayışını somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Zaten zindan ve özgürlük olgusuna bu düzeyde toplumsal ve ahlaki bakan birinin herhangi bir özel savaş uygulamasından etkilenmesi mümkün değildir. Zindandaki bireyin öncelikle böylesine doğru ve derinlikli, toplumsal özgürlükle ve ahlaki ilkeyle bağlantılı bir özgürlük anlayışına ulaşması ve bu düzeyde bir özgürlüğü yaratmanın mücadele kararlılığını kendisinde oluşturması gerekmektedir. Bu olursa hiçbir özel savaş uygulamasının bireyi etkilemesi mümkün değildir.
Tabi özel savaş politikalarını başarısız kılmada en temel etkenlerden biri de örgütlülük olmaktadır. Zindandaki tutsaklar örgütlendiği oranda güç olmakta, direnişlerinde sonuç almaktadırlar. Örgütlenme ise birbirini besleyecek tarzda iki alanda gerçekleşmektedir. Hem tutsakların kendi aralarında örgütlenip, komünal bir yaşam ve partileşme esasları doğrultusunda oluşturdukları örgütlülük önemli olmakta, hem de her bireyin kendisini bir parti birimi gibi ele alıp, partileşme doğrultusunda örgütlemesi her tür özel savaş politikasını boşa çıkarmaktadır. Önderliğin temel gücü de bu nokta olmaktadır. Kendisini her yönüyle toplumsal amaç doğrultusunda örgütleyen Önderlik, tek kişilik hücresinde dünyayı, Ortadoğu’yu ve tüm Kürdistan’ı etkileyecek düşünsel ve iradi gücü açığa çıkarabilmektedir. Bu gerçeklikten hareketle zindanlardaki özel savaş politikalarına karşı devrimci duruşun temel ayaklarından biride örgütlülük olmaktadır. Kendisini örgütleyen birey ya da bireyler topluluğunun üstesinden gelmeyeceği bir zorluk, boşa çıkaramayacağı bir özel savaş politikası olamaz.
Dikkat edilirse Önderlik tarzında öne çıkan şu olmaktadır. Kendi varlığını, yaşamını ve duruşunu o kadar anlamlı, derinlikli ve toplumsal kılmış ki, kendisini her anlamda özel savaş politikalarının etkileme alanından çıkarmıştır. Duruşu ile kendisine uygulanmak istenen tüm özel savaş politikalarını anlamsız kılmış, İmralı’yı toplumsal kurtuluşun ve özgürlüğün mücadele alanı haline getirmiştir. Dolayısıyla zindanlarda düşmanın uyguladığı özel savaş politikalarına karşı devrimci duruş varlığı, yaşamı, duruşu ve anlam derinliği ile bireyin kendisini her türlü dış etkinin etkileme alanının dışına çıkarmasını başarmasıdır. Bizdeki insani, beşeri zafiyetler üzerine inşa edilen özel savaş politikaları, bu insani ve beşeri zaafiyetlerden arındığımız, kendimizi doğru temelde örgütlediğimiz ve aştığımız oran da anlamını ve etkisini yitirecektir. Anlamda derinleşme, toplumsal hakikat içerisinde adeta kendisini eritme, tüm varlığı, gücü ve enerjisiyle toplumsal özgürlüğü yaratmanın mücadelesine kilitlenme muazzam bir bilinç moral ve irade gücünü açığa çıkarmakta ve kendisini bu duruma getiren birey zindanda da olsa, hücrede de olsa özgür bir iradeyle her türlü zorluğu aşabilme kudretine ulaşabilecektir. Önderliğin “yenilmez zafer kişiliği” dediği de bu oluyor.